Logo

Alaattin Karadağ: Ölüm Orucu Direnişi’nin benim için anlamı


Alaattin Karadağ yoldaşın anısı önünde saygıyla eğiliyoruz...

Ölüm Orucu Direnişi’nin benim için anlamı

 

Alaattin Karadağ

(Cezaevi ve Zindan Direnişi Süreci Üzerine Değerlendirmeler’den...)

ÖO direnişi her şeyden önce yeniden doğmaktır. Umudu, direnci, sevdayı hücre hücre eriyen bedenlerimizle yeniden var etmektir. F tipi cezaevi saldırısıyla teslim alınmak istenen toplumun özneleri devrimci güçler şahsında tüm toplumun direnme umudunu, geleceğe yönelik olan inanç ve özlemleri öldürmek, öncüsüz bırakmaktır. Katliamlarla bir teslimiyetçilik, bir muğlaklık yaratmak, yıkım programlarını rahatça hayata geçirmektir. Bu yıkım ve katliamlar Türkiye’nin AB’ye giriş sürecinde bizzat ABD, AB’li emperyalistlerin dayatmaları ve destekleri doğrultusunda olmuştur.

Dışarıdayken 99 Ulucanlar katliamı sonrasında Habip yoldaşı İzmir işçi-emekçilerine yeterince anlatamamanın, hak ettiği görkemli cenazeye katkı sunamamanın burukluğu vardı içimde. Herşey ani olarak gelişmişti ve biz ilimizde inisiyatif gösterememiştik. Kendi cephemden bu boşluğun acısını pratik faaliyetlerle doldurmaya; kuş, afiş, bildir, yazılama vb.’ne olabildiğince yoğunlaşmaya çalıştım. 2000’de hücre karşıtı ve Ulucanlar katliamının yıldönümü kampanyalarında çalışmalar doruğa ulaşmıştı. Derken 20 Ekim 2000’de SAG ve ÖO gündeme geldi.

Partimizin ve içerideki yoldaşların yaptıkları açıklama ve yazılar süreç üzerine epey bir açıklık ve duygu yoğunluğu yaratıyordu. Partimiz bu süreçten olabildiğince güçlü çıkmalıydı. Habip ve Ümit yoldaşların bize devrettiği bayrağı dışarıda en yükseklerden taşımalı, kitle-sınıf çalışmasında olabildiğince derinleşip, bu direnişin anlam ve önemini sınıfa anlatmalı, desteğini almalıydık. Günler ilerleyip ölümler yaklaşırken, bizim ildeki çalışmalarımız genel propaganda-ajitasyonu geçemiyordu. Şüphesiz bizim faaliyetimizin il’de tek illegal faaliyet olması, açık alan çalışmalarını bile aşan bir tempoyla yaygın yapılması çok önemliydi. Sürecini bütünü düşünüldüğü zaman çok daha büyük bir enerji sarf edilmeliydi.

Derken 19 Aralık katliamı ve Hitler faşizmini bile aşan dehşet görüntüleri geldi… Bunun karşında aynı zamanda TV ekranlarını işgal eden, insanda hayranlık yaratan direniş, halay, feda eylemleri görüntüleri… O esnada keşke ben de yoldaş ve siper yoldaşlarımın yanında, aynı sade ve kahramanlıkta, aynı kulvar ve barikatta olup dövüşseydim vb. karışık duygu yoğunluğunu yaşıyorum. 19 Aralık’ta katledilenlerin fotoğrafları sosyalist basında yayınlandığında, her biri bir güneş parçasıydı adeta benim için. Katliamdan sonra ilk tepkiler gösterildi. Dışarısı için bir suskunluk fesadı başlarken, içerisi için çok daha genel bir direniş sözkonusuydu. Günler ilerleye dursun, ilk mermi 21 Mart’ta Cengiz Soydaş’tan geldi. Şehitlerimizin üzerine her gün bir yenisi eklenirken, dışarıda bir şey yapamamanın yoğun burukluğunu ve ağırlığını yaşıyorduk. Hiçbir yoldaşa mektup dahi yazamamıştım. Korkunç bir ağırlıktı bu. Sonra yazarak görecektim ki, insan gerçekten yeter ki istesin ve bu uğurda gereken çaba, emek ve fedakarlığı gösterdikten sonra yapamayacağı hiçbir şey yoktur.

