Logo

Tarihsel TKP: Saklanan tarih - H. Fırat


Kırk yıllık siyasal yaşamı boyunca doğru dürüst kongre bile toplayamayan, dolayısıyla herhangi bir toplu muhasebe de yapamayan bir partinin tarihinin büyük ölçüde karanlıkta kalması bir bakıma şaşırtıcı da değildir demiştik (Tarihsel TKP: Bilinmeyen Tarih). Fakat bu durumu daha da ağırlaştıran, bizzat TKP’nin lider kadrosunun tutumudur. TKP tarihine açıklık getirmek bir yana, onun karanlıkta, çarpıtılmış halde ya da muğlak ve belirsiz kalmasının asıl sorumluları, denebilir ki herkesten çok bizzat TKP liderleri olmuşlardır.

Bu konuda “inkar edilen tarih” üzerinde durmuş bulunuyoruz. Onu tamamlayansa, TKP tarihinin, özellikle de 1925-60 döneminin, adeta bir sis perdesinin arkasında bırakılması, dolayısıyla “saklanan tarih”tir. Bu döneme ilişkin olarak yeni kuşakları aydınlatmak, Mihri Belli örneğinde olduğu gibi bir kısmı ikibinli yıllara kadar yaşamış TKP liderlerinin ihmal edilemez bir sorumluluğu olmalıydı. Bu sorumluluğun gereklerinin yerine getirilmediğini biliyoruz.

Buna girişenler elbette oldu. Ne var ki, Zeki Baştımar-İsmail Bilen örneklerinde olduğu gibi, bu aydınlatmaktan çok çarpıtmak, böylece iyiden iyiye karartmak çabası olarak kaldı. Tam da bu çabanın basıncı altında, örneğin Mihri Belli de bir şeyler yazmak zorunda kaldı. Ama tarihsel bir döneme ilişkin nesnel bilgiler sunmak ve bunları devrimci özeleştirel bir değerlendirmeye tabi tutmak yerine, kendince çarpıtmalara yanıt vermekten öteye gidemedi. Bu arada kendisi de gerçekleri epeyce eğip büktü. Dolayısıyla sonuç çok da farklı olmadı.

Mihri Belli’nin TKP suskunluğu

Mihri Belli, 12 Mart’ın hemen ardından, daha faşizmin koyu karanlığı sürüyorken, 1972 yılında, 1961-71 dönemini “Devrimci Hareketimizin Eleştirisi” başlığı altında bir değerlendirmeye tabi tutmuş ve bu çerçevede kendince özeleştirel bir tutum sergilemeye çalışmıştı. Oysa aynı Mihri Belli bu aynı şeyin neden TKP tarihi, ya da hiç değilse 1951 Tevkifatı’na varan süreç için yapılmadığına uzun ömrü boyunca herhangi bir açıklama getirmiş değildir. Leipzig Grubu’yla polemikler içinde ve 1970’li yılların ortası itibariyle, bunun için “henüz erken” dediğini biliyoruz. Fakat onu izleyen otuz yıl boyunca da, üstelik yapacak durumda olduğu halde, esaslı bir şey yaptığına da tanıklık etmiş değiliz. Demek ki sorun hiç de zamanlama, yani TKP tarihini yazma vaktinin henüz gelip gelmediği değildi. Asıl sorun, TKP tarihi ile yüzleşmekteki yapısal zaafiyetti. Komünist hareketin bu ilk tarihi evresini devrimci özeleştirel bir değerlendirmeye tabi tutmaktaki isteksizlik, yeteneksizlik ve muhakkak ki zayıflıktı.

Mihri Belli, 1980’li yılların sonunda, artık saklanacak pek bir şey kalmadı açıklaması eşliğinde anılarını yazdı (İnsanlar Tanıdım, 2 cilt). Ama bu anılarda asıl açıklık gerektiren 1960 öncesi dönem hakkında çok az bilgi verdi ve daha da az yorum yaptı. Bunun yerine, zaten herkesin gözü önünde yaşanmış, hakkında haddinden fazla belge ve bilgi olan 1960’lı yıllara ağırlık vermeyi tercih etti. Oysa anılarına yazdığı kısa Önsöz’de, şu çok önemli tespiti yapıyordu:

“Türkiye’de şimdiye kadar Marksist solun geçmişi üzerine yazanlar genellikle solun düşmanlarıydı. Bu konu üzerine eğilen dostlar da çok kez onların yazdıklarına dayandılar. Onların yalancısı oldular. Olayların içinde yaşamış olan bir TKP sorumlusu, ilk kez böyle kapsamlı bir kitap yazıyor. Bu­rada TKP derken Mustafa Suphi’lerin, Şefik Hüsnü, Reşat Fuat, Nâzım Hikmet ve Kıvılcımlı’ların Örgütünü kastettiğimi ayrıca belirtmeye gerek yok.”

