Logo
< Parti çalışmasının güncel sorunları

7. yılında Parti her açıdan daha ileride!.. Güne yüklenmek ve geleceğe hazırlanmak!


7. yılında Parti her açıdan daha ileride!..

Güne yüklenmek ve geleceğe hazırlanmak!

 

Partimizin kuruluşunu hazırlayan ve yaklaşık 10 yılı bulan süreci onun kuruluş sonrasından ayrı düşünmek olanaklı değildir. Bu açıdan bakıldığında 7. mücadele yılına girmiş bulunan partimiz gerçekte 17 yıllık bir siyasal ve örgütsel birikim ve deneyim üzerinde yükseliyor.

Olağan takvim yılı olarak düşünüldüğünde 17 yıl nispeten uzun bir süredir ve oysa biz, birçok açıdan henüz yolun başında sayılırız. Bu ağır ilerleme temposunun bizim eksikliklerimizle, yetersizliklerimizle ve hızımızı kesip bize fazladan zaman kaybettiren kusurlarımızla elbette bir bağı vardır. Fakat sorun temelde bizi aşmaktadır, öznel kusurlardan çok nesnel koşullarla ilgilidir.

Öte yandan tüketilen zamana yaklaşırken de yanılgıya düşmemek gerekir; toplumların tarihsel evriminde ve siyasal mücadelede takvim yıllarının kendi başına bir anlamı yoktur. Burada zamanın, dolayısıyla yılların gerçek anlamını belirleyen, gelişmenin diyalektik özelliğidir. Buna ilişkin derin diyalektik kavrayışı ve ölçüyü biz marksistler bizzat Marks’ın kendisinden ve en veciz ifadelerle almış bulunuyoruz. Tarihin yavaş ve evrimsel bir ilerleyiş içinde olduğu zamanlarda “20 yıl, bir günden fazla değildir”diyen Marks, ama “daha sonra yirmi yılı kapsayacak günler gelebilir”diye vurgulamıştır. Bununla bize tarihsel evrimin ağır ilerleyiş dönemleri ile bunu kaçınılmaz olarak izleyecek olan sıçramalı gelişmelerin diyalektik bütünlüğüne nasıl bakmamız gerektiğini anlatmak istemiştir.

Bu, zamana devrimci diyalektik yaklaşımdır ve Türkiye’nin 12 Eylül faşist darbesiyle başlayan son 25 yılına, ve elbette bu arada inşa süreci de dahil partimizin geride bıraktığı 17 yıla nasıl yaklaşmamız gerektiğine de ışık tutmaktadır. Bu devrimci diyalektik yaklaşım aynı şekilde partimizin güne yüklenerek geleceğe hazırlamaktan ne anladığına ve anlatmak istediğine de ışık tutmaktadır.

10 yılı parti inşa süreciyle geçen geride bıraktığımız 17 yıl dünyada esası yönünden, yıkılışlar ve yenilgiler, devrimden kaçış ve devrimci akımlarda büyük çapta zayıflama, devrimci sınıf mücadelesinde geride kalan yüzyıl içinde görülmemiş boyutlarda bir gerileme, ve elbette tersinden, burjuva gericiliğinin muazzam ölçülerde güç kazanması ve karşı saldırısı ile karakterize oldu. Olayların akışı daha ‘90’lı yılların ortasından itibaren kendi içinde yeni dönemin, sistemle karşıtları arasındaki büyük tarihi hesaplaşmanın yeni bir evresinin ilk belirtilerini açığa çıkarıp o günden bugüne zaman içinde güçlendirdiyse de, yine de dünya ölçüsünde esası yönünden dönemi belirleyen, ideolojik, politik ve moral açıdan burjuva gericiliğinin genel egemenliği oldu. Türkiye’de durum bütün bu açılardan çok daha da kötü idi. Zaman zaman bunun aşılmasına yönelik bazı kısa ömürlü ve daha çok da kısmi kalan çıkışlar yaşandıysa da, sözkonusu dönemde sonuç esası yönünden değişmedi. (Denebilir ki bugünün Türkiye’sinde, özellikle de günümüzde şoven milliyetçiliğin kazandığı yeni boyutlardan dolayı, burjuva gericiliği bu aynı dönemin en güçlü evrelerinden birini daha yaşamaktadır.)

Dünyanın genelindeki ters gidişin Türkiye’ye bu denli ağır biçimde yansımasının gerisinde kuşkusuz olayların bizdeki kendine özgü seyri yatmaktadır. Herşeyden önce bizde, dünyanın genelini etkileyen ‘89 yıkılışı öncesinde yaşanan ağır bir faşist askeri darbe dönemi ve devrimci hareketin buna eşlik eden büyük yenilgisi var. Dünyadaki yıkılış bizde bunun üzerine gelmiş, bu nedenle çok daha ezici ve tasfiye edici bir etkide bulunmuştur. Faşist askeri darbe döneminde örgütlü toplumsal muhalefet ve devrimci hareket ezilmekle kalmadı, yılları bulan kapsamlı bir operasyonla Türkiye toplumu da derinlemesine depolitize edildi. Sonraki dönemde ağır baskı ve sömürü koşullarına karşı büyük ölçüde kendiliğinden yaşanan yaygın kitlesel hareketlenmelerin yıllar boyu ve halen bir türlü politik bir mecraya sıçrayamamasında bunun sanılandan da önemli bir etkisi oldu. Öte yandan devrimci hareket, faşist darbeyi izleyen ağır yenilginin ve onun yarattığı büyük tasfiyeci savrulmaların etkilerini henüz daha atamamışken, bu kez ‘89 yıkılışının sarsıcı etkileri altında yeni bir tasfiyeci döneme girdi. Yenilginin ve yıkılışın devrimci hareketin tasfiyesini hızlandıran ve devrimci sınıf mücadelesinin gelişimini zayıflatan etkisini, kendine özgü bir tarzda Kürt hareketinin tasfiye edici etkisi tamamladı.

Yenilginin (12 Eylül) ve yıkılışın (‘89) yaratığı etki ve sonuçlar yeterince açık olmakla birlikte bu sonuncusunun, Kürt uyanışı ve hareketinin, devrimci hareket ve sınıf mücadelesi üzerindeki belirgin geriletici, dahası tasfiye edici etkisi, Türkiye solunda henüz doğru dürüst anlaşılmış ve dolayısıyla tartışılmış değildir. Oysa dönemi bütünlüğü içinde kavrayabilmek için Türkiye’nin neredeyse son 20 yılına damgasını vurmuş bu özel gelişmenin devrimci sınıf mücadelesi ve bunun bir parçası olarak devrimci hareket üzerindeki çelişik etkisini yerli yerine oturtabilmek gerekir. (Sorunun bu yönüne ilişkin kısa bir değerlendirme ile onu tamamlayan eski bir metne bu sayımızda ayrıca yer veriyoruz.)

