Ym: 12 Eylül askeri faşist darbesi sınıf hareketinde de büyük bir kırılmayı işaretler. Devrimci hareket gibi sınıf hareketi de 12 Eylül’de ağır bir yenilgi aldı, kazanımlarını büyük bir bölümüyle yitirdi. ‘89 Bahar eylemlerini bunun yarattığı birikim üzerinden anlamak gerekir. “Sınıf Hareketinin Son Yirmi Yılı” konulu komisyon metni 1999 yılını, mezarda emeklilik ve tahkim saldırısına karşı gelişen eylemlilik dalgasının kırılmasını başlangıç noktası olarak almış görünüyor. Süreci ‘89 Bahar eylemlerinden almak daha açıklayıcı olabilirdi. Toplamdan bakıldığında, o günden bu yana sınıf hareketi, yer yer gösterdiği toparlanma çabalarına rağmen, temelde geriye gidiyor. Bahar eylemlerinin zirve noktası olan Zonguldak yürüyüşünün Mengen barikatlarını aşamaması, hemen arkasından Irak müdahalesi, hareketin satılması, vb...
Ondan sonra hareketin parça parça gerilemeye karşı direndiğini görüyoruz. Yoğun tensikat dalgasına rağmen bu süreç ‘90 yılların ortalarına kadar canlı bir şekilde sürüyor. Bizim bu dönemi inceleyen kapsamlı bir metinlerimiz var. Dikkatle bakıldığında, bu açıdan önemli değerlendirmelerimiz olduğu görülebilir. Bugünü anlamak için o döneme ait değerlendirmelerimize dönüp bu gözle yeniden bakılmalı.
Bundan sonraki süreçte hareket birleşik karakterini kaybediyor. Sendikal bürokrasinin malum durumu, öncülerin büyük bir tensikat saldırısı ile biçilmesi, içindeki siyasal öznelerin dışa atılması, reformizmin etkisi, vb. Metin bunların hepsini işliyor aslında. Her şeye rağmen hareket ‘99 mezarda emeklilik eylemlerine kadar az çok birleşik yapısını koruyor. Ancak gerileyen bir sınıf hareketi sözkonusu. İleriye çıkamıyor, sorunlarını aşamıyor, belli cenderelerden çıkamıyor.
Bugün ise geleneksel sendikal hareketin bozucu etkisine rağmen artarak devam eden sosyal yıkım saldırılarına tepki olarak gelişen, geleneksel sendikal hareket içerisinde, onun kontrol ettiği mevziler içerisinde şekillense bile tarz, biçim ve yöntem olarak bununla çatışan, hatta yer yer bunu aşmaya yönelen ama bunu başaramayan tekil mevzi direnişler, hareketin esas görünümünü oluşturuyor. Bizim alttan alta mayalanıyor dediğimiz gelişme budur.
Eylemler genelde sendikal biçimler içinde ve sendikal bürokrasinin denetimi altında ortaya çıkıyor. Ama özellikle son beş-altı yıla baktığımızda, bilincinden ve kapasitesinden bağımsız olarak, sendikal bürokrasiyle belli çatışmalara girdiği ve onu aşmaya çalıştığı da görülebiliyor.
Greif bunun en ileri örneği oldu kuşkusuz. Ortaya koyduğu bağımsız inisiyatif ve gösterdiği eylem kapasitesi düşünüldüğünde, sınıf hareketinde bir dönüm noktasıdır. Bu, alttan alta yaşanan mayalanmanın bir devrimci öncü güçle buluştuğu, böyle bir müdahale ile tamamlandığı durumda işçilerin ortaya koyabileceği kapasiteyi göstermektedir. Etkisinin halen sınırlı kalması, sınıf hareketinin yapısal sorunlarıyla ilgilidir. Bu yapısal sorunların çözümü için yapılması gerekenin ne olduğu ortaya koymuş ama aynı zamanda hareketin mevcut düzeyinin sonuçlarına gerisin geri takılmıştır. Sınıf hareketinin güçlü olduğu durumda bunun yaşanması başka türlü olur, bugünkü parçalı, dağınık, bilinç ve örgütlenme düzeyi geri diye tanımladığımız tabloda başka türlü olur.
Sonrasında metal fırtına geldi, bir kez daha sınıf devrimcilerinin öncü müdahalesinin bir ürünü olarak. Bu türden çıkışların bizim müdahalemiz üzerinden ortaya çıkması kuşkusuz rastlantı değildir. Ama öte yandan biz sadece kendi müdahalemize dayanarak hareketin yapısal sorunlarını çözemeyiz. Tıkanmış mücadele kanalarını açmak için daha kapsamlı bir yönelim gerekli. Sınıf hareketinin kendiliğinden dinamiklerle bu süreçleri geride bırakma kapasitesi gösteremeyeceği yeterince açıktır. Bugün hareketin birleşik zeminlere ve politik bir yönelime ihtiyacı var.
