Logo
< Reformizm ve devrim 1 - H. Fırat

Geçiş sürecinde sermaye düzeni


Krizler coğrafyasının göbeğinde

Günümüz Türkiye’si kendisini çevreleyen kriz bölgelerinin tam göbeğinde kendisi de kriz içinde bir ülkedir. Kuzeyinde Ukrayna ve güneyinde Suriye-Irak eksenli kriz bölgeleri bulunmaktadır. Bu iki bölge gitgide kızışan emperyalist rekabet ve paylaşım mücadelelerinin bugün özellikle öne çıkan en önemli iki alanıdır.

İlkinde, Ukrayna krizinde, Türk burjuvazisinin dolaysız bir rolü yoktur. Ancak yarattığı sorunlar, hele de krizin daha da ağırlaşması durumunda, Türkiye’yi iktisadi-ticari cephede olduğu kadar uluslararası siyasal ilişkiler cephesinde de ciddi bazı sıkıntılarla yüzyüze bırakacak niteliktedir. Bu konuda şu sıra emperyalist batı blokunun baş hedefi haline gelmiş bulunan Rusya ile olan ilişkilerin bütün bir kapsamını ve önemin hatırlamak bile yeterlidir.

Rusya’yı kuşatmaya alan, ABD liderliğindeki emperyalist batı bloku ile onun saldırı ve savaş örgütü NATO’dur. Türkiye ise ABD emperyalizmine göbekten bağlıdır ve kritik konumda bir NATO üyesi ülkedir. Bu durum, Rusya’yla zaten önemli iktisadi-ticari ilişkileri bulunan, şu sıralar ise bu ülkenin mevcut sıkışmışlığını kendi sıkışmışlığı için yeni bir imkan olarak değerlendirmeye çalışan Türk sermaye devleti payına pek çapraşık bir konumun ifadesidir. Halen birçok cephede “limitleri aşmış” bulunan AKP iktidarının bir de bu cephedeki “limitler”i gereğinden fazla zorlamaya kalkmasının muhakkak ki önemli bazı sonuçları olacaktır. Bunların etkisinden sıyrılmak ise şimdilerde fazlasıyla hafiflemiş bulunan dünkü İran krizindeki kadar kolay olmayacaktır.

İkincisinde, Suriye-Irak krizlerinde ise, Türk sermaye devleti dolaysız bir aktördür. Hele de Suriye krizinde, her türlü ölçüyü ve sınırı aşmış birinci dereceden bir aktördür. AKP iktidarı kriz patlak verdiğinden beri, emperyalist dünya hesabına olduğu kadar kendi bölgesel gerici ve hayalci hesapları uğruna da, her türlü kirli ve karanlık yol ve yöntem de içinde olmak üzere, denebilir ki yapmadığını bırakmadı. Benzer kirli ve karanlık oyunlar mezhepçi bir kafayla Irak’a yönelik olarak da sahnelendi. Ama yılların ardından bugün sonuç tam bir fiyaskodur. Oynanan oyunların çoğu ters tepmiş, girilen macera Türk devletine yeni etki ve nüfuz alanları açmak bir yana, düne kadarki mevzilerinin de önemli ölçüde yitirilmesiyle sonuçlanmıştır.

Bu cephede olayların bugünkü tablosu ve seyri, Türkiye’ye daha şimdiden ağır faturalar çıkarmış bulunmaktadır. Bunların en önemlileri üç ana başlık altında özetlenebilir.

Birincisi, tüm Ortadoğu’yu kapsayan genel bir dış politika çöküntüsüdür. Bu çöküntünün iktisadi, ticari, sosyal, siyasal ve diplomatik alanlarda çok yönlü sonuçları gözler önündedir. Faturası hayli ağır bu büyük tahribatın nasıl onarılabileceği konusunda ise halen tümüyle bir belirsizlik hakimdir.

