Logo
<  Türkiye’nin modern tarihi ışığında “devralınan miras” -I

Türkiye’nin modern tarihi ışığında “devralınan miras” -II


Bağımsızlık ve Devrim’den…

 Türkiye’nin modern tarihi ışığında
“devralınan miras” -II

 

XII. BÖLÜM

(Devam)

‘60’lı yıllarda Yön’cü aydın hareketi tarafından temsil edilen neo-kemalistler başta olmak üzere döneminin tüm burjuva sosyalist akımlarının kullandığı temel argümanlardan biri, “Atatürk’ün tam bağımsızlık ilkesi”ydi. Türk milli kurtuluş savaşına ilişkin olarak ortaya koyduğumuz olgusal gerçekler, ortada böyle bir ilke bulunmadığını, daha doğrusu buna ilişkin olarak zaman zaman yapılan vurguların bir söylemden öteye geçemediğini göstermektedir. Tefeci-ticaret burjuvazisine dayanan, başından itibaren feodal toprak sahipliği ile ittifak içinde olan, İstanbul’da üstlenmiş Türk kökenli komprador burjuvaziyle de savaşın hemen ertesinde İzmir İktisat Kongresi’nin sembolize ettiği platformda bütünleşen bir siyasal akımın ilkesi “tam bağımsızlık” değil, yalnızca devlet bağımsızlığı olabilirdi. Sayılan toplumsal güçlere dayanan ve alt sınıfların her türlü sosyal hareketliliğini ve siyasal oluşumlarını anında ezen bir siyasal hareketin emperyalizme karşı tutumunun sınırları ancak bu olabilirdi. Daha savaş süreci içinde, işgal sorunu ve kapitülasyonlarda ifadesini bulan bir kölece bağımlılığın ötesindeki her sorunda, emperyalizmle uzlaşan bir siyasal hareketti kemalist hareket.

Devlet bağımsızlığını kazanan ve iktidarın dümenine oturan Türk burjuvazisi hızlı bir palazlanma hırsı içindeydi. Bunun emperyalist sermaye, onun tekniği ve yatırımları olmadıkça kolay olmayacağını da daha baştan çok iyi biliyordu. İzmir İktisat Kongresi şahsında bu beyan edilmiş, tek koşul olarak da Türk devletinin siyasal-hukuksal düzenine tabi olmak gösterilmişti. Ki zaten siyasal bağımsızlık ya da devlet bağımsızlığı denilen şey her zaman bunda ifadesini bulmaktadır. Daha Lozan’dan bile önce meclis tarafından onaylanan fakat sonuçsuz kalan “Chester imtiyazı”nın koşulları ile Lozan’ı izleyen yıllarda emperyalist sermaye ile açık-gizli ortaklıklar biçimindeki ticari faaliyetin kapsamı, kemalistlerin “iktisadi bağımsızlık” laflarının basit bir demagojiden öte bir anlam taşımadığını, ya da yalnızca kapitülasyonların kaldırılması ve gümrük bağımsızlığının kazanılmasından ibaret bir anlam taşıdığını göstermektedir.

Kemalistler mevcut yabancı sermayeye, çeşitli yabancı şirketlerin varlığına hiçbir biçimde dokunmadıkları gibi, siyasal nüfuz çerçevesinde dağıttıkları ticari tekellerle de yalnızca açgözlü Türk burjuvazisine değil, yabancı şirketlere de büyük vurgun alanları yarattılar. Örneğin ‘20’li yılların en “milli” iktisat politikası güya yeni demiryolu yapımları, yani “şimendifer siyaseti” oldu. Fakat ilkin bu, “Chester imtiyazı”nın da gösterdiği gibi milli bir tercihten değil, fakat bir zorunluluktan doğdu. Musul petrolü dışında kalınca, emperyalist sermaye bu alana yatırım yapmayı yeterince kârlı bulmadı. İkinci ve daha önemli olarak ise, bizzat devletin bu demiryolu yapımı uygulaması, mütaahhitlik hizmetleri yoluyla, işbirliği halindeki yerli ve yabancı şirketler için büyük bir vurgun alanı olabildi. Emperyalist şirketler 1920’li yıllarda, bazı akademisyenlerin ifadesiyle “milli bir kostüm” giyerek, yani Türk tüccarları ve bizzat kemalist politikacılarla hileli şirket ortaklıklarına girişerek, “milli ekonomi”ye verilen aşırı teşvik tedbirlerinden de en iyi biçimde yararlandılar.

Özetle milli kurtuluş savaşının hemen ertesinde, yani Türk burjuvazisinin milli duygu ve hassasiyetinin en güçlü olabileceği bir evrede, iktisadi alanda emperyalizme karşı tutumu, uzlaşmadan işbirliğine hızlı bir geçiş eğiliminden başka bir şey değildir. Denebilir ki bundan geri duran, kapitülasyonlar döneminin aşırı ayrıcalıklarına alışmış bulunan, bunsuz girişimleri o gün için yeterince kârlı bulmayan ya da ancak aşırı kâr gördüğü ölçüde davete uyan emperyalist sermayenin kendisi olmuştur.

‘60’lı yıllara egemen burjuva sosyalizminin ikinci önemli çarpıtması 1930’ların devletçiliğine ilişkindir. ‘30’lu yılların bu geçici politikası üzerine zamanında Kadorcu akım koca bir teori de inşa etmiş olduğu için, bu çarpıtmayı kolaylaştıran hazır bir teorik miras da vardı elde. Devletçi uygulamaların teorisini yapan ve bir süre için bizzat dönemin başbakanı İsmet İnönü tarafından himaye edilen Kadrocu akıma göre devletçilik bir “milli kalkınma yöntemi”ydi. Ne kapitalist ne de sosyalist, fakat “bize özgü” bir “üçüncü yol”du. Milli kurtuluş savaşıyla bağımsızlık davasının siyasal yönü kazanılmıştı; şimdi de devletçilik yoluyla aynı davanın iktisadi cephesi kazanılıyordu. Bu fikirler ‘60’lı yılların burjuva sosyalizmine egemen “kapitalist olmayan yol” çizgisine çok iyi oturuyor, onun için esin kaynağı oluşturuyor, bir yerli tarihsel dayanak işlevi görüyordu.

Gerçekte ise devletçilik ne bilinçli ve tercihli olarak seçilmiş bir “milli kalkınma yolu”ydu, ne de “bize özgü”ydü. Bunu bugün artık ‘60’lı yıllarda aynı fikirleri savunmuş olanlar da dahil birçok araştırmacı ve akademisyen yaptıkları ayrıntılı incelemelerle açıkça ortaya koyuyorlar. Devletçilik Türkiye kapitalizminin gelişmesi ve Türk burjuvazisinin palazlanması sürecinin zorunlu bir geçici evresi olmuştur. Zorunluluğu o günün dünya konjonktürü (1929 bunalımı ve yeni bir emperyalist dünya savaşı hazırlıkları) yaratmıştı. Emperyalist sermayenin yapmadığını, henüz iktisadi açıdan güçsüz, yeterli sermaye birikiminden yoksun Türk burjuvazisinin ise yapamadığını, devlet eliyle merkezileştirilen sermayeyi kullanan devlet yapmıştır. Türkiye kapitalizminin ilk önemli sanayi atılımı devlet eliyle gerçekleştirilmiştir. Bunun “bize özgü” olan hiçbir yanı da yoktur. Ya da “bize özgü” olan yalnızca komşu Sovyetler Birliği’nin cömert kredilerinden yararlanmak ve onun “5 yıllık plan” uygulamasını sanayi alanında taklit etmekten ibarettir. Bunun ötesinde, devlet yatırımlarına dayalı bir ilk sanayileşme girişimi, aynı dönemde ve aynı dünya konjonktüründe, siyasi bağımsızlığa sahip bir dizi başka ülkede de yaşanmıştır. Özellikle de Arjantin, Brezilya, Meksika, Şili gibi Latin Amerika ülkelerinde.

Devletçi uygulamaların hiçbir biçimde ülke içinde emperyalist iktisadi ve mali etkinliklere yönelmediğini belirtmek özellikle önemlidir. Dahası bir kısım yatırımlar bizzat emperyalist kredilerle gerçekleştirilmiştir. Çeşitli emperyalist devletler bu tür kredileri sadece meta ihracını artırmanın bir olanağı değil, fakat aynı zamanda siyasal nüfuz gibi doğrudan bir amaç için vermişlerdir. ‘30’lu yıllar Türkiye üzerinde emperyalist nüfuzun arttığı bir dönemdir. Şu farkla ki, kendi arasında bölünmüş ve sonu savaşa varacak sert bir nüfuz mücadelesi yaşayan emperyalist dünya tablosu, Türk devletinin manevra kabiliyetini artıran bir faktör olmuştur.

Bu döneme ilişkin olarak bir başka temel nokta ise, devletçi uygulamaların Türk burjuvazisinin palazlanmasında yeni bir evre olduğu gerçeğidir. Bu yalnızca kapitalizme daha gelişmiş bir temel sağlamak, iç pazarı büyütmek yoluyla da olmamıştır. Daha da önemli ve somut olanı, bu dönem devletle iş yapmanın burjuvazi için en kârlı sermaye birikimi yollarından biri olmasıdır. Devlet ihaleleri, devlete mal satma, devletten maliyet fiyatına, hatta daha da ucuza girdi alma vb. yollar burjuvazi için en kolay semirme alan ve yöntemleriydi.

Arada burjuvazi için büyük bir sömürü ve vurgun dönemi olan ikinci emperyalist savaş yılları var. Savaşa girilmediği halde çalışan sınıflar için yaşam koşullarının görülmedik bir biçimde kötüleşmesi anlamına gelen bu aynı dönem, acentacı-komisyoncu, vurguncu, istifçi Türk burjuvazisi ile onun iktidar ortağı yarı-feodal toprak sahiplerinin yeni bir semirme dönemi oldu ve onları savaş sonrasında dünyaya açılmaya hazırladı. Burada dünyaya açılma, Türkiye’nin kapılarını artık yalnızca iktisadi ve mali yönden değil, siyasi ve askeri her açıdan emperyalist dünyaya, somutta savaş sonrasının emperyalist dünya jandarması ABD’ye açma anlamına geliyor. ‘60’lı yılların beylik tezine göre, bu bir “karşı-devrim” ile oldu. “Karşı-devrim”den kasıt ise 1950 yılında DP’nin iktidar olmasıydı. Oysa emperyalist dünyaya bu sınırsız açılmanın tüm koşulları ve tüm temel adımları savaşın hemen ertesinden itibaren, yani CHP döneminde atılmıştı. DP iktidarı savaş sonrası politikayı sürdürmekten ve elbetteki gelişen ilişkilere bağlı olarak yeni boyutlara vardırmaktan başka bir şey yapmış olmadı. İkinci emperyalist savaşın bitimi, Türk devletinin dış ilişkilerinde yeni bir dönemi işaretler. Artık emperyalistler arası dengelere oynama ve çelişkilerden belli ölçülerde yararlanma dönemi geride kalmıştır. Emperyalist dünyanın bir iç bölünme ve kutuplaşma içinde olduğu savaş öncesi dönem ve savaş dönemi bunu olanaklı kılıyordu. Savaşın bitimi ABD’yi dünyanın tartışmasız hegemonik gücü yaptı ve Türk burjuvazisi bu güce kölece bağlanmada herhangi bir zorluk yaşamadı. Yine savaş öncesi dönemde emperyalist dünyanın iç bölünmeleri ve kendi içindeki çekişmeleri, Türk devletine emperyalistler ile Sovyetler Birliği arasındaki çelişkilerden de yararlanma olanağı vermekteydi. Savaşın bitimi bunu da sona erdirdi ve artık emperyalist dünyanın Sovyetler Birliği’ne karşı ileri karakolu olma dönemi başladı. Çok geçmeden NATO’ya giriş buna yeni bir boyut kazandırdı. Bilindiği gibi Amerikan zırhlıları savaşın hemen ertesinde Türkiye’yi ziyaret etmiş, ABD ile iktisadi ve siyasi antlaşmaların yanısıra ilk ikili askeri antlaşmalar da daha CHP iktidarı döneminde imzalanmıştı. 1949’da kurulan NATO’ya giriş başvurusu da aynı yıl içinde, CHP iktidarı döneminde yapılmıştı. Tüm bu ayrıntılar yerine özetle söylemek gerekir ki, emperyalist dünyayla, onun patronu ABD ile iktisadi, siyasi, askeri, diplomatik alanda tam kaynaşmak, onun bölge jandarması rolünü üstlenmek doğrultusundaki politika ve girişimler, savaşın hemen sonrasında, kemalist mirasın ve çizginin doğrudan taşıyıcısı olan CHP döneminde, Türk milli kurtuluş savaşının ve kemalist rejimin “ikinci adamı” İsmet İnönü döneminde yaşandı. Bu ortada bir “karşı-devrim” değil, fakat Türk burjuvazisinin gelişim çizgisinin yarattığı bir sonuç olduğunu gösteriyor. Bir kopma değil, fakat her açıdan bir süreklilik olduğunu gösteriyor. Süreklilik içindeki politik değişimi yaratan ise bizzat Türk burjuvazisinin kendi iktisadi-toplumsal gelişim seyriyle dünya dengelerinde ve emperyalist dünyanın kendi iç ilişkilerinde ortaya çıkan yeni durumdur. Türk burjuvazisinin emperyalizmle yeni bir temel üzerinde bütünleşecek kadar palazlanması olgusu ile dünya güç dengelerindeki değişimin yarattığı yeni koşullar birarada, izlenen yeni politikanın iç ve dış temellerini oluşturur. Sonrasını biliyoruz. Sonrası borçlar, krediler ve doğrudan yatırımlar yoluyla Türkiye’ye akan emperyalist sermaye, Türkiye’de hızlanan bir kapitalist gelişme, Türk burjuvazisinin ise artık salt acentacılık-komisyonculukla yetinmeyerek, ‘20’li, ‘30’lu ve ‘40’lı yıllarda bu yolla sağladığı sermaye birikimini emperyalist tekellerle ortak yatırımlara yöneltmesidir. Sonrası emperyalist egemenlik ve sömürünün borç, kredi vb. mekanizmaların yanısıra artık bu yeni iktisadi temeller üzerinde gelişip kökleşmesidir. Sonrası Türkiye’nin hızlı ve yaygın bir kapitalist gelişme sürecine girmesi ve bunun emperyalizme çok yönlü bağımlılık ilişkilerinin pekişmesiyle aynı anlama gelmesidir. İşte ‘60’lı yıllar, bu sürece ilk ciddi sosyal-siyasal tepkilerin kendini gösterdiği bir tarih kesiti olmak özelliğine sahiptir. Bu tepkinin mahiyetini ve aldığı ideolojik siyasal biçimleri doğru anlayabilmek için, bu aynı zaman kesitinin aynı zamanda birçok açıdan bir geçiş süreci olduğunu da gözönünde bulundurmak gerekir. Emperyalist tekellerle işbirliği içinde sanayi yatırımlarına girişen burjuvazinin bu temel üzerinde sağladığı hızlı sermaye birikiminin aldığı yeni biçimler açısından bir geçiş süreci... Tarımdaki hızlı kapitalist gelişme, bunun yarı-feodal toprak ağalığında yarattığı burjuva dönüşüm ve köylülük içinde hızlandırdığı farklılaşma açısından bir geçiş süreci... Geleneksel orta burjuvazinin bir yandan tasfiyesi, öte yandan gelişmekte olan kapitalizme uygun düşen dönüşümü açısından bir geçiş süreci... Tüm bunların toplam bir ifadesi olarak, kentte ve kırda kapitalizmin tam egemenliği, modern sınıflaşmanın oturması, toplumun sermaye ve ücretli emek ekseninde kutuplaşması açısından bir geçiş süreci... Bir de aynı dönemin uluslararası koşulları var. Bunun konumuz açısından önemli olan unsurları ise kısaca şöyle: Genel planda dünyada güçlü bir anti-emperyalist halk hareketleri dalgası var. Dünya ölçüsünde bir dalgaya dönüşen milli kurtu-luş savaşlarının ‘50’li ve ‘60’lı yıllardaki büyük gücü, bunun ürünü olarak klasik sömürgeciliğin çöküşü var. Ya bu milli kurtuluş savaşlarının ürünü olarak, ya da özellikle Ortadoğu’da askeri darbelerin bir sonucu olarak, çeşitli ülkelerde oluşmuş milliyetçi burjuva iktidarlar ve onların “milli kalkınma” arayışı var. Tam bununla örtüşmese de bunu kesen yanları da olan bir “bağlantısızlar hareketi” var. Ve nihayet, bu milliyetçi burjuva arayışlara Sovyetler Birliği’nin verdiği iktisadi, siyasal ve askeri destek ile, bu desteğin ideolojik gerekçelendirilmesi olan “kapitalist olmayan yol” var. O günün uluslararası ortamının bu unsurlarının emperyalizmden bağımsız bir “milli kalkınma” özlemi ve arayışı içerisinde olan orta sınıf aydınları için bir güç ve cesaret kaynağı olduğu açıktır. İçerde emperyalizme kölece bağımlılığı pekiştiren ve ülke kaynaklarını emperyalist sömürüye daha geniş ölçekte açan bir hızlı kapitalist gelişme ve dışarda dünya ölçüsünde, ezilen halkların ve ulusların emperyalizme karşı mücadeleler dalgası, bunun bazı ülkeler ve rejimler şahsında aldığı burjuva milliyetçi biçimler ‘60’lı yıllarda emperyalizme karşı sesini yükselten orta sınıf aydınlarının ilerici hareketini besleyen tarihsel zemin bu oldu. Türk milli kurtuluş hareketi ile onun siyasal ifadesi kemalizm burada tarihsel esin kaynağı olarak, Kadrocu akımın “milli kalkınma yolu” teorisi ise ideolojik miras olarak işlev gördü. Bu orta sınıf aydın hareketi, alt sınıfların, işçi sınıfının, kent küçük-burjuvazisinin, kırsal küçük-üreticilerin, yurtsever bilinci ve duyarlılığı gelişen öğrenci gençliğin emperyalist sömürü ve yağmaya tepkisinden yararlanmaya çalışıyor, fakat asıl olarak “asker-sivil zümre”ye, somutta bir askeri darbeye bel bağlıyordu. 27 Mayıs darbesi onu bu konuda cesaretlendirmiş, orduda kemalist geleneklerin, “kuvayı milliye ruhu”nun canlandığına, “ikinci milli kurtuluş savaşı”nın vurucu gücünün ancak ordu olabileceğine olan inancını pekiştirmişti. Sonraki olaylar, devlet iktidarının belkemiğini oluşturan ordunun, bu aynı dönemde iktidarın çıplak hakimi bulunan tekelci sermayenin tam hizmetinde ve onun vurucu gücü olduğunu, ancak böyle olabileceğini, aynı şekilde, bu ordunun emperyalizmin egemenliğinin ve bölgedeki hakimiyetinin en temel dayanağı olduğunu neo-kemalist darbeci aydınları büyük bir hayal kırıklığına uğratarak gösterdi. Bizi burada asıl ilgilendiren orta sınıf aydınlarının “mili kalkınma” doğrultusundaki geçici hayalleri değil, bunun ideolojik formülasyonu ve bunun geleneksel sol hareket üzerinde bugüne dek süren derin etkisi olduğuna göre, artık buna geçebiliriz. Daha önce de hatırlatıldığı gibi, burada bu konuda, Devrimci Demokrasi ve Sosyalizm kitabının bundan 7-8 yıl önce ortaya koyduğu ayrıntılı dökümün belli pasajlarını yinelemekle yetineceğiz.

Devrimci Demokrasi ve Sosyalizm kitabından
“devralınan miras” üzerine:

“Lideri Doğan Avcıoğlu’nun sözleriyle, Yön Hareketi’nin temel davası, ‘Atatürk’ün belirttiği üzere, çağdaş uygarlık seviyesine hızla ulaşmaktır. Bu hedefe götüren başlıca yol ise, hızlı iktisadi kalkınmadır.’ Oysa ‘komprador, tefeci, ağa ve yabancı tekel ittifakına dayanan bir kalkınma’, hiç de gerçek bir sanayileşmeye yol açmamaktadır. Dahası, problemlidir ve ‘yabancı egemenliğinden başka bir şey getirmemiştir.“

“Modern revizyonizmin ‘kapitalist olmayan yol’ tezinden yararlanarak kendine kapitalizme karşı bir görünüm vermek istese de, genel olarak kapitalizme değil emperyalizme bağımlı kapitalizme, genel olarak burjuvaziye değil ‘emperyalizmin uzantısı’ burjuvaziye itirazı var Yön Hareketi’nin.

“TDKP teorisinde özel bir yer tutan emperyalizmin uzantısı komprador kapitalizm ile milli sanayi kapitalizmi ayrımı ve ikilemi, denilebilir ki Yön Hareketi’nin iktisadi görüşlerinin temelidir. Yön Hareketi de TDKP gibi mevcut kapitalist gelişmeyi inkar etmez. TDKP gibi Yön’e göre de önemli olan gelişen kapitalizmin niteliği ve gerçek bir sanayi kapitalizmi olup olmadığıdır. Yön; gelişen kapitalizmin emperyalizme bağımlı, onun uzantısı komprador nitelikte bir kapitalizm olduğunu, bu tür bir gelişmenin gerçek bir sanayileşmeyi temsil etmediğini, dahası feodalizmi tasfiye etmediğini ve edemeyeceğini önemle vurgular.

(...)

“‘60’lar MDD’sinin, PDA’nın, Kaypakkaya’nın vb., tartıştıkları hep buydu ve cevapları özünde TDKP’den farksızdı. Daha doğrusu tümü bir arada bu konuda TDKP’yi öncelemektedirler. Kemalist konumunun gereği olarak bu gelişmenin çeşitli tarihsel özelliklerine farklı yaklaşsa da, ‘düğüm noktası’ olarak ifade edilen konuda D.Avcıoğlu da TDKP ile aynı fikirdedir. Ve TDKP bir yana, bu konuda MDD Hareketi’ni bile öncelemektedir.

“Fakat Yön’ün vurguları nedensiz olmak bir yana, son derece belirgin ve anlamlı bir sınıf tutumunun yansımasıdır. Yön bir burjuva akım olarak, bütün dikkatleri, modern burjuva gelişmenin ortaya çıkardığı yeni çelişki ve çatışmalardan burjuva gelişmenin geride bıraktığı görevlere yöneltmek çabasındadır. Mevcut kapitalist gelişmeyi reddetmez, ama feodalizmi tasfiye etmediği ve gerçek sanayileşmeyi temsil etmediği iddiasıyla küçümser. Feodalizmi abartır. Proletarya-burjuvazi çelişkisinin olgunlaşmadığını, henüz tali bir çelişki olduğunu, ‘sosyalizm(in) bugünün değil, yarının meselesi’ olduğunu döne döne işler. Peki nedir ‘bugün’ün meselesi? Elbette demokrasi ve ‘gerçek bir bağımsızlık’! ‘Sosyalist gerçekçilik’ bunu gerektirir! Türkiye’nin önündeki görev ‘milli burjuva devrimini tamamlamak’tır. Ulusal Kurtuluş Savaşı yarım kalmış bir burjuva devrimdir; görev, bir ‘İkinci Kurtuluş Savaşı’yla onun eksik bıraktıklarını tamamlamaktır. Sosyalizm ancak bunun ardından gündeme gelebilir vb.

“Eylül 1962 tarihini taşıyan Sosyalist Gerçekçilik başlıklı yazısında, ‘Ortaçağ kalıntılarından henüz kurtulamayan memleketimizde feodalite büyük burjuvazinin müttefiğidir’ diyen D. Avcıoğlu, Türkiye’nin ‘feodalizmin ve emperyalizmin saltanatı’ altında olduğunu belirttikten sonra, ünlü soruyu soruyor: ‘Ne yapmalıyız?’

“Cevap şöyle: ‘Özetlersek, memleketimiz ne Ortaçağın ne de emperyalizmin hakimiyetinden kurtulamamıştır. Atatürk’le başlayan, milli kurtuluş hareketi tamamlanamamıştır. Türkiye bugün, birçok az gelişmiş memleket gibi, milli kurtuluş hareketi safhasında bulunmaktadır. Bu hareket başarıya ulaşmadıkça, demokrasi ve sosyalizm yolunda ilerleme kaydetmek mümkün değildir. Sosyalizme giden yol, milli kurtuluş hareketlerinden geçmektedir.’

“O halde sosyalizmin bugün temel meselesi anti-emperyalist ve anti-feodal mücadeledir. Bu mücadelede işçi sınıfı yalnız değildir. Mücadele bütün demokratik ve vatansever kuvvetleri ilgilendirir...’

“Bunlar 1962’de söyleniyordu. 1966’da, yine Yön sayfalarında, ‘Milli Kurtuluş Savaşı’ ifadesi marksist terminolojiye uydurulmak üzere Milli Demokratik Devrim halini aldı (Mihri Belli). Fakat ‘sosyalizmin bugün temel meselesi, anti-emperyalist anti-feodal mücadele’ olarak kaldı. Şubat 1980’de TDKP Kuruluş Kongresi toplandığında, Türkiye’de sosyalizmin temel meselesi, TDKP için, hala ‘anti-emperyalist anti-feodal’ devrimdi. Zira ‘emperyalist egemenliğin temeli feodalizm olmaya devam ediyor’du ve bu nedenle devrim, emperyalizmin ve feodalizmin egemenliğine -‘saltanatı’na!- yönelmeliydi.

“MDD Hareketi’nden geçerek TDKP’ye miras kalan Yöncü iktisadi tahliller, MDD Hareketi’nde marksist bir görünüme bürünerek TDKP’ye ve bu arada tüm devrimci hareketimize miras kalan ‘geride kalmış görevler’e  teorik dayanak oldular. Yöncüler Türkiye’nin en kalburüstü aydınları olarak şüphesiz Türkiye’nin toplumsal gerçeklerinin bilincindeydiler. Ama temsil ettikleri sınıf konumu, burjuva gelişmenin geride bıraktığı sorunlardan ötesine kesinlikle kapalı, modern gelişmenin ortaya çıkardığı çelişki ve görevleri küllemeye ise tümüyle uygundu. Bu son derece bilinçli tutum, işçi sınıfını kendi yedeğine almayı, kuyruğuna takmayı hedefliyordu. TDKP’nin darkafalı küçük-burjuva yazarları ise, bu burjuva ideolojik mirası Marksizm adına dogma düzeyine çıkardılar. Böylece, proletaryayı geri görevlere mahkum ederek, aynı niyetle hareket etmeseler bile, bir başka yoldan aynı amaca hizmet ettiler.
(...)  

“Elbetteki, milliyetçi burjuva bir akım olan, marksist olmak gibi açık bir iddia taşımayan Yön Hareketi’nin devrimci hareketimiz üzerinde ideolojik etkisi doğrudan değildir, olamazdı. Arada MDD Hareketi halkası vardır. Yön’ün çeşitli konulardaki etkisi MDD Hareketi üzerindendir.

“İlk açık çıkışını Yön sayfalarında yapan MDD Hareketi, iktisadi toplumsal yapı, sınıflar, Kemalizm, ‘asker-sivil-aydın zümre’, ordu ve genel olarak Cumhuriyet tarihi olmak üzere çeşitli temel konularda Yön Hareketi’yle, özellikle lideri D. Avcıoğlu ile aynı ya da benzer görüşlere sahipti. O günün Türkiye’sinde ‘toplumun önündeki devrimci adımın hangisi olduğu’ konusunda da benzer görüşleri savunmaktaydı her iki hareket. Farklılık bir ölçüde bu adımın kapsamı, daha çok da sonrasına ilişkindi. ‘Sosyalist Gerçekçilik’ konusunda Mihri Belli, D. Avcıoğlu ile temelde aynı görüştedir: Sosyalizm günün değil, yarının meselesidir. Günün meselesi anti-emperyalist, anti-feodal demokratik devrimdir; Milli Demokratik Devrimdir.

“Yön’ün 5 Ağustos 1966 tarihli 175. sayısında, Demokratik Devrim: Kime Karşı, Kimle Birlikte başlıklı yazısıyla, Mihri Belli etkisi bugüne dek süren MDD Programını ana hatlarıyla ilk kez açıklamış oldu. Bu yazısında, ‘Türkiye toplumunun önündeki devrimci görev, Türkiye’nin bağımsızlığını gerçekleştirerek feodalizmi tüm izleriyle ortadan kaldır’maktır diyen Mihri Belli, şöyle devam ediyordu:

‘Buna kısaca demokratik devrim diyoruz. Çünkü milli bağımsızlığın gerçekleştirilmesi ve feodalizmin ortadan kaldırılması, demokratik devrimin iki ana görevidir. Demokratik devrim, gelişme halinde Türkiye toplumunun önünde zorunlu bir aşamasıdır, ama yalnızca bir aşamadır. Bizi sosyalist Türkiye’ye götüren, geçilmesi zorunlu bir aşama.’

“Bu paragraf o günden bugüne Türkiye’de birçok bakımdan birbirinden farklılaşan tüm devrimci grupların değişmeyen ortak programatik temellerini özetliyor. Şu farkla ki, kapitalist gelişmenin düzeyi ve sonuçları konusunda (sürmekte olan bu gelişmenin de yardımıyla) daha gerçekçi sonuçlara ulaşan birçok grup, feodalizm vurgusunu bir yana bırakmıştır. Bu vurgu yalnızca 1970’lerin maocu gruplarında ve Çin devrimi formülleri kopyacılığının etkisiyle yaşayabilmiştir. Bugün ise resmi görüş olarak yalnızca TKP-ML/TİKKO ve TDKP’de hala devam etmektedir.” (Devrimci Demokrasi ve Sosyalizm, Eksen Yayıncılık, 2. baskı, s.39-44)