Durumun az çok farkında olan ve mücadeleci arayışlara giren öncülerin yan yana geleceği zeminler örgütlemek, bunların bugünkü darlığına takılmadan bunun için güçlü bir çaba ortaya koymak, günün önemli görevlerinden biridir. Bu çarkın içinde gedikler açan, yapılması gerekeni pratik olarak etkili bir biçimde gösteren Greif türü örnekleri çoğaltmak bir başka önemli görevdir.
Cr: Sınıf hareketinin mevcut tablosu üzerine hazırlanan metinde üzerinde önemle durulması gereken birçok noktaya işaret ediliyor. En önemli noktalardan biri, müdahale ettiğiniz zemini doğru tanımlayamadığınız, gerçekliğini yerli yerine oturtamadığınızda, isabetli bir müdahalenin de mümkün olmadığı. Biz gerçekte sınıf hareketinin verili durumuna ilişkin her zaman açıklık taşıdık. Yılları bulan değerlendirmelerimiz bunun tanığıdır. Son olarak Metal fırtına vesile edilerek bu konuda ayrıntılı tartışmalar yapıldı. Sınıf hareketinin tablosu konusunda esasa ilişkin bir belirsizliğimiz olmadı bugüne kadar.
Ama sunumda da dile getirilen önemli bir husus var. Sınıf hareketinin bir süreklilik kazanamaması ve bir birikim yaratamaması sorunu. Bu bizi en çok zorlayan temel sorun alanlarından biridir.
Sık sık yaşanan kırılmalara rağmen, her dönem yine de sınıfın belli kesimleri çıkış arayışları içerisinde oldular. Önderlik boşluğuna rağmen anlamlı direnişler de yaşanabildi. Ama belli bir noktadan sonra sınıf hareketi kısır bir döngüye girdi.
Metal fırtına sürecinin deneyimleri bize gösterdi ki, sınıf kitleleri gerçekte bize görünenin de gerisindedir. Müdahale edeceğimiz zemin, bizi epeyce zorlayacak bir zemindi, bu daha gözle görülür biçimde açığa çıktı.
İşçiler yaşadıkları sorunları aşma çabası içinde -sendikalaşma eğilimidir, işten atmalara karşı direnişlerdir, vb.- birtakım eylemlere girişseler bile, bunlar önemli ölçüde yenilgiyle sonuçlanıyor. Geriye anlamlı bir kazanım bırakamıyor. Sorun maddi kazanımlar sorunu da değil. Burada önemli olan, bir mücadele birikiminin yaratılamamasıdır. Bu mücadeleler üzerinden sınıf hareketinin güç biriktirememesidir. Bu sınıf hareketine müdahalede gözetilmesi gereken önemli bir husus.
Müdahalemizde öncelikli olan, tekil direnişler ya da sendikal örgütlenmeler üzerinden belli başarılar kazanmak değil. Sınıfa politik olarak müdahale edemediğimiz, öncülük potansiyeli taşıyanlara ulaşıp bilincini geliştirmek planında belli adımlar atamadığımız, onları belli mevziler üzerinden kucaklayamadığımız sürece, mevcut tablo üzerinden yol almak kolay değil. Biz belli direnişlere önderlik etsek bile, sendikal çalışmalarımız üzerinden belli mesafeler alabilsek bile, bunu güvenceleyecek bir birikim ve süreklilik sağlanamadığı koşullarda, yaşanan kısır döngü de aşılamayacaktır.
En ciddi zorlanma alanımız bu. Metal fırtına gerçekten de çok büyük bir eylemlilikti. Ama işçilerin bilinci ile eylemi arasında çok büyük bir açı farkı vardı. Sonraki süreçte, “metal fırtına sonrasında hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” vb. değerlendirmeler yapıldı. “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” demek, kendi başına bir şey demek değil gerçekte. Siz metal fırtına sürecine anlamlı bir biçimde yön verdiğiniz halde, sonuçta süreçten sınırlı da olsa belli kazanımlarla çıkılamıyorsa, burada ciddi bir sorun alanı var demektir. Bu, metal TİS süreçleri açısından da geçerli ve sınıf hareketinin verili gerçekliğinden bağımsız değil. Gerçekliği doğru tanımlamak ve buradan esas yükleneceğimiz alanın ne olduğunu görmek büyük bir önem taşıyor.
Ne: Komisyon metninde sınıf hareketinin tablosu ortaya konulurken nesne-özne ilişkisi doğru formüle ediliyor. Ama kimi zaman bu konuda vurgularımız kaçabiliyor. Parti değerlendirmelerinin, sınıf çalışmamızı ve sınıf hareketinin genel tablosunu ele alırken, özne-nesne ilişkisini doğru tanımlaması önemli. Zira bu çalışmamızı doğrudan etkileyebiliyor. Bazen nesnel durum, sınıf hareketinin geri tablosu, çalışma alanlarındaki zayıflıkların açıklaması olabiliyor.