Önsöz, yeni devrimci “genç kuşaklar” sözkonusu edilerek, şu sözlerle noktalanıyordu:

“Onların, geçmişte, aynı esin ve duygularla, aynı hedefe yönelik olarak gücü yettiğince bir şeyler yapmaya uğraşmış olanları tanıması gerek. Kuşaklararası gönül bağını kurmamız gerek. Geçmişimizi bileceğiz ki onda sağlam ne varsa sahiplenebilelim, tarihimizden ge­rekli dersleri çıkararak eski hataları tekrarlamadan geleceğe doğru güvenli adımlarla yürüyebilelim. .... Bu kitap, geçmişimize ışık tutarak, Türkiye solunda kuşaklararası bağın kurulmasına yardımcı olabilirse, işlevini yerine getirmiş olacaktır.”

Mihri Belli’nin anıları kuşkusuz “kuşaklararası bağın kurulmasına yardımcı” olmuştur. Fakat yazık ki TKP tarihini aydınlatmak bakımından pek az yarar sağlamıştır. Kendisi de gerçekte daha baştan bunun farkında olduğu içindir ki, “iş”i yine tarihçilere havale ediyor: “Bu, arşivlerden yararlanarak çalışan tarihçilerin işi”, diyor. Oysa bütün sorun, uzun onyıllar boyunca ortada tam da söz konusu “arşivler”in olmamasıydı. Sovyetler Birliği yıkılmamış olsaydı belki bugün hala da olmayacaktı. Tarihsel TKP liderlerinin açık ve dürüst bir tutumla ortaya koyacakları bilgiler, yapacakları değerlendirmeler, tam da bunun için önemli ve gerekliydi.

Öte yandan sorunun özü ve esası, ancak arşivlerden elde edilecek bir zamanların gizli örgütsel bilgi ve belgeleri değil, fakat TKP’nin yaşadığı ideolojik-politik ve örgütsel süreçlerdi. Bu ise arşivler üzerinden çalışan araştırmacılara bırakılmayacak denli önemli bir “iş”ti. Yeni genç kuşaklara gerekli olan, birkaç onyıl boyunca önderlik ettikleri parti hakkında Dr. Şefik Hüsnü’nün, Reşat Fuat Baraner’in, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın ve elbette Tarihsel TKP’nin en genç ve son liderlerinden biri olarak Mihri Belli’nin düşünce ve değerlendirmeleriydi.

Dr. Şefik Hüsnü geride bu türden bir değerlendirme bırakmadan nispeten erken bir zamanda yaşama veda etti. Reşat Fuat Baraner onun ardından bir on yıl daha yaşadı. Ama bu konuda ve öteki her konuda, neredeyse tümüyle edilgen ve suskun kaldı. Dr. Hikmet Kıvılcımlı ise, içinde etkin biçimde yer aldığı o çok önemli ‘60’lı yıllar boyunca, bu konuda inanılmaz ölçüde ketum davrandı. Ama tam da giderayak, yani ömrünün son altı ayında, ağır hastalık koşullarında Doğu Avrupa ülkelerinde karşı karşıya kaldığı utanç verici tutumlara duyduğu haklı öfkeyle, TKP tarihine ilişkin hemen herşeyi bir bakıma ateşe vererek ayrıldı aramızdan...

1970’li yılların ortası itibariyle Tarihsel TKP’nin son dönem liderlerinden geride bir tek Mihri Belli ile “kırk yıllık” mülteci İsmail Bilen kalmıştı. İlki tüm netameli konularda susmayı, ikincisi ise TKP tarihini keyfi bir tutumla tümüyle kendine uyarlamayı tercih etti.

“TKP’nin Tarihsel Konumu”

Mihri Belli’nin 1976 yılı sonunda yayınlanmış “TKP’nin Tarihsel Konumu” başlıklı kitabı, TKP tarihini aydınlatmaya yönelik son derece sınırlı bir girişimdir. Nitekim kendisi daha baştan bunu dile getiriyor; amacımız burada bir TKP tarihi yazmak değil diyor, bunun için zamanın henüz çok erken olduğu bahanesine sığınarak. Başlığı üzerinden yeterince çekici olan bu kitap, 1966-76 yılları arasında Mihri Belli’nin TKP ve bazı liderleri hakkında kaleme aldığı yazıların bir derlemesidir. Esas hacmi yönünden Leipzig grubu liderlerine yanıtlar/eleştiriler ile 1960’ların ikinci yarısında gerici basında çıkmış bazı provokatif “ifşaatlar”a yanıttan oluşmaktadır. Kitap TKP tarihi bakımından yine de önemlidir. Yaklaşık otuz sayfalık kapsamlı Önsöz, hiç değilse Mihri Belli’nin TKP tarihine bakışı konusunda belli açıklıklar sunmaktadır.