Son söz yerine

‘60’lı yılların Türkiye kapitalizminin gelişme sürecinde kritik bir geçiş evresi olduğu, aynı şekilde, bu geçiş evresinde klasik türden orta sınıfın, yani milli burjuvazinin tasfiye olduğu ve dönüştüğü daha önce hatırlatılmıştı. İşte Yön’cü akım, bu sınıfın klasik konumuyla tasfiye olduğu, yeni konumuyla tekelci burjuvaziye ve onun üzerinden emperyalizme bağlandığı bir evrede, bu sınıfın klasik konumuna uygun düşen bir anti-emperyalist perspektif ortaya koyuyordu. Bir başka ifade ile, emperyalizme karşı burjuva demokratik ulusal bir tutumun taşıyıcısı olabilecek bir sınıfın tasfiye olduğu bir evrede, kalkıp onun adına bir tutum geliştiriyordu. Bu tutumun çok geçmeden çökmesi, ‘70’li yıllara neredeyse hiçbir politik iz devretmeden silinip gitmesi bu nedenle hiç de şaşırtıcı değildir. Şaşırtıcı olan orta sınıf aydınlarının 12 Mart’la birlikte yıkılan hayallerinin ideolojik ifadesi olan argümanların, devrimcileştirilmiş biçimiyle bugün hala geleneksel devrimci akımın şahsında yaşıyor olmasıdır. Oysa ‘60’lı yılların orta sınıf aydınları toplumsal gerçekliği anlamakta gecikmediler. Hayallerini bir yana bırakarak, ideolojik temsilcisi oldukları sınıfla aynı yolu izleyerek tekelci burjuvaziye, onun düzenine bağlandılar. Artık anti-emperyalizmin değil emperyalist globalleşmenin, milli kalkınma yolunun değil emperyalist entegrasyonun, devletçiliğin değil özelleştirmenin savunusunu ve teorisini yapıyorlar.

Türkiye’nin modern tarihi, bu tarihin bugün ortaya çıkardığı iktisadi ve sosyal ilişkiler tablosu, Türkiye’nin burjuva demokratik karakterde bir “ikinci milli kurtuluş savaşı” yaşayamayacağını gösteriyor. Birinci milli kurtuluş savaşına Türk milli burjuvazisi önderlik etmişti. Böyle bir sınıf bugünün Türkiye’sinde artık yoktur. ‘71 devrimci hareketi aynı misyonu, yani burjuva demokratik bir kurtuluş hareketinin toplumsal dayanağı olabilecek bir sınıfı, köylülük üzerinden düşünmüştü. Oysa bugünün Türkiye’sinde artık “bir bütün olarak köylülük”, yani bir kast sınıf olarak köylülük de yoktur. Kapitalist gelişme köylülük içindeki farklılaşmayı ileri boyutlara vardırmış, yoksul kesimlerini proletaryaya yaklaştırmış, zenginleşip burjuvalaşan kesimlerini ise kapitalist düzene bağlamıştır. Milli burjuvazi ve “bir bütün olarak köylülük” artık yok. Dolayısıyla emperyalizme karşı burjuva demokratik ulusal gelişmenin toplumsal tabanını oluşturacak bir toplumsal sınıf bugünün Türkiye’sinde yok.

“Birinci milli kurtuluş savaşı”nın açtığı yol, Türkiye toplumunda, kapitalizmin egemenliğini hazırladı ve bu sınıfları dönüştürdü. Emperyalist egemenlik bugün artık bu kapitalist temellere oturuyor. Türkiye’nin emperyalist kölelikten kurtulması, “birinci milli kurtuluş savaşı”nın eksik bıraktığı şeyi, yani siyasi bağımsızlığı iktisadi ve mali tam bağımsızlıkla birleştirmesi, ancak Türk burjuvazisinin, onun kapitalist sınıf egemenliğinin yıkılması ile, yani sosyal muhtevaya oturan bir kurtuluş mücadelesi ile, yani uluslararası sermaye cephesini yararak dışına çıkmayı olanaklı kılacak bir proleter devrim ile mümkündür. Gerisi ‘60’lı yılların orta sınıf aydınlarının günümüzün küçük-burjuva yarı-aydınlarına miras olarak bıraktığı boş hayallerden, burjuva demokratik önyargılardan başka bir şey değildir.

(Bağımsızlık ve Devrim,
H. Fırat, Eksen Yayıncılık, s. 258-272)


Üste