İkincisi, Ortadoğu halklarının başına bir dehşet ve vahşet belası olarak sarılan dinci savaş makinesi IŞİD ile kirli karanlık ilişkilerin ağır siyasal ve moral sorumluluğudur. Emperyalist batı blokunun IŞİD’le mücadeleyi Ortadoğu’ya kapsamlı bir yeni müdahalenin baş bahanesi haline getirdiği bugünkü koşullarda bu, Türk devleti için ve özellikle de gerici dinci AKP iktidarı payına, bir başka çapraşık handikaptır. Bu kapsamda daha bir de IŞİD olgusunun Türkiye’nin iç toplumsal-siyasal yaşamına mevcut ve muhtemel etkileri sorunu var ki, bunun önemi dış politika sorunlarından hiç de daha az değildir.

Ortadoğu’daki saldırgan ve maceracı politikanın Türk sermaye devletine faturaya dönüşen üçüncü önemli sonucu ise, Kürt sorunu ve hareketindeki gelişmelerdir. Kürt sorunu, Suriye-Irak krizlerinin de yarattığı uygun ortamda, artık tamamen bölgesel bir karakter kazanmış bulunmaktadır. Bu aynı gelişmenin temel önemdeki öteki boyutu ise, yaşanan gelişmelere paralel olarak fırsatları en iyi biçimde değerlendiren, böylece gücünü ve etkisini sürekli pekiştiren, bu arada uluslararası ilişkiler alanında gitgide daha çok meşrulaşan Kürt hareketi gerçeğidir. Sorunun bölgesel bir nitelik kazanmasına paralel biçimde Kürt hareketi artık her bakımdan bölgesel bir güç konumundadır.

Dinci iktidar “çözüm süreci” aldatmacasıyla Kürt sorununu idare etmede ve Kürt hareketini oyalamada bugüne kadar büyük bir başarı gösterdi ve bu sayede kendi gücünü ve konumun pekiştirmede çok büyük avantajlar elde etti. Fakat ilkin artık bu dönemin sonuna gelinmiş bulunulmaktadır. Ve ikinci olarak, idare ettiği sorun bugün dünden daha ağır ve oyaladığı hareket dünden daha güçlü olarak dümenini AKP’nin tutuğu sermaye devletinin karşısında en yakıcı biçimiyle durmaktadır. Bu ise bizzat AKP iktidarının izlediği Suriye-Irak politikalarının da bir sonucu olarak böyle olmuştur.

Bütün bunların, kuzeydeki Ukrayna ve güneydeki Suriye-Irak krizlerinin, bunların ürünü gelişmelerin, Türkiye’nin iktisadi, sosyal, siyasal, diplomatik ve kültürel yaşamına dolaysız etkileri daha bugünden gözler önündedir ve bunun değişik türden sonuçları önümüzdeki dönemde daha belirgin biçimde görülecektir.

 

Bütünsel krizin pençesinde

Öte yandan Türkiye’nin, tüm bu dış etken ve etkilerden bağımsız olarak, gitgide şiddetlenen kendi iç kriz dinamikleri var ve bunların birleşik bir sonucu olarak, gelinen yerde ülke artık çok yönlü bütünsel bir krizin pençesindedir.

Düne kadar daha çok rejim krizi olarak kendini gösteren siyasal kriz önplanda idi. Geçirdiği tüm aşamalara rağmen rejim krizi belirli bir yeni denge içinde artık bir sonuca bağlanmış olmak şöyle dursun, denebilir ki şu an en ağır, muhtemel seyri ve sonuçları yönünden ise en belirsiz bir döneminden geçmektedir. Bir yandan çözümünü dayatan Kürt sorununun muazzam ağırlığı, öte yandan son derece etkisiz ve silik bir konumdaki düzen muhalefeti, siyasal krizi ağırlaştıran öteki etkenlerdir. Siyasal krizi hemen tüm alanlarda ağırlaşan sosyal kriz, çoğalan belirtileriyle kendini gösteren ekonomik kriz, dinci gericiliğin kendi ideoloji ve uygulamalarını kamusal ve özel yaşamın hemen her alanında tüm topluma dayatması ile belirginleşen ve alabildiğine siyasallaşmış bulunan kültürel kriz, genel bir çöküntü halini almış bulunan dış politika krizi vb. tamamlamaktadır. Özetle günümüz Türkiye’sini çok yönlü bütünsel bir kriz tablosu belirlemektedir.

