Logo

Ortadoğu'da nükleer savaş tehdidi ve tehlikesi...


Yeni bir yılın başında dünyada durum

Yeni bir yılın başında, alışmış biçimsel bir bütünlük içinde değil, fakat daha çok önemli gördüğümüz en önemli noktalar üzerinden dünyada ve bölgedeki durum üzerine görüş ve değerlendirmelerimizi ortaya koymak istiyoruz. Türkiye'deki durumu ise yalnızca dünyadaki ve bölgedeki gelişmelerle bağı üzerinden, daha somut olarak da İran'a karşı savaş tehdidi bağlamında ele almakla yetineceğiz.

Emperyalistler arası ilişkilerin güncel tablosu

Öncelikle emperyalistler arası ilişkilerden, daha somut olarak da ABD emperyalizmi ile Avrupalı emperyalistler arası ilişkilerin son birkaç yıllık seyri ve gelinen aşamadaki durumundan başlamak istiyoruz. Yakın geçmişte Yugoslavya savaşını yürüten batılı şer ittifakının bu kez İran'a karşı oluşturduğu ve bu ülkeye karşı bir nükleer saldırıdan çokça bahsedildiği bir sırada bu özellikle önemli ve gereklidir.

Bilindiği gibi Amerikan-İngiliz emperyalizminin Irak'a tek yanlı müdahalesi, batılı emperyalistler arasında ikinci emperyalist savaştan beri sürmekte olan ittifak ilişkilerinde ciddi bir çatlamaya neden olmuştu. Bunda ABD'nin kendini dayatan tavrının belirleyici rol oynadığını biliyoruz. Görünürde bu çatlamanın gerisinde Irak sorunu vardı, gerçekte ise Irak burada yalnızca bir vesileydi. Asıl sorun emperyalist dünyadaki güç ilişkilerinin yeni tablosu ve ABD'nin bu tablodan kendi çıkar ve hesapları doğrultusunda daha etkin biçimde yararlanmak isteği idi. Doğu Bloku'nun yıkılışı sonrasında kendini tek ve rakipsiz süper güç olarak gören ABD emperyalizmi, öteki emperyalist devletlerle birlikte ve uyumlu hareket etmenin kendi hızını kestiğini, politika ve planlarını istediği biçimde ve tempoda uygulamasını geciktirdiğini düşünüyordu. Öte yandan birlikte hareket zorunluluğu bu türden bir işbirliğinin doğası gereği ötekilerin istem ve çıkarlarını gözetmeyi de gerektiriyordu. Oysa ABD emperyalizmi bunu yapmak durumunda kaldığı sürece ötekiler karşısında kendi konumunu dilediğince güçlendiremeyeceğini görüyor ve ihtiyaç olmaktan çıktığına inandığı bu birlikte davranma (uluslararası politikada "çok yönlülük" diyorlardı buna) politikasına artık bir son vermek istiyordu. Dahası tek süper güç olarak ötekilerle kıyaslanamaz avantajları varken bunları kendi pozisyonunu daha da güçlendirmek için kullanması, yarının bu potansiyel rakip emperyalist güçlerin etki sahalarına müdahaleyi de gerektiriyordu. Bu ise haliyle ancak onlara rağmen ve gerektiğinde onlara karşı yapılabilir bir şeydi.

Bush yönetimiyle birlikte ona akıl hocalığı yapanların uluslararası politikada "çok yönlülük" çizgisine yönelttiği şiddetli eleştiriler, "tek yanlı" dış politikaya geçişin hararetle savunulması, BM'de reform yapılması ya da bunun olmadığı bir durumda modası geçmiş bu örgütün kabaca devre dışı bırakılması vb. tartışmalar ve istemler, bu çerçevede anlamını buluyordu. Amerikan emperyalizmi, potansiyel rakipleri henüz kendi karşısına dikilecek güç ve olanaklardan yoksunken, kendi politika ve tercihleri çerçevesinde dilediğince davranarak ötekileri kendine tabi ve mecbur kılacağı yeni koşulları oluşturmak istiyordu. Basındaki sözcüler bunu, biz önden gider ve gerekeni düşündüğümüz gibi uygularsak, ötekilerin arkadan bizi onaylamak ya da yaratmış bulunduğumuz yeni duruma razı olmak dışında bir seçenekleri zaten kalmayacaktır, açıklığı içinde dile de getiriyorlardı.