Değerlendirmelerde ilk göze çarpan nokta, Mihri Belli’nin 1960’lı ve ‘70’li yıllarda, 1927-37 dönemi Şefik Hüsnü TKP’sinin daha gerisinde bir ideolojik-politik konumda bulunuyor olmasıdır. Bu, TKP’nin Kemalist yanılgılarından sıyrılıp net bir biçimde “Kahrolsun Kemalist burjuva diktatörlüğü!” diyebildiği bir dönemdir. Oysa 1960’lar sonrasının Mihri Belli’si, TKP’nin 1927 öncesi ya da 1937 sonrası çizgisindedir. Önsöz 1920’lerin ve 30’ların Kemalist hareketinden hala “küçük-burjuva radikalleri” olarak söz edebilmekte, 1950’ler dönemiyle kıyaslayarak Kemalist diktatörlük dönemini mümkün mertebe şirin göstermeye çalışmaktadır. Mihri Belli’nin partili yaşamı, TKP’nin yeniden Kemalizm’in sol kanadı konumuna döndüğü bir dönemin (1937 sonrası) ürünü olduğuna göre, bu çok da şaşırtıcı değildir. (Bu onun 1960’lı yıllara taşıdığı ideolojik mirası da belirlemiştir.)

Fakat öte yandan Mihri Belli, tüm yaşamı boyunca sadık bir izleyicisi ve savunucusu olduğu halde, bu kitapta yer alan yazılarında, Şefik Hüsnü’nün Onbeşler hakkındaki inkarcı çizgisinden de kopmuş bulunmaktadır. Derlemede yer alan bir dizi yazıda Mustafa Suphi’den en büyük saygıyla söz edilmekte ve Bakü’deki kuruluşa TKP’nin birinci kongresi olarak sahip çıkılmaktadır:

“TKP’nin kuruluş kongresi 10 Eylül 1920’de Sovyet iktidarının henüz yeni kurulduğu Bakû kentinde toplan­dı. Bu ilk kongrenin toplanmasına önayak olan Musta­fa Suphi’dir, Bakû Kongresi proleter devrimci örgüt adamı erdemlerini kişiliğinde birleştirmiş olan Musta­fa Suphi’nin damgasını taşır.” (s.14)

Devamında, Bakü’deki bu ilk kongrede Şefik Hüsnü’nün önderlik ettiği İstanbul Grubu’nun da temsil edildiği, dolayısıyla bunun bir birlik kongresi olduğu, partinin program ve tüzüğünün bu kongrede ortaya konulduğu vb. dile getirilmektedir. Kitapta bu olumlu sahiplenişin çok daha fazlası var. Kuşkusuz Şefik Hüsnü dönemindeki inkârcı tutumu bir parça mazur gösteren “dengeleyici” vurgular eşliğinde. Örneğin:

“TKP’nin İkinci Kongresi İstanbul’da toplanmıştır. Şefik Hüsnü önderliğinde 1925 Şubat’ında toplanan bu kongre de bir kuruluş kongresi niteliğindedir. Türkiye toprağında toplanan ilk Parti kongresi olması ve Bakû Kongresi’ni izleyen dönemde Parti örgütünde merkeziyetin kurulamaması gözönünde tutularak bu kongre genellikle bir yeniden kuruluş kongre­si sayılmıştır.” (s.20-21)

Kendi dar sınırları içinde Mihri Belli’nin buradaki yargısı yanlış değildir. Fakat sorun söylenenlerden çok söylenmeden geçilenlerden çıkmaktadır. Bakü Kongresi ile hedeflenen ama Onbeşler katliamından dolayı sağlanamayan birliğin ve merkezileşmenin, 1925’teki Akaretler Kongresi ile nihayet sağlanmış olduğu doğrudur. Fakat bunu tamamlayan öteki temel önemde gerçekler sessizlikle geçiştirilmektedir. İlkin ikinci kongre birincisini yok saymıştır. İkincisi, aynı tutumun mantıklı bir uzantısı olarak, birincisinin ortaya koyduğu program ve çizgi yok sayılmıştır. Üstelik Akaretler Kongresi’nden de yıllar önce. TKP kuruluş kongresi üzerinden birleştirici bir programa ve politik çizgiye kavuşurken, hemen ardından önderleri katledildiği için, birlik ve merkezileşme fiilen gerçekleştirilememişti. Fakat bunu nihayet gerçekleştirdiğinde ise artık bir programdan, açık ve net bir devrimci çizgiden yoksundu. Bunu bir parça olsun telafi etmesi yılları bulacak, bu ise partideki sağlıksız gruplaşmaları besleyecek ve giderek 1920’li yılların sonundaki fiili bölünmeyi körükleyecekti.