Bugün TKİP’de temsil edilen Türkiye’nin komünist hareketi, denebilir ki her açıdan olumsuz olan bu tarihsel ortamda doğdu, yaşama gücü ve gelişme dinamizmi kazandı, sonuçta bugün tutmakta olduğu belirgin yere geldi.

‘80’li yılların sonunda yoğunlaşan yenilgi sonrası iç ayrışma ve saflaşmaların partili düzeyde bugüne taşıdığı biricik gerçek hareketin TKİP olması, elbette açık ve sağlam bir mantığa dayanmaktadır. Bugün TKİP’de temsil edilen hareket, kelimenin en tam anlamında yenilginin dersleri temelinde ortaya çıkmış, bağrından doğduğu küçük-burjuva halkçı devrimci-demokratik hareketle ideolojik ve programatik düzeyde hesaplaşarak ve bunu zaman içinde işçi sınıfı devrimciliğinin gerektirdiği tüm öteki sonuçlarına vardırarak partili düzeye ulaşmıştır. Bu sayededir ki tarihsel açıdan son derece olumsuz bir atmosferde, üstelik kadrosal ve örgütsel açıdan denebilir ki sıfır olanaklarla yola çıktığı halde, kendini varedecek ve bugüne taşıyacak ideolojik, politik, örgütsel ve moral güç ve olanakları yaratıp ortaya koyabilmiştir. Bu aynı dönemde 20-30 yılın parti ve örgütlerinden bir kısmı tasfiye olurken, öteki bir kısmı devrimi terkedip ılımlı çizgide düzen bataklığına gömülürken, herşeye rağmen devrimde ısrarlı görünenler ise kısır bir döngü içinde kendilerini parça parça tüketirken, TKİP’nin ihtilaci sınıf çizgisinde kendini varedebilmesinin ve bugüne taşıyabilmesinin sırrı da buradadır.

Kuşkusuz bu kolay da olmamıştır; tersine, bugün varılan yere, sayısız türden güçlüklerin, engellerin, engellemelerin, güç ve olanaklardan yoksunluğun bilinç ve irade gücüyle adım adım aşılması, sayısız düşman operasyonunun yıkıcı ve güçten düşürücü etkilerinin aynı bilinç ve irade gücüyle göğüslenmesi sayesinde, sarsan fakat devirmeyen her darbenin sonuçta güçlendireceği bilinciyle hareket edilerek varılmıştır. Belki daha da önemlisi, daha en başından beri, yani birkaç kişiyle yola çıkılan o ilk andan itibaren, kendini çeşitli türden zaaf ve zayıflıklar, yer yer dava konusunda tereddütler olarak gösterebilen, koşulları oluştuğunda ilkeleri ve ideolojik ayrım çizgilerini önemsizleştiren liberal tasfiyecilik biçimine bürünebilen, ve nihayet en zayıf olanlar şahsında açıkça dönekliğe ve mücadele kaçkınlığına varabilen iç zayıflıklara karşı çok yönlü mücadeleler içinde varılmıştır aynı zamanda. Bir başka ifadeyle, bizi partiye ulaştıran ve bugüne getiren sürece, her aşamada zaaf ve zayıflıkların altedilmesi, bunu şahsında cisimleştiren zayıf öğelerin kendiliğinden elenmesi ya da bilinçli bir tutumla kusulması süreci eşlik etmiştir. TKİP’nin kendine özgü gelişmesi sancısız ve çelişkisiz olmak bir yana, tersine, her alanda zorlu iç mücadeleler eşliğinde ilerlemiş, her açıdan devrimci diyalektiğin yasaları ve mantığı içinde gerçekleşmiştir.

İdeolojik cephe: Üstünlükler
ve zayıflıklar

Bu gelişmenin tayin edici faktörü hiç kuşkusuz ideolojik-politik çizgidir. Geleneksel küçük-burjuva devrimciliğini işçi sınıfı devrimciliği yönünde aşmayı olanaklı kılan marksist-leninist ideolojik-politik çizgi olmasaydı, daha baştan köşe taşlarıyla ortaya konulamasaydı, öteki hiçbir şey olanaklı olamazdı. Bu çizgi sayesindedir ki, kişiler geçici fakat komünist hareket ve onun bugünkü partili gelişme düzeyi olarak TKİP kalıcı olabilmiştir. Sıfıra yakın güç ve olanaklarla yola çıkıldığı halde bu çizgi sayesinde pratik-örgütsel gelişmenin yolu açılmış, doğru devrimci çizgi kendi devrimci örgütünü ve pratiğini dinamik bir güçle üretmiş ve zaman içinde büyütmüştür. Daha baştan önemli güçlerle yola çıkıp da kısa zamanda üstelik herhangi bir iz bırakmadan dağılıp giden çok sayıda “yeni” grup ile bugün TKİP’de temsil edilen komünist hareketin farkı buradadır.

TKİP bugün, ana gövdesiyle Türkiye solunun ideolojik kimliğini belirleyen popülizme, demokratizme ve liberalizme karşı ilkeli ideolojik mücedeleler içinden geliştirilen sağlam bir ideolojik-teorik temele, bu temel dayalı devrimci bir sınıf programına, bu programın ürünü açık bir devrimci stratejiye ve bu stratejiye hizmet eden ilkelere dayalı taktik bir çizgiye sahiptir. Bu alandaki üstünlüğün anlamını tam olarak değerlendirebilmek için bugünün Türkiye’sinde devrimci olmak iddiasındaki parti ve örgütlerin tablosuna bakmak yeterlidir. Bugünün geleneksel küçük-burjuva akımlarını belirleyen ana özellik, teorik planda belirgin bir kafa karışıklığı ve bunun ifadesi olarak da ideolojik boşluk ve belirsizliktir. Bu boşluk ve belirsizliğin politik mücadelede yansıması, stratejik hedeflere ve önceliklere dayanmayan ve ona bağlanmayan bir gündelik kendiliğinden sürüklenme olmaktadır. Bugün siyasal yaşamı 30 yılı bulduğu ya da hatta aştığı halde hala resmen bir programdan bile yoksun olabilen parti ve örgütler var Türkiye’de. Öte yandan resmen ortaya bir program koymuş görünseler de, bunu yaptıktan üç-beş sene sonra izledikleri gerçek çizgi karşısında programları tümüyle boşluğa düşmüş olanlar var. Ya da resmen bir program ortaya koyduktan sonra dönüp ona bakmak ihtiyacı duymayan, programları ile gündelik siyasal mücadeleleri arasında herhangi bir ilişki ve bütünlük bulunmayanlar, dahası bunun farkında olmayan ya da farkında olsalar bile sorun etmeyenler var. Programsızlık haliyle, açık biçimde tanımlanmış bir devrim anlayışından ve buna dayalı bir stratejik çizgiden yoksunluk olarak da kendini bütün açıklığı ile göstermektedir. Adeta alameti farika kabilinde iktidar sloganlarına sahip olmak ‘80 öncesi Türkiye devrimci hareketinde genel bir davranış olduğu halde, bugünün Türkiye’sinde hangi iktidar sloganı ya da sloganları ile hareket ettiklerini dahi bilemediğimiz parti ve örgüterin varlığı da aynı boşluğun bir başka dikkate değer yansımasıdır.

