Logo
< Parti inşa süreci üzerine

“Bölgesel güç” olma hevesi ve işbirlikçi sermaye iktidarının açmazları


 “Bölgesel güç” olma hevesi ve işbirlikçi sermaye iktidarının açmazları

 

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından ABD’nin Irak’a karşı giriştiği birinci Körfez Savaşı, Balkanlar’da kışkırtılan etnik çatışmalar, ‘99’da NATO ordularının Yugoslavya’ya saldırısı, 11 Eylül olaylarının ardından Afganistan ve Irak’ın işgal edilmesi, Kafkaslar’daki çatışmalar, Suriye ile İran’ın sürekli tehdit/taciz edilmesi…

Son yirmi yılda gerçekleşen bu çatışma ve savaşların gerisinde emperyalist güç odakları arasındaki hegemonya mücadeleleri var.

Kapitalizmin “eşitsiz gelişim yasası” emperyalist rekabet ve çatışmaları kaçınılmaz kılıyor

Kapitalizmin yapısal özelliklerinden biri olan “eşitsiz gelişim yasası”, kapitalist-emperyalist devletler zincirinin bazı halkalarının güçlenirken, diğerlerinin neden gerilediğini açıklar. Gerileyen taraf eldekini korumaya çalışırken, güç kazanan ise yeni alanlara göz diker. Emperyalist-kapitalist devletler arasındaki bu rekabet, insanlığın başına musallat edilen yıkıcı savaşların esas nedendir.

Örneğin 1900’lü yılların başında dünyada emperyalist güçler tarafından paylaşılmamış bir toprak parçasının kalmaması, birinci emperyalist savaşı kaçınılmaz kılmıştır. Zira ekonomik, siyasi, askeri vb. alanlarda hızlı bir gelişim gösteren Alman burjuvazisi, savaşı tetikleyerek emperyalist güçler arasında dünyanın yeniden paylaşımını başlatmıştır.

Birinci emperyalist savaşta yenilgiye uğrayan Alman burjuvazisi, alçaltıcı bir anlaşmaya imza atmak zorunda kalmış, ancak gücünü toparladığında, birincisinden daha vahşi, daha kıyıcı sonuçlar yaratan ikinci paylaşım savaşını başlatmaktan geri durmamıştır. İkinci emperyalist savaş, Hitlerin sapkın eğilimlerinden dolayı değil, Alman tekelci burjuvazisinin politikaları ve hedefleri gereği başlatılmıştır.

İkinci paylaşım savaşı sonrasında ise ABD emperyalizmi eşitsiz gelişim yasasının sonucu olarak dünya jandarmalığını ele geçirmiştir. “Güneşin üzerinde batmadığı krallık” olarak anılan İngiltere ise büyük bir gerileme yaşamış, son 50 yılda ise, ABD emperyalizminin başlattığı yıkıcı savaşların en büyük suç ortağı olmuştur. 

Her yeniden paylaşım bir savaşa yol açmayabilir; ancak kapitalizmin bekçiliğini yapan devletlerin kışkırttığı bütün savaşların arka planında bir paylaşım kavgası bulunur. Başka bir ifadeyle, ülkeleri yıkıma uğratıp halkları kıyımlara maruz bırakan bütün savaşlar, yağma ve hegemonya peşinde koşan emperyalist-kapitalist devletler tarafından kışkırtılmıştır ve kışkırtılmaktadır.

Osmanlı gibi işgalci/yağmacı bir imparatorluğun mirasına dayanan Türk burjuvazisi ve onun devleti de, belli bir güce ulaştığında, yayılmacı heveslerini dışa vurmaya başlamıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra hortlatılan “Turancılık” burjuvazinin farklı kesimlerinde yankı bulmuş, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk dünyası” söylemi ortalığı kaplamıştı. Öyle ki, egemenlerin estirdiği havanın etkisine giren bazı sol çevreler de, Türkiye’nin “alt emperyalist” bir devlet olduğunu savunmaya başlamışlardı. “Osmanlı torunları”nın o zamanki çıkışlarının kofluğu kısa sürede açığa çıkınca, Turancılık söylemi geri çekilmişti.

“Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk dünyası” söyleminin terk edilmesi, yayılmacı emellerden vazgeçildiği anlamına gelmiyor. Türk burjuvazisi mali, siyasi, askeri, diplomatik olarak belli bir güçlenme yaşarken, konjonktürün elverişli olacağı anın gelmesini bekliyordu. Nitekim Ankara’daki Amerikancılar, aradan uzun süre geçmeden yayılmacı hevesleri yeniden dillendirmeye başladılar.

İşbirlikçi burjuvazi ve temsilcileri, gelinen aşamada “bölgesel güç” olma konusunda geçmişe göre daha iddialı ve kendinden emin görünüyorlar. Yayılmacı hevesleri kutsayan medyadaki görevliler ise, temelden yoksun olan “Türkiye büyük güçler arasında yerini alıyor” söylemini öne çıkartıyorlar. Türk burjuvazisi ve devleti son yıllarda bu yönde bazı girişimlerde bulunsa da, sermaye iktidarı daha ilk adımlarda pek çok engele takılıp tökezlemeye başladı bile.

Emperyalist hegemonyada açılan gedikten yararlanma hesabı

Sovyetler Birliği ile Doğu Avrupa’daki çöküşün ardından emperyalizmin egemenlik alanı genişlese de, hala da  denetimleri dışında kalan “çatlaklar” sözkonusuydu.

Savaş baronlarının akıl hocaları tarafından “sistemdeki çatlaklar” şeklinde tanımlanan bu alanların başında Ortadoğu gelmektedir. “Çatlakları sıvamak” amacıyla vahşi savaşlar başlatan ABD emperyalizmi ve suç ortakları, dikkatlerini Ortadoğu üzerinde yoğunlaştırdılar. Uyduruk gerekçelerle önce Afganistan, ardından Irak’ın işgali, bölgede ABD egemenliğini pekiştirmeyi hedefliyordu.

Afganistan ile Irak’ın yanı sıra Suriye ve İran’ı da dize getirmek hesabıyla açık işgallere yönelen emperyalist ABD, bir kez daha NATO’nun ikinci büyük gücü olan Türk devletini hizmete koşmuştur.

 Türk devletine biçilen “etkin taşeronluk” misyonu, işgalci ABD ile giriştiği suç ortaklığı karşılığında “bahşedilecekti“. Dinci gerici AKP hükümetinin şefi Tayyip Erdoğan’ın kendini Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) “eşbaşkanı” olarak takdim etmesi, Türk burjuvazisi ve onun devletinin Pentagon’un savaş baronlarına hizmet etmeye ne kadar hevesli olduğunun ilanıydı. 

İşgali planlayan Pentagon’un savaş baronları her şeyi hesaplamışlardı, halkların direnme iradesi hariç... Bu iradeye çarpan ABD emperyalizmi ile suç ortakları, çatlakları sıvamak bir yana, daha da derinleşmesine zemin hazırladılar. Emperyalist güçlerin Ortadoğu üzerindeki hegemonyası güçlenmek bir yana zayıfladı.

Bush yönetiminin neo-faşist çetesi tarafından hazırlanan BOP’un başarısı için çalışan Ankara’daki işbirlikçi takımı, bu suç ortaklığı karşılığında “etkin taşeronluk” mertebesine erişme hesapları yapıyordu. Elbette yeni işgaller planlayan savaş baronlarının çizdiği çerçeveye uygun bir şekilde...

O dönem yaşanan “Tezkere kazası” ilişiklerde bazı pürüzler yaratsa da, yeni bir tezkere ile ülkenin kara, hava, deniz üslerinin işgalci ordulara açılması, başa geçirilen çuvalın sessizce kabul edilmesi, Güney Kürdistan’la ilgili “kırmızı çizgiler”in terk edilmesi, Beyaz Saray’ın kapılarının işbirlikçilere yeniden açılmasını sağladı.  

İşgal ordularının hem Irak hem Afganistan’da bataklığa saplanması, Filistin ve Lübnan halklarının direnişlerini ezmek amacıyla İsrail savaş makinesinin giriştiği vahşi saldırıların ters tepmesi, bölge haklarının emperyalist-siyonist güçlere duyduğu nefretin katlanması, Pentagon’daki hesapların Ortadoğu’ya uymadığını gösterdi. 

Emperyalist işgalcilerin bataklığa saplanması, Türk burjuvazisi ve devletinin desteklediği halkları köleleştirme seferinin hedefine ulaşmasını engelledi. Bu başarısızlık bölgede emperyalist hegemonyadaki gedikleri genişletince, Ankara’daki Amerikancılar, hareket edebilecekleri yeni inisiyatif alanlarının açıldığına kanaat getirdiler. AKP’nin dinci gerici çizgisinden de yararlanarak bölge devletleriyle nispi bir rahatlıkla kurdukları ilişkileri geliştirdiler.

Ankara’daki işbirlikçi takımı, ezilmesi için çaba harcadıkları halkların direnme iradesi sayesinde oluşan ABD egemenliği dışındaki alanlara sızma girişimlerini hızlandırdı.

Göbekten bağımlılığın handikapları

Türk burjuvazisi son otuz yılda vahşi emek sömürüsü sayesinde önemli bir servet birikimine ulaşmış, Ortadoğu’ya yaptığı sermaye ve meta ihracı ile birikimini daha da artırmıştır. Bu dönemde militarist aygıtını sürekli tahkim etmiş, yeni silah sistemleriyle donatmıştır. İsrail’e verilen milyar dolarlık ihalelerle ordu modernize edilmiştir. Son dönemde Kürt halkına karşı savaşı azdıran sermaye devleti, ABD’den yeni silahlar almaya da hazırlanmaktadır.

Sermaye iktidarı ekonomik ve askeri alandaki gelişimine bağlı olarak siyasi ve diplomatik alanlarda da bazı girişimlerde bulunmaktadır. Küstahça saldırganlığından dolayı İsrail’le yaşanan gerilimler, Brezilya ile birlikte İran’la imzalanan uranyum takası anlaşması, ardından ABD’nin hazırladığı İran’a yeni yaptırım kararına BM’de karşı oy kullanılması, Suriye, Ürdün, Lübnan üçlüsüyle serbest ticaret alanı oluşturma hazırlığı vb... Bu girişimler, Türk devletinin bölgede inisiyatif alanı yaratma çabası içinde olduğuna, bu yönde bazı adımlar attığına işaret ediyor.

Ankara’daki işbirlikçileri uysal köleler gibi görmeye alışık olan emperyalist efendiler, özellikle İran’la geliştirilen ilişkiler ile Mavi Marmara gemisine yapılan saldırıdan sonra İsrail’in sert dille eleştirilmesinden ciddi bir rahatsızlık duyduklarını hissettirdiler.

Tayyip Erdoğan’ın Washington’a gönderdiği heyetin karşılaştığı küçük düşürücü muamele, rejim borazanı ABD medyasındaki AKP karşıtı makaleler, başlatılan “eksen kayması” tartışmaları vb., sadece AKP hükümetini değil, TÜSİAD şeflerini bile rahatsız etmiş görünüyor. Bir kez daha “çukura süpürülme” korkusuna kapılan Erdoğan ve avanesinin alelacele Washington’a heyet göndermeleri belli ki yeterli bulunmamış. AKP’nin hükümet kurmasında etkin rol oynayan Yahudi lobilerinin, ABD’ye giden AKP heyetini kabul etmeye bile tenezzül etmemeleri, Erdoğan ve müritlerinin tedirginliğinin kaynağını açıklıyor. 

Göründüğü kadarıyla, AKP hükümeti yeni bir burun sürtme operasyonu ile karşı karşıya bulunuyor. Koltuklarını korumanın Washington’dan gelecek desteğe bağlı olduğunu bildikleri için her koşulda efendilerine hizmet etmeye hazırlar; istedikleri şey biraz “adam yerine konulmak”. Buna karşın Washington’daki savaş baronları bu kadarına bile tahammül etmeğe hazır görünmüyorlar.

Bu tablo, emperyalizme göbekten bağımlı olanların nasıl da alçaltıcı bir duruma sürüklendiğinin ibret verici bir belgesidir. Ortalıkta esip gürleyen Erdoğan’ın birden bire uysallaşması, emperyalizme göbekten bağımlı olanların kullanabilecekleri inisiyatif alanının sınırlarını da bir kez daha ortaya koyuyor.

Türk burjuvazisi ve devleti “etkin taşeronluk”un ötesine geçme güç ve iradesinden yoksundur!

Türk burjuvazisi işaret ettiğimiz bazı adımlar atabilmiş olsa da, Amerikancı rejim pek çok sorunla yüzyüzedir. Kürt sorununa iğreti bir çözüm üretmekten aciz olmak, resmi rakamlara göre işsizliği iki yılda yüzde 150 civarında arttırmak, dış borç stokunu 300 milyar dolara yakın bir düzeye çıkarmak, mali açıdan emperyalist merkezlere bağımlı olmak, kriz tehditinin devam etmesi, vb...

Bunlar, “bölgesel güç” havalarına girmeye çalışan sermaye iktidarının kapsamlı sorunlarından bazılarıdır. Salt bu kadarı bile, emperyalizme göbekten bağımlı bir rejimin, bağımsız hareket ederek eksen kaydırma gücünden yoksun olduğunu anlatmaya yeter.

Hal böyleyken, AB süreci ile emekçileri aldatmanın imkanı kalmayınca, “Türkiye büyük güçler arasına katılıyor” safsatası ile aynı işi yapmaya çalışan egemen güçler ve onların hizmetindeki medya kalemşörleri, kaba bir riyakarlık örneği sergiliyorlar.

Oysa bu yaygarayı koparanlar, bölgenin “etkin gerici gücü” olmanın, esas olarak ABD emperyalizmi adına tetikçilik yapmaya endeksli olduğunun farkındalar. Bundan dolayı İsrail ile ilişkileri kaldığı yerden sürdürmek için özel bir çaba harcıyorlar.

Amerika’ya giden heyete başkanlık eden AKP’nin Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik’in, İsrail devletine yaptığı şu çağrı durumu açıkça ortaya koyuyor:

Türkiye-İsrail ilişkileri tarihi ve siyasi önemdedir, bazı basiretsiz politikacılara bu tarihi perspektifi ve büyük işbirliğini feda etmemelisiniz. Basiretsiz politikacıların şirazesinden çıkmış beyanlarının, Türk-İsrail ve Türk-Amerikan ilişkilerinin önemini bilmeyenlerin bir takım günlük tepkilerinin bu ilişkileri zedelememesi gerekir.”

Bu açıklama, Ankara’daki işbirlikçi takımının, ırkçı-siyonist İsrail’le ilişkiler ve “eksen kayması” tartışmaları konusundaki duruşunu yeterli açıklıkta özetlemektedir.