Burada karşı karşıya bulunduğumuz tutum, bazı TKP liderlerinde, fakat özellikle de Mihri Belli’de rastladığımız tipik bir davranış tarzıdır: TKP tarihinin bazı temel gerçekleri konusunda akıl almaz bir suskunluk. TKP’nin tarihsel konumunu ve evrimini dolaysız olarak etkileyen bazı hoş olmayan gerçekleri görmezlikten bilmezlikten gelmek. Yani, üstü örtülen ya da saklanan tarih! Mihri Belli aynı tutumu, TKP-Komünist Enternasyonal ilişkileri alanında da göstermiştir. Bu konuda, daha çok da TKP ve lideri Şefik Hüsnü’ye haksızlık yapıldığını düşündüğü durumlarda, Komünist Enternasyonal’in sorumluluğundan söz etmiş, ama mahiyetini açıklamaktan özenle kaçınmıştır. En fazla, ama çok nadir durumlarda, Kemalizm karşısındaki zayıflık bize dışardan, bizzat Komünist Enternasyonal tarafından dayatıldı diyebilmiş, ama sorunun esasına ve ayrıntılarına girmemiştir. Oysa bu ilişkiler en baştan alınarak açıklıkla ortaya konulup irdelenmedikçe, TKP tarihini anlamak ve yerli yerine oturtmak olanağı yoktur. Bugün ardına kadar açılan arşivler bunu bize bütün açıklığı ile ayrıca göstermektedir.

Hikmet Kıvılcımlı’nın TKP suskunluğu

Aynı konuda Dr. Hikmet Kıvılcımlı örneğine geçiyoruz. Tarihsel TKP’nin tarihe karışmasını izleyen ‘60’lı yıllar boyunca Hikmet Kıvılcımlı çok sayıda kitap, broşür ve makale yayınladı. Ama bazı çok sınırlı değinmeler dışında, Tarihsel TKP konusunda suskunluğu tercih etti. İzleyicilerinden biri (Mehmet Yılmazer) çok sonraları bunu, “eski hareketin varlığını ispat etme gibi basit bir yöneliş” yerine, yükselen yeni hareketle öncesini sentezleştirme yönelimine bağlıyor, yapılanı “1960 Sonrası ile Sentezleşme Konağı” olarak tanımlıyordu. Böylece gereksiz bir “güç ve zaman kaybı” da önlenmiş olacaktı! Doğal olarak bu açıklamanın herhangi bir inandırıcılığı yoktur. Kaldı ki aynı yazar bir başka yazısında, 1971 yılı başında yayını başlayan “Sosyalizm Tarihimizden Teorik Bir Belge” dizi yazısı hakkında, böylece “hareketin tarihiyle bağ kurulur” da diyebiliyor, böylece bunun temel önemde bir ihtiyaç olduğunun altını çizmiş oluyordu. Yeni devrimci kuşaklar önünde hareketin tarihiyle bağ kurmak önemliydiyse eğer, tutup bunu on yıllık fırtınalı bir tarihi dönemin ancak son birkaç haftasında gündeme getirmek anlaşılması güç bir davranış değil midir?

“Sosyalizm Tarihimizden Teorik Bir Belge” dizi yazısı, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın 12 Mart’ı önceleyen aylar içinde yeniden yayına başlayan kendi haftalık gazetesi Sosyalist’in 16 Şubat 1971 tarihli sayısında duyuruldu. Yani faşist askeri darbeden yalnızca dört hafta önce. Bir sonraki sayıda ise “Belge”nin yayınına başlandı. Yayın her bir yeni sayıda birkaç kitap sayfası tutarında çok kısa ve çok da göze çarpmayan bölümler halinde sürdü. Sıkıyönetimin ilan edilmesi nedeniyle yayının kesildiği 26 Nisan’a (1971) varıldığında, toplam on bölüm ancak yayınlanabilmişti. Bunun ortalama kitap sayfası üzerinden toplam tutarı ise yaklaşık 25-30 sayfadan ibaretti.

Dr. Hikmet Kıvılcımlı, yayının duyurulduğu sayıya “Sosyalizm Tarihimizden Teorik Bir Belge” başlığı altında yazdığı yazıda, “Kayıp bir Türkiye Sosyalistinin 40 yıl önce Türkiye’de geçmiş karanlık sosyalizm olayları üzerine kaleme aldıklarından pek az bir parçacığı nasılsa önümüze çıktı” diyor.

Devamında Belge’nin önemine ve işlevine işaret ediliyor: “O 40 yıl önce yazılmışların değerleri her zaman, herkesçe tartışılabilir. Sırf Tarihcil değerini, 40 yıl sonra olanlarla yüzleştirmekte yarar bulduk.”