Bugün önplanda olan hala da rejim krizidir. Emperyalizmin ve onunla kader birliği içindeki tekelci büyük burjuvazinin tam desteğinde uyguladığı bir dizi operasyonla kendinden önceki köhnemiş rejimin oturmuş dengelerini görülmemiş bir kolaylıkla altüst eden dinci iktidar, halen bunun yerine belirgin bir toplumsal onaya dayanan ve istikrar kazanmış bulunan yeni bir şey koyabilmiş değildir. Kolayından koyacak gibi de görünmemektedir. Bu, sonu gelmeyen pervasızlıklara, “yeni Türkiye” söylemi eşliğinde adeta yeni bir rejimin kurulmuş bulunduğunu gürültülü bir biçimde duyurmaya yönelik çok sayıda gerçek ya da sembolik adıma rağmen böyledir. Gerçekte Türkiye bu konuda halihazırda belirsizliklerle örülü bir geçiş süreci içindedir. Durum birçok ihtimale bir arada açıktır.

Durumu karmaşık hale getiren, dolayısıyla belirsizlikleri çoğaltan bir dizi gelişmeden sözedilebilir. Bunlardan ilki, eski rejime yeni bir biçim vermek isteyen güçler koalisyonundaki büyük çatlamadır.

Bu çerçevede ilk göze çarpan ve bugün için öne çıkan, dinci koalisyonun kendi iç yarılması ve çatışmasıdır. Bu çatışma dinci gericiliğin bir iktidar gücü olarak doludizgin gidişinde önemli bir dönüm noktası oluşturmaktadır. Görüntü ne olursa olsun çatışmanın kendisi gerçekte çatışan güçleri, toplamında ise dinsel gericiliği siyasal ve moral açıdan belirgin bir biçimde zayıflatmıştır. Çatışmanın kuralsızlığı, dahası her türlü yol ve yöntemin karşılıklı olarak ölçüsüzce kullanılması, çok sayıda suç ve pisliğin ortalığa dökülmesiyle sonuçlanmış bulunmaktadır. Bütün bunlar, askeri vesayet rejimini yıkmak adı altında yapılan bir dizi kirli operasyonun iç yüzünü açığa çıkarmakla, dolayısıyla meşruiyetini yıkmakla kalmadı, bizzat çatışma halindeki tarafların imajında da onarılması olanaksız tahribatlar yarattı. AKP iktidarı silinmez bir biçimde hırsızlık ve yolsuzlukla, fetullahçı cemaat ise her türlü yol ve yöntemi mübah sayan “kumpasçı”lıkla, üstelik bunu emperyalist merkezlerin maşası olarak yapmakla damgalandı. Bunlar halen tarafların alınlarında silinmez damgalar olarak durmaktadır ve hep de öyle kalacaklardır.

Öte yandan, “bir proje partisi” olarak bizzat emperyalizmin ve siyonizmin ortak planlarıyla siyasal sahnede sivrildiği bugün daha açık biçimde tartışılan AKP, artık bu iki önemli gücün dünkü desteğinden de yoksundur. Gerçekte onlar tarafından kerhen de olsa halen de desteklenmektedir. Fakat bu yalnızca amaca ve ihtiyaca uygun alternatifin düzen içinde henüz yaratılamamış olmasından ve kuşkusuz bunun bilincinde olan AKP iktidarının da onların temel çıkarlarına gereğince hizmet etmeye hala da devam etmesinden dolayı böyledir. Dolayısıyla burada geçici ve iğreti bir denge sözkonusudur. Oluşan yeni durum yeni tercihler ve planları zorlamakta, dolayısıyla ne olduğunu ancak zamanla görebileceğimiz yeni kirli ve karanlık oyunlara zemin düzlemektedir.