Bir diğer önemli nokta, bence siyasal atmosferin etkisi daha önplana alınmak zorunda. Ekonomik mücadele kuşkusuz sınıfın öğreneceği, nefes alabileceği bir alan. Ama birtakım örnekler, özellikle son seçim sürecinde kimi işçilerle yaşadıklarımız gösteriyor ki, siyasal atmosfer çok etkili. Siyasal gericiliğin etkisiyle, daha ileride olan, öncü konumda duran işçilerle çok fazla görüşemiyoruz. Bunun nedeni, sizinle kurduğu ilişkideki zayıflık değil. Bu, mevcut siyasal atmosferin altında ezilmesi ile ilgili bir durum. Mevcut geri atmosferin yarattığı zayıflığı kendi gücümüzle ne kadar değiştirebiliriz? Ne kadar zor olursa olsun, bunu kırabilecek alanları isabetle gözetebilmek gerekir. Zira bu hareketin gelişmesini engelleyen en temel alanlardan birisi. Kendi fabrikasında bir eylemli süreç gelişse bile, atmosferin ağırlığından kaynaklı, o gelişen sürece müdahale biçimi de, algısı da ona göre şekillenebiliyor.
Dolayısıyla siyasal gericiliği, siyasal açıdan onu engelleyen alanları daha çok öne çıkartmak gerek. Seçim sürecinde, seçim süreci öncesi görüşemediğimiz bir dizi ilişkide belli bir değişimi gözlemledik. Muharrem İnce’nin mitingleriyle atmosfer değişmeye başladı. Yoldaş, “birer kitle hareketi o mitingler” diyordu. Gerçekten bunun en azından daha ileri, sol, sosyal demokrat işçilerde de hissettik. O işçiler fabrikalarında tartışmaya başladılar, daha çok da Türkiye gündemini tartıştılar. Çünkü bir çıkış görüyorlar. Ama bugün çıkış alanı göremiyor işçiler. Alana müdahalemiz o çıkış alanını göstermek olmalı.
Nb: Bugünkü sınıf gerçekliği üzerinden tablo metinde genel çizgiler halinde ortaya konulmuş bulunuyor. Bunun Türkiye’nin toplumsal süreçleriyle ilgili bir arka planı var. 12 Eylül’den beri başlayan ve temelinde de neo-liberal saldırıların olduğu bir tabloyla yüz yüzeyiz. Bu bir olgu. Bu tablo durduk yere çıkmadı. Bugün sınıf parçalı, hareketsiz vb. değerlendirmeler yapıyoruz. Bu kendiliğinden bir sürecin ürünü olmadı. Burjuvazinin çok sistemli politikalarının dolaysız sonucuyla karşı karşıyayız.
Neydi bunlar?
12 Eylül’ün ardından gündeme getirilen neo-liberal saldırılar sınıfın salt yaşam koşulları üzerinden sonuçlar yaratmadı. Onun bir sınıf olarak örgütlenmesinin önüne çok çeşitli engeller getirdi. Sınıfın örgütlenmesinin kanallarını tıkadı, atomize etti. Yeni çalışma prensipleri, esnek çalışma, taşeronlaşma vb… Bunun, sınıfın hareket kabiliyetini engelleyen, edilgenleştiren bir saldırı olarak son 25-30 yıldır temel bir rol oynadığının altını çizmek gerekiyor.
İkincisi, sınıfın bir sınıf olarak örgütlenmesinin, harekete geçmesinin önündeki bir diğer engel, 12 Eylül’ün ardından yeniden tahkim edilen mevcut sendikal düzen. Burjuvazinin elinde sınıfı hareketsiz bırakmak, harekete geçtiğinde denetlemek misyonu üstlenmiş bir sendikal düzen karşımızda duruyor.
Bir üçüncüsü, bu nesnel zemin üzerinde, hareketsiz, atomize olmuş, parçalanmış sınıfa gerici burjuva ideolojilerinin sistemli bir şekilde empoze edilmesi.
Bu üç temel olgu, son 30-40 yıldır sınıf hareketinin mevcut geri durumunu belirliyor. Sınıf hareketini kötürümleştiren, hareketsiz kılan, harekete geçtiğinde bir biçimiyle set kurabilme imkanları sağlayan bu üçlü saç ayağına vurmadan mesafe almak zor. Bu elbette kendi içinde siyasal müdahalelerle olmayacak, temelde sınıfın harekete geçmesiyle birlikte bu ayak bağları aşılabilecektir.