Bugünün Türkiye’sinde programı, stratejisi ve taktiği arasında organik bir bütünlük bulunan, gündelik çalışma ve mücadelesini bu temele oturtan, bunu teori ile pratik bütünlüğünün, dolayısıyla ilkesel ve ideolojik tutarlılığın şaşmaz ölçüsü sayan tek gerçek parti, yazık ki yalnızca TKİP’dir. Bu, hiçbir biçimde övünmeye değil, fakat partinin bu alandaki üstünlüğünü ve bu üstünlüğün bugünün sol hareket tablosu içinde bize yüklediği çok özel sorumlulukları vurgulamaya yönelik bir tespittir.
Fakat öte yandan, sol hareketin bu gerçekleri partinin ideolojik çizgi ve program alanındaki üstünlüklerinin anlamını ve önemini ortaya koysa da, tam da bu aynı alanda halen içinde bulunduğu zayıflıkların önemini hiçbir biçimde azaltmamaktadır. Gelinen yerde bunun üzerinde daha dikkatli bir biçimde durmak zorundayız.

Son yıllarda partinin ideolojik çalışmasında ve mücadelesinde yaşanan belirgin zayıflama açık bir olgudur. Kuruluş kongresini izleyen dönemde darbeler ve kayıplarla partinin önderlik yapısında yaşanan zayıflamanın sonuçlarını en belirgin biçimde gösterdiği alanlardan biri, belki de birincisi budur. Örgütsel inşayı ilerletmek ve politik çalışmayı güçlendirmek kaygısı, ki bu tümüyle yerinde bir kaygıdır, öte yandan ideolojik çalışma ve mücadeleyi zayıflatma sonucuna yolaçabilmiştir. Oysa bu alanda partiyi halen bekleyen son derece önemli görevler vardır. Denilebilir ki parti bu alanda da halen birçok bakımdan işin daha başındadır. Geride kalan tarihi dönemden devralınan çok yönlü sorunlar ile dünya ölçüsünde ve Türkiye’de giderek karmaşıklaşan gelişmeler tablosu, teorik çalışmaya ve ideolojik mücadeleye muazzam bir önem kazandırmaktadır.

Öte yandan partinin mevcut ideolojik birikimi halen büyük ölçüde genç ve taze güçlerden oluşan parti kadrolarına gereğince maledilebilmiş de değildir. Buna yönelik müdahaleler, yeterli bir ısrar ve pratik çalışmayla başarılı biçimde bağdaştırılabilen bir planlamaya dayanamadığı ölçüde, halen istenilen sonucu verebilmiş değildir. Parti belki ilk sırada saydığımız zayıflıktan da önce bu ikincisine yüklenmelidir. Zira eldeki birikimi parti kadrolarına derinlemesine maledebilmek, partiyi tüm alanlarda olduğu gibi ideolojik çalışma ve mücadeleye yönelik yeni çalışmasında da güçlendirecek ve rahatlatacaktır. Bir partinin ideolojik birikimi ve gücü onun toplamı üzerinden yansıyabilmelidir. Bu ise onun kadrolara maledilebilmesi ölçüsünde olanaklıdır. Oysa halihazırda partinin en zayıf yanlarından biri budur ve bu zayıflık, partinin toplam çalışmasını ve gelişmesini belirgin biçimde frenlemektedir. Planlı önlemlerle ve sistemli yüklenmelerle giderilemediği takdirde, halihazırda zaten olduğu gibi partinin çalışma ve mücadele kapasitesini zayıflatmakla kalmaz, güçlüklerin artması ve koşulların ağırlaşması ölçüsünde partinin birliğini de zaaf uğratabilecek potansiyel bir zayıflık etkeni haline gelir.

Başarısı tayin edici önemde
halka: Sınıf çalışması

Partinin politik çalışması açık ve kesin bir tutumla yıllardan beridir işçi sınıfı üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu tutum partinin dünya görüşü, ideolojik çizgisi ve devrim stratejisi ile tümüyle uyumlu ve tutarlıdır. Tüm güçlüklere ve geleneksel soldan gelen saptırıcı etkilere rağmen partinin bu alanda kesin bir kararlılıkla hareket etmesi, dünya görüşünü ve stratejik çizgisini en kritik halkalarından biri üzerinden sağlamca kavrayıp özümsediğini göstermektedir.

Sınıf çalışmasının başarısı, partimizin geleceği ile devrimci sınıf mücadelesinin geleceğini birarada kesmektedir.
Partimiz komünist sınıf partisi olmak iddiasındadır. Bu iddiayı gerçekten hak edebilmek ve kalıcı biçimde güvenceye alabilmek için mutlak biçimde sınıf tabanına dayanmayı başarmak, aynı anlama gelmek üzere işçi sınıfı hareketiyle tarihi devrimci birleşmeyi sağlamak zorundadır. Bunsuz partinin stratejik hedeflerinde bir ilerleme sağlamak şansı yakalanamayacağı gibi, bugünkü ideolojik-politik kimliğini koruyabilmesi de kolay olmayacaktır. Bu kimlik tarihi olarak işçi sınıfı hareketi dışında ve onunla birleşme öncesinde yaratılabilir ve yaratılmıştır da; fakat ancak bu birleşme sayesinde güvence altına alınıp kalıcı hale getirilebilir. Bu, olumlu ya da olumsuz deneyimlerle tarihin döne döne kanıtladığı temel önemde bilimsel bir gerçektir. Partimizin, tüm güçlüklere ve tarihi ortamdan gelen dezavantajlara rağmen, sınıf çalışmasına kesin bir ısrarla ve inatla, adeta başlagıç döneminin heyecanıyla yüklenmeyi sürdürmesi ve gelinen yerde bu alanda önemli kazanımlar elde etmesi, bu bilimsel gerçeğin bilinciyle hareket etmesinden dolayıdır.