Emperyalist dünya ile ilişkilerde homojen bir tutumla hareket eden ve uzun yıllar boyunca dinci AKP iktidarını blok olarak destekleyen işbirlikçi büyük burjuvazinin tutumunda da artık göze çarpan farklılaşmalar sözkonusudur. AKP iktidarından en iyi biçimde nemalanan, devasa rantlardan büyük paylar kapan ve dahası geniş çaplı bir servet transferi umuduyla hareket eden ve daha çok da yeni türedilerden oluşan bir kesim hala da AKP’yi dünkü kararlılıkla desteklemektedir. Fakat özellikle TÜSİAD’da simgelen, emperyalist dünya ile ilişkileri daha köklü olan geleneksel kesimlerin bugünkü tutumunda, özünde emperyalist ve siyonist güçlerin tutumundaki değişime paralel düşen bir farklılaşma vardır. Kuşkusuz onlar için sorun hiç de AKP’nin genel planda emperyalizme ve büyük sermaye çıkarlarına hizmette kusur etmesi değildir. Sorun, AKP’nin bu kusursuz hizmeti kendi özel hesap ve planlarına bağlamasından çıkmaktadır. Burada da sorun bir kez daha “limitlerin aşılması”dır ve bu arada “yandaş sermaye” lehine ölçüsü iyice kaçmış bulunan politikalardır. İşbirlikçi büyük burjuvazinin bu kesimi AKP’nin kurulu düzenin dengelerini gereğinden fazla zorladığını düşünmekte, keyfi ve kuralsız yönetim anlayışıyla sermaye düzeninin uzun vadeli çıkarlarına zarar verdiği kaygısı taşımaktadır.

Bütün bunlar hiç de önemsiz olmayan sorun alanları olmakla birlikte, sömürü ve soygun politikalarını AKP’nin bıraktığı yerden aynen sürdürebilecek güç ve istikrarda bir düzen içi alternatifi bir türlü yaratamamak, emperyalizm gibi işbirlikçi büyük burjuvazinin önemlice bir kesiminin de bugünkü açmazıdır ve sürdürülmekte olan kerhen desteğin, dolayısıyla bugünkü kararsız dengenin de nedenidir.

Bu söylenenlerden de anlaşılacağı gibi, sermaye düzeninin bugünkü önemli açmazlarından biri de düzen muhalefetinin mevcut tablosudur. CHP şahsında tüm açıklığı ile görülebileceği gibi, düzen muhalefetinin bugünkü tablosu da bir kriz tablosudur. Bu olgu bir yandan siyasal krizin bir boyutunu oluşturmakta, öte yandan kendi yönünden onu ayrıca da ağırlaştırmaktadır. Bir yanda miadını doldurmuş, alabildiğine yıpranmış ve iyiden iyiye kontrolden çıkmış bir iktidar, öte yandan onun karşısına hiçbir inandırıcı söylem ve programla çıkamayan, bu nedenle seçmen kitlelerinde güven ve heyecan yaratamayan, bundan dolayı da kendi de kriz içinde debelenen bir düzen muhalefeti... Sermaye düzeninin halihazırdaki siyasal tablosu budur.

Bu tablonun kendisi durumu iki yönden ayrıca ağırlaştırmaktadır. Bunlardan ilki, alternatifinin olmadığı inancı ve düzen egemenlerinin tam da bu nedenle kendisini kerhen de olsa desteklemeye devam edeceği inancıyla hareket eden AKP’nin, gücünü ve konumunu bu uygun ortamda mümkün mertebe pekiştirmek hesabıyla bir dizi alanda sınırları iyice zorlamasıdır. İkincisi ise, tam da bu pervasızlığın beslediği büyük toplumsal gerilim ve tepkidir. Siyasal krizin kültürel kriz boyutları kazanması da bunun bir parçasıdır. Bugünün Türkiye’sinde dinci gericilik-laiklik gerilimi cumhuriyet tarihinde görülmemiş düzeydedir. Bu, temelde bir kültürel değerler ve yaşam tarzı çatışmasıdır ve toplumu dikey biçimde kesmesi toplam tabloya daha karmaşık bir hal kazandırmaktadır.