Belge’nin dilinin kısmen de olsa neden sadeleştirildiği ise hedef okur kitlesiyle açıklanıyor: “O eleştiri ve araştırılar kuru müze için değil, en körpe ve gürbüz kuşağımız için aktarılıyor.”

Sözkonusu olan, konuları üzerinden toplam dokuz kitaptan oluşan ve neredeyse bin sayfa tutan Yol başlıklı çok önemli tarihsel çalışmadır.

Gizlenen Yol çalışması

Dr. Hikmet Kıvılcımlı, fırtınalı 1960’lı yıllarının o “en körpe ve gürbüz kuşağı”na böyle bir çalışmasının varlığını, ancak dönemin sonunda, hareketin düşünsel kargaşa ve bölünmeler içinde güçten düşmekte olduğu bir sırada, 12 Mart askeri faşist darbesinin hemen arifesinde duyurmayı tercih etmiştir. İma etmiştir demek daha doğru olur. Zira duyurulan “belge”nin kapsamı konusunda hiçbir ipucu verilmez. Muhteva ise henüz ortada yoktur. Aynı yılın Ekim ayında yaşamını yitiren Kıvılcımlı’nın sağlığında, bin sayfayı bulan çalışmanın ancak ilk 25-30 sayfası sunulabilmiştir. Belge’nin Sunuş yazısı öylesine kapalı ve gizemlidir ki, dışardan bakanlar için, hele de 12 Mart faşizminin o telaş ve kargaşa günlerinde, yapılmakta olanın gerçekte tam ne olduğunu anlamak mümkün değildir. Bu kapsamlı çalışmanın ne kadarının yayınlanacağı da o gün için henüz belli değildir.

“40 yıldır” saklı kalan, dolayısıyla ‘60’lı yılların genç devrimci kuşağından esirgenen bu önemli çalışmanın 1970’li yıllar devrimci kuşağına nihayet sunulması da, bu yeni dönemin sonuna doğru ancak olanaklı olabilmiştir. Üstelik henüz yalnızca birkaç kitap üzerinden. Çalışmanın tümünü görebilmemiz için, bir on yıl daha beklememiz gerekecekti. Dokuz kitabı 1992 yılında iki cilt halinde sunan Bibliotek Yayınları’nın, bunun nihayet başarılmış olmasından duyduğu gururu ve onuru vurgulu sözlerle dile getirmesi bu bakımdan boşuna değildir.

Bu, bütünü bakımından Yol çalışmasının tam 60 yıl sonra ancak tümüyle gün ışığına çıkabilmesi demektir. Peki ama neden? Tarihsel belge değerinden öteye, içeriği ile de özellikle ‘60’lı yıllar kuşağı için bu denli önemli olan bir çalışma, neden Hikmet Kıvılcımlı’nın sağlığında, dolayısıyla neredeyse “kırk yıl” boyunca saklı kaldı?

Yanıtı izleyicileri tarafından genellikle es geçilen bu anlaşılması güç duruma ve davranışa, Hikmet Kıvılcımlı’nın çok kısa değinmeler halinde getirdiği açıklamayı az sonra göreceğiz. Kendi payımıza daha baştan ve dosdoğru söylemek zorundayız: Bunun baş sorumlusu, çalışmayı kaleme alan Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın bizzat kendisidir. Böyle bir çalışmayı 1930’larda kaleme almak onun erdemi ve onuru, fakat yaşadığı sürece yeni devrimci kuşaklardan saklamak ise kusuru, daha da ötesi, tarih önünde ağır bir sorumluluğudur. Çalışmayı kaleme almış olmanın onurunu da ağır biçimde gölgeleyen bir sorumluluktur bu.

İzleyicileri sorumluluğu, onun ölümünden hemen önce kaleme aldığı bazı çok sınırlı, belirsiz ve muğlak açıklamalara dayanarak, Kıvılcımlı’nın dışında göstermeye özel bir eğilim duysalar da, tarihsel tablo, dolayısıyla gerçek yeterince açıktır. Yol’un bilinmez olarak kalmasının sorumluluğu ilk onbeş yıl için yazarının iradesi ve tercihi dışında olabilir, bunu bilemiyoruz. Ama 1950’den itibaren bu sorumluluk artık tümüyle Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın kendisine aittir. Çünkü bu, onun kendi tercihiyle TKP’den ayrı, kendine özgü bir yola girdiği bir dönemdir. Düşüncelerini, bunu içeren kitaplarını, yeni kuşaklara bir biçimde sunmasının önünde artık parti disiplininden gelen bir engel yoktur. Ama 1970 yılı başlarına, yani ölümünün hemen öncesine kadar, bunun Yol çalışması üzerinden yapılmadığını biliyoruz.