Bu bir olgu, bir nesnel durumsa, o halde biz elimiz kolumuz bağlı oturacak mıyız? Metinde de var, hayır. Mesele hareket halindeki sınıfa müdahalenin dayanaklarını oluşturmak, bir yanıyla nüfuz etmek. Metal hareketi buydu. Metal hareketi bu üç temel sorun alanından, sendikal düzene şu veya bu nedenle öfke duymuş ve ayağa kalkmış bir işçi kitlesinin, açık bir bilince dayalı değil ama birikmiş bir tepkiye dayalı karşı çıkışıydı. Eğer biz öncesinde doğru temellerde nüfuz edebilmiş olsaydık, hareketi bambaşka bir noktaya sürükleyebilirdik.
Biz bu temel sorun alanlarına müdahale edecek dayanakları ve mevzileri nasıl oluşturacağız. Gündelik çalışmamızda bunu nasıl ete-kemiğe büründüreceğiz? Çünkü sınıf mücadelelerinde hareketli süreçler var, durağan süreçler var. Durağan süreçlerde yapacaklarımız ile hareketli süreçlerde yapacağımız müdahaleler aynı olmuyor. Bu dönemde nasıl bir yol izleyeceğiz? Nüfuz alanlarını nasıl oluşturacağız. Yarın gelişecek sınıf hareketi üzerinden sınıfı kötürümleştiren noktalara nasıl vuracağız?
Belki ikinci bölümde bunlara açıklık getirmek gerekiyor. Biz bu nesnelliği kavrayamazsak, işçi kitlelerinin bugünkü gerçekliğini arka planıyla bir yere oturtamazsak, bir yönelim belirlemekte, o yönelimi hayata geçirmekte zorlanırız. Yoldaş yöntem demişti. Biz bugün yönelimi belirler, hareketin içerisinde o yönelimleri geliştirebiliriz. Ama yönelim doğru belirlenemezse, sonuç üretmemiz zor olacaktır.
Ben ek olarak, neo-liberal saldırılar, sendikal düzen ve burjuva gericiliğinin etkisinin döne döne tartışılması gerektiğini düşünüyorum.
Ch: Sınıf hareketinin genel tablosu üzerine komisyon metninde, işçi hareketinde büyük bir kırılmayı işaretleyen 1999 yılı başlangıç alınarak, son yirmi yılın sınıf hareketi üzerine bir değerlendirme yer alıyor. Metin bazı bakımlardan yetersiz ama yine de toplamda sınıf hareketine yönelik saldırılar ve bunun yarattığı sonuçlar üzerine anlamlı başlıklar içeriyor. Ben buna ilişkin sorunlara geçmeden önce bir iki özel noktaya değinmek istiyorum.
Devrimci sınıf partisi olmak iddiasındayız. İşçi sınıfı temel çalışma alanımız, iddiamızı ete kemiğe büründüreceğimiz gerçek toplumsal zemin. İşçi sınıfına ulaşmak, işçi kitlelerini örgütlemek, birleştirmek, siyasal mücadeleye çekmek, bu mücadele içinde devrimcileştirmek istiyoruz. Temel stratejik misyonumuz bu. Fakat bunda başarılı olmak, herşeyden önce müdahale nesnesini her yönüyle, tarihsel gelişimi, sosyal-kültürel yapısı, bugüne kadarki mücadeleleri ve deneyimleri açısından yakından tanımayı gerektirir. Geçirdiği mücadele süreçlerini, buradaki üstünlükleri ve zayıflıklarını, olanakları ve sınırlılıkları anlamayı gerektirir. Sınıf hareketinden de öteye, nesnel varlığı ve dağılımıyla, bizzat sınıfın kendisini anlamak durumundayız.
Öte yandan işçi sınıf hareketli, dinamik bir sosyal güç. Özellikle de 12 Eylül’den başlayarak sınıf hareketinin gelişim seyrini ve bugünkü durumunu irdelemeli ve anlamalıyız. Buna yönelik çabalarımız çok yetersiz. Burjuva politikasının bir sürü ayrıntısını tartışıyoruz, buna değerlendirmeler yetiştirmeye çalışıyoruz. Ama asıl müdahale alanımız söz konusu olduğunda, ona ilişkin pek az şey inceliyor, ortaya pek az sonuç koyuyoruz. Partimizin ileri kadroları yayınlarımızda sık sık sınıf hareketinin sorunlarını irdelemeli, çok değişik yönleriyle bu sorunları tartışabilmelidirler. Hareketin ve sınıf kitlelerinin durumunu, arayışları, sendikal hareket, sendikal bürokrasi, müdahalenin sorunları, çeşitli deneyimler, vb., tüm bunlar sınıf alanında anlamlı bir zemin yakalamak istiyorsak öncelikli gündemlerimiz olmalı.
