Logo

Bilmek ile öğrenmek arasındaki farkın hayati önemi


Bilmek ile öğrenmek arasındaki farkın hayati önemi


Faaliyet yürüttüğümüz fabrikalarda yaşanan sorunlar karşısında işçilerin verdiği değişik tepkilerle karşılaşırız. Kimileri, “Müdür yaşanan sorunları patrona bildirmiyor, patronla direk konuşalım ya da mektup yazıp derdimizi anlatalım” ya da “Adamlar benden 5 koli mal istiyor, ben 3 koli çıkarır makineyi bozar otururum, o zaman görürler günlerini” der... 
Kimileri “bu işçilerden adam çıkmaz” derken, kimileri de işyerini terk etmekten ya da sabretmekten bahseder...

Normalde tüm işçiler genelde bir sorunun ancak ortak hareket edildiği takdirde çözülebileceğini bilir. Ancak sıralanan bu öneri ve düşünceler, yaşanan sorunlara karşı yapılması gereken ortak hareket etme/örgütlü mücadelenin yerine ikame edilen bireysel eylem ve bireysel tepki türleridir. Böylesi bireysel tepkiler işçinin sınıf bilincinin oluşmasını geciktirmekte ve patronların saldırılarına karşı pasif/edilgen kalmalarına, suskunlukla geçiştirmelerine neden olmaktadır. Süreklileşen böyle bir düşünce tarzı, işçinin kendi güçsüz ve yetersiz durumunu mutlaklaştırmasına ve diğer işçileri de öyle görmesine yolaçmaktadır.

Sermaye devleti, böylesi bir işçi profilinin oluşması için çok yönlü bir saldırı içindedir. Bu çarpık bilinci aşamayan işçiler, eylem anı gelip çattığında büyük ihtimalle pasif kalacaklardır.

İşçi sınıfı cephesinde yaşanan sorunlara karşı alınması gereken tutumun tersi olması gerektiği “bilindiği“ halde böyle yaşanmaktadır.

Bu durum örgüt cephesinde karşımıza nasıl çıkıyor, kendini nasıl gösteriyor?

Bir olguyu bilmek ile uygulamak arasındaki fark nedir? Kendisini her açıdan geliştirmesi gerektiğini bilmesine rağmen, bir devrimcinin tutuk davranması ya da durduğu düzeyle yetinmesi olağan karşılanabilir mi?

İç dünyasında zaaflarıyla mücadele etmeyen bir devrimcinin, kitlelerle, yoldaşlarıyla ve partisiyle ilişkisine nasıl yansır bu? Belli bir heyecanla saflarımıza gelenlerin, buna rağmen şu ya da bu nedenle düzenin bataklık alanına belli bir rahatlıkla dönebilmelerinin gerisinde, içten içe yaşanan ve mücadelenin konusu haline getirilemeyen zayıflıklar hangi ölçüde rol oynamaktadır? Öyle ki, sadece bir parti ya da örgütün safları değil devrimin safları terkedilmektedir. Bunu bu kadar rahat yapabilmenin gerisinde ne vardır?

Ya da, zaaf ve eksiklikleri üzerine sürekli özeleştiri veren, fakat aynı hataları sürekli tekrarlayan bir yoldaşın özeleştirisinin bir anlamı kalabilir mi?

Sahip olduğumuz her şey gibi bilgi de ancak kullanıldığı zaman işe yarar. Bilginin gücü onu hayata geçirmekte yatar. Kullanılmayan bilgi kullanılmayan eşyaya benzer. İkisi de hayatımızda bir değişiklik yaratmaz. Sadece durdukları yer farklıdır. Biri evin herhangi bir yerinde, diğeri zihnimizin derinliklerinde... Bilgiye hayat veren uygulamadır. Kullanılmayan bilgi zihnimizin dehlizlerinde tozlanmaya ve giderek işlevsizleşmeye mahkûmdur.    

Bir yoldaş düşünün... Kendisini tümüyle davasına adamış. Partinin düşünsel-ideolojik, politik-örgütsel yaşamına sürekli katkı sunuyor. Marksist klasikleri ve parti birikimini özümseme çabasını elinden bırakmadığı gibi, politik-örgütsel faaliyetin önündeki nesnel zorluklara takılmadan bireysel emeğini sonuna dek harcıyor. Bu enerji yoldaşın dış görünümüne, davranışına, yaşam enerjisine ve iş yaptırma gücüne çok farklı bir şekilde yansıyacaktır. Bu enerji yoldaşın paylaşım tutkusuna, insani kişiliğine, yoldaşları ve partisiyle ilişkilerine de çok farklı yansıyacaktır.

Burada bilgi ile eylemin birleşmesi, yani sadece bilme değil gerçek bir öğrenme süreci yaşanmaktadır.

Başka bir yoldaş düşünün... Ulaşmış olduğu ideolojik-teorik düzeyle yetiniyor ve bunu problem olarak görmüyor. Arada pratik faaliyete çıkıyor, ayda-yılda bir yayınlara yazı yazıyor. Çalışmadığı dönemde dahi zamanını iyi değerlendiremiyorken, 10-12 saatlik ağır çalışma koşullarının olduğu bir işyerinde çalışmaya başladıktan sonra yaşamı iyice monotonlaşıyor. Kendini sürekli tekrarlayan bir yaşama biçimi, kişinin düşünce yapısını da durağanlaştırır. Bu ise gerilemeye yolaçar ve bazı sorunları kişiselleştiren bir psikolojinin gelişmesine kadar gider.