Öte yandan işçi sınıfı hareketinin geleceği ile devrimci sınıf mücadelesini geleceği de birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Sorun stratejik düzeyde her türlü tartışmayı gereksiz kılacak denli açık seçiktir. Türkiye’nin sosyal yapısı ve sınıf ilişkileri tablosu, burjuvazinin karşısında yalnızca öncü değil fakat temel güç olarak da işçi sınıfının durduğunu göstermektedir. Tüm öteki emekçi sınıf ve tabakalar ancak bu eksende, buna tabi olarak bir anlam ve önem taşırlar; devrimci mücadele gücü ve enerjilerinin gerçek manada açığa çıkması, kapitalist sömürü ve yıkıma duydukları öfke ve tepkinin her türlü yozlaştırıcı ve saptırıcı etkiden kurtarılarak devrim yoluna kanalize edilebilmesi, ancak bununla, işçi sınıfının öncü ve temel bir güç olarak siyasal sahnede yerini almasıyla olanaklıdır.

Fakat sorun kısa vadeli olarak, yani güncel sınıf mücadelesi yönünden de farklı değildir. Bugünün Türkiye’sinde devrimci sınıf mücadelesini geliştirmeyi, emekçi kitleleri burjuvazi karşısında etkin bir biçimde harekete geçirmeyi hedefleyen her ciddi siyasal çalışma, kesin biçimde işçi sınıfını eksen almak zorundadır. İşçi sınıfı hareketinde gerçek bir ilerleme sağlanmadıkça, Türkiye’de siyasal gelişmelerin seyrini değiştirebilmenin olanağı yoktur. Son 25 yılın deneyimi olumlu ve olumsuz yönleriyle bunun bir doğrulanmasıdır. Üretim içindeki etkin yeri, mücadele gücü ve kapasitesi, kendi dışındaki emekçi sınıf ve tabakaları etkileme ve ardından sürükleme yeteneği, tüm bunlar yalnızca stratejik manada değil fakat güncel sınıflar mücadelesinin akışı yönünden de işçi sınıfına ezilenler cephesinde benzersiz bir yer ve konum kazandırmaktadır. Dolayısıyla bugünün Türkiye’sinde devrim mücadelesinde ciddi olduğunu iddia eden her devrimci partinin güç ve olanaklarının onda dokuzu ile yükleneceği çalışma sınıf çalışması olmak durumundadır.

Marksist-leninist bir parti olarak TKİP bütün bunların yeterli açıklıkta bilincindedir ve bu bilinç onun pratik yönelimini ve somut siyasal çalışmasını belirlemektedir. Yılları bulan bu inatçı ve ısrarlı yönelim sayesindedir ki, bugün Parti artık her iki ayağıyla da işçi sınıfı alanına basmaktadır. Tüm zorluklara rağmen sabır ve inatla bu alanda adım adım ilerlemektedir. Çalışmanın harcanan emek ölçüsünde sonuçlar yaratamaması, bizim zaaf ve yetersizliklerimizle de bağlantılı olsa bile, temelde bizi aşan nedenlere dayanmaktadır. Türkiye’nin halihazırdaki genel atmosferi (ki bu yıllardan beridir böyledir) tüm olumsuz faktörleriyle sınıf kitlelerini de etkilemekte, dahası onları adeta kuşatmakta, mücadele bilinci, isteği ve inancını felce uğratmaktadır. Buna rağmen çalışma gücü ve ısrarı ile sonuç alma inancını korumak bile parti için önemli bir üstünlük alanı sayılmalıdır.

Yine de sınıf çalışmamızın bir dizi zayıf noktasından sözedilebilir. Çalışma deneyimlerini başarıyla toparlamak ve partinin geneline maletmek; çalışmada ortaya çıkan engelleri ve güçlükleri zamanında saptamak ve aşmanın yollarını bulmak üzere ısrarla üstüne gitmek; çalışma araç ve yöntemlerini amaca ve koşullara uygun biçimde zamanında geliştirmek ve zenginleştirmek, halihazırdaki çalışma üzerinden yansıyan zayıflık noktaları olarak sayılabilir. Bunlara, sendikal hareket cephesinden etkin bir müdahaleyi geliştirmekte yıllardan beridir zayıf, tutuk ve sonuçta başarısız kalmak da önemli bir nokta olarak eklenebilir. Elbette bu alanda da bizi aşan bir dizi güçlük ve zorlu engel var. Fakat bizim bu alana merkezi bir önderlik ve yönlendirme altında etkin bir biçimde yüklenmeyi bir türlü başaramadığımız da açık bir olgudur.

Sınıf çalışmasında bir başka önemli zaaf noktası, bazı kentlerdeki siyasal çalışmanın sınıf eksenine henüz oturamamış ya da gereğince oturamamış olmasıdır. Üstelik bu aynı kentler, daha ilk yıllardan itibaren çalışmaya sınıf ekseninden başladığımız ve bir yere kadar da ilerlemeler sağladığımız yerler oldukları halde. Bu ekseni yitirmek, perspektif kaymasıyla alan değiştirmenin değil, fakat etkili polis darbelerini izleyen yeniden toparlanmanın gerisin geri sınıf çalışması eksenine oturtulmasındaki zorlanmanın bir sonucudur. Yine de bunun üstesinden bugüne kadar çoktan gelinebilirdi. Gelinememesinin gerisinde, bizi aşan nedenlerle oluşan geçici duruma zamanla alışmak ve üstten de buna zamanında etkili müdahalelerin yapılamaması vardır. Bir dönemden beridir ilgili kentlerde biriktirilen güç ve imkanların da elvermesiyle bu zaaf noktasına müdahaleler yapılmaktadır ve önümüzde bunu hızla güçlendirmek, sonuca vardırmak sorumluluğu durmaktadır. Partinin tüm büyük sanayi kentlerindeki siyasal çalışması mutlak biçimde işçi sınıfı çalışması eksenine oturmak zorundadır.

Bütün bunlara rağmen genel olarak parti sınıf çalışmasında doğru yoldadır. Bu alanda günden güne daha çok deneyim edinmekte, daha etkin ve çok yönlü olarak çalışmakta, yeni ilişkiler ve mevziler yaratmaktadır. Bu durumda ipi göğüslemek inat ve ısrarın yanısıra sabır ve soluk işidir. Bunlar ise partide fazlasıyla vardır.