Düzenin bu çok yönlü, çok boyutlu siyasal-kültürel krizini, sosyal ve ekonomik kriz tamamlamaktadır. İlki yeterince açıktır ve konunun uzmanları tarafından en ikna edici verilerle döne döne ortaya konulmaktadır. Bugünün Türkiye’si gelir uçurumunun günden güne derinleştiği, yoksulluk ve sefaletin arttığı, işsizliğin sürekli biçimde yükseldiği, enflasyonun yeniden yükselişe geçtiği bir ülkedir. AKP döneminde dolar milyarderlerini çoğaldığı bu aynı Türkiye’de 30 milyon civarında insan yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır, ki bu her üç kişiden biri demektir. İktidarın dümen suyundaki Türk-İş tarafından ortaya konulan verilere göre bile asgari ücret açlık sınırının altındadır ve bu ülkede işçilerin çok önemli bir bölümünün asgari ücret sınırlarında ve üstelik her türlü güvenceden yoksun olarak çalıştırıldıkları bilinmektedir. İşsizlik, 3 milyonu resmi ve 2,5 milyonu gizli olmak üzere, toplam 5,5 milyondur ve bu oransal olarak çalışabilir nüfusun % 17’si demektir. Doğal olarak bu oran gençler arasında belirgin biçimde çok daha yüksektir. Başta eğitim ve sağlık olmak üzere temel önemde hizmetlere ayrılan pay sürekli düşerken, başta polis ve istihbarat olmak üzere militarist kurumlara ve Diyanet’e ayrılan payların sürekli biçimde ve katlanarak artırılması, bu aynı sosyal krizin bütçe politikalarıyla da itirafından başka bir şey değildir.

Dahası birçok belirti kapıda ağır bir ekonomik kriz olduğunu şimdiden duyurmaktadır ve böyle bir gelişmenin ardından sosyal krizin alacağı yeni boyutları kestirmek güç değildir.

Oniki yıllık iktidarı boyunca AKP’nin yarattığı ekonomik düzenin en belirgin özelliği, dış borca ve kamusal zenginliklerin yağmasına dayanan ranta dayalı ekonomi olmasıdır. İlki, dış borçlar, oniki yılda tam üç kat artarak 130 milyar dolardan 400 milyar doların üzerine çıkmış bulunmaktadır. Kendini sürekli katlayan bu dış borç çarkıyla bugüne kadarki bütçe ve dış ticaret açıkları denkleştirilmiştir. Devasa özelleştirmeler ve daha çok inşaat sektörüne dayanan ikincisiyle ise türedi bir yandaş sermaye yaratılmış, bu yapılırken de başta kentler olmak üzere doğal zenginlikler yağmalanmış, hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet devlet katında adeta kurumsallaştırılmış, böylece bugünkü toplumsal, siyasal ve manevi çürüme ve kokuşmanın zemini düzlenmiştir.

Fakat bütün bunların bir sınırı vardı ve bugün artık o sınıra gelinmiş bulunulmaktadır. İktisadi açıdan olduğu kadar toplumsal-siyasal açıdan da.