Partinin genel teorik temelini belirlemiş, Türkiye toplumunu genel çizgiler içinde de olsa çözümlemiş, sonuçta ortaya bir program koymuşuz. Bu toplumsal yapıya köklü devrimci bir müdahalede bulunmak istiyoruz ve bunun da ancak işçi sınıfına dayanılarak başarılabileceğini biliyoruz. Bugün siyasal mücadelede etkin ve işlevli bir rolü, ancak sınıf hareketine etkin müdahalede mesafe alabildiğimiz ölçüde oynayabileceğimizi yineleyip duruyoruz. Tartışmalı olan ve tartışılması gereken, zihnimizi, çalışmamızı, yoğunlaşmamızı buna göre ele alıp almadığımızdır. Ele alıp almadığımızı son üç yılın yayın dökümünden çıkartabiliriz pekâlâ. Parti yayınlarına bu açıdan yansıyanlar, gerçekte ne yapıp yapmadığımızın da en güvenilir göstergesidir. Eğer gerçekten kongreden sınıf hareketine müdahale konusunda anlamlı sonuçlarla çıkacaksak, bunun en temel gereklerinden biri tam da partinin en ileri kadrolarını sınıf hareketinin sorunlarına yöneltmek olmalıdır. Parti yönetim organı, bir bütün olarak partinin bu yönelime sokulmasına önderlik etmelidir. Partiyi sınıf hareketine etkili bir şekilde yöneltebilmenin sorunlarına yoğunlaşabilmeli ve bunun için de sınıf hareketinin ve sınıf çalışmasının sorunları konusunda partiyi eğitip donatabilmelidir. Parti önderliğinin temel sorumluluklarından biridir bu.
Komisyon metnine geçiyorum. 12 Eylül’den önce Türkiye’de büyük bir devrimci mücadele, etkin ve yaygın bir sınıf hareketi vardı. Ama 12 Eylül askeri darbesiyle devrimci hareket ezildi ve sınıf hareketi dizginlendi. 12 Eylül’den çıkış sürecinde, kabaca 1980’li yılların ikinci yarısında, devrimciler olarak biz, sınıf cephesinde ise işçilerin öncü kesimleri iyimserdi.
1984 yılında biz devrimciler henüz zindanlardayken, Ankara’da Türkiye’nin dört bir yanından gelmiş işçi temsilcilerin katıldığı bir Türk-İş toplantısı yapıldı. Nazlı Ilıcak gibi bir gerici bunu yorumlarken, toplantıdan yükselen havayı, “sınıfa karşı sınıf” tutumu olarak özetlemişti. Türk-İş yöneticileri bile ortaya çıkan beklenmedik tepki karşısında şaşkınlığa düşmüşlerdi. 12 Eylül’ün gaspettiklerine karşı bu öfkeli tepkiyi ortaya koyanlar, bizzat onların denetimindeki ve güdümündeki işçi temsilcileriydi. Ama sonuçta bunlar fabrikalardan geliyorlardı ve oradaki atmosferin basıncı altında idiler. Toplantıya yansıyan açıkça bu taban basıncıydı.
Çok geçmeden bunu 12 Eylül sonrasının ilk işçi grevleri izledi. Grev hakkı 12 Eylül darbesiyle alabildiğine sınırlandırılmış olduğu halde, daha ilk adımda, Netaş ve Derby gibi etkisi ve yankısı büyük grevler gerçekleşebildi. Öyle ki biz, tam da o sıralar, TDKP iç ayrışma sürecinde sorunları tartışırken, geçmiş sürece ve 12 Eylül yenilgisine dair köklü bir muhasebe ihtiyacını, direnen Netaş ve Derby işçilerine karşı sorumlulukla ilişkilendirebiliyorduk. O günün iç ayrışma belgelerinden görebilirsiniz bunu.
Çok geçmeden bu hareketlilik 1989’da büyük bir bahar dalgasına dönüştü. Bu işçi sınıfı açısından taktik bir karşı saldırıydı, işçiler kaybettiklerini geri istiyorlardı.
1984 Türk-İş toplantısı, tüm bu süreci ateşleyen bir ilk çıkıştı. Oradan başlayarak 1991’de Zonguldak madenci direnişinin Mengen barikatlarında kırılmasına kadar, işçi sınıfı taktik bir karşı saldırı içindeydi. İşçi sınıfı 12 Eylül askeri faşist darbesi döneminde yitirdiklerini geri istiyordu. Nitekim bu sürecin sonunda belli kazanımlar elde edildi. İşçilerin ücretleri yükseldi, bir dizi hak yeniden elde edildi.