Devrimci sınıf örgütü ve militan
sınıf devrimcileri

Amacı kuruluş yıldönümünü vesile ederek partinin durumuna ve geldiği yere genel çizgiler içinde bakmak olan bir yazıda, kadro ve örgüt sorunlarının güncel durumu ya da ayrıntıları değil bize gerekli olan. Burada şu an için önemli olan, gerçek bir devrimci sınıf partisi olabilmenin temel kriterleri yönünden örgütsel ve kadrosal durumumuzun bugünkü görünümdür.

Partiyi kitle tabanı, örgütsel temel ve kadrosal bileşim yönünden proleter bir sınıfsal kimliğe oturtmak daha en baştan önemle tanımladığımız bir hedefti ve biz bunu, gerçek bir komünist sınıf partisi olabilmenin temel gereği olarak ele alıyorduk. Bu, gerçekleştirilmesi ancak zaman içinde olanaklı olabilecek bir hedef idi kuşkusuz. Buna ulaşabilmek, sosyalizm ile sınıf hareketinin tarihsel birliği olarak tanımladığımız hedef doğrultusunda ilerleyebilmek ölçüsünde bir gerçeklik kazanabilirdi. Bu ikisi aynı sürecin genel ve özel boyutlarından başka bir şey değildir gerçekte. İkincisinde, sınıf hareketiyle birleşme stratejik çabasında yetersiz kalındığı ölçüde, bu aynı sürecin örgütsel ve kadrosal boyutundan başka bir şey olmayan ilkinde de yetersiz kalınacağı açıktır. Nitekim partinin halihazırdaki durumu da budur.

Fakat sınıf çalışmasında aldığımız mesafe ve yarattığımız birikim ölçüsünde bunun örgütsel ve kadrosal planda da sonuç verdiği bir gerçektir. Toplam örgütsel varlığımızın denebilir ki dörte üçünü oluşturan çalışma bölgelerinde parti her açıdan sınıfla temas halindedir. Örgüsel konumlanma buna göre düzenlemiş, kadrosal güç bu doğrultuda bir çalışma için sokulmuş, siyasal ve örgütsel çalışmanın kendisi buna kilitlenmiş durumdadır. Ve bu sayededir ki, kitle ve sempatizan ilişkilerimizin yapısı da giderek belirgin biçimde proleter bir niteliğe bürünmektedir.

Sınıf hareketinin yılları bulan belirgin zayıflığı bizzat işçilerden ileri düzeyde kadrolaşmayı zora sokmakta, bu süreç bizi de aşan nedenlerle ağır ilerlemektedir. Böyle olunca, çok sayıda fabrikada çalışabildiğimiz, bizzat fabrikalarda çalışan çok sayıda kadro ve sempatizanın ötesinde çeşitli türden fabrika işçi ilişkelerine sahip olduğumuz halde, parti örgütlenmesini fabrika zeminine taşımakta henüz belirgin biçimde zorlanıyoruz. Daha etkin ve yaratıcı yol ve yöntemlerle çalışmak, işçi ilişkilerinin eğitimi ve nitelik olarak geliştirilmesine daha özel bir dikkat göstermek, deneyimlerimizden daha bilinçli ve özenli bir biçimde yararlanmak vb., bize bu alanda daha çok mesafe aldıracak olsa bile, yine de bu çabalarımızın bugünkü koşullardan gelen belli sınırları olduğu ve olacağı konusunda gerçekçi de olmak zorundayız.

Bu gerçekçilik rehavet nedeni değil fakat bir kez daha inat ve ısrar, sabır ve soluk kaynağı olabilmelidir bizim için. Partiyi kitle temeli, örgütsel zemin ve kadrosal bileşim olarak proleterleştirmek hedefi bizimi için taktik bir evrenin değil fakat bütün bir devrim sürecinin sorunudur. Soruna buradan bakmalı, güçlüklerimizi bu bakış açısıyla ele almalı ve tüm gücümüzle hedefe yüklenmeye devam etmeliyiz. Bugün bu alanda geldiğimiz yer kesinlikle azımsanacak gibi değildir. Partinin sınıf çalışmasında etkin olduğu bölgelerden birinin yakın günlerdeki raporunda, olağan bir şeyden sözedercesine, “yoldaşlarımızın, sempatizanlarımızın ve ilişkilerimizin neredeyse tamamı işçilerden oluşmaktadır” denilmektedir. Bu yalnızca bir örnektir ve nereden nereye geldiğimiz, daha da önemlisi, bu çizgide daha kararlı ve etkin bir biçimde ısrar edersek nerelere varacağımız konusunda bir fikir vermektedir.

Örgüt ve kadro sorunları çerçevesinde temel önemde bir başka sorun, devrimci militan bilincin ve kimliğin sistemli bir çabayla pratik içinde sürekli güçlendirilmesidir. İhtilalci kimlik marksist-leninist bir parti olarak partimizin temel vasıflarından biridir. Bu kimliğin temel önkoşulu dünya görüşü ve bunun ürünü politik çizgidir. Parti bu açıdan başından itibaren güçlü bir konumdadır. Fakat dünya görüşü ve politik çizgi, ancak devrimci örgütsel yaşam ve pratik içinde geliştirilebilecek olan devrimci kimliğin yalnızca zorunlu birer önkoşuludur. Sonuçta tayin edici olan bu ikincisidir, devrimci örgütsel yaşam ve pratiktir.

Kadro ve sempatizanlarımız, bir bütün olarak parti örgütümüz, adeta soluksuz bir gündelik çalışma pratiği içindedir ve bu binbir türlü engeli ve güçlüğü göğüsleme ile birlikte gitmektedir. Kuşkusuz eğitici ve devrimcileştirici bir pratiktir bu. Fakat kendi başına asla yeterli değildir. Devrimci ruh ve kimliğin sürekli diri tutulması, günden güne geliştirilip güçlendirilmesi, bilinçli ve çok daha özel çabaların konusu olabilmelidir. Dönem iki açıdan devrimci kimliği zayıflatıcı etkide bulunmaktadır. Bunlardan ilki, siyasal yaşamdaki genel durgunluk ve bunun bir yansıması olarak da halihazırda devrimci bir kitle hareketinin yokluğudur. İkincisi ise, bu nispi durgunlukla kıyaslanamaz ölçüde şiddetli baskı ve terör ortamıdır. Özel olarak devrimci bilinci ve kimliği hedef alan F tipi saldırısının kapsamı ve şiddeti bile kendi başına bunun bir ifadesidir. Bu iki kaynaktan gelen ve büyük ölçüde kendiliğinden etkide bulunan kemirici etkilere karşı, parti saflarında çok bilinçi ve sistemli bir eğitim ve mücadele yürütmek durumundayız. Partinin bilinçli ve deneyimli, kararlı ve soluklu, gözüpek ve fedakar, işçi sınıfı devrimciliğini her açıdan kişiliğinde somutlamış, çalışmanın ve mücadelenin çok yönlü görevleri içinde pişmiş, ihtilalci kadro ve militanlara ihtiyacı vardır. Üstelik olabildiğince çok sayıda. Parti bu türden kadro ve militanları çok bilinçli ve yöntemli bir çaba içinde eğitip hazırlamakla yükümlüdür.