 

Kararsız dengenin sonuna doğru

Önümüzdeki dönem, Türkiye’deki tüm dengeleri şu veya bu yönde değiştirecek önemli gelişmeler gebedir. Bu, son yıllarda peş peşe seçimler kazanan, ardı arkası kesilmez adımlarla devletin hemen tüm kurumlarını ele geçiren, gücünü ve mevzilerini tahkim etmek üzere sürekli yeni düzenlemeler yapan, bu arada hala da önemli bir seçmen desteğini koruyan, şimdiden yeni seçimlerin de favorisi olarak gösterilen, bütün bunlarla gücünün doruğunda görünen dinci AKP iktidarı gerçeğine rağmen böyledir. Zira görünürdeki güçlü konumuna rağmen dinci iktidar gerçekte son oniki yıllık döneminin en zayıf evresinde geçmektedir. Boğazına kadar yolsuzluğa, hırsızlığa, eş-dost kayırmacılığına batmış, bu açıdan toplum nezdinde ahlaki ve moral açıdan iflas etmiştir. Bu çok yönlü yozlaşmayı öte yandan modern Türkiye’nin tarihinde görülmemiş düzeyde bir keyfi yönetim anlayışı tamamlamaktadır. Dinci iktidar işlediği sayısız suçların sonuçlarından korunmak, konumunu ve gücünü olanaklı olduğunca pekiştirmek ve kuşkusuz toplumsal mücadelenin önünü kesmek amacı çerçevesinde her türlü keyfi, hileli, kirli ve kanlı yönteme başvurmaktadır. Bu doğrultuda mevcut anayasayı ve yasaları bile ölçüsüzce çiğnemekte, bu arada gündelik ihtiyaca göre seri “torba yasa”lar çıkarmaktadır. Bütün bunların sonucudur ki, ortada ne bir anayasal düzen ne de biçimsel yönden bile bir “hukuk düzeni” kalmıştır. Mevcut iktidar artık yalnızca hırsızlık ve yolsuzluklarıyla değil, dozu günden güne artan faşist baskı, terör ve cinayetleriyle de anılmaktadır. Düne kadarki seçmen desteğinde önemli bir rol oynayan demokratikleşme iddiaları çoktandır her türden anlamını ve inandırıcılığın yitirmiştir. Karşı karşıya bulunduğumuz, kelimenin tam anlamında keyfiliği ve kuralsızlığı çizgi haline getirmiş bir faşist polis devletidir.

Bu denli çürümüş, bu denli kokuşmuş, bu denli kontrolden çıkmış bir iktidarın varlığını hele de güçlenerek sürdürmesi düşünülemez. Dinci gerici AKP iktidarı bunun için artık ne gerekli politik ve moral güce, ne de bunu olanaklı kılabilecek bir toplumsal desteğe (ki seçmen desteğinden daha farklı bir şeydir bu), dolayısıyla toplumsal-siyasal meşruiyete sahiptir. Seçmenin önemli bir bölümünün desteğini halen de koruyor olması bu konuda yanıltıcı olmamalıdır. Zira daha da önemli, nitelikli ve dinamik olan öteki bir kesiminin de tepki, öfke ve nefretinin baş hedefidir. Haziran Direnişi sırasında resmi rakamlara göre on milyon civarında insanın dinci iktidarı günler boyunca sokaklarda protesto etmesi sıradan bir olay değildir.

Gelişmelerin yönünü bugünden kestirmek yine de kolay değildir. Bunu belirleyecek başlıca etkenler arasında, birikmiş toplumsal-siyasal-kültürel gerilimlerin yeni toplumsal patlamalar olarak kendini göstermesi, çöküntüye varacak bir ekonomik krizin toplumsal patlamalara da yeni güç katacak çok yönlü sonuçları ve nihayet Kürt sorunundaki muhtemel gelişmeler sayılabilir. Bunlara, sayılan bu etkenlerin hemen tümünü de kendi hesap ve tercihleri için şu veya bu ölçüde kullanma olanağına sahip emperyalist merkezlerin ve onlarla kader birliği içindeki işbirlikçi sermaye çevrelerinin alacağı muhtemel tutumları da eklemek gerekir.

Bütün bunların yanısıra sınıf ve kitle hareketi ile sol hareket ve Kürt hareketi üzerinde ayrıca duracağız.


Üste