Bu karışık duygu yoğunluğuyla 14 Nisan 2001’de gözaltına alındım. İlk alınır alınmaz sonuna kadar direnmekte hiçbir tereddüdüm yoktu. Adeta ÖO’na şubeye gelir gelmez başlamıştım. O esnadaki gücümü partimden, yoldaşlarımdan almıştım. İşkence seansları başladığında canım yoldaşlarım bir bir karşıma dizildiler. Habip mavi gözleriyle "sakın ha kendini bırakma!" diyerek yanımdan geçmişti. Ardından Ümit, Hatice, Muharrem zafer gülüşleriyle bir bir yanımdan geçiyorlardı. Buca’ya gittikten sonra Hatice yoldaşın şehit düştüğü haberi gelmişti. İçimi tarif edilemez bir kin ve coşku kaplamıştı. Zira Hatice yoldaşla birlikte kısa süren bir bölge çalışmamız olmuştu. Apayrı bir coşku ve duygular yaşatmıştı, ondan çok şey öğrenmiştim. Dışarıda kendi ellerimle gömmek, ismini tırnaklarımla duvarlara kazımak isterdim. Devrettiği bayrağı, kızıl bandı ben almalıydım. Onun gibi başı dik sonuna kadar taşımalıydım.

Hiç beklemeden AG’ye başladım. Asıl hedefimse ÖO gibi görkemli bir direnişte yüreğimi tutuşturup yer almaktı. Safları sıklaştırmalıydım. Düşenin devrettiği bayrağı yükseklerden devralmalıydım. Süreç zor bir süreçti ve başka bir alternatif de sunmuyordu. Ya bu sürece göğüs gerecektim ya da diğerleri gibi düşecektim. Yıllardır verilen emeğin karşılığı burada meyvesini veriyordu. Bu süreçte şehit de düşebilirdim, sakat da kalabilirdim, organlarımı bir bir bitirerek bitkisel bir hayata düşebilirdim. Benden önce yola çıkanların son durumları sürekli basına yansıyordu. Hiçbirinin benim için önemi yoktu. Tek önemli olan şey partinin ve devrimin çıkarlıydı. Etimle kanımla partimi büyütmek, bulunduğum direniş mevzisinden partimin bayrağını dalgalandırmak boynumun borcuydu. Nitekim eksiğiyle fazlasıyla buna uygun davranmaya çalıştım. Daha çok … ile mektuplaştığım için bu konuyu ona defalarca açtım ve ekiplerde yer almak için soluğumu ve yüreğimi tutmuş hazır kıta beklediğimi söyledim. Dışarıdaki yoldaşlara da (İzmir) bu konuyu aktardım ve 6. ekipte kervana katıldım. Her an R…, M… ya da başka bir yoldaşın şehit düştüğü haberi gelebilir diye yüreğim hep avuçlarımda kaldı.

F tipi cezaevlerinin İzmir cephesi 19 Aralık sonrasında, 2 Ağustos’ta hayata geçirildiği için psikolojik yoğunluklu fiziki saldırılarla geçti. "Ha bugün ha yarın götürecekler" düşüncesi-beklentisi insanlarda ataleti, beklemeci ruh haline sokuyordu. Zayıf insanların sabrı ve değerlerini yitirdiği tablo karşısında kimileri de düşmana sığınıyordu. 19 Aralık ve sonrasında 8’i aşkın … düşmana sığınmıştı (kimileri 19 Aralık esnasında, kimileri de görüşe giderken. Bu arada hastanede ÖO’nu bırakıp da hain ilan edilenleri saymıyorum). Benim kaldığım koğuşta 3 bağımsız tip de adli koğuşlara gitmek için dilekçe vermişlerdi. Bu gelişmeler Buca’daki atmosferi epeyce geriyordu. İnsana müthiş bir psikolojik savaş verdirtiyordu. Direniş ve teslimiyetçilik, kahramanlık ve ihanet içiçeydi. Ölüm ile ölümüne yaşamı savunmak ince bir şeritle ayrılıyordu.

(...)