Ama bu çıkış 1991yılı başında büyük bir kırılmaya uğradı. Sermaye sınıfı ve devleti, Irak’a ilk emperyalist müdahaleyi bunun bahanesi olarak kullandı. Savaş var, üretim daralıyor denilerek yüzbinlerce işçi sokağa atıldı. Çok bilinçli ve sistematik bir tutumla, öncü kuşak işçiler fabrikalardan ve işyerlerinden temizlendi. Sol eğilimli, sınıf bilincine yakın ya da yatkın mücadeleci bir kuşaktı bu. Yaşanan kırılmanın onarılması en zor yanı da buydu.
Dolayısıyla, bir dönemleme yapılacaksa, 1984-91 dönemi, işçi sınıfının taktik bir karşı saldırı dönemi olarak işaretlenmelidir. Bütün bu yıllar boyunca işçi hareketi bünyesinde yıldan yıla büyüyen bir iyimserlik vardı. Tıpkı sol hareketin hızla yeniden toparlanma ve yeni bir devrimci yükselişi yaşama iyimserliği gibi.
Mengen barikatlarındaki kırılma burada bir dönüm noktasını işaretler. Körfez savaşı bahane edilerek hareket dizginlendi. Doğu Avrupa’da ve Sovyetler Birliği’ndeki çöküşler ise bir moral yıkımı ve ideolojik dağılmayı hazırladı. Bu çöküş toplamında sola karşı büyük bir cereyana dönüştü. Sovyetler Birliği’nin dağılması, sola ve işçi sınıfının öncü kesimlerine ideolojik ve moral açıdan büyük bir darbe oldu. Sosyalizm dünya ölçüsünde büyük bir güç ve itibar kaybı içindeydi. Kaldı ki burjuva gericiliği dünya ölçüsünde daha ‘80’li yılların başında karşı saldırıya geçmişti. Doğu Avrupa’daki çöküşle birlikte bu yeni bir gericilik dalgasını tetikledi ve sol hareket büyük bölümüyle bunun altında ezildi. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de... Doğal olarak bunun ağır sonuçları işçi hareketine, özellikle de onun öncü kuşağına yıkıcı biçimde yansıdı. Çok geçmeden bunun üstüne daha bir de Türkiye’ye özgü bir gelişme olarak Kürt sorununun tetiklediği ağır bir şovenizm atmosferi binecekti.
Özetle 1991 sonrası, sınıfın öncü kesimlerinin kırıldığı, işçi sınıfının 12 Eylül sonrasını izleyen karşı atağının boşa çıkartıldığı yeni bir dönemdir. Bu dönemin en önemli özelliklerinden biri, kapsamlı bir özelleştirme saldırısıdır. Yani Türkiye işçi sınıfı hareketi içerisinde çok özel bir yeri olan kamu alanının tasfiyesidir. Bu işletmelerde sendikalarda örgütlü ve iş güvencesine sahip yüzbinlerce işçi çalışıyordu. Özelleştirme saldırısı aynı zamanda bu gücün tasfiyesi anlamına geliyordu.
Ankara’da gerçekleşen merkezi eylemlere iki de bir taşınan işçiler temelde bunlardı. Görünürdeki amaç özelleştirme saldırısını püskürtmekti. Gerçekte ise eylemleri organize eden sendika bürokrasisi bu konuda tümüyle umutsuz ve teslimiyetçi bir tutum içindeydi. Saldırının püskürtülebileceğine zerre kadar inanmıyordu. Oysa işçiler başta işleri olmak üzere sınırlı kazanmalarını kaybetmek istemiyorlardı. Öfke, tepki ve arayış içerisindeydiler. Sendika bürokrasisi işçiler üzerindeki denetimini korumak için buna bir karşılık vermek durumundaydı. Nitekim biz bunu o günlerde, hava boşaltmak eylemleri olarak tanımlıyorduk. Ankara’ya defalarca ülkenin dört bir tarafından yüzbinlerce işçi taşındı. Merkezi işçi eylemleriydi bunlar; özelleştirme saldırısına ve onu tamamlayan politikalara tepkinin ürünüydüler.
1999’a kadar bu oyalamaca böylece sürdü. Bu tarihte işçi sınıfı hareketi beklenmedik büyük bir canlılıkla kendini yeniden gösterdi. Ülke çapında bir eylem dalgası baş gösterdi ve genel grev tartışması çok somut olarak gündeme geldi. Türk-İş’in o zamanki genel sekreteri Şemsi Denizer, genel grevi talebinin sözcüsü oldu. Tam da bunu Türk-İş yönetimine karşı dile getirdiği günlerde, Zonguldak’ta güya sıradan bir insan tarafından beklenmedik bir biçimde öldürüldü. Bunu 19 Ağustos büyük depremi izledi. Şemsi Denizer 6 Ağustos’ta öldürüldü ve İzmit depremi 19 Ağustos’ta meydana geldi. O büyük eylem dalgası da böylece kırılmış oldu. Türkiye işçi sınıfı o günlerde güçlü bir çıkış yapacak gibi görünüyordu. Dizginlenemeyen bir öfke, Türkiye’nin dört bir yanında günden güne büyüyen bir eylem dalgası içindeydi. Ama bu büyük kabarış depremin yıkıntıları altında kaldı.
