Logo
< Devrim ve sosyalizm mücadelesinin 20. Yılındayız!

Gotha Programının Eleştirisi - Karl MARX


Karl Marx

 

Gotha Programının Eleştirisi [1]

Friedrich Engels’in ÖNSÖZÜ [2]

Burada yayınlanan elyazması -metnin Bracke’ye gönderilmesi dolayısıyla yazılan mektup ve program taslağının eleştirisi-, Geib, Auer, Bebel ve Liebknecht’e iletilmek ve sonra da Marx’a geri gönderilmek üzere, Gotha Birleşme Kongresinden [3] az önce, 1875’te, Bracke’ye gönderildi. Halle Kongresi, [4] Gotha programının tartışılmasını parti gündemine aldığına göre, bu önemli belgeyi, belki de bu tartışma ile ilgili belgelerin en önemlisi olan bu metni, kamuoyuna açıklamayı daha fazla geciktirirsem dürüstlükle bağdaşmayan bir davranışta bulunmuş olurum.

Ama bu metnin çok daha önemli bir yanı da var. Burada, Lassalle’in harekete katılmasıyla birlikte başlatmış olduğu iktisadi ilkeler ve taktikle ilgili eğilimler karşısında, Marx’ın benimsemiş olduğu tutumu açıklıkla ve sağlam olarak bulmak mümkündür.

Program tasarısının amansızca tahlili, alınan sonuçların incelenmesinde ve tasarının zayıf noktalarının açığa vurulmasında gösterilen sertlik, bütün bunlar, 15 yıl geçtikten sonra, artık kimseyi gocundurmamalıdır. Özgül olarak lasalcılık, artık, ancak yurt dışında, terkedilmiş harabelerde yaşamaktadır, ve Halle’de, Gotha Programı, onu kaleme almış olanlar tarafından bile, tamamen yetersiz sayılarak terkedilmiştir.

Bununla birlikte, [anlamı] pek fark ettirmediği yerlerde, bazı deyimleri ya da kırıcı kişisel değerlendirmeleri sildim ve yerlerine noktalar koydum. Marx da eğer elyazmasını bugün yayınlasaydı aynı şeyi yapardı. Metinde kullanılan dilin yer yer aşırı sertlikte oluşu, iki nedenden ötürü idi. Birincisi, Marx ve ben, Alman hareketine daha sıkı bağlarla bağlı bulunuyorduk, program tasarısının ifade ettiği gözle görülür gerileme bizi özellikle üzmüştü. İkincisi, o sırada, Enternasyonalin Lahey Kongresinden [5] iki yıl sonra, bizi, Almanya’da olup biten herşeyden sorumlu tutan Bakunin ve onun anarşistleri ile tam savaş halinde olmamızdı, onun için programın açıkça itiraf edilmeyen babalığının bize yüklenmesini beklemeliydik. Bugün artık bütün bunlar geçerliğini yitirmiştir, aynı şekilde, sözkonusu pasajların da gereği kalmamıştır.

Bundan başka, basın yasası bakımından gerektiği için çıkarılıp yerine noktalar konan birkaç tümce daha var. Daha yumuşak bir deyim kullanmam gerektiği yerde, ben bu deyimi parantez arasına koydum. Bunların dışında, yayım, metnin aynısıdır.

Londra, 6 Ocak 1891


Karl Marx
W. Bracke’ye mektup

Londra, 5 Mayıs 1875
Azizim Bracke,

Aşağıdaki kenar notları, Birlik Programının eleştirisidir, okuduktan sonra lütfen Geib ve Auer’i, Bebel ve Liebknecht’i bunlardan haberdar edin. İşim başımdan aşkın ve doktorların izin verdiğinden çok daha fazla çalışmaktayım. Onun için bu koca kâğıdı “keyfim” için boş yere doldurmuş değilim. Bunlar, bundan sonra geliştirmek zorunda kalabileceğim hareketlerin, bu yazıların muhatap olarak aldığı partinin dostları tarafından olumsuz şekilde yorumlanamaması için de gerekliydi.

Birleşme Kongresinden sonra, Engels ve ben, kısa bir bildiri yayınlayarak, sözkonusu ilke programı ile ortak hiç bir yanımız olmadığına değineceğiz.

Dışarda, partinin düşmanları tarafından yayılan ve kesin olarak yanlış olan, Eisenach Partisinin [6] eylemini buradan gizliden gizliye yönettiğimiz lafı dolaştırıldığı için de, bu gereklidir. Örneğin Bakunin, yakında yayınlanmış olan bir Rusça kitabında [7] beni, yalnızca bu partinin bütün programlarından vb. sorumlu tutmuyor, aynı zamanda, Liebknecht’in ilk günden beri Halkçı Parti [8] ile yaptığı işbirliğinin tümünden sorumlu tutuyor.

Bunlar olmasa da, mahkum edilmesi gereken ve partinin moralini bozan bir programı, diplomatik bir suskunluk yoluyla olsa bile, tanımamak benim için bir görevdir.

İleriye doğru atılan her adım, her gerçek ilerleme, bir düzine programdan daha önemlidir. Eğer Eisenach Programını aşmak mümkün olmazsa -ve koşullar buna elverişli olmazsa- muhataplarımızla, ortak düşmana karşı bir hareket anlaşması yapmakla yetinmeliyiz. Eğer bunun tam tersine, (bunu uzun bir ortak çalışmayla böyle programların hazırlanabileceği bir zamana bırakmak dururken) ilke programları imal etmeye kalkışırsak, o zaman, herkesin gözü önünde, bütün dünyaya, partinin hareket düzeyini gösteren nirengiler yerleştirmiş oluruz. Lasalcı önderler, koşullar onları zorladığı için bize gelmekteydiler. Eğer onlara, ilkeler üzerinde pazarlığa girişilmeyeceği daha başından söylenmiş olsaydı, bir hareket programı ya da ortak hareket için bir örgütlenme planı ile yetinmek zorunda kalırlardı. Bunun yerine, onların, tarafımızdan kabulünü zorunlu saydığımız yetkilerle karşımıza çıkmalarına izin veriliyor, ve böylece sana muhtaç olan kimselere sığınmış oluyor. Ve bütün bunların üzerine tüydikmek için de, onlar, uzlaşma kongresinden önce yeni bir kongreye çağırıyorlar, bizim partimizin kongresi ise post festum [*] toplanıyor. Besbelli ki, kendi partimizin her türlü eleştirisi ve ayrılması önlenmek istenmiştir. Birleşme olgusunun tek başına işçileri mutlu kıldığı bilinmektedir, ama pek kısa zaman içinde elde edilen bu sonucun bedelinin çok pahalı olmadığı sanısı bir yanılgıdır.

Üstelik lasalcı inanç maddelerinin yasalaşması hesaba katılmasa bile, program hiçbir değer taşımamaktadır.

Pek yakında size Kapital’in Fransızca yayınının son fasiküllerini göndereceğim. Fransız hükümeti yasakladığı için, yayını uzun zaman geciktirildi. Bu hafta ya da gelecek hafta başında kitabın yayınlanması tamamlanmış olacaktır. İlk altı fasikül elinize geçti mi? Bana Becker’in adresini bildirin ki, ona da bu son fasikülleri gönderebileyim.

Volksstaat [9] kitapevinin kendine özgü tuhaf davranışları var. Örneğin bana Kolonya Komünistleri Davası’nın basılmış nüshalarından henüz tek bir tane bile göndermediler.

Selamlar.
Karl Marx


Karl Marks

Gotha Programının Eleştirisi

ALMAN İŞÇİ PARTİSİ PROGRAMININ KENAR NOTLARI

1. “Emek bütün zenginliğin ve bütün kültürün kaynağıdır, işe yararlı emek, ancak toplum içinde ve toplum tarafından meydana getirildiği için, emeğin geliri, tümüyle, eşit hakla, toplumun bütün üyelerine aittir.”

Paragrafın Birinci Kısmı: “Emek bütün zenginliğin ve bütün kültürün kaynağıdır.”

Emek, bütün zenginliğin kaynağı değildir. Doğa da, tıpkı, bir doğa gücünün, insan emek-gücünün deyimlenmesinden başka bir şey olmayan emek gibi kullanım-değerlerinin (ve kuşkusuz maddi zenginlik de bu değerlerden meydana gelir!) kaynağıdır. Bu tümce, çocukların tüm okuma kitaplarında vardır ve emeğin ilgili nesnelerle ve araçlarla işlev gördüğünü kastetmesi ölçüsünde doğrudur. Ama bir sosyalist program, onlara anlam verebilecek koşulları sessizce geçiştiren bu tür burjuva tümcelerine yer veremez. Ve insan, daha başından, bütün emek araçlarının ve konularının birincil kaynağı olan doğaya karşı onun sahibi gibi hareket ettiği, kendi malıymış gibi davrandığı ölçüdedir ki, onun emeği, kullanım-değerlerinin ve dolayısıyla zenginliğin kaynağı olur. Burjuvalar, yanlış olarak, emeğe doğa-üstü yaratıcı güç yüklemeleri için pek iyi temellere sahiptir; çünkü, salt emeğin doğaya bağlı olması olgusundan, emek-gücünden başka bir mülkiyete sahip olmayan insanın, toplumun ve kültürün bütün koşullarında, emeğin maddi koşullarının sahibi haline gelen başka insanların kölesi olmak zorunda olduğu sonucu çıkar. Bu insan, ancak onların izni ile çalışabilir, dolayısıyla da ancak onların izni ile yaşayabilir.

Şimdi de, tümceyi olduğu gibi, ya da daha doğrusu bu topal haliyle bırakalım. Bundan nasıl bir sonuç beklenebilir? Besbelli ki şu.

“Emek bütün zenginliğin kaynağı olduğuna göre, toplumda hiç kimse, bir emek ürünü olmayan zenginliği kendine maledinemez. Demek ki, eğer bir kimse çalışmıyorsa, başkasının emeğiyle yaşıyordur; o, kültürünü bile başkasının emeğinden elde etmektedir.”

Bunun yerine birinci önermeye, “...diği için” çekim eki ile bir ikinci önerme ekleniyor ve birincisinden değil, ikinci önermeden sonuç çıkarılıyor.

Paragrafın İkinci Kısmı: “Yararlı emek, ancak toplum içinde ve toplum tarafından meydana getirilir.”

Birinci önermeye göre, emek, her zenginliğin ve her kültürün kaynağı idi, demek ki, emek olmadan toplum da olamaz. Oysa şimdi, tam tersine, “yararlı” emeğin, toplum olmadan olanaksız olduğunu öğreniyoruz.

Aynı şekilde, yalnızca toplumda, yararsız, ve hatta toplumsal bakımdan zararlı emeğin, kazançlı bir geçim dalı haline gelebileceği, yalnızca toplumda aylaklık yapılarak yaşanılabileceği vb., vb. söylenebilirdi - kısaca bütün Rousseau baştan aşağı kopya edilebilirdi.

Peki “yararlı” emek nedir? Kuşkusuz, yalnızca niyetlenilen yararlı sonucu üreten emek. Taşla bir hayvanı öldüren, meyve devşiren vb. bir yabanıl -ve maymunluktan çıktıktan sonra insanoğlu bir yabanıldı- “yararlı” emek gerçekleştirir.

Üçüncü olarak. Sonuç: “Ve yararlı emek, ancak toplum içinde ve toplum tarafından meydana getirildiği için, emeğin geliri, tümüyle, eşit hakla, toplumun bütün üyelerine aittir.

Ne güzel sonuç! Eğer, yararlı emek, ancak toplum içinde ve toplum tarafından meydana getirilebiliyorsa, o halde, bu emeğin geliri, topluma aittir - birey olarak işçiye ise, emeğin “koşulu” olan toplumun varlığını sürdürmesi için gerekli olanın dışında hiçbir şey yok.

Gerçekte, bu önerme, her çağda, belli bir zamanda mevcut toplum durumunun savunucuları tarafından kullanılagelmiştir. Birinci olarak onu izleyen bütün ıvır-zıvırla birlikte hükümetin hak istekleri gelir, çünkü hükümet, toplumsal düzenin korunması için toplumsal organdır; ardından, çeşitli türden özel mülkiyetin hak istekleri gelir, çünkü çeşitli türde özel mülkiyet toplumun temelidir, vb.. Görülüyor ki, böylesi boş tümceler istenildiği gibi evrilip çevrilebilir.

Ancak şöyle kaleme alındığı zaman, paragrafın birinci kısmı ile ikinci kısmı arasında, bir mantık bağı kurulabilir:

“Emek, ancak, toplumsal emek olarak, zenginliğin ve kültürün kaynağı olur", ya da aynı anlama gelen: “ancak toplum içinde ve toplum tarafından".

Bu önerme, tartışma götürmez şekilde doğrudur, çünkü, yalıtılmış emek (bunun maddi koşullarının gerçekleşmiş olduğunu varsayarsak), kullanım-değerleri yaratabilirse de, ne zenginlik, ne de kültür yaratabilir.

Şu önerme de aynı şekilde tartışma götürmez:

“Emeğin toplumsal olarak gelişmesi ve böylece zenginlik ile kültürün kaynağı olması ölçüsünde, işçiler arasında yoksulluk ve perişanlık, işçi olmayanlar arasında zenginlik ve kültür gelişir.”

Bu, geçmişin tüm tarihinin yasasıdır. O halde “emek” ve “toplum” üzerine genel sözler sıralayacak yerde, bugünkü kapitalist toplumda işçileri bu toplumsal beladan kurtulmada yetenekli kılan ve onları buna zorlayan maddi vb. koşulların, sonunda nasıl yaratılmış olduğu, burada, somut bir biçimde kanıtlanmalıydı.

Ama, gerçekte, gerek biçim, gerek içerik yönünden olsun, bütün bu paragrafın buradaki varlık nedeni, partinin bayrağı üzerine, en yukarıya, lasalcı “emeğin tüm geliri” formülünün slogan olarak yazılabilmesi içindir. “Emek geliri", “eşit hak” vb. konularına ilerde döneceğim, çünkü ilerde de, aynı şey biraz değişik biçimde karşımıza çıkmaktadır.

2. “Bugünün toplumunda emek araçları, kapitalist sınıfın tekelindedir; işçi sınıfı için bundan doğan bağımlılık durumu, bütün biçimleriyle yoksulluğun ve köleliğin nedenidir.”

Enternasyonalin tüzüğünden alınan bu tümce, “düzeltilmiş” olan bu biçimiyle yanlıştır.

Bugünün toplumunda, emek araçları, toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin tekelindedir (toprak mülkiyeti tekeli, sermaye tekelinin temelidir de). Enternasyonalin tüzüğü, sözkonusu pasajda, tekelcilerin şu ya da bu sınıfından sözetmez. “Emek araçlarını, yani yaşamın kaynaklarını tekelleştiren"den sözeder. “Yaşamın kaynakları” sözcüklerinin eklenmesi, toprağın emek araçları arasına katıldığını yeteri kadar açıklıkla gösterir.

Bu düzeltmeye gidildi, çünkü, Lassalle, bugün bilinen nedenlerle, yalnızca, kapitalist sınıfa saldırıyordu ve toprak sahiplerini hedef almıyordu. İngiltere’de, kapitalist, çoğunlukla, fabrikasının kurulu bulunduğu toprağın sahibi bile değildir.

3. “Emeğin kurtuluşu, emek araçlarının toplumun ortak mülkiyeti durumuna yükseltilmesini ve emek gelirinin adaletli biçimde dağıtılması ile birlikte toplam emeğin topluluk tarafından düzenlenmesini gerektirir.”

“Emek araçlarının ortak mülkiyet durumuna yükseltilmesi”, bu, herhalde “ortak mülkiyet haline dönüştürülmesi” anlamına gelmektedir. Ama bunun üzerinde fazla durmuyorum.

“Emeğin geliri” nedir? Emeğin ürünü mü, yoksa onun değeri mi? Ve, bu sonuncu durumda da, ürünün tüm değeri mi, ya da yalnızca, emeğin tüketilen üretim araçlarının değerine eklemiş olduğu yeni değer kısmı mi?

“Emek geliri”, Lassalle’in, belirli iktisadi kavramların yerine koyduğu belirsiz bir kavramdır.

“Adaletli biçimde dağıtım” ne demektir? Burjuvalar bugünkü dağıtımın “adaletli” olduğunu iddia etmiyorlar mı? Ve gerçekten de bugünkü üretim biçimi esasına göre bu dağıtım, biricik “adaletli” dağıtım değil midir? İktisadi ilişkiler, hukuksal kavramlar tarafından mi düzenlenmiştir, yoksa, tersine, hukuksal ilişkiler iktisadi kavramlardan mi doğar? Sosyalist sekterlerin de bu “adaletli” dağıtım hakkında son derece çeşitli görüşleri yok mudur?

Burada bu “adaletli dağıtım” deyimi ile ne kastedildiğini bilmek için, birinci paragrafı bu paragrafla birlikte ele almamız gerekir. Bu son paragraf “emek araçlarının ortak mülkiyet olduğu ve toplam emeğin topluluk tarafından düzenlendiği” bir toplum varsayıyor, birinci paragraftan da “emeğin gelirinin, tümüyle, eşit hakla, toplumun bütün üyelerine ait olduğunu” öğreniyoruz.

“Toplumun bütün üyelerine” mi? Çalışmayanlara da mı? O zaman “emeğin gelirinin tümü” ne oluyor? Toplumun yalnız çalışan üyelerine mi gidiyor? O zaman toplumun bütün üyelerinin “eşit hakkı” ne olacak?

Ama besbelli ki “toplumun bütün üyeleri” ve “eşit hak”, gelişigüzel söylenmiş şeyler. Bunun özü, bu komünist toplumda, her işçinin, Lassalle’vari “emeğin tüm ürününü” alması gerektiğidir.

Önce “emek geliri” sözünü, emek tarafından yaratılan nesne anlamında alırsak, topluluğun emeğinin geliri toplam toplumsal üründür.

Bundan şunlar çıkarılmalıdır:

Birincisi, yıpranan üretim araçlarının yerine konmasının karşılığı.

İkincisi, üretimin genişletilmesi için ek kısım.

Üçüncüsü, doğa olaylarının vb. neden olduğu sıkıntılar ve aksaklıklar için yedek ya da sigorta fonları.

“Emeğin tüm geliri"nden yapılacak olan bu çıkarmalar, iktisadi bir zorunluktur, ve bunların büyüklüğü varolan araçlara ve güçlere göre, kısmen de olasılık hesabı ile belirlenebilir, ama hiçbir yönden adaletle hesaplanamazlar.

Geriye toplam ürünün tüketim aracı olarak iş görmek üzere öteki kısmı kalır.

Bu da bireyler arasında paylaşılmadan önce, gene şu çıkarmalar da yapılmalıdır:

Birincisi, üretime ait olmayan genel yönetim giderleri.

Bu kısım, ilk başlarda bugünkü topluma kıyasla çok sınırlıdır, ve yeni toplum geliştiği ölçüde azalır.

İkincisi, okullar, sağlık hizmetleri, vb. gibi, gereksinmelerin ortaklaşa karşılanmasına ayrılan kısım.

Bu kısım da, ilk başlarda bugünkü topluma kıyasla önemli ölçüde artmaktadır, ve yeni toplum geliştiği ölçüde de artar.

Üçüncüsü, çalışamayanların vb. geçimi için gerekli fonlar, yani bugün resmi olarak yoksullara yardım diye adlandırılan şeyin kapsamına girenler.

Ancak şimdi programın lasalcı etkinin altında, tek başına dar bir görüşle ele aldığı “dağıtma”, yani ortaklaşa toplumun üreticileri arasında bireysel olarak paylaşılan tüketim araçları kısmına varmış oluruz.

Her ne kadar özel bir birey niteliği ile üreticinin elinden alınandan, toplumun bir üyesi niteliği ile dolaylı ya da dolaysız olarak yararlanmakta ise de, “emeğin tüm geliri” zaten farkedilemez bir biçimde “azaltılmış” gelire dönüşmüş bulunmaktadır.

Tıpkı “emeğin tüm geliri” sözünün gözden kaybolması gibi, “emeğin geliri” sözü de şimdi tamamen gözden kaybolmaktadır.

Üretim araçlarının ortak mülkiyeti üzerine kurulu ortaklaşa toplum içinde, üreticiler ürünlerini değişmezler; aynı biçimde, ürünler için kullanılmış emek, burada, bu ürünlerin değeri olarak, onların taşıdığı maddi bir nitelik olarak pek görünmez, çünkü şimdi, kapitalist toplumun tersine, bireysel emek artık dolaylı bir biçimde değil, toplam emeğin bir kısmı olarak doğrudan vardır. Belirsizliğinden dolayı bugün bile yersiz bulunabilen “emeğin geliri” deyimi, böylelikle bütün anlamını yitirmiş olmaktadır.

Burada ele almamız gereken, kendi temelleri üzerinde gelişmiş olan değil, tersine, kapitalist toplumdan doğduğu şekliyle bir komünist toplumdur; dolayısıyla, iktisadi, manevi, entelektüel, bütün bakımlardan, bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hâlâ taşıyan bir toplumdur. Bu bakımdan birey olarak üretici (gerekli indirimler yapıldıktan sonra), topluma vermiş olduğunun tam karşılığını alır. Onun topluma verdiği şey, birey olarak, kendi emek miktarıdır. Örneğin, toplumsal işgünü, bireysel çalışma saatleri toplamından oluşur; her üreticinin birey olarak emek-zamanı, toplumsal işgünü olarak sunmuş olduğu kısımdır, onun bu bakımdan katkısıdır. O, toplumdan, şu kadar emek verdiğini saptayan bir belge alır (bunda kolektif fonlar için sarfetmiş olduğu emeğin indirimi yapılmıştır) ve, bu belge ile, toplumun tüketim araçları stoklarından, emeğinin eşit bir tutarı kadar bir miktar alır. Topluma, bir biçimde sunmuş olduğu aynı emek miktarını, ondan, başka bir biçimde geri alır.

Besbelli ki, burada uygulanan ilke, eşit değerler değişimi olduğu ölçüde, meta değişimini düzenleyen ilkenin aynıdır. İçerik ve biçim değişmiştir, çünkü değişmiş koşullar altında hiç kimse emeğinden başka bir şey veremez ve öte yandan da bireylerin mülkiyetine bireysel tüketim araçlarından başka hiçbir şey geçemez. Ama birey olarak ele alınan üreticiler arasında bunların dağıtımı konusunda egemen ilke, eşdeğer metaların değişimine hükmeden ilkeden farksızdır: bir biçimdeki belli bir miktar emek, başka bir biçimdeki eşit miktar emekle değişilmektedir.

Demek ki, meta değişiminde eşdeğer değişimi yalnızca ortalama olarak varolduğu, tek tek durumlarda olmadığı halde, ilke ile pratiğin ortak çekişme içersinde olmamasına karşın, eşit hak, burada, hâlâ -ilke olarak- burjuva haktır.

Ama bu ilerlemeye karşın, eşit hak, hâlâ burjuva sınırlar içersinde kalmaktadır. Üreticinin hakkı, sunmuş olduğu emekle orantılıdır; buradaki eşitlik, ölçümün eşit bir ölçüt ile, emek ile yapılması olgusudur.

Ama bir insan, bedensel ya da zihinsel olarak bir başkasından üstün olabilir, böylece aynı süre içersinde daha fazla emek sağlayabilir ya da daha uzun süre çalışabilir; ve emeğin bir ölçü görevi yerine getirebilmesi için, süresi ve yoğunluğu saptanılmalıdır, yoksa bir ölçü birimi olmaktan çıkar. Bu eşit hak, eşit olmayan bir emek için eşit olmayan bir haktır. Hiçbir sınıf farkı tanımaz, çünkü herkes bir diğeri gibi yalnızca bir işçidir; ama eşit olmayan bireysel yetenekleri ve böylece de üretken kapasiteyi doğal bir ayrıcalık olarak zımnen kabul eder. Demek ki bu, özünde, her hak gibi eşitsizliğe dayanan bir haktır. Niteliği gereği, hak, ancak aynı ölçüt kullanıldığında sözkonusu olabilir; ama eşit olmayan bireyler (ve bunlar eşit olsalardı ayrı ayrı bireyler olamazlardı) yalnızca aynı açıdan değerlendirildiklerinde, yalnızca belirli bir yönden ele alındıklarında, örneğin, bu durumda olduğu gibi, geri kalan her şeyden tecrit ederek yalnızca işçi olarak hesaba katıldıklarında, aynı bir ölçütle ölçülebilirler. Ayrıca, bir işçi evlidir, öteki değildir; birinin ötekinden daha çok çocuğu vardır, vb., vb.. Bu durumda eşit emek sarfettikleri halde ve dolayısıyla toplumsal tüketim fonundan eşit ölçüde yararlanma olanağına sahip bulundukları halde, biri gerçekten ötekinden çok alacaktır, biri ötekinden daha zengin olacaktır, vb.. Bütün bu sakıncalardan uzak durabilmek için, hak, eşit olacak yerde, eşit olmamalıydı.

Ama bu gibi kusurlar, uzun ve sancılı bir doğumdan sonra kapitalist toplumdan çıkıp geldiği şekli ile komünist toplumun birinci evresinde kaçınılmaz şeylerdir. Hukuk, hiçbir zaman, toplumun iktisadi yapısından ve onun koşullandırdığı kültürel gelişmeden daha yüksek olamaz.

Komünist toplumun daha yüksek bir evresinde, bireylerin işbölümüne kölece boyun eğmesinin ve onunla birlikte de kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkinin ortadan kalkmasından sonra; emek, yalnızca yaşam aracı değil, yaşamın birincil gereksinmesi haline gelmesinden sonra; bireylerin her yönüyle gelişmesiyle birlikte, üretici güçlerin de artması ve bütün kolektif zenginlik kaynaklarının gürül gürül fışkırmasından sonra - ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları tümüyle aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üzerine şunu yazabilecektir: “Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre!”

Bir yanda belli bir süre için bir anlamı olmuş, ama şimdi eskimiş laf salatası haline gelmiş görüşlerin partimize dogmalar olarak zorla kabul ettirilmek istenmesiyle, öte yanda ise partiye binbir zahmetle kazandırılmış ve artık onda kök salmış gerçek görüşü, ideolojik hukuk saçmalıkları ve demokratlarla Fransız sosyalistleri için çok geçerli olan saçmalıklar yoluyla tersine çevirmekle nasıl büyük bir suç işlendiğini göstermek için, bir yandan “emeğin tüm geliri"ni, bir yandan da “eşit hak”kı, “adaletli dağıtım”ı uzun uzun ele aldım.

Buraya kadar yapılmış olan tahliller bir yana, gene de şu dağıtım diye adlandırılan şey üzerinde bu kadar laf edilmesi ve bunun vurgulanması bir hatadır.

Tüketim araçlarının dağıtımı, bizzat üretim koşullarının dağıtımının bir sonucundan başka bir şey değildir. Ama bu dağıtım, üretim biçiminin kendisinin özelliğidir. Örneğin kapitalist üretim biçimi, maddi üretim koşullarının sermaye mülkiyeti ve toprak mülkiyeti biçiminde, çalışmayan kişilere dağıtılmasına, buna karşılık yığının yalnızca kişisel üretim koşulunun, emek-gücünün sahibi olması olgusuna dayanır. Eğer üretimin unsurları bu biçimde dağıtılırsa, tüketim araçlarının bugünkü dağıtımı, bundan kendiliğinden çıkar. Üretimin maddi koşulları, işçilerin kendilerinin kolektif mülkiyeti olunca, tüketim araçlarının bugünkünden değişik bir dağılımı, aynı biçimde, bu yeni durumun sonucu olacaktır. Kaba sosyalizm (ve onun aracılığıyla demokrasinin bir kesimi) burjuva iktisatçılardan, dağıtımı üretim biçiminden bağımsız bir şey sayma ve bu yüzden de sosyalizmin, özünde dağıtım çevresinde dönüp dolaştığını hayal etme âdetini almıştır. Gerçek ilişkiler uzun zamandan beri açıklığa kavuşturulmuş olduğuna göre, bunlara bir kez daha geri dönmek neye yarar?

4. “Emeğin kurtuluşu, işçi sınıfının işi olmalıdır, işçi sınıfının karşısında tüm öteki sınıflar yalnızca gerici bir yığındır.”

Birinci tümcecik, Enternasyonal tüzüğü önsözünden alınmadır, ama burada “düzeltilmiştir". Bu önsözde şöyle yazar: “İşçi sınıfının kurtuluşunun, işçi sınıfının kendi eseri olması” burada ise, tersine, işçi sınıfı neyi kurtarmalıdır? “Emeği.” Anlayabilen anlasın.

Bu yetmiyormuş gibi arkadan gelen tümcecik, su katılmamış lasalci bir aktarmadır: “İşçi sınıfının karşısında, tüm öteki sınıflar yalnızca gerici bir yığındır.”

Komünist Manifesto’da şöyle yazılıdır: “Bugün burjuvazi ile karşı karşıya gelen bütün sınıflar içersinde yalnızca proletarya, gerçekten devrimci bir sınıftır. Öteki sınıflar modern sanayi karşısında erirler ve ensonu yok olurlar, proletarya ise onun özel ve temel ürünüdür.” [**]
Burjuvazi, burada, eskimiş üretim biçiminin ürünü olan toplumsal durumlarını korumaya azimli feodaller ve orta sınıflara göre devrimci bir sınıf olarak -büyük sanayiin taşıyıcısı olarak- değerlendirilmektedir. Demek ki, feodaller ve orta sınıflar, burjuvazi ile birlikte yalnızca gerici bir yığın oluşturmuyorlar.

Öte yandan, proletarya, kendisi de büyük sanayiden doğmuş bir sınıf olarak, üretimi, burjuvazinin ölümsüzleştirmeye çalıştığı kapitalist nitelikten arındırmaya uğraştığı için, burjuvazi karşısında, devrimci bir sınıftır. Ama Manifesto, “alt orta sınıf”ın “proletaryaya katılmak üzere olduklarından ötürü” devrimcileşmekte olduklarını da buna ekler.

Bu bakımdan, orta sınıfların, burjuvaziyle birlikte ve hele feodalleri de bunlara katarak, işçi sınıfının karşısında “yalnızca gerici bir yığın oluşturduğunu” söylemek de saçmalıktır.

Son seçimler sırasında, zanaatçılara, küçük sanayicilere vb. ve köylülere de “siz, bizim karşımızda, burjuvalar ve feodallerle birlikte yalnızca gerici bir yığın oluşturuyorsunuz” diye haykırıldı mı?

Lassalle, kendi kaleme aldığı kutsal yazılarını müritleri nasıl ezbere biliyorsa, Komünist Manifesto’yu öyle ezbere bilirdi. Onu bu ölçüde kabaca tahrif etmesi, burjuvaziye karşı, ancak, mutlakiyetçi ve feodal hasımlarıyla ittifakını süslemek içindi.

Yukarda aktarılan paragrafta Lassalle’ın vecizesi, öylesine mantık silsilesi dışında kaleme alınmıştır ki, Enternasyonalin tüzüğündeki tahrif edilmiş tümcecikle hiçbir ilişiği kalmamıştır. Demek ki, burada, sözkonusu olan, bir saygısızlıktır, ve doğrusunu söylemek gerekirse, Bay Bismarck’ın indinde hiç de tatsız sayılmayacak bir saygısızlık, Berlinli Marat’nın [***] bol bol imal ettiği kabalıklardan biridir.

5. “İşçi sınıfı, bütün uygar ülkelerin işçilerinin ortak çabasının zorunlu sonucunun, halkların uluslararası kardeşliği olacağının bilincinde olarak, kurtuluşu için, ilkönce, bugünkü ulusal devlet çerçevesi içinde çalışır.”

Komünist Manifesto’nun ve daha önceki sosyalizmin tümünün tersine, Lassalle, işçi hareketini, en dar ulusal açıdan kavramıştır. Program tasarısında Lassalle’ın bu yolu izlenmektedir - ve bu, Enternasyonalin çalışmasından sonra yapılmaktadır!

Besbelli ki, işçi sınıfı, savaşım verebilmek için, sınıf olarak kendi ülkesinde örgütlenmelidir ve her ülke, ayrı ayrı bu sınıf savaşımının doğrudan alanıdır. İşte işçi sınıfının savaşımı, bu anlamda ulusal nitelik taşır, içeriği bakımından değil, ama Komünist Manifesto’nun da dediği gibi, “biçimi bakımından” ulusal. Ama “bugünkü ulusal devlet çerçevesinin", örneğin Alman imparatorluğunun kendisi de, iktisadi bakımdan, dünya pazarının “çerçevesi içine” ve siyasal bakımdan da devletler sistemi “çerçevesi içine” girer. Her işadamı bilir ki, Alman ticareti, aynı zamanda, diş ticarettir ve Herr Bismarck’in büyüklüğü de, hiç kuskusuz, salt izlediği bir tür uluslararası politikadan gelmektedir.

Peki Alman İşçi Partisi, enternasyonalizmini neye indirgemektedir? Çabasının sonucunun “halkların uluslararası kardeşliği” olacağı bilincine -burjuva bir kuruluş olan Barış ve Özgürlük Ligasından [10] aktarılmış, işçi sınıflarının egemen sınıflara ve onların hükümetlerine karşı ortak savaşımında, uluslararası kardeşliğin bir eşdeğeri gibi yutturulmak istenen parlak bir ifade. Onun için Alman işçi sınıfının uluslararası işlevleri hakkında tek sözcük yok! İşçi sınıfı -kendisine karşı bütün öteki ülkelerin burjuvazisiyle daha şimdiden kardeşlik bağı kurmuş olan- kendi burjuvazisine ve Bay Bismarck’ın uluslararası komplocu politikasına karşı, işte böyle meydan okuyacaktır!

Gerçekte, programın enternasyonalizmi, Serbest Ticaret Partisininkinden çok daha gerilerdedir. Bu parti de, hareketinin sonal sonucunun “halkların uluslararası kardeşliği” olduğunu iddia ediyor. Ama bu parti hiç değilse, her halkın kendi ülkesinde ticaret yapmasıyla yetinmeyerek, değişime uluslararası bir nitelik kazandırmak için bir şeyler yapıyor.

İşçi sınıflarının uluslararası hareketi, hiç de Uluslararası İşçi Birliğinin varlığına bağlı değildir. Enternasyonal, bu harekete bir merkezi organ kazandıracak bir ilk girişimdi; harekete kattığı hızdan ötürü uzun vadeli sonuçlar vermiş olan, ama Paris Komününün düşmesinden sonra birinci tarihsel biçimiyle uzun süre varlığını sürdürmesi olanaklı olmayan bir girişim.

Bismarck’in Nourddeutsche’si [11], efendisini hoşnut kılmak için, Alman İşçi Partisinin yeni programında enternasyonalizmi lânetlediğini ilân ederken tamamen haklıydı.

II

“Bu temel ilkelerden hareket eden Alman İşçi Partisi bütün legal yollardan yararlanarak, özgür devlet -ve- sosyalist toplum için çaba gösterir: ücretlerin tunç yasası ile birlikte ücret sisteminin -ve- her türden sömürünün ortadan kaldırılması; her türlü toplumsal ve siyasal eşitsizliğin giderilmesi.”

“Özgür” devlet konusuna ilerde döneceğim.

Demek ki, gelecekte, Alman İşçi Partisinin, Lassalle’ın “ücretlerin tunç yasası"na inanması gerekecektir! Bu yasanın tüm yıkıma uğramaması için, “ücretlerin tunç yasasıyla birlikte ücret sisteminin ortadan kaldırılması”ndan (burada ücretli emek sistemi denmeliydi) sözetme deliliği edilmektedir. Eğer ben, ücretli emeği ortadan kaldırıyorsam, pek doğaldır ki, ister “tunç”tan olsun, ister süngerden, onun yasalarını da ortadan kaldırıyorum demektir. Ama Lassalle’ın ücretli emeğe karşı savaşımı, hemen hemen özellikle bu sözde-yasa çevresinde döner dolaşır. Onun için Lassalle mezhebinin bu işten utkun çıktığını iyice göstermek için, “ücret sistemi"nin, “ücretlerin tunç yasası ile birlikte” ortadan kaldırılması, ve onsuz kaldırılmaması gerekmektedir.

Çok iyi bilinmektedir ki, “ücretlerin tunç yasası”nda Goethe’nin “büyük, ölümsüz tunç yasaları”ndan [****] aktarılmış “tunç” sözcüğü dışında hiçbir şey Lassalle’a ait değildir. Tunç sözcüğü gerçek müminlerin birbirini tanımalarına yarayan işarettir. Ama eğer ben, bu yasayı, Lassalle’ın damgası ile kabul ediyorsam ve bunun sonucu olarak da bu yasaya onun yüklediği anlamı veriyorsam, onun gerekçelerini de kabullenmem gerekir. Peki bu gerekçe nedir? Lassalle’ın ölümünden az sonra Lange’nin gösterdiği gibi, bu, (Lange’nin kendisinin de savunduğu) Malthus’un nüfus teorisinden başka bir şey değildir. Ama bu teori eğer doğruysa, ücretli emeği yüz kez ortadan kaldırsam da, gene yasayı ortadan kaldıramam, çünkü yasa, yalnızca ücretli emek sistemini değil, her toplumsal sistemi de yönetir. Doğrudan, işte buna dayanarak, iktisatçılar elli yıldan, hatta daha uzun bir süreden beri, sosyalizmin, temelini doğadan alan yoksulluğu ortadan kaldıramayacağını, ancak yoksulluğu genelleştirebileceğini, aynı anda da toplumun bütün yüzeyine yayabileceğini tanıtlamaya kalkışmışlardır!

Ama bütün bunlar işin esası değil. Lassalle’ın sunduğu bu yasanın yanlış anlatım biçimi bir yana, gerçekten isyan ettirici gerileme şudur:

Lassalle’ln ölümünden beri, partimizde, ücretlerin, emeğin göründüğü gibi, yani değeri ya da fiyatı değil de, yalnızca emek-gücünün değerinin ya da fiyatının maskelenmiş bir biçimi olduğu yolundaki bilimsel görüş benimsenmiştir. Böylece bugüne dek gelen tüm burjuva ücret kavramı olduğu kadar, bu kavrama karşı şimdiye kadar yöneltilmiş bütün eleştiriler de, bir daha dönmemek üzere atılmış oluyordu, ve ücretli işçinin kendi geçimini sağlamasına, başka bir deyişle yaşamasına, ancak kapitalistler için (ve onlarla birlikte artı-değerle yaşayan başkaları için) belli bir süre parasız çalıştığı ölçüde izin verildiği; bütün kapitalist üretim sisteminin işgününün uzatılmasıyla ya da verimliliğin geliştirilmesiyle, yani emek-gücünün yoğunluğunun artırılmasıyla vb. bu parasız emeğin artırılması, bunun sonucu olarak da ücretli emek sisteminin bir kölelik sistemi olduğu, ve işçinin aldığı ücret az ya da çok olsun, emeğin toplumsal üretken güçleri geliştikçe, daha da ağır bir kölelik sistemi olduğu, açık-seçik hale getirilmişti. Bu görüşün partimizde her geçen gün daha çok yerleştiği bir sırada, Lassalle’ın ücret konusunda tam bilisiz olduğunun ve tıpkı burjuva iktisatçıları gibi, görünüşü özle karıştırdığının bilinmesi gerekirken, onun dogmalarına dönülmektedir.

Bu, sanki, köleliğin gizini ensonu kavramış ve ayaklanmış köleler arasında, hâlâ eskimiş kavramların kölesi bir köle, ayaklanma programına şunları yazmış demektir: kölelik ortadan kaldırılmalıdır, çünkü kölelik sisteminde köle bakımı düşük düzeydeki belli bir azamiyi aşamaz!

Partimiz temsilcilerinin, partinin yığını arasında yayılmış olan kavrama karşı böyle korkunç bir suikaste girişebilmiş olmaları olgusu, tek başına, bu temsilcilerin uzlaşma programının kaleme alınmasında nasıl bir canice hafiflikle ve vicdansızlıkla çalıştıklarını açıkça kanıtlar!

“Her türlü toplumsal ve siyasal eşitsizliğin giderilmesi” şeklindeki belirsiz bitiş tümcesi yerine, sınıf farklarının ortadan kaldırılmasıyla, bu farklardan doğan her türlü toplumsal ve siyasal eşitsizlik kendiliğinden ortadan kalkar, denmeliydi.

III

Toplumsal sorunların çözüm yollarının hazırlanması için, Alman İşçi Partisi, devlet yardımı ile, emekçi halkın demokratik denetimi altında üretim kooperatifleri kurulması isteminde bulunur. Üretim kooperatifleri, sanayide ve tarımda öyle geniş ölçüde kurulmalıdır ki, toplam emeğin sosyalist örgütlenmesi bundan doğabilsin.”

Lassalle’ın “ücretlerin tunç yasası"ndan sonra, peygamberin bu her derde deva ilacı. Bu yol ona yaraşır biçimde “hazırlanıyor". Varolan sınıf savaşımının yerine, kof bir gazeteci formülü olan “toplumsal sorun” konuyor ve bunun “çözüm"ü için “yollar hazırlanıyor.” “Toplam emeğin sosyalist örgütlenmesi", toplumun devrimci dönüşüm sürecinden doğacağı yerde, “devlet yardımından”, yani devletin (emekçilerin değil) kendisinin “kurduğu” üretim kooperatiflerinden “doğuyor”. Yeni bir toplumun, tıpkı yeni bir demiryolu yapımı gibi, devlet borçlarıyla kurulabileceğini sanmak, Lassalle’a yaraşır bir kuruntudur!

Biraz olsun utanıldığı için, “devlet yardımı”, “emekçi halkın” demokratik denetimi altına konmaktadır.

Her şeyden önce, Almanya’da “emekçi halk”ın çoğunluğu, proleterlerden değil, köylülerden oluşur.

Üstelik, demokratik, Almancada volksherrschaftlich [“halk egemenliği ile”] demektir. O halde “emekçi halkın halk egemenliği ile denetimi” ne demektir? Ve hem de bu, bu şekilde devlet yardımı isteminde bulunarak, ne yönetimde olmadığının, ne de yönetebilecek olgunluğa gelmediğinin tam bilincinde bulunduğunu açığa vuran bir emekçi halk adına söyleniyorsa!

Buchez’nin Louis-Philippe zamanında, Fransız sosyalistlerine karşı öğütlediği ve sonradan Atelier’nin [12] gerici işçilerinin benimsedikleri bu reçetenin eleştirisine girişmeyi gereksiz sayıyorum. Ama gene de asıl kusur, bu harika denecek ölçüde özgül devanın programda yer alışı değil, genel olarak, sınıf hareketi görüşünün terkedilerek mezhep hareketi görüşüne doğru atılmış bir geri adımdadır.

İşçilerin kooperatifsel üretim koşullarını toplumsal ölçekte ve her şeyden önce de kendi ülkelerinde ulusal ölçekte kurma istekleri bugünkü üretim koşullarında devrim yapmak için çaba göstermelerinden başka bir anlama gelmez; ve bunun, devlet yardımıyla kooperatif kurmakla hiçbir ilgisi yoktur. Ve bugünkü kooperatifler de ancak işçilerin elinde bağımsız kuruluşlar oldukları, ve ne hükümetler, ne de burjuvalar tarafından korunmadıkları ölçüde bir değer taşırlar.

IV

Şimdi demokratik bölüme geliyorum.

A. “Devletin özgür temeli.”

İlkönce, II. Bölümde görüldüğü gibi, Alman İşçi Partisi “özgür devleti” gerçekleştirmeyi amaç edinmiştir.

Özgür devlet - bu nedir?

Özgür devleti kurmak, hiç de boynubükük tâbilerin dargörüşlü zihniyetinden kendilerini kurtarmış olan işçilerin amacı değildir. Alman imparatorluğunda “devlet", hemen hemen Rusya’daki kadar “özgür”dür. Özgürlük, toplumun üstüne yerleştirilmiş bir organ olan devleti, topluma tamamen bağımlı bir organ şekline sokabilmektir, ve bugün bile devlet biçimleri “devletin özgürlüğü”nün sınırlandırılması ölçüsünde az ya da çok özgürdür, ya da değildir.

Alman İşçi Partisi -hiç değilse bu programı kabul ederse- sosyalist fikirleri pek yüzeyde benimsemiş olduğunu gösterir; bugünkü toplumu (ve gelecekteki herhangi bir toplum için de aynı şey doğrudur), bugünkü devletin temeli olarak kabul edeceğine (gelecekteki devletin temeli, geleceğin toplumu olacaktır), tam tersine, devlet, kendi entelektüel, manevi ve özgür temellerine sahip bağımsız bir gerçeklik olarak ele alınmaktadır.

Program, “bugünkü devlet”,bugünkü toplum” gibi deyimleri nasıl korkunç şekilde kötüye kullanıyor, istemlerin yöneltildiği devlet konusunda ne korkunç yanlış anlamaya yolaçıyor!

“Bugünkü toplum”, ortaçağ unsurlarından azçok arınmış, her ülkeye özgü tarihsel evrim tarafından azçok değişikliğe uğratılmış, azçok gelişmiş bütün uygar ülkelerde var olan kapitalist toplumdur. “Bugünkü devlet” ise, tersine, ülkelerin sınırlarıyla değişir. Prusya-Almanya İmparatorluğunda devlet, İsviçre’de olduğundan başkadır; İngiltere’de devlet, Amerika Birleşik Devletleri’nde olduğundan başkadır. Demek ki, “bugünkü devlet”, bir uydurmadır.

Bununla birlikte, ayrı ayrı uygar ülkelerin ayrı ayrı devletlerinin hepsinin, biçimlerinin çeşitliliğine karşın, şu ortak yanları vardır: kapitalist anlamda azçok gelişmiş çağdaş burjuva toplumun temeli üzerinde kurulmuştur. Bu yüzden, bunların bazı ortak temel nitelikleri de vardır. Bu anlamda, devletin bugünkü kökünün, burjuva toplumun ölüp gideceği gelecekle karşıtlık içinde “bugünkü devlet”ten sözedilebilir.

Bu durumda şu soruyla karşı karşıya geliyoruz: komünist bir toplumda devlet, hangi değişikliğe uğrayacaktır? Başka bir deyişle, böyle bir toplumda devletin bugünkü işlevlerine benzer hangi toplumsal işlevler bulunacaktır? Bu soru, ancak bilimsel yoldan yanıtlanabilir ve halk sözcüğü devlet sözcüğüyle binbir biçimde bileştirilerek bu sorun bir arpa boyu ilerletilmiş olmaz.

Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Buna da bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada, devlet proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.
Program, ne şimdiki devleti, ne de komünist toplumdaki geleceğin devletini ele almıştır.

Programın siyasal istemlerinde, herkesin bildiği eski demokratik nakarattan fazla bir şey yok: evrensel oy hakkı, doğrudan yasama, halk hukuku, halk milisi vb.. Bunlar yalnızca burjuva Halkçı Partinin, Barış ve Özgürlük Ligasının yankılarıdırlar. Hayali zorlayan abartmalarla şişirilmiş kavramlar olarak sunulmadıkları ölçüde, bunların tümü şimdiden gerçekleşmiş istemlerdir. Ancak bunu gerçekleştirmiş olan devlet, Alman İmparatorluğu sınırları içindeki devlet değildir, İsviçre’deki, Amerika Birleşik Devletlerindeki vb. devlettir. Bu cins “geleceğin devleti", Alman İmparatorluğunun “çerçevesi” dışında olsa bile, bugünkü bir devlettir.

Ama bir şey unutulmuştur. Alman İşçi Partisi, “bugünkü ulusal devlet” içersinde, yani kendi devleti, Prusya-Almanya İmparatorluğu içersinde hareket ettiğini açıkça beyan ettiğine göre -yoksa bu partinin istemlerinin büyük bir kısmı saçma olurdu, çünkü insan ancak elde edilememiş şeyler için istemde bulunur-, partinin şu en önemli noktayı unutmaması gerekir: bütün bu güzel küçük şeyler, halk egemenliği denen şeyin tanınmasının kapsamına girer, ve bu bakımdan ancak demokratik bir cumhuriyette, bunlar yerinde sayılabilir.

Fransız işçilerinin Louis-Philippe ve Louis-Napoléon zamanında programlarına yazdıkları demokratik cumhuriyet isteminin ileri sürülmesine cesaret edilemiyorsa -ve böyle davranılmakla doğru hareket edilmektedir, çünkü durum ihtiyatı gerektirmektedir-, parlamenter biçimlerle bezenmiş, feodal unsurlarla karıştırılmış, burjuvazinin etkisi altında bulunan ve bürokratik bir biçimde tezgâhlanmış, polis bekçiliğindeki askeri despotluk yönetiminden başka bir şey olmayan bir devletten, ancak demokratik cumhuriyet koşullarında anlam taşıyabilecek şeyler isteminde bulunmak gibi, “onurlu” [*****] olmadığı kadar saygıdeğer de olmayan hilelere de başvurulmamalıydı ve bu devlete, bu gibi istemlerin “yasal yoldan” kabul ettirilebileceği yüksek sesle ilân edilmemeliydi.

Demokratik cumhuriyette bin yıllık bir çağın gelişini gören ve sınıf savaşımının, burjuva toplumun tam da bu devlet biçiminde kesin sonuca ulaşacağından kuşkusu olmayan kaba demokrasi bile -o bile-, polisin izin verdiği ve mantığın kabul etmediği sınırlar içine hapsedilmiş bu cinsten demokrasicilikten yüz arşın daha yüksektir.

“Devlet” sözünden, gerçekte, hükümet mekanizması, ya da işbölümü sonucu toplumdan ayrı özel bir organizma anlaşıldığı, “Alman İşçi Partisi devletin iktisadi temeli olarak tek bir artanoranlı gelir vergisinin kabul edilmesi isteminde bulunur, vb.” sözcükleriyle gösterilmiştir. Vergiler, hükümet mekanizmasının iktisadi temelidir, başka bir şey değil. Geleceğin devletinde, İsviçre’de olduğu gibi, bu istem, oldukça karşılanmıştır. Gelir vergisi ayrı ayrı toplumsal sınıfların değişik gelir kaynaklarını, dolayısıyla kapitalist toplumu varsayar. Onun için, Gladstone’un kardeşinin başını çektiği burjuvaların, Liverpool’lu mali reformcuların isteminin aynısını ileri sürmelerinde şaşılacak bir şey yoktur.

B. Alman İşçi Partisi, devletin entelektüel ve ahlâksal temeli olarak şu istemlerde bulunur.

“l. Devlet tarafından sağlanan genel ve eşit temel eğitim. Genel eğitim zorunluluğu. Parasız öğretim.”

Eşit temel eğitim? Bu sözcükler ne anlama gelir? Bugünkü toplumda (ve bizim sorunumuz bugünün toplumudur), eğitimin, bütün sınıflar için eşit olabileceğine mi inanılıyor? Yoksa, yalnızca ücretli işçilerin değil, köylülerin de iktisadi durumlarıyla bağdaşabilen o biricik eğitimden, ilkokul eğitiminden ötesi, yukarı sınıflara zorla yasak mı edilecek?

“Genel eğitim zorunluluğu. Parasız Öğretim”. Birincisi Almanya’da bile şimdiden var, ikincisi İsviçre’de ve Amerika Birleşik Devletleri’nde ilkokullar için uygulanmaktadır. Eğer ABD’nin bazı eyaletlerinde yüksek öğrenim kurumları da “parasız” ise, bu, yalnızca, bu eyaletlerin yukarı sınıfların okul masraflarını genel vergi gelirlerinden sakladıklarını gösterir. Sırası gelmişken belirtelim ki, bu, 5. maddenin A. bendinde istemde bulunulan “adli işlemlerin parasız olması” için de böyledir. Hemen her yerde ceza hukuku parasızdır, medeni hukuk ise hemen hemen tamamen mülkiyet üzerinde çıkan çatışmalarla ilgilenir, bu bakımdan hemen hemen her yerde mülk sahibi sınıfları ilgilendirir. Bunların açtıkları dava giderleri, hazineden mi karşılanacaktır?

Okullarla ilgili paragrafta, hiç değilse ilkokullara, teknik okulların (teorik ve pratik) eklenmesi istemi konmalıydı.

“Devlet tarafından sağlanan temel eğitim”, kesin olarak kabul edilmeyecek bir şeydir. Genel bir yasayla, ilkokulların harcamalarının, öğretim kadrosunun niteliklerinin, öğretim dallarının vb. saptanması ve, Amerika Birleşik Devletleri’nde olduğu gibi, bu yasanın uygulanmasının devlet müfettişleri tarafından gözetimi, devleti halkın eğiticisi yapmaktan bambaşka bir şeydir! Tersine, burada yapılacak şey, okuldan, hükümetin ve kilisenin her türlü etkisini uzak tutmaktır. Hem aslında, Prusya-Almanya İmparatorluğunda, halk tarafından çok sıkı bir eğitime tâbi tutulması gereken, devlettir (ve burada, “geleceğin devleti” gibi, aldatıcı bir kaçamağa başvurulmasın; bunun ne anlama geldiğini gördük).

Zaten, bütün program, bütün demokratik lafazanlığına karşın, bir uçtan bir uca lasalcı mezhebin devlete olan kölece inancına, ya da daha kötüsü, demokrasi mucizesi inancına bulanmıştır; ya da daha, doğrusu, ikisi de sosyalizmden eşit derecede uzak bulunan mucizelere olan bu iki tür inanç arasında bir uzlaşmadır.

“Bilim özgürlüğü” diye yazıyor Prusya Anayasasının bir paragrafı. O halde bunun burada yeri ne?

“İnanç özgürlüğü!” Eğer Kulturkampf’ın [13] şu anında liberalizme kendi eski sloganları anımsatılmak isteniyorsa, bu, ancak şöyle yapılabilirdi: “Herkes, polis burnunu sokmadan, dinsel ve bedensel gereksinmelerini yerine getirebilmelidir.” Ama işçi partisi, burada, burjuva “inanç özgürlüğü"nün, akla gelebilecek her türden dinsel inanç özgürlüğünün hoşgörüyle karşılanmasından başka bir şey olmadığının farkında bulunduğunu, ve partinin kendi payına, inancı, dinin gözbağıcılığından kurtarma çabasında olduğunu ifade edebilirdi. Ama ne çare ki, “burjuva” düzeyini aşmama yolu seçiliyor.

Böylece sona varmış bulunuyorum, çünkü programın ardından gelen ek, onun karakteristik bir bölümünü oluşturmamaktadır. Onun için üzerinde çok kısa duracağım.

2. “Normal işgünü.”

Hiçbir başka ülkede, işçi partisi, bu kadar bellisiz bir istemle kendini sınırlandırmamış ve her zaman mevcut koşullar altında normal saydığı işgününün süresini saptamıştır.

3. “Kadın emeğinin sınırlanması ve çocuk emeğinin yasaklanması.”

İşgününün bir düzene bağlanması, işgünü süreleri, dinlenme süreleri vb. ile ilgili olduğuna göre, kadın emeğinin sınırlanmasını da içermelidir; yoksa, bu, özellikle kadınların sağlığına zararlı ya da cinsiyet bakımından ahlâka aykırı olan sanayi kollarından kadın emeğinin dıştalanmasından başka bir anlama gelemez. Eğer kastedilen bu idiyse, açıkça söylenmeliydi.

“Çocuk emeğinin yasaklanması!” Burada, yaş haddi mutlaka belirtilmeliydi.

Çocuk emeğinin genel olarak yasaklanması, büyük sanayiin varlığıyla bağdaşmamaktadır; ve dolayısıyla, boş ve safça bir istektir. Gerçekleşmesi -eğer mümkün olsaydı-gerici bir şey olurdu, çünkü çalışma zamanının farklı yaş gruplarına göre sıkı bir şekilde düzenlenmesi ve çocukların korunması için öteki güvenlik önlemleri, daha genç yaşta üretken emeğin eğitimle birleştirilmesi, bugünkü toplumun dönüşümünü sağlayacak en güçlü araçlardan biridir.

4. “Fabrikaların, atelyelerin ve ev sanayiinin devlet gözetimi altında tutulması.”

Prusya-Almanya devleti sözkonusu olduğuna göre, müfettişlerin ancak mahkeme kararıyla görevlerinden alınabilmeleri, herhangi bir işçinin, görevlerini ihmalden ötürü bunlar hakkında dava açabilmeleri ve bunların hekimlik mesleğinden kimseler arasından seçilmeleri de mutlaka istenmeliydi.

5. “Hapishanelerde emeğin düzenlenmesi.”

Genel bir işçi programında ufak bir istem. Her ne olursa olsun, rekabet korkusuyla sıradan mahkümların hayvan muamelesi görmelerine izin verilmeyeceği ve hele onların ıslah olmalarının biricik aracı olan üretken çalışmadan kendilerinin yoksun edilmesinin sözkonusu olmadığı açıkça belirtilmeliydi. Sosyalistlerden beklenen en azından budur.

6. “Etkin bir yükümlülük yasası.”

“Etkin” bir yükümlülük yasasıyla ne kastedildiği söylenmeliydi.

Geçerken belirtelim ki, normal işgününden sözederken, fabrika yönetmeliklerinin, sağlık kurallarına ve güvenlik önlemlerine vb. ilişkin kısmı gözden kaçırılmıştır. Yükümlülük yasası, ancak bu kurallar çiğnendiğinde uygulanabilir.

Kısaca, bu ek’in de kaleme alınışı ahmakçadır.

Dixi et salvavi animam meam. (Söyledim ve ruhumu kurtardım.)

Mayıs 1875

 (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt: III, s. 11-36, birinci baskı,
Aralık 1979, Ankara, Sol Yayınları)

Dipnotlar

[*] Bayramdan sonra; iç işten geçtikten sonra.
[**] Bkz: Marx, Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt: 2, Sol Yayınları, Ankara 1977. s. 21. -Ed
[***] “Berlinli Marat”, besbelli ki, Neuer Social-Demokrat’in başyazarı Hasselmann’a yapılan alaycı bir atıftır. -Ed.
[****] Goethe’nin Das Göttliche’sinden alınmıştır.
[*****] Ayzenahçılara yakıştırılan bir sıfat. Burada bir sözcük oyunu yapılıyor. -Ed

 [1] Marx tarafından 1875’te yazılmış olan Gotha Programının Eleştirisi, Almanya Birleşik İşçi Partisinin program taslağına ilişkin eleştirel notlardır. Bu taslak ciddi yanlışlar ve lasalcı ilkelere ödünler içeriyordu. Marx ve Engels Almanya’da birleşik bir sosyalist parti kurulması düşüncesini onaylamışlar, ama lasalcılarla ideolojik uzlaşmaya karşı çıkmışlar ve bunu acımasızca eleştirmişlerdir. Bu yapıtında, Marx, sosyalist devrim, proletarya diktatörlüğü, kapitalizmden komünizme geçiş dönemi, komünist toplumun iki evresi, sosyalizmde toplumsal ürünün üretimi ve dağıtımı ve komünizmin bellibaşlı özellikleri, proleter enternasyonalizmi ve işçi sınıfı partisi gibi, bilimsel komünizmin bellibaşlı konularına ilişkin birçok düşünceleri formüle etmiştir.

Marx ayrıca devlet ve proletarya diktatörlüğüne ilişkin teorisini de geliştirmektedir. Kapitalizmden komünizme geçişte özel bir aşamanın ve buna tekabül eden “proletaryanın devrimci diktatörlüğü"nün tarihsel zorunluluğuna ilişkin önemli bir önermede bulunmaktadır. Lenin, Gotha Programının Eleştirisi’ne ilişkin olarak şöyle yazıyordu: “Marx’ın açıklamalarının büyük önemi şu ki, burada da, o, tutarlı bir biçimde materyalist diyalektiği, gelişim teorisini uygulamakta, ve komünizmi kapitalizmden gelişen bir şey olarak ele almaktadır. Bilgiççe keşfedilmiş, ‘uydurma’ tanımlar ve (sosyalizm nedir?, komünizm nedir?) sözler üzerinde tartışmalar yerine, Marx, komünizmin iktisadi olgunluğunun aşamalarına ne denebileceğinin bir tahlilini vermektedir.” (V. İ. Lenin, “Devlet ve Devrim", Marx-Engels-Marksizm, Sol Yayınları, Ankara 1976, s. 414.)

[2] Bu önsöz, Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’nin 1891’de yayınlanmasına ilişkin olarak Engels tarafından yazılmıştır. Engels bu bellibaşlı politika belgesinin yayınlanması işine, Alman Sosyal-Demokrat Partisi içinde etkin hale gelmiş olan oportünist unsurlara darbe indirmek amacıyla girişmiştir. O sıra böyle bir şey özellikle önemliydi, çünkü parti, Erfurt Kongresinde Gotha Programının yerini alacak yeni bir programı görüşmek üzereydi. Gotha Programının Eleştirisi’ni basıma hazırlarken Alman Sosyal-Demokrat Partisinin önderlerinden Die Neue Zeit yöneticisi Dietz’in ve yazıkurulu üyesi K. Kautsky’nin muhalefetiyle karşılaştı. Bunlar metinde bazı değişikliklerin yapılmasını ve bazı yerlerinin de yer almamasını istiyorlardı; Engels buna razı olmak zorunda kaldı. Alman Sosyal-Demokrat Partisinin tabandaki üyeleri ve öteki ülkelerdeki sosyalistler, Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’ni olumlu karşıladılar ve bunu uluslararası sosyalist hareket için değerli bir politika belgesi olarak gördüler. Engels, Gotha Programının Eleştirisi ile birlikte, bu yapıtla doğrudan bağlantılı olan Marx’ın Bracke’ye yazdığı 5 Mayıs 1875 tarihli mektubu da yayınladı.
Engels’in sağlığında Gotha Programının Eleştirisi’nin kendi önsözünü taşıyan bir tek basımı yapıldı. Bu yapıtın eksiksiz metni 1932’de Sovyetler Birliği’nde yayınlanmıştır.

[3] 22-27 Mayıs 1875 tarihlerinde toplanan Gotha Kongresinde, Alman işçi sınıfı hareketi içersindeki iki eğilim -August Bebel’in ve Wilhelm Liebknecht’in başın da bulundukları Sosyal-Demokrat İşçi Partisi (ayzenahçılar) ve lasalcı Genel Alman İşçiler Birliği- Almanya Sosyalist İşçi Partisini oluşturmak üzere birleştiler. Bu, Alman işçi sınıfı hareketi içindeki bölünmeye bir son verdi. Birleşik partinin Marx ve Engels’in amansızca eleştirdikleri program taslağı, bazı önemsiz düzeltmelerle Kongre tarafından onaylandı.

[4] Alman Sosyal-Demokrat Halle Kongresi, 12 ve 18 Ekim 1890 tarihlerinde toplandı. Yeni bir programın hazırlanması ve bunun ilkin yerel parti organlarında ve basında tartışılmasını sağlamak üzere, Erfurt’ta toplanacak parti kongresinden üç ay önce yayınlanmasını kararlaştırdı.

[5] Uluslararası İşçi Birliğinin Lahey Kongresi 2-7 Eylül 1872 tarihleri arasında yapıldı. Aralarında kongrenin bütün çalışmalarını yönlendiren Marx ve Engels’in de bulunduğu 15 ulusal örgütten 65 delege katıldı. Kongre, Marx’ın, Engels’in ve yandaşlarının işçi sınıfı hareketi içerisindeki her türden küçük-burjuva sekterliğine karşı yıllardır yürüttükleri savaşımın doruğuna ulaşmasına tanık oldu. Anarşistlerin sekter eylemleri suçlandı ve önderleri Enternasyonalden atıldılar. Lahey Kongresinin kararları çeşitli ülkelerde işçi sınıfının bağımsız siyasal partilerinin kurulmasına giden yolu açmış oldu.

[6] 7-9 Ağustos 1869’da, Almanya’dan, Avusturya’dan ve, İsviçre’den gelen sosyal-demokratların Eisenach’ta toplanan bir Kongresinde kurulan Alman Sosyal-Demokrat İşçi Partisi, ayzenahçılar olarak tanınıyorlardı. Kongrede kabul edilen program, esas olarak Birinci Enternasyonalin ortaya koyduğu ilkelere tekabül etmekteydi.

[7] Burada Bakunin’in 1873’te İsviçre’de yayınlanan Devlet ve Anarşi adlı kitabına değiniliyor.

[8] Halkçı Parti.— 1865’te kuruldu; küçük-burjuvaziden gelme demokratik unsurlardan ve kısmen de burjuvaziden oluşuyordu. Parti, Almanya’nın merkezi bir demokratik cumhuriyet olarak Prusya’nın egemenliği altında birleştirilmesine karşı çıkmış ve Prusya ve Avusturya’yı içeren “Büyük Almanya” diye anılan federatif bir Alman devleti düşüncesini savunmuştur.

[9] Burada Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin sosyal-demokrat yazınını yayınlayan yayınevine değiniliyor.

Der Volksstaat.— Alman Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin (ayzenahçılar) merkez organı; 2 Ekim 1869’dan 27 Eylül 1876’ya kadar Leipzig’de yayınlanmıştır. Wilhelm Liebknecht gazeteye genel doğrultusunu veriyor, August Bebel de, gazeteyi yönetiyordu. Marx ve Engels bu gazeteye yazı yazmışlar ve çıkartılmasına yardımcı olmuşlardır. 1869’a kadar bu gazete Demokratisches Wochenblatt adı altında çıkmıştır.

[10] Barış ve Özgürlük Ligası.— Çeşitli küçük-burjuva ve burjuva cumhuriyetçileri ve liberalleri tarafından 1867’de İsviçre’de kurulmuş burjuva-pasifist bir örgüt. Barış ve Özgürlük Ligası, “Avrupa Birleşik Devletleri”nin kurulmasıyla savaşların önüne geçilebileceğini iddia ederek, yığınlar arasında yanlış görüşler yayıyor ve proletaryayı sınıf savaşımından saptırıyordu.

[11] Nordeutsche Allgemeine Zeitung.— 1861’den 1918’e kadar Berlin’de yayınlanan gerici bir günlük gazete. 1860’lardan 1880’lere kadar Bismarck hükümetinin resmi organıydı. Marx burada, bu gazetenin 30 Mart 1875 tarihli sayısındaki bir makaleye değiniyor.

[12] L’Atelier. — 1340’tan 1850’ye kadar Paris’te yayınlanan aylık dergi. Hıristiyan sosyalist düşüncelere yakınlık duyan zanaatçıların ve işçilerin organıydı.

[13] Kulturkampf.— 1870’te Bismarck hükümetinin laik kültür kampanyası adı altında uyguladığı önlemler sistemine burjuva liberallerinin verdikleri ad. Bu önlemler, büyük toprak sahiplerinin, burjuvazinin ve Prusya’nın ve Güney-Batı Alman devletinin katolik bölgelerindeki köylülüğün bazı kesimlerinin ayrılıkçı ve anti-Prusya eğilimlerini destekleyen katolik kilisesini ve Merkez Partisini hedefliyordu. Bismarck hükümeti, anti-katolik savaşım bahanesi ile, Prusya’nın egemenliği altına girmiş olan Polonya topraklarındaki ulusal baskıyı da şiddetlendirdi. Bu politika da, aynı şekilde, dinsel arzuları körükleyerek, işçileri sınıf savaşımından uzak tutmayı amaçlıyordu. Bismarck, gelişmekte olan işçi sınıfı hareketini gözönüne alarak, 1880’lerin başlarında, gerici güçleri pekiştirmek için, bu önlemlerin büyük bir kısmını yürürlükten kaldırdı.

 

 


Üste

Bildiriler

<< İlk < Önceki 1-20 21-40 41-57 Sonraki > Son >>