Bu ihmalin asli nedeni ise hiç de masum değildir. Bizzat yazarının kendisi, çizdiği ve sunduğu Yol’dan ayrılmış bulunduğu içindir ki, onu 1950 üzerinden iki on yıl boyunca saklı tutmak yoluna gitmiştir. Yeniden özgürlüğüne kavuştuğu ‘50’li yıllardan itibaren, Yol çalışması, Dr. Hikmet Kıvılcımlı payına artık devrimci bir parti platformu olarak değil, fakat yalnızca bir “Tarihsel Belge” olarak önem taşımıştır. 1960’lı yılların fırtınalı siyasal ortamında ve yeni devrimci kuşakların düşünsel kargaşa içinde debelendikleri bir dönemde, onu gün ışığına çıkarmaktan çok bilinçli bir tutumla kaçınması, ölümünden hemen önce ise bulunması ve korunması için didinmesi, bunun bir göstergesidir. 1960’lı yıllardaki kitap ve makalelerinde izlediği çizginin somut içeriği de, Hikmet Kıvılcımlı’nın kendi ‘30’lu yıllardaki çizgisinden koptuğunun apaçık bir kanıtıdır.

Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın ‘60’lı yılların sonuna doğru Yol çalışmasının varlığını ima eden bazı çok kapalı değinmeleri olduğunu biliyoruz. Yol serisinin parti konulu iki kitabının 1969 yılına varıldığında yeni yazıya aktarılmış olduğunu, öteki bazıları içinse bu doğrultuda girişimlerde bulunulduğunu ise, bu işteki en yakın çalışma arkadaşlarından çok sonraları öğreniyoruz.

Çalışmanın toplamına ise Kıvılcımlı’nın kendisi ilk kez olarak Günlük Anılar’da değiniyor. Anılar’la aynı günlerde kaleme aldığı Ağustos 1971 tarihli Kim Suçlamış? Parti Anılarım başlıklı metinde ise nihayet çalışmasının toplamı hakkında ilk kez olarak bilgi vermiş oluyor. Ölümünden yalnızca iki ay önce!

Yol çalışması açıklamaları

Ağır hastalık koşullarında, dahası İsmail Bilen marifetiyle oradan oraya hoyratça itildiği bir sırada, dolayısıyla çoğu kez son derece gergin ve kızgın bir ruh hali içinde kaleme alınmış Günlük Anılar’ının bir yerinde, Yol çalışmasına ilişkin bir ilk değinmeye rastlıyoruz. 8 Temmuz 1971 tarihli günlükte Dr. Hikmet, Bulgar partisinin tarihine ilişkin nispeten uzun açıklamalarını TKP’ye bağlıyor. Şefik Hüsnü liderliğini ve Nazım Hikmet muhalefetini olumsuzlayan sözlerini, Yol çalışması hakkında adeta “geçerken” değinilen şu bilgi izliyor:

“… Ve skolastik: Beyanname- Tevkifat stereotipinin çemberi bir türlü yarılamamış. Ne orijinal Türkiye’nin sınıf ilişkileri, ne Strateji ve Taktiği lafta olsun doğru dürüst konulmamış. Bizim 1930’lardaki eleştiricil ‘Yol’ etüdündeki uzun, ideolojik ve pratik araştırmalar, ilk 10 yıllık deneylerin yazılı biçimde işlenişi, kimsenin rahatını bozmamış. Rutin Particilik oyunu süre gitmiş.” (Günlük Anılar, Sosyal İnsan Yayınları, 2009, s.215)

Asıl anlaşılır açıklamayla ise Kim Suçlamış? Parti Anılarım başlıklı metinde karşılaşıyoruz. Yaratıcı ve özgün teorik çalışmanın önemine değinen ve kendisinin bu alandaki muazzam çabasını vurgulayan Hikmet Kıvılcımlı, ardından sözü Yol çalışmasına getirerek şunları söylemektedir:

“1930 yılına dek Türkiye’de geçirdiğim ilk 10 yıllık Marksist-Leninist pratik ve teori savaşına dayanarak, 40 yıl önce ‘YOL’ adı altında bir seri yerli orijinal araştırmalar yazmıştım. Burada, her biri ayrı kitaplar halinde, İdeoloji, Sosyal Gelişim, Parti Tarihi, Strateji Planında, Burjuvazi, Proletarya, Köylü ve Milliyet ve Taktik problemleri ayrıntı ve eleştirileriyle ele alınıyordu.” (age, s.252)

Bu Hikmet Kıvılcımlı’nın tüm kapsamı üzerinden Yol’dan ilk söz edişi olarak bilinmektedir. Açıklama şöyle devam ediyor:

“Bunu, o zaman içinde bulunduğum Santral Komite’ye bir tartışma platformu olur umuduyla verdim. Üst üste tevkifler, mahkemeler ve en sonunda 1939 [1938] Donanma Davasında ‘Askeri isyana tahrik’ten 15 yıla mahkûm edilişim, ideolojik tartışma özlemimi kursağımda bıraktı. Sezdiğime göre, Santral Komite’ye sunduğum araştırmalar yok edildi...”