Burada ise bilgi ile eylem birbirinden kopmuştur, dahası sözkonusu olan gerçekte bir eylemsizlik halidir. Oysa ilerleten, geliştiren ve dönüşümü sağlayacak olan eylemdir. Elbette bilgiye dayalı bir eylem! Ama burada artık bilgiye ulaşma ihtiyacı da duyulmamakta, eylemsizliğin kendisi bunu köreltmektedir. Dolayısıyla artık gerçek bir öğrenme sürecinden sözetmek mümkün değildir. Böyle bir durumu yaşayan bir kişinin ruh hali davranışlarına, insan-kitle ilişkilerine, kitle ilişkilerini etkileme gücüne, yoldaşları ve partisiyle ilişkilerine de yansıyacaktır.

Böyle bir yoldaşın bu ruh haliyle kitle ilişkilerine, işçi eylemleri/direnişlerine, sendikalara, işyeri temsilciliklerine gittiğini düşünelim. Yayını alınır, ekonomik katkı yapılır ve ilgiyle karşılanırsa, coşmuş ve moralli bir şekilde oradan ayrılacaktır. İlgisizlikle karşılanır, ekonomik katkı yapılmaz ve yayınları alınmazsa, tam tersi olacaktır. Kitle hareketinin uzun süreli durgun kaldığı bir durumda söz konusu yoldaşın iç dünyasını tahmin etmek zor olmasa gerek.

Zira burada kitle hareketinin verili durumunu gözeten/bunun bilgisine dayanan bir eylem değildir gerçekleştirilen. Bundan dolayı da, karşılaşılan değişik durumlar bir çözümlemenin konusu haline getirilememekte, coşku/coşkusuzluk, moral/moralsizlik biçiminde bir etkiye yolaçmaktadır.

Eylem ile bilginin yaşamsal önemi

Birşeyi bilmek ve yapmak arasındaki fark hayati bir önem taşır. Biri teoridir, diğeri eylemdir. Hayata geçmeyen bir teori zamanla tıkanır, durağanlaşır ve sapar. Ne kadar militan olursa olsun, teorisiz bir eylem de zamanla körleşir.

Öğrenmek, bilmek değildir. Öğrenmek bilgiyi işlemektir. Bilgiyi işlemek de, onu arayıp bulmak, ne işe yaradığını anlamak, hangi bilgilerle birleşeceğini, onları nasıl kullanacağını görebilmektir. Öğrenmek, üzerinde düşündüğümüz bilginin sürekli işlerlik kazanmasıdır. Onun için de “bilen ama öğrenmeyenler”, bilgiyi gerektiği zaman yineleyen bir bant kaydı gibidirler.

Ezber bilgiye sahip olanlar onun hamallarıdır. Öğrenmeyi başaranlar ise bilginin kullanıcılarıdır. Aradaki fark hayati bir önem taşımaktadır.

"MYO'ya yazı yazmam gerektiğini biliyorum, ama konu bulamadım, şu konuyu buldum ama bir türlü toparlayamadım" demek, "ben MYO'ya yazı yazmanın önemini öğrenemiyorum" demektir.

"Devrimci kimliğimin gelişmesi ve partinin bir militanı olmak için marksist klasikleri ve parti birikimini incelemem gerekiyor biliyorum, ama işte bir türlü kendimi veremiyorum" diyenler öğrenemeyenlerdendir. 

"Elbette biliyorum, zamanında gelmek gerekiyor ama hep geç kalıyorum" demek, öğrenmek konusunda ne denli isteksiz olduğunu teslim etmektir.

Mevcut koşullara teslim olma, yeteneklerini mevcut olanla sınırlama, zamanla kişinin mevcut yeteneklerini de köreltir, kendini geliştirme çabasını zayıflatır. Dolayısıyla komünist bir militan kendi yetersizliklerini ve zayıflıklarını bilince çıkartmak kadar, onları aşma iradesi göstermek, bu yönde güçlü bir çabaya/eyleme girişmek zorundadır. Bu çaba onunla birlikte partiyi de ileriye sıçratacaktır.

Süreklilik ve bilinç

Marksist dünya görüşü, salt yorumlamaya değil, esas olarak değişme/değiştirme, dönüşme/dönüştürme eylemine dayanır. Kapitalizmi yıkma, sömürü ve kölelikten arınmış sosyalist bir dünya kurma mücadelesinde yaşamlarımızı gönüllü olarak ortaya koymuş komünistleriz. Yıkma eylemini her şeyden ve herkesten önce, "geçmişe dair” ne varsa, kendi kişiliğimizde yapmak zorundayız. Bu yıkma eylemiyle birlikte, Marksizm-Leninizmin ışığında teorik-ideolojik donanım ve bu temel üzerinde parti çizgisinin kavranmasının sürekliliği sayesinde bilincimizi ve devrimci kimliğimiz geliştirmeyi başarabileceğiz.

Partimizin bütün bir mücadele sürecine dönüp baktığımızda, yenilen darbelere, yitirilen kadrolara, koşulların zorluğuna, olanakların sınırlılığına rağmen, faaliyetimiz kesintisiz bir şekilde sürdü. Tüm eksikliklerine rağmen, bizi bugünkü düzeye getiren faaliyetimizin sürekliliğidir. ‘98’deki düşman saldırısından sonra dışarıda kalan bir avuç komünist, “güç ve olanaklarımız sınırlı, koşullar çok zor” diyerek elini-kolunu bağlayıp otursalardı, parti bugünlere gelemezdi. Marksizmin ışığında, devrimci kimliğimizi geliştirmek doğrultusunda, partimizin bu eşsiz deneyim ve birikiminden döne döne yararlanmasını başarabilmeliyiz.


Üste