Parti örgütünü derinlemesine ve genişlemesine büyütmek sorunu da, sonuçta bu türden yeterli sayıda kadroya sahip olabilmek ölçüsünde çözülebilir. Sorun burada basitçe yeterli sayıda kadro değil, fakat çok daha önemli olarak yeterli devrimci niteliklere ve kapasiteye sahip seçkin kadrolar sorunudur. Bunlar olmaksızın, bugünün Türkiye’sinde parti örgütünü özellikle genişlemesine emin bir biçimde büyütmek olanağı yoktur. Deneyimlerimiz bunu bize bütün açıklığı ile göstermektedir. Fakat güçlükleri ne olursa olsun sonuçta parti örgütünün böyle bir büyüme sorunu vardır. Dahası gelinen yerde buna şiddetle ihtiyacı da vardır. O halde bunu olanaklı kılacak, bu ihtiyacı karşılayacak kadroların hızla yetiştirilmesi doğrultusunda gerekli sistemli ve yöntemli çabayı harcamak partinin görevidir.

Örgüt cephesinde bir öteki temel önemde sorun, illegal örgüt ve çalışma ile yarı-legal ve legal örgütlenme ve çalışma arasındaki ilişki, denge ve uyumun halihazırda ciddi bazı kusurlar taşıyor olmasıdır. Partinin güvenliği yönünden bu sorunu açıktan tartışmak çok da uygun ve gerekli değildir. Parti bunu kendi içinde yapmalıdır. Burada şu kadarını söyleyebiliriz; bu, geçmiş yıllardaki darbe ve kayıpların yarattığı ve gelinen yerde önemli ölçüde hafifletilmiş bir zayıflık alanıdır. Partinin örgütsel omurgasını oluşturan bölgelerde sorun önemli ölçüde yeniden dengeye oturmuş durumdadır. Gelinen yerde bunu partinin tüm çalışma bölgeleri için genelleştirmek sorunu var önümüzde.

Güne yüklenerek geleceğe hazırlanalım!

Türkiye bir sonu gelmeyen sorunlar ve bunalımlar ülkesidir. Bu, son 40-50 yılın açıklıkla ortaya koyduğu bir gerçekliktir. Dahası Türkiye, dünyanın en bunalımlı bölgesinin tam orta yerindedir ve işbirlikçi burjuvazinin Amerikan emperyalizm ile ilişkilerinin seyri, iç bunalım dinamiklerine şiddeti bunlardan aşağı kalmayacak dış dinamiklerin de ekleneceğini göstermektedir.

Burjuvazi, son 25 yılın sınıf mücadelesi yönünden zayıf ve sorunlu dönemini en iyi biçimde kullanarak, bugüne kadar işçi sınıfına ve emekçilere kendi koşullarını büyük bir kolaylıkla dayatmayı başardı. Halen de işi bu çizgide götürmektedir. Fakat bütün bu kapsamlı ve çok yönlü saldırıların, baskı ve sömürünün, ağırlaşan yaşam koşullarının, dipten dibe geleceğin büyük patlamalarını mayaladığından da hiç kuşku duymamak gerekir. Bugün Türkiye’nin işçisi ve emekçi insanı denebilir ki burnundan soluyor; fakat çok farklı nedenlerin birleşik etkisi altında, henüz öfkesini pratiğe dökemiyor ve sınıf mücadelesi kanalına akıtamıyor. Elbette bu hep böyle sürmeyecektir, bu öfke ve birikimin kitlesel patlamalar halinde kendini dışa vuracağı günler de gelecektir. Bunun zamanını kuşkusuz kestirmek olanağı yoktur, fakat bu zamanın eninde sonunda geleceğine de kuşku yoktur.

O halde biz işimize bakalım; günlük çalışmaya en iyi ve etkin biçimde yüklenerek geleceğe, gelmesi kaçınılmaz fırtınalı günlere hazırlanalım.

Bu hazırlıkla bir yandan geleceğin çatışmalı günlerini mümkün mertebe yakınlaştırmayı, öte yandan beklenmedik biçimde patlak verdiklerinde de onları en iyi biçimde karşılamayı amaçlamalıyız. Bu çatışmalı günler hemen yarın gelecekmiş gibi bugünden hazırlanalım, fakat bir 25 yıl daha gelmeyecekmiş gibi de soluklu davranalım. Marks’ın devrimci diyalektiğin en veciz ifadesi sayılması gereken sözlerini hep akılda tutalım. Uzun ve sıkıntılı geçen 20 yılın zamanın devrimci diyalektik kavranışı içinde gerçekte bir gün bile etmediğini, fakat gelecekte bu 20 yıla bedel günlerin de geleceğini ve bu türden günlerin bizi kenara savurup rüzgar gibi geçip gitmemesinin de büyük ölçüde bizim daha bugünden yapacağımız çok yönlü hazırlığa bağlı bulunduğunu, bir an bile unutmayalım.

(Ekim, Sayı: 243, Aralık 2005, Başyazı)


Ek-1

Kürt uyanışı ve hareketinin
çelişik etkisi

Kürt uyanışı ve hareketi başlangıç evresinde burjuva sınıf düzeninin Kürt sorunu üzerinden tarihsel olarak muzdarip bulunduğu büyük toplumsal ve siyasal zaafı açığa çıkararak onu ciddi sıkıntılarla yüzyüze bıraktı. Bu arada yenilgi sürecinden çıkmış haliyle henüz belirgin bir zayıflık duygusu içinde bulunan devrimci hareket için bir süreliğine önemli bir moral kaynağı da oldu. Fakat devrimci sınıf mücadelesi perspektifinden uzak ve dar milli hedeflerle sınırlı bir çizgiye dayandığı ölçüde, çok geçmeden tersinden sonuçlar da göstermeye, devrimci hareket ve sınıf mücadelesi üzerinde çok yönlü olarak zayıflatıcı ve giderek tasfiye edici bir etkide de bulunmaya başladı.

Bunları burada olanaklı olduğunca en kısa biçimde şöyle özetleyebiliriz:

İlkin, ulusal uyanış büyük kentlerin emekçi Kürt kitlelerini de etkilediği ölçüde, bu kesimin dikkati yaygın biçimde sınıf mücadelesinden salt dar ulusal mücadeleye kaydı ve Kürt hareketinin izlediği politika her açıdan bunu kolaylaştırdı. Kürt hareketi, milliyetçiliğe özgü bir dargörüşlülükle, büyük kentlerin Kürt emekçi kitlelerinin sınıf mücadelesine katılımını teşvik etmek yerine (ki bu ulusal mücadeleye güç katmanın ve onu rahatlatmanın da en etkili yoluydu), Kürdistan’da yürüttüğü ulusal mücadelenin cephe gerisi olarak değerlendirmek yoluna gitti ve neredeyse tümüyle bununla yetindi. Sınıf mücadelesinin ve devrimci hareketin zayıflığı ölçüsünde bu tutumunda etkili de oldu. Bu, ‘80’ öncesi dönemde, sınıfsal ve ulusal baskının çifte etkisi altında büyük ölçüde hareketin ön saflarını tutan Kürt kökenli işçi ve emekçileri sınıf mücadelesinden uzaklaştırdı. Böylece sınıf ve kitle hareketinin önemli bir gelişme dinamiği zaafa uğradı.

İkinci olarak, Kürt uyanışı ve hareketinin tempolu bir gelişme yaşadığı dönemde, Türkiye sol hareketi henüz yaşadığı ağır yenilginin yaralarını sarabilmiş değildi. Daha da kötüsü, yenilginin derslerini toparlamakta ve kendisini yenilemekte yeteneksiz olduğu kadar isteksizdi de. Dolayısıyla güven vermekten ve yeniden etkili bir çekim merkezi oluşturabilmekten uzaktı. Tüm dünyada devrim ve sosyalizm aleyhine esen ters rüzgarlar ile 12 Eylül sonrası Türkiye koşulları bunu ayrıca zora sokuyordu. Bu, eski-yeni Kürt kökenli kadro ve sempatizan militanların kitlesel olarak, ‘90’lı yılların başında bir cazibe merkezi haline gelmiş bulunan ulusal hareketin saflarına kayışını kolaylaştırdı. Böylece de devrimci hareketi bu son derece önemli geleneksel beslenme kaynağından büyük ölçüde yoksun bıraktı. Bu, devrimci siyasal çalışmayı ve mücadeleyi de zayıflatan temel önemde bir başka etken oldu.

Üçüncü olarak, Kürt uyanışı ve hareketinin gelişmesi Türkiye toplumunda hala derin bir apolitizmin hüküm sürdüğü ve kitle hareketinin politikleşme yeteneğinden en uzak olduğu bir evreye denk geldiği ölçüde, burjuva gericiliğinin şovenizmi, bir bütün olarak toplumu ve bu arada öncelikle de emekçileri zehirlemek için etkili bir silah olarak kullanması kolaylaştı. Şoven milliyetçi duygular ile sınıf bilinci arasında ters bir orantı olduğu, ilkinin güçlenmesi ölçüsünde ikincisinin felce uğradığı, Türkiye pratiği üzerinden bir kez daha bütün açıklığı ile görüldü. Bu, sınıf mücadelesi dinamiklerini felce uğratan muazzam bir etkide bulundu. (Günümüzde bu durumun yeni bir evresi ile yüzyüzeyiz.)

Son olarak, yenilginin derslerinden öğrenerek kendini yenileme gücü ve yeteneği gösteremeyen küçük-burjuva devrimci-demokrat hareket, ancak bu sayede sağlıklı bir biçimde elde edebileceği politik ve moral gücü, kolaycı ve çarpık bir tutumla, Kürt hareketinden alma yoluna gitti. Bu ise tasfiyeci sonuçlarını, Kürt hareketinin kuyruğunda ilkesizce sürüklenmekten, hatta bazıları için bağımsızlığını yitirerek basitçe Kürt hareketinin uzantısına dönüşmekten tutunuz da çoğu durumda onun en kötü gelenek ve uygulamalarını taklit etmeye kadar bir dizi alanda gösterdi. Bunun yıkıcı ve tasfiyeci etkisi İmralı teslimiyetinin ardından yeni bir biçim kazandı ve daha belirgin hale geldi. Zafere ilerlediğini düşündükleri “Kürdistan devrimi”ni kendileri için politik güç ve moral kaynağı haline getirenler, İmralı teslimiyetiyle birlikte derin bir hayal kırıklığı içine yuvarlandılar ve tersinden bir etkiyle devrimcilikte ısrar gücünü yitirdiler. Bazılarında bugün devrimci konumdan kopmaya varabilen belirgin sağa savruluşun gerisinde, elbette geçmişten gelen yapısal zayıflıklar temelinde olmak üzere, bu yıkıcı etkinin tayin edici bir rolü var. İmralı teslimiyeti böylelerinin reformizme kayışını belirgin biçimde kolaylaştırdı ve hızlandırdı.

Özetle; devrimci siyasal mücadele açısından Türkiye’nin son 25 yılının kendine özgü koşullarını değerlendirirken, içerdeki yenilgiye ve dünyada bunun üstüne gelen yıkılışa, Kürt hareketinden gelen ve toplam bilançosu bakımından olumsuz olan bu çok yönlü etkiyi de eklemek gerekir.

(Ekim, sayı: 243, Aralık 2005)


Ek-2

Kürt uyanışı ve Türkiye’de
sınıf mücadelesi

(...)
‘90’lı yılları kaplayan bu sonuçlar dizisi, devrimci muhalefetin son derece cılız olduğu yılların ürünüdür; Türkiye’de sınıflar mücadelesinin çok geri bir düzeyde seyrettiği, toplumsal muhalefetin henüz devrimcileşemediği koşullarda ortaya çıkmıştır. Kürt özgürlük mücadelesi etkenini bir an için bir yana bırakacak olursak, toplumsal muhalefetin kitle hareketleri biçiminde yeni bir canlanma dönemine girdiği son 9 yıl içerisinde, sermaye düzenini sıkıntıya sokan ve ona iktisadi kazanımlar alanında bazı geçici geri adımlar attıran tek ciddi çıkış ‘89-90 yıllarının işçi eylemleridir. (Bunun yarattığı sınırlı etkileri ise tekelci sermaye zam, enflasyon ve tensikatlarla çok geçmeden telafi etmiştir.) Bunun ötesindeki sayısız kitlesel hareketlilikler, kendi içindeki önemleri ne olursa olsun, sermaye düzeni için iktisadi ya da politik açıdan önemli bir sıkıntıya dönüşme gücü gösterememişlerdir.