Kendi dışına açık ithamlar içermeyen bu açıklama, yazık ki yeterli açıklıkta ve açıklayıcılıkta değildir. Zira söz konusu olan, içine önemli bir düşünsel üretim ve yayın faaliyeti sığdırılan dört önemli yıldır. Santral Komite’ye sunulan bir çalışmaya mutlaka şöyle ya da böyle bir karşılık alınmış olmalıdır. Nitekim yukarıdaki açıklamadan iki ay sonra (ve ölümünden yalnızca iki hafta önce) kaleme alınan Brejnev’e Mektup’ta (30 Eylül 1971), aynı çalışmadan söz edilirken şunlar söylenmektedir:

“1933-35 yılları, Dr. Hikmet Kıvılcımlı bir kez daha ‘Yukarı’ya [Sovyetler Birliği’ne] çağrılmıştı. Ancak, M.K. [Santral Komite] yoldaşları kendisinden ayrılmak istemediler. Yoldaşlar, Dr. H.K’nın 10 ciltlik orijinal araştırmalarını (İdeoloji, Türkiye’nin Devrim Tarihi, Parti’nin Eleştirili Tarihi, Fırka ve Fraksiyon, Taktik ve Strateji Plânı: Burjuvazi, Proletarya, Köylülük, Türkiye de Milliyet (Kürt) Meselesi) Türkiye’de basmağı öneriyorlardı.” (s.389)

Bu böyleyse eğer, önemli bir dolaysız tanıklıktır. Demek ki dönemin TKP MK’sı Kıvılcımlı’nın Yol çalışmasına sahip çıkmakta, dahası basılması gerektiğini düşünebilmektedir. Bu gerçekte şaşırtıcı da olmaz. Zira dönemin TKP’sinin, 1920’lerin sonundan başlayarak (kabaca 1928’den itibaren) 1937 yılı başına, yani Komintern yönetiminin kötü ünlü “seperat kararı”na kadar izlediği çizgi, genel esaslar üzerinden alındığında Yol’da sunulan çizgiden çok farklı değildir. Dolayısıyla bazı izleyicilerinin Yol çalışmasının TKP’yi, özellikle de Kemalizm ve Kürt sorununda devrimci bir çizgiye çekme çabası olarak yorumlamasının esaslı bir dayanağı yoktur.

TKP, Hikmet Kıvılcımlı’nın Yol çalışmasına başlamasından önce, örneğin 1930’daki Ağrı İsyanı sırasında, ilkesel ele alış bakımından, Kürt sorununda doğru bir bakış açısı ortaya koymuştur ve bu belgelidir. Aynı şey Kemalizm konusunda çok daha açık bir gerçektir. 1931 yılı başında yayınlanan Parti Programı üzerinden bu da belgelidir. Yanı sıra, örneğin partinin lideri Şefik Hüsnü Cumhuriyet’in onuncu yılında, yani daha Yol çalışması yazılış halindeyken ve muhtemelen TKP’de hiç bilinmiyorken, Komintern organlarında, yani dünya komünist hareketi ve proletaryası önünde, şunları yazabiliyordu: “Kemalist rejim birkaç yıl içinde, Kemalist Halk Partisi tarafından temsil edilen yerli büyük burjuvazi ve büyük toprak ağalarının açık diktatörlüğü haline geldi.”

Bu değerlendirme, TKP’nin bu alanda bir müdahaleye değil, ulaştığı sonuçların derinleştirilip enine boyuna gerekçelendirilmesine ihtiyaç olduğunu göstermektedir. Dr. Hikmet’in çalışması işte tam da bu açıdan çok verimli, alabildiğine işlevsel ve dolayısıyla dönemin TKP’si için fazlasıyla önemli, gerekli ve yararlıdır.

Hikmet Kıvılcımlı, “Sezdiğime göre, Santral Komite’ye sunduğum araştırmalar yok edildi” derken açık bir ithamda bulunmamakta, yalnızca bir ihtimalden söz etmektedir. Dahası cümlenin kuruluşu şekli, bu “yok edilme”nin pekâlâ güvenlik sorunları kapsamındaki bir zorunluluktan da olabileceğini akla getirebilmektedir. Öte yandan, çalışmanın bitiminden yalnızca üç yıl sonra, yani 1937 başındaki “seperat kararı” sonrasında, bu tür bir çalışmanın TKP için tüm anlamını yitirdiği de bir başka tarihsel gerçektir. Hikmet Kıvılcımlı için izlenecek devrimci parti çizgisi olarak anlamını daha ne kadar koruduğu ise belirsizdir.