Cezaevi süreci bir yıl sürdü. Ama yoğun derslerle dolu dolu geçti. Bu süreç benim için çok öğreticiydi. Eksikliklerimi, zaaflarımı, hatalarımı, üstünlüklerimle birlikte daha da yakından gördüm. Partimi etimin bir parçası olarak kendime çok daha yakın hissettim; gözüm, kulağım, kanım, nefesim herşeyimdi. Partimizin programı her geçen gün daha da güncelleşip görkemleşirken, 25-30 yıllık devrimci yapıların programatik olarak nasıl da çöktüğünü, iflas ettiğini, üstelik üst kadroları üzerinden daha da yakından tanıma şansım oldu. Bunları daha önce bilmeme rağmen, belki onlarca kitap dahi okusam bu kadar şeyi kavratamazdı. Yaşayarak görmek çok daha bambaşka, daha da öğreticiydi.

Cezaevi öncesi süreçte olanaklar var olmasına rağmen teorik birikimimi geliştirememiştim. İçeride bunun eksikliğini yakıcı bir şekilde hissettim. (Şüphesiz bu o dönem bölgede yaşadığımız sorunlardan ayrı düşünülemez.) Kendimi partimizin bir militanı, bir parçası tanımlamama, bu kadar yıldır parti saflarında olmama rağmen hala birçok kitabımızı, aynı zamanda marksist-leninist klasiklerin büyük bir kısmını okumuş değilim. Komünist bir militanın taktik-günce politikada ustalaşabilmesi, yaratıcı olabilmesi için teorik birikimimizi, klasikleri içselleştirmesi hayati bir önem taşımaktadır. Yani F tipi cezaevleri süreci, oradaki ortam ve olanaksızlıkları ve her an gözaltına alınıp bu hücrelere atılabilme durumunu göz önünde bulundurursam; partimden ve yoldaşlarımdan alacağım güçle teorik birikim ve düzeyimizi klasiklerle birlikte içselleştirme, kavrama, taktik güncel politikada ustalaşma-yaratıcı olma gibi bir görev ve sorumluluk duruyor önümde. Ayrıca örgütlü mücadele içerisinde yetişen genç yoldaşların her an bu hücrelere atılabileceklerini göz önünde bulundurursak; teorik birikimlerini geliştirme, militan bir tutum alma-direnme reflekslerini etkin kılmalarını sağlamalarına özel bir önem vermeliyiz. Habip yoldaşla birlikte bir çığır açan partimizin önemli bir direnme geleneği ve birikimimiz var. Bu konuyu PYO-MYO ve bir takım broşürlerle eğitim konusu yapmalıyız. Herkesten önce bu süreçte direniş içerisinde yer alan yoldaşlara büyük görevler düşmektedir.

Düzen çözümsüzdür. Her geçen gün devrim ordusunu büyütmekte, geliştirmektedir. Düzenin çürümüşlüğünü, devrim-karşı devrim çatışmasını bu kadar yakından, bu kadar net yaşadıktan sonra komünist siyasal mücadele içerisinde yer almaktan başka bir alternatif olduğunu düşünmüyorum. Yıkılmayan mahkum olan Türkiye Cumhuriyeti topraklarında kitleleri birleştirecek iktidar adayı, devrim kurmayı tek parti partimizdir, Türkiye Komünist İşçi Partisi’dir!..

Emperyalist ve yerli tekellerce yapılan F tipi cezaevi saldırısına karşı başlatılan ÖO direnişi ve eylemlilikler yeni bir sürece girmiştir. Devrimci hareket önemli bir mevzisini yitirmiştir. Bedeller çok büyük olmuştur. Ve herşeyden önce biz ideolojik-politik zaferimizi 19 Aralık’ta kazandık. Bu görkemli direniş tarihte ve kitle hareketinde hakettiği yeri er ya da geç alacaktır. Bu bereketli topraklar bağırlarına aldığı direnç çiçeklerini kat be kat aşan devrimciler yetiştirecektir. Buna inancımız sonsuzdur.

Bu bilinç ve inançla tekrar gözaltına alınıp hücrelere atılsam, tekrardan böylesine görkemli bir direnişle karşı karşıya kalsam, hiç tereddüt etmeden bedenimi ölüme yatırırım. Bir kere partimle bu sevdayı yaşadım ben, bundan artık ölümene de olsa vazgeçemem.

Ümit yoldaşın partimizin kongre kapanış konuşmasında dediği gibi;“Artık uğrunda tereddütsüz savaşacağımız, tereddütsüz öleceğimiz, gözbebeğimiz gibi koruyacağımız partimiz var!”

Umutla, dirençle, sevgi ve bağlılıkla...

Nurettin

7 Eylül 2002


Üste