Sermaye düzeni için son yıllarda büyük avantaj oluşturan bu durum, gerçekte onun aşırı zayıflığının da bir kanıtıdır. İşçi sınıfının ve emekçi halk kitlelerinin henüz ciddi bir devrimci muhalefeti ile karşılaşmayan bir düzen, buna rağmen iktisadi, sosyal ve siyasal cephede kendi tarihinin en ağır sorunlarıyla yüzyüze kalabilmiştir. Bu olgu, devrimci sınıflar mücadelesi etkeninin de kendisini gösterdiği bir durumda, mevcut krizin hangi boyutlar alabileceği konusunda da bir fikir vermektedir.

Ama, denecektir, Kürt sorunu etkeni, Kürt özgürlük mücadelesinin düzenin tüm dengelerinde yarattığı çatlamalar ve ürettiği sonu gelmez fatura, tam da bugünkü durumun gerisindeki asıl ve belirleyici etken değil midir? Bu iddiada büyük bir gerçek payı ile büyük bir yanılgı içiçe duruyor. İddianın apaçık gerçek payı bugüne kadar herkes tarafından ifade edilegeldi. Oysa bu iddia aynı zamanda Türkiye’nin kapitalist düzeninin temel gerçeklerini gizlemekte, bu çerçevede büyük yanılgılara neden olmaktadır. Bu yanılgılar bugüne kadar doğru dürüst tartışılmadı.

Kürt özgürlük mücadelesinin rejimin ideolojik kimliğinde, iç siyasal dengelerinde büyük sarsıntılar yarattığı, iç ve dış politikada devleti büyük çıkmazlara sürüklediği açıktır. Dahası, bu mücadeleyi boğmak için yürütülen kirli savaşın bugünkü çeteleşmede ve siyasal kokuşmada temelli bir rol oynadığı da yeterince açıktır. Bunlar çok bilinen, çok tartışılan, döne döne vurgulanan gerçeklerdir. Fakat Kürt sorununun siyasal gündemde tuttuğu özel yerin de etkisiyle bu gerçekler öylesine abartıldı ki, Kürt sorunu adeta düzenin bugün karşı karşıya bulunduğu her türlü çözümsüzlüğün asıl kaynağı olarak algılanmaya başlandı. İşin ilginç ve dikkate değer yanı, karşı-devrimci düzen propagandasının da sürekli olarak bu fikri işlemesidir. Düzenin ideologları, sözcüleri, medyadaki popüler yorumcular iddia ederler ki, eğer Kürt sorunu olmasaydı, ya da bu soruna bir biçimde bir çözüm bulunabilseydi, Türkiye’nin ekonomisi çoktan düze çıkmış, politik yaşamı normale dönmüştü. Düzen propagandası, tüm sorun ve sıkıntıların kaynağının Kürt sorunu olduğu temasını işleyerek, her şeyi “bölücü terör belası”na bağlayarak, bu yolla emekçi kitlelerden kapitalist düzenin yapısal ve çözümsüz gerçeklerini gizlemeye çalışır.

Öncelikle vurgulanmalıdır ki, Türkiye kapitalizminin bugün yaşamakta olduğu ağır iktisadi, sosyal ve siyasal sorunlar hiç de Kürt sorunundan kaynaklanmamakta, fakat yalnızca bu sorun tarafından daha da ağırlaştırılmaktadır. Bunu görebilmek için Türkiye’nin son 40 yıllık tablosuna toplamı içinde bakmak yeterlidir. Fakat daha da büyük önem taşıyan bir başka temel nokta var. Türkiye kapitalizminin yapısal ve çözümsüz sorunlarının ağırlaşmasında bu denli önemli bir rol oynayan aynı Kürt sorunu, öte yandan, bunun beslediği toplumsal muhalefetin dizginlenmesi ve saptırılmasında da önemli bir rol oynamıştır.

Burjuvazi Kürt sorununu üç önemli yönden kullanmıştır. İlkin, tüm düzen güçleri arasında 12 Eylül darbesinin ardından ordu zoruyla sağlanan genel siyasal birlik (“milli mutabakat”), ‘80’li yılların sonundan itibaren, bu kez “bölücü teröre karşı mücadele” adına Kürt sorunu üzerinden sağlanmıştır. Kürt halkının özgürlük mücadelesini boğmak için yürütülen kirli savaş tüm gerici politik güçleri MGK çizgisinde birleştirmiştir. İkinci olarak, yine teröre karşı mücadele adı altında, dizginsiz bir devlet terörü, her türlü faşist baskı ve terör uygulamaları meşrulaştırılmış, gerekli yasal ve kurumsal yeni dayanaklara kavuşturulmuştur. Ve son olarak, ülkenin birliği ve bütünlüğünü korumak adı altında dizginsiz bir şovenizm tüm topluma pompalanmış, bu yolla düzenin kitle tabanı korunmaya çalışılmış, bunda başarılı da olunmuştur. İşçi sınıfı da içinde, Türk emekçi kitlelerinin büyük bir bölümü bu doğrultuda şartlandırılmış, bu yolla emekçilerin dikkatleri kendi gerçek sorunlarından uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Dahası, bunda başarılı olunduğu ölçüde, kitlelerin, kendi mevcut sıkıntılarının kaynağı olarak Kürt özgürlük mücadelesini görmeleri ve böylece şovenizmin tuzağına daha kolay düşmeleri sağlanmıştır.

Bu üç faktör birarada toplumsal muhalefet dinamiklerini sınırlamış, sınıf ve kitle hareketinin gelişip serpilmesini zora sokmuştur. Bunda kuşkusuz devrimci hareketin belirgin zayıflık ve zaaflarının da temel bir rolü vardır. Bu zaten bilinen ve hep ifade edilen bir gerçektir. Fakat tersinden, sınırlı güçlerle gösterilen tüm çabalara rağmen elle tutulur bir gelişmeyi başaramamanın gerisinde de, yukarıda sıralanan faktörlerin, bunların toplumsal muhalefeti sınırlayan ve saptıran sonuçlarının belirgin bir rolü vardır. (...)


(Güncel Gelişmeler ve Devrimci Görevler-1,
Ekim, sayı:160, 1 Ocak 1997, başyazı)

 


Üste