Fakat bütün bunların gerçekte esasa ilişkin bir önemi yoktur. Sonuçta biz çalışmanın bir nüshasının her zaman yazarının kendisinde olduğunu, elinin hemen altında bulunduğunu, fakat ölümüne kadar onu gün ışığına çıkarmaktan bizzat kendi iradesi ve tercihi ile özenle geri durduğunu biliyoruz. Buradaki konumuz açısından asıl önemli olan da budur.

Bu önemi Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın bizzat kendi tanıklığı üzerinden de görebiliriz. “Sezdiğime göre, Santral Komite’ye sunduğum araştırmalar yok edildi” sözlerinin hemen ardından, şu çok açıklayıcı ve düşündürücü değerlendirme gelmektedir: “Ve bizim Devrimciler, 1920 ve 1930’larda olduğu gibi, 1940’larda ve daha sonraları dahi, tam Lenin’in ‘Primitivizm’ adını taktığı, ‘Mujiğin çakmaklı tüfekle muharebeye gitmesi’ biçimli ‘kafasız işgüzarlık’ (Stalin)larına kapılıp gittiler.”

Açık, samimi ve yürekli bir özeleştiri gerektiren bir durumda, Dr. Hikmet Kıvılcımlı boşluğa ve belirsizliğe konuşmaktadır. Elinin altındaki Yol çalışmasını 1950’lerden 1970’lere, yeni devrimci kuşaklardan gizlemekte ve sonra da onların devrimci teorik birikimden yoksun halde düştükleri durumları hicvetmektedir. Doğru devrimci çizgi izlemek yönünden Yol çalışmasının 1930’lar başındaki TKP’ye katacağı esaslı yeni bir şey yoktu, bu yargımızı yinelemiş oluyoruz. (Nitekim Dr. Hikmet bu çalışmasında TKP’nin ulaştığı resmi çizgiye öylesine bağlıdır ki, Şefik Hüsnü’nün Onbeşler’e ilişkin inkârcı yaklaşımını aynen sürdürmekte, yalnızca “ütopizm” konağı olarak niteleyerek, ona kendince özgün tarihsel-teorik bir açıklama getirmeye çalışmaktadır). Özellikle Kemalizm, Kürt sorunu ve illegal ihtilalci bir parti örgütlenmesi ekseninde “legalitenin istismarı” konularında, köklü devrimci bir müdahaleye ihtiyaç, tam da 1960’lı yıllarda vardı. Dr. Hikmet’in Yol çalışması bu açıdan son derece güçlü, aydınlatıcı ve yol gösterici tarihsel-teorik bir kaynaktı. Gelgelelim bizzat yazarı tarafından özel bir ihtimamla o dönemin genç devrimci kuşağına sunulmadı. Bu davranış nedensiz olmadığı gibi masum da değildi. Zira sıraladığımız konularda Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın kendisi de artık kendi Yol’undan ayrılmıştı. Kaba tutarsızlıklar ve sapmalar içindeydi.

Tarihsel TKP’nin saklanan tarihi kapsamında Dr. Hikmet Kıvılcımlı örneğine ilişkin şimdilik söylenebilecekler hakkında bu kadarı yeterlidir. Belki son bir nokta daha eklenebilir. Kıvılcımlı’nın “40 yıl” boyunca saklı kalan bu çalışmasını nihayet açıkladığı o aynı Günlük Anılar’da, TKP tarihi, daha çok da lider kadronun iç ilişkileri yönünden, didik didik edilmekte ve bu arada çok şey kırılıp dökülmektedir. Bu anılarda Dr. Hikmet Kıvılcımlı gelecek kuşaklar için kendi yerini ve emeğini görünür kılabilmek uğruna, TKP’yi adeta bir hiç düzeyine indirgemektedir. Bu hemen tüm liderler ve dönemler için geçerlidir.

Oysa daha iki yıl önce, Reşat Fuat Baraner’in ölümü vesilesiyle kaleme aldığı yazıda, Baraner’in kendisi kadar Şefik Hüsnü’den de övgüyle söz etmektedir. Günlük Anılar’da ise ötekiler yanında onları da neredeyse hiçe indirgemektedir. Hikmet Kıvılcımlı, kendisine İsmail Bilen’in reva gördüğü rezil tutumun acısını bütün bir TKP tarihinden çıkarmak yoluna gitmiştir. Böylece Tarihsel TKP’ye olduğu kadar kendisine de kabul edilemez bir büyük haksızlık yapmıştır. Bugünün ve yarının devrimci kuşakları için Anılar’daki değil fakat 1969’daki tanıklık çok daha anlamlıdır.

***

Tarihsel TKP’ye Giriş’i tamamlamış değiliz, konuya devam edeceğiz. Fakat önce bir süreliğine SİP-TKP’ye dönmemiz gerekecek.


Üste