Böylece yeni bir kırılma tarihi olarak 1999 Ağustos’una işaret edebiliriz, ki Komisyon metni bu tarihten sonrasını, yani son yirmi seneyi ele alıyor.
Bu arada tam da o sıralar İmralı üzerinden Kürt hareketindeki kırılma, bunun toplumsal muhalefete ve sola yansımaları var. İmralı teslimiyeti, bir kesiminde özellikle olmak üzere solda genel bir kırılma yarattı. Düzen büyük bir özgüven kazanınca genel olarak sol çok zayıf bir duruma düştü.
Bundan sonra özelleştirme saldırısına karşı yıllara yayılan eylemler var. TEKEL eylemleri var. Ardından etkili bir SEKA mücadelesi var. Her bir sektör ya da işletmeler ağı teker teker hedef alındı ve sonuca böylece gidildi. Ankara’daki son büyük TEKEL direnişi gerçekleştiğinde, artık işletme olarak TEKEL kalmamıştı. İşçiler kazanılmış haklarını korumak ve yeni iş talebi için mücadele ediyorlardı.
1999’dan 2003-2004’lere kadar olan döneme daha somut olarak bakmak gerekir. Ecevit hükümeti döneminde yaşanan büyük 2001 ekonomik krizi ve buna bağlı olarak gündeme gelen büyük sosyal yıkım saldırısı var. Buna karşı koyamadı işçi sınıfı. Kriz dönemi büyük bir tasfiye dönemiydi aynı zamanda. Sanayide müthiş bir daralma dönemiydi, büyük tensikatların önünü açan, yüzbinlerce işçiyi sokağa atan...
2002 sonrasında bir tarafta çeşitli mevzi direnişler var, özellikle tekstilde kendini gösteren. Zaman zaman çoğalan sendikalaşma eğilimleri, bunun yol açtığı işten atmalar ve buna karşı direnişler var. Yanı sıra özelleştirmeler yoluyla kamu alanındaki büyük tasfiyenin son çarpışmaları var. SEKA, TEKEL, Paşabahçe, termik santraller vb... Bir taraftan ‘91 kırılmasının ardından kamu işletmelerine yönelik özelleştirme saldırısının son evreleri yaşanıyor, son kaleler düşürülüyor, işçi bölüklerinin buna son bir direnci var. Öte yandan, özel sektörde basit hak arama mücadeleleri ve sendikalaşma çabalarına yönelen saldırılar karşısında çeşitli mevzi direnişler var. Mevzi direnişler büyük ölçüde bu dönem öne çıktı.
Birleşik hareketi yaratan, sermayenin merkezi plandaki saldırılarının kamusal alandaki etkileriydi. Sınıfın öteki kesimlerini ve kamudaki öteki işkollarını etkiliyordu. Herkes sıranın kendisine geleceğini biliyordu çünkü. Bu direniş özel sektör alanlarını da etkiliyordu. Büyük Ankara eylemlerine her alandan katılımlar oluyordu.
Yeni dönemde de daha çok mevzi direnişler var. Özel sektör bünyesinde hak arayışları, sendikalaşma çabaları, tensikat saldırıları, çeşitli yerlerde mevzi direnişlere yol açıyor. Bugünün esas görünümü halen de bu. Bunu bozan metal işçilerinin TİS dönemleri ve bir dönem yanısıra Ocak zamları oluyor. İşkolu düzeyinde sözleşme zamanında MESS’in bir dayatmasıydı ve o bunu metal işçisine karşı hep bir silah olarak kullandı. Ama bu artık işçi sınıfı için de bir olanağa dönüşebiliyor. Sendikalarda örgütlü metal işçileri kitlesi ortak bir hassasiyet yaşıyor ve birleşik eylem olanağı yaratabiliyor. 1998’de ve 2015’te olmak üzere bunun sendika bürokrasisini aşan iki patlamaya dönüşebildiğini de biliyoruz.
Son 30-35 yıl üzerinden baktığımızda, dönemleme açısından görebildiğimiz tablo böyle.
Bu özetleme şuraya bağlanabilir: Bir görevlendirme yapalım. Daha somut bir inceleme üzerinden, yapmaya çalıştığımız dönemlemenin daha somut bir tablosu çıkartılsın. Merkezi toplu eylemler, sektörler ve tek tek direnişler üzerinden yapılabilmeli bu. Her bir sürecin etki ve sonuçlarına yeni bir gözle bakılsın. Bu inceleme aynı zamanda, başından itibaren bizim sınıfa müdahalede etkin olduğumuz durumların toplu bir dökümüyle de birleştirilsin. Biz daha ilk yıllardan itibaren sınıf hareketine yönelik olarak bugün birçok yeni yoldaşımızın bile bilmediği çok şeyler yaptık. Bir dizi fabrikada eylemli inisiyatifler ortaya koyduk. Bunların genel bir dökümünü yapabilmeliyiz. Hareketimizin ve ardından partimizin sınıf hareketine eylemli müdahale alanında önemli bir birikimi var. Greif ve Metal Fırtınası bu sürecin yalnızca en son halkalarıdır. Önerdiğim inceleme ve dökümler, sınıfa etkili bir müdahale çabasının bir parçası olarak ele alınmalıdır.
Nb: Özellikle ‘90’lı yıllardan sonra özelleştirmeler, sınıfın genelini kesen saldırılar, toplamında sınıfı birleştirici bir eksen olabiliyordu. Bugün de burjuvazinin masasında sınıfın toplamını hedef alan gündemler var. Mesela kıdem tazminatı gibi...
İşçi sınıfı örgütsüz ve dağınık, sendikal anlamda çok küçük bir kesimi örgütlü. Ama böylesine genel bir saldırıya hazırlık yapmak önemli. Metinde SSGSS çalışmasına, o genel saldırılar karşısında oluşturulan müdahaleye dair vurgular var. Buna şimdiden açıklık getirmek gerekir. Kıdem tazminatı ile ilgili şu ana kadar çok anlamlı bir şey yapılmadı. Ne sendikal cepheden ne de başka cepheden. Ama gündeme geldiğinde, tepkiye konu olması yüksek bir ihtimal.
Ch: Kıdem tazminatı var, yanısıra grev hakkının fiilen gaspı var. Bunların gündemleştirilmesi gerekir. Saraçhane Mitingi Türkiye işçi sınıfı hareketinin önemli dönüm noktalarından biridir. Temel talebi grev hakkıdır. 1946’dan o güne kadar sendikalaşma hakkı iyi kötü var, ama grev hakkı yok. Kavel Direnişi’ne kadar hala da yok. Bugünse bu hak işçi sınıfının elinden fiilen alınmış durumda. Grev hakkının fiili kullanımını işçi sınıfının gündemine etkili bir şekilde sokmak zorundayız. Grev hakkı olmaksızın sendika hakkının nasıl anlamsızlaşacağını işçilere anlatabilmeliyiz.
Ym: Sendikal hareket vurgusu, sendikal örgütlenme arayışından öte, genelleşmiş bir sınıf hareketine doğru eğilimlerin zayıf olmasına dairdir.
Elbette yoldaşın vurguladığı nokta önemli. Metnin sonunda da vurgulanıyor; birleşik bir hareket ancak ortak talepler üzerinden biçimlendirilebilir. Doğal olarak sizi ortaklaştırabilecek birtakım taleplerle karşı karşıya kalacaksınız. Eğer bilinçliyseniz, bu durumda sorun kalmaz. Bilinçli değilseniz, sınıf mücadelesinin içinde değilseniz, saldırılarla karşı karşıya kalacaksınız.
Kıdem tazminatı saldırının en önemli başlıklarından bir tanesi. Birlikte bir hat örmeden bu saldırı püskürtülemez. İşçiler bunun farkındalar ama merkezleri yok. Dün sendikal merkezler şu veya bu nedenle, daha çok da özelleştirme saldırısının ürünü olarak merkezi eylemleri örgütlemek zorunda kalıyordu. Şimdi bunu yapacak herhangi bir odak yok.
Bugün bunun imkanları yok oldu denilemez ama çok zayıfladı. Diğer tartışmalardaki vurgular bu açıdan önemli. Küçük de olsa birtakım zeminler inşa edebilmek, ya da birtakım fabrikalardan yaptığımız çıkışlarla toplamı etkilemek ve sarsmak önem taşıyor.
Bu halen sınıf hareketinin en büyük açmazıdır. Sendikal hareket bütün yönleriyle iflas etmiştir. Yapısal sorunları eskiden beri vardı. Türk-İş’i hepimiz biliyoruz. Ama onun bünyesinde sendikal muhalefet hareketleri olurdu, birtakım basınçlar yaratırlardı. Bunlar yok olmaya karşı bir direnişti ve önemli oranda sonuçlandı. Biz böyle bir tablo ile genel saldırılarla karşı karşıya kalacağız. Bütün işçilerin genel grevin gerekliliğini düşündüğü ama hiçbirisinin genel greve inanmadığı bir tabloyla karşı karşıya kalacağız. Krizde de, kıdem tazminatında da... Son kıdem tazminatı saldırısında bunu gördük. Yine de bunu aşan birtakım dinamikler ortaya çıkabilir.