ABD sistemi içinde bu politikanın muhalifleri de vardı kuşkusuz. Böyleleri bunun akıllıca bir "tercih" olmadığını ve içinden çıkılmaz sorunlara yol açabileceğini, ABD'nin kendini kabaca dayatmak yerine emperyalist dünyaya akıllıca bir liderlik yoluna gitmesi gerektiğini, elindeki güç ve avantajları en iyi biçimde kullanarak ve ötekilerin çıkarlarını yerel sınırlar içinde gereğince gözeterek de, onlara ve tüm dünyaya kendi imparatorluğunu benimsetebileceğini düşünüyor ve savunuyorlardı. Eski politikanın akıl hocalarından Brzezinski bunu birbirini izleyen kitaplarında işliyor, sorunu kitaplarından birine başlık olabilecek biçimde temel önemde bir "tercih" sorunu olarak ortaya koyuyordu. Ama Bush yönetimiyle birlikte iktidar olan neo-faşist çete "tercih"ini çoktan yapmıştı ve iktidara da bunun için talip olmuştu, politikalarını gecikmeksizin uygulama sabırsızlığı ve pervasızlığı içinde idi.

Irak'a müdahalenin özgün yönü de kendini bu yeni yönelim üzerinden gösteriyordu. ABD emperyalizmi Irak'ı hedef alan savaşa girişirken, bununla Ortadoğu'daki hakimiyetini genişletip güçlendirmek isterken, böylece aynı zamanda emperyalist dünya içindeki konumunu da yeni bir düzeyde pekiştirmek, öteki emperyalistler karşısında yeni avantajlar elde etmek istemişti. Muazzam ekonomik ve askeri gücüne güvenerek rakipsiz bir emperyalist imparatorluk peşindeki ABD emperyalizmi bu müdahalede öteki emperyalist odakları hiçe sayarken, salt kendi gücüyle elde edeceği başarının ardından gerisin geri onlar üzerindeki kontrolünü de güçlendireceğini, onları kendi emperyalist imparatorluğu içinde kendilerine verilene razı olan uyumlu vasal emperyalist krallıklar statüsüne mecbur bırakacağını umuyordu. Clinton döneminde hala da uygulanmakta olan "çok yönlü" uluslararası politikadan "tek yanlı" politikaya keskin dönüşün temel amaç ve hedeflerinden biri, daha doğrusu birincisi de buydu zaten.

Irak rejiminin ABD ile sorunlu konumundan en iyi biçimde yararlanarak onunla ilişkilerde önemli avantajlar elde etmiş bulunan Alman ve Fransız emperyalizminin, benzer avantajlara sahip Rusya'yı da yanlarına alarak Irak konusunda ABD müdahalesine muhalefet etmek yoluna gitmelerinin gerisinde işte bütün bunlar vardı. Onlar bu muhalefeti göstermek zorundaydılar, zira bu yalnızca onlara rağmen değil fakat bizzat onların etki sahasına yapılmış bir müdahale idi. Bu kuşkusuz gösterdikleri muhalefetin kendi irade ve tercihlerini aşan bir zorunluluk olarak ortaya çıktığı anlamına da geliyor. Onlar buna ABD tarafından adeta zorla itilmişlerdi. ABD bu tümüyle haksız ve keyfi müdahalede onları kendine dilediğince tabi kılmak, bu olmazsa eğer kabaca ve tümüyle dışlayarak davranmak yolunu seçmiş, böylece sonuçta onlara zorunlu muhalifler olarak kalmak dışında bir seçenek bırakmamıştı.

Fakat ABD'ninki eksik ve yanlış bir hesaptı, bu nedenle her yanlış hesap gibi çok geçmeden Bağdat'tan döndü. Devasa savaş makinasıyla çürümüş Baas rejimini 3 haftada yıkan Amerikan emperyalizmi tam da hedeflediği sonuçlara en az kayıpla ve en kolay biçimde ulaştığını düşündüğü bir sırada devreye Irak direnişi girdi ve bu hesapta olmayan gelişme önden yapılan tüm hesapları altüst etti. Öylesine ki bugün eğer emperyalistler arasındaki ilişkilerin yeni bir tablosundan sözedebiliyorsak, bu tamı tamına hesapta olmayan Irak direnişi sayesinde olanaklı olabilmiştir. O bugün halen de sınırlı bir alanda seyreden Irak direnişi, çok geçmeden ABD'yi başlangıçta kabaca dışlanan öteki emperyalistlerle olan ilişkilerini yeni bir bakışla ele almaya mecbur bırakmıştır.

Hesapta olmayan Irak direnişi diyoruz; zira zamanında halkların direnme gücünün ne demek olduğunu etinde kemiğinde duyan emperyalistler bir dönemdir, daha somut olarak da '89 yıkılışı sonrasında ve '90'lı yıllar boyunca bunu unutmaya başlamışlardı. Halklar artık emperyalistler için geçmişte olduğu gibi "sendrom"lara neden olabilecek bağımsız bir güç değil fakat emperyalist müdahaleler için bahane ve dolgu malzemesinden ibaretti. Özellikle Yugoslavya deneyimi Bosna ve Kosova üzerinden bunu bütün açıklığı ile göstermemiş miydi? Afganistan savaşı sırasında Kuzey İttifakı'nın oynadığı rol bunun yeni bir kanıtı değil miydi? Irak'a emperyalist müdahaleyi dört gözle bekleyen ve hararetle destekleyen Kürtler bunun yeni bir kanıtlanması olmayacak mıydı?

ABD'nin Irak hesabı da buna dayanıyordu ve hesap Kürtlerden öteye, gerici Şii kastı aracılığıyla Irak nüfusunun büyük bölümünü oluşturan fiilleri de blok halinde içerecek biçimde doğru çıkmış da görünüyordu. Fakat halen de Irak'ın salt Sunni Arap bölgesiyle sınırlı kalan bir yerel direniş bütün bu hesapları tersyüz etti. Irak aradan geçen üç yıl içinde ABD için gerçek bir batağa dönüştü ve bu bataktan olanaklı bir çıkış için onu öteki emperyalistlere başvurmaya, sorunun çözümüne onları ortak etmeye yöneltti. Irak'taki ilk başarılarının ardından kibirle Fransa'yı cezalandırmaktan sözeden ve nankör bulduğu Almanya'yı da yaptıklarını bir kez daha tekrarlamaması gerektiği konusunda kabaca uyaran aynı ABD, işgalin daha birinci yılı dolmadan öteki emperyalistlerin yardımına başvurmak zorunda kaldı ve İstanbul'daki NATO zirvesinin prensip kararları üzerinden Irak'ı (ve Ortadoğu'yu) batılı emperyalistlerin ortak sorunu haline getirmek yoluna gitti. Zamanında cezalandırmakla tehdit ettiği Fransa ile halen Lübnan ve Suriye operasyonunu koordineli olarak sürdürüyor. Doğal olarak açgözlü Fransız emperyalizminin çıkar ve beklentilerini gerektiğince gözetmek zorunda kalarak. Bundan da önemli olan, gündemdeki İran sorunu üzerinden batılı emperyalistler arasında halihazırda sağlanmış bulunan mutabakattır. Oysa geçmişte bu da önemli bir görüş ayrılığı konusu idi. Alman emperyalizminin bu konudaki belirgin tutum değişikliğini hükümet değişikliği ile açıklamak olanağı yoktur. Zira eski hükümetin ana partisi yeni hükümetin de ana ortağıdır ve dışişleri bakanlığını elinde bulundurmaktadır. Değişen Ortadoğu'daki gelişmelere de bağlı olarak Amerikan emperyalizmiyle ilişkilerin yeni bir biçimde ele alınışıdır.

Komünistler emperyalistler arası ilişkilerdeki bütün bu gelişmeleri daha Irak işgalinin ilk yılı dolmadan, 2004 yılı başlarında kaleme alınmış bir metinde, "Halklara karşı gerici birlik" başlığı altında şöyle değerlendirmişlerdi:

"... Fakat daha da önemli olan, bu aynı işbirliğinin emperyalist saldırı, müdahale ve savaş planında da hala önemli ölçüde gösteriliyor olmasıdır. Bosna-Hersek, Kosova ve Afganistan, bunun örnekleridir. Irak'ta yolların ayrılması, ABD emperyalizminin ötekilerin çıkar ve beklentilerini hiçe sayan tutumunun bir ürünü olmuştur. Buna rağmen, muhalif emperyalistler ABD ile köprüleri atmaktan çekindikleri, böyle bir gelişmeye kendilerini hazır hissetmedikleri için, savaş esnasında onu değişik yollarla desteklemişler ve savaşın ardından ise işgal yönetimini meşrulaştıran kararlara imza atmışlardır.

"Bugün ise, ABD'nin direniş karşısında zorlanmasından çıkar elde etmeyi ummakla birlikte, asla onun Irak'ta yenilgiye uğramasını istememektedirler. Zira onlar, böyle bir yenilginin, ABD'den öteye genel olarak emperyalist dünya ve dolayısıyla kendileri için de bir yenilgi olacağı; bunun halkların anti-emperyalist mücadelesine görülmemiş bir itilim kazandıracağı konusunda yeterince açık bir fikre sahiptirler.

"Bu temel önemde gerçekten çıkan bir sonuç var. Bugün Irak konusunda ABD muhalifi konumundaki emperyalist devletler, ilerde işlerin iyice sarpa sarması durumunda, bir "felaket"i önlemek üzere (ve elbette kendi çıkar ve beklentileri konusunda da tatmin edilmeleri koşuluyla) ABD'nin yanında savaşa katılacaklardır." (Dünya, Türkiye ve Sol Hareket, s.127-128)

Irak savaşına sözde muhalif kalan emperyalistlerin ABD emperyalizmi ile suç ortaklıkları bu kadar erken bir tarihte (aktardığımız değerlendirme Ocak 2004 tarihlidir) bu denli açık olmakla birlikte, geride bıraktığımız yıl içerisinde bu konuda bir dizi yeni veri açığa çıktı. Bunlardan ilki, CIA'nın işkence uçakları ve Avrupa'nın bir dizi ülkesindeki gizli işkence hapishaneleri skandalı oldu. Resmi düzeyde yalanlanıp daha çok gizli servis ilişkileri içinde ve dolayısıyla hükümetlerin bilgisi dışında gerçekleşmiş bir olay olarak gösterilmeye çalışılsa da işin gerçek mahiyeti artık yeterli açıklıkta ortaya çıkmış bulunmaktadır. Avrupalı emperyalistler savaş esnasında ABD emperyalizmi için bir cephe gerisi hizmeti görmekle kalmamış, bir dizi alanda onunla aktif işbirliği de yapmışlardı ve bunu savaş sonrası dönemde de sürdürmüşlerdi. Yakın günlerde buna, Alman emperyalizminin savaş esnasında vurulacak hedeflere ilişkin istihbarat hizmeti sunacak düzeyde işin fiilen içinde olduğuna dair yeni bilgiler eklendi. O Alman emperyalizmi ki Irak savaşına karşıtlık üzerinden dünya halkları ve kendi halkı nezdinde en fazla prim yapmaya çalışanların başında geliyordu. (Her bakımdan başarısız ve fazlasıyla yıpranmış bulunan SPD hükümeti salt bu savaş karşıtı söyleminden dolayı ikinci kere seçim bile kazanmıştı). Bunlar salt şu veya bu nedenle açığa çıkanlar. Bunlardan hareketle suç ortaklığının bir dizi başka biçiminin ise hala da gizli kaldığını kolayca kestirebiliriz.

Bütün bunlar batılı emperyalistler arası ilişkilerde Irak krizi üzerinden ortaya çıkan sorunların niteliğine ve sınırlarına da ışık tutuyor. Irak direnişinin darbeleri altında Amerikan emperyalizminin kısa ömürlü "tek yanlı" dış politikaya son vermesiyle birlikte sözkonusu sorunlar da şimdilik geride kalmış bulunuyor. Gündemdeki İran krizi (ki bu Irak krizi ile karşılaştırılamaz çap ve önemdedir) üzerinden oluşturulan uyum ve işbirliğinin Irak yaralarının izlerini hızla sileceğinden de kuşku duyulmamalıdır.

Olayların ve ilişkilerin bu biçimde seyretmesinin gerçekte şaşırtıcı bir yönü yoktur. Avrupalı emperyalistlerin bu aşamada ABD'nin karşısına dikilecek konum ve koşullardan henüz yoksun oldukları gözönünde bulundurulduğunda olup bitenler daha iyi anlaşılır. Bu nedenledir ki onlar kendi çıkar ve hesaplarını hala da ABD ile yakın işbirliği içinde ve onun muazzam ölçekteki savaş makinası eşliğinde gerçekleştirmek, gelecekteki kutuplaşmalara bu çizgi üzerinden sinsi ve sabırlı bir biçimde hazırlanmak politikası izlemektedirler. Özellikle Alman emperyalizmi için bu yeterli açıklıkta bir tutum ve tercihtir. ABD'nin koltuğunda hareket etmenin kendisine Balkanlar'da kazandırdıkların görmekte ve yine ABD savaş makinasının açtığı yoldan giderek çıkarlarının Hindikuşu dağlarına kadar uzandığını söyleyebilmektedir. Daha Yugoslavya savaşına kadar anayasasında dışarıya asker gönderme yasağı bulunan bu ülkenin bugün dünyanın 30 bölgesinde askeri kuvvet bulundurduğunu ve bunun da ABD ile uyumlu hareket etmek sayesinde başarıldığını düşündüğümüzde, bu politikanın anlamı ve işlevi çok daha iyi anlaşılır.

Ortadoğu'da güncel gelişmeler, daha somut olarak da İran sorunu üzerinden emperyalistler arası ilişkilere yeniden dönmek üzere bu konuyu şimdilik noktalıyoruz.

Emperyalist metropollerde ağırlaşan iç sorunlar

'70'li yıllarda başgösteren ekonomik bunalımı izleyen neoliberal saldırı gündeme geleli beri, ki bu kabaca '80'li yılların başı demek oluyor, emperyalist metropollerde bir yandan iktisadi ve sosyal haklara, öte yandan demokratik özgürlüklere yönelen sistematik bir saldırı var. '89 yıkılışının ardından bunun yeni bir ivme kazandığını, özellikle ekonomik ve sosyal haklara saldırının emperyalist küreselleşme saldırısı kapsamında yeni boyutlara ulaştığını biliyoruz. Buna çeşitli bahaneler kullanılarak demokratik özgürlüklerin sınırlandırılması adım adım eşlik etti ve bu alandaki saldırılar 11 Eylül olayının ardından polis devletine kapsamlı geçiş boyutları kazandı. Ekonomik ve sosyal saldırılar zaten adeta otomatiğe bağlanmış biçimde kesintisiz olarak ve yeni yeni alanlara yönelerek sürüyor. Yakın yıllar için asıl yenilik demokratik hak ve özgürlüklere saldırı alanındadır. Ve bilindiği gibi "terör" söylemi bunun genel plandaki demagojik argümanıdır. Geride bıraktığımız yıl içinde İngiliz hükümetinin bu alandaki girişimleri ve AB üzerinden genelleştirilerek gündeme getirilen yeni uygulamalar, demokrasinin beşiği sayılan ülkede ve kıtada işlerin vardığı noktaya göstermektedir.

Bugünün konjonktüründen dayandıkları sahte ve demagojik argümanlar ne olursa olsun, gerçekte sorunun temelinde emperyalist metropollerde ağırlaşan sosyal sorunlar ve bunun günden güne besleyip büyüttüğü sosyal hoşnutsuzluklar var. Burjuvazi mevcut tabloya ve tüm deneyimine dayanarak yarın şu veya bu biçimde patlak verecek olan sosyal mücadelelere şimdiden hazırlanıyor. Polis devletine geçiş uygulamaları temelde buna hizmet ediyor, buna hukuksal, kurumsal ve uygulamalı bir hazırlık anlamına geliyor. Dün yabancılar sorunu, bugün "terör tehdidi", yarın daha başka argümanlar kullanılacak, böylece geleceğin sosyal çatışmalarına hazırlık bu kılıflar altında adım adım fakat kesintisiz olarak sürdürülecektir.

Emperyalist metropollerde sosyal sorunların ağırlaşması rakamsal veriler üzerinden genişçe ortaya konulabilir. Fakat açığa çıkan dolaysız sosyal veriler bu tür bir teknik çabayı gereksiz kılıyor. AB'nin dümeninde duran iki ülkeden biri olan ve bu emperyalist projeden en fazla yarar bekleyenlerin başında gelen Fransa'da geride bıraktığımız yıl içinde AB anayasasının işçiler ve emekçiler tarafından belirgin bir tutumla reddedilmesi, bu sosyal verilerin en çarpıcı örneklerinden biri oldu. Bunun "sosyal" bir red anlamına geldiği, küreselleşme ve AB politikaları çerçevesinde emekçilere yöneltilen kapsamlı sosyal saldırılara sınıfsal bir yanıt olduğu konusunda pek az tartışma var. Aynı ülkede, Fransa'da, haftalar boyun süren "yabancı" gençlik isyanı ise, biriken sosyal ve kültürel sorunların bir başka yönünü, yine çarpıcı ve sarsıcı bir açıklıkta ortaya koydu. Fransa'daki durum Avrupa'nın tümü için bir aynadır gerçekte. Tarihsel alışkanlık ve gelenekleriyle uyumlu bir biçimde olaylar öncelikle bu ülkeden patlak vermiş, fakat gelecekte tüm ötekileri bekleyen gelişmelerin de bir ilk habercisi olmuştur. Sosyal sorunların ağırlaşması bakımından örneğin Almanya'nın gerçekte Fransa'dan bir farkı yoktur. Almanya'da karşı koyma geleneği ve dolayısıyla saldırıları engelleme yeteneği zayıf olduğu için sonuçların birçok bakımdan daha da ağır olduğu bile söylenebilir.

ABD'de ise durum her bakımdan daha da kötüdür. Savaşın yeni bir batağa dönüşmesi Amerikan toplumundaki huzursuzluğu günden güne büyütüyor. Bush çetesinin hızla güç ve itibar kaybetmesi, peş peşe skandalların patlak vermesi, Amerikan yönetiminin tepesinde iç uyumsuzluk ve didişmelerin büyümesi (ki patlak veren skandallar önemli ölçüde bu didişmelerin ürünü olarak kamuoyuna yansıyor/yansıtılıyor), tüm bunlar Irak'taki batağın Amerikan toplumuna yansımaları olarak ortaya çıkmaktadır. Bazı iddialara göre savaşın mali faturası şimdiden 2 trilyon doları bulmuş durumda. Bu doğru ise eğer bunun çok geçmeden yaratacağı başka önemli sonuçlar da olacaktır. Elbette bu rakam bir yönüyle Amerikan ekonomisinin, özellikle de savaş sanayiinin çarklarının nasıl döndüğünü, tekellerin savaştan nasıl beslendiğini ve ne büyük vurgunlar vurduğunu da gösteriyor. Fakat öte yandan kamu fonlarının bir yıkım savaşında nasıl tüketildiğini de. Tekellerin semirmesiyle devlet bütçesine binen yükler iki farklı şeydir. Devletler kamu fonlarıyla savaş makinesini beslerken böylece sosyal harcamaları da kısmak zorunda kalmaktadırlar. Bunun muhakkak ki ABD için yıkıcı başka bazı sonuçları da olacaktır. Vietnam savaşının doları itibardan düşürdüğü (savaşın muazzam faturası bir noktadan sonra karşılıksız dolar basımıyla finanse edilmişti) ve onu altınla eşdeğer uluslararası para birimi olmaktan çıkardığı hatırlanırsa bu noktanın önemi daha iyi anlaşılır.

ABD toplumunda sosyal sorunların tüm öteki emperyalist metropoller kıyaslanamaz ağırlıkta olduğu genel olarak bilinmekteydi. Fakat geride kalan yıl içinde yaşanan Katrina kasırgası bu ülkedeki içler acısı sosyal sorunlar tablosunu ayrıca gözler önüne serdi ve "Amerikan rüyası" üzerine çizilen pembe tablolara öldürücü bir yeni darbe vurdu. Muazzam bir zenginliğe ve örneğin askeri aygıtını seri biçimde kıtalararası hareket ettirebilecek denli devasa olanaklara sahip bu ülkede devlet, günler boyunca yüzbinlerce yoksul ve çaresiz insanın durumunu seyretmekle yetindi. Nihayet işe karıştığında ise bunu mağdurlara yardım için değil fakat mülkiyeti ve düzeni korumak üzere yaptı. Böylece tüm dünya, dünya imparatorluğu peşindeki bu haydut devletin ülkesindeki sorunlar tablosu ile kendi insanına yaklaşımını da uzun yıllar hafızalarda yer edebilecek bir vuruculukta görmüş oldu.

Latin Amerika'da sol dalga

Latin Amerika'daki siyasal gelişmeler tüm dünyada gitgide daha çok ilgiye konu oluyor. Venezuella deneyiminin yanısıra son yıllarda birbirini izleyen büyük kitle hareketleri ve bunun ürünü sol hükümetler serisi bu ilginin esas nedenini oluşturuyor. Geride kalan yıl içerisinde bu seriye Uruguay ve Bolivya da katıldı. Onları girmiş bulunduğumuz yıl içinde Meksika ve Peru'da yenilerinin izlemesi bekleniyor.

Yakın geçmişte Amerikancı faşist rejimlerin pençesinde kıvranan ve hala da neo-liberal ekonomi politikalarının ağır ve yıkıcı sonuçlarını yaşayan Latin Amerika kıtasında bir sol dalganın varlığı açık bir olgudur. Yalnızca son birkaç onyılda yaşadıkları yönünden değil fakat tarihsel ve kültürel olarak da birbirine çok yakın Latin Amerika halklarının bu doğrultuda birbirinden yakından etkilendiği de bir gerçektir. Ülkeden ülkeye gerçekleşme tarzı çeşitli özgünlükler gösterse de sol koalisyonlar dizisi aynı zamanda bu tür bir etkileşimin ürünüdür.

Kıta ölçeğinde sola bu yöneliş hoşnutzsuzluk içindeki kitlelerin bir çıkış arayışına işaret etmektedir. Bu basitçe bir parlamenter yöneliş değildir. Tersine, aslolan kitlelerin eyleme ve örgütlenmeye yönelen zengin hareketliliğidir. Parlamenter başarılar birçok ülkede bunun üzerine gelmiştir. Kitlelerin hareketliliği bazılarında (Ekvator, Arjantin, Bolivya) zaman zaman halk ayaklanması boyutlarına ulaşmış, hükümetler ya da başkanlar devirmiştir. Kitle hareketliliğinin etkili bir örgütlenme ağıyla birleştirildiği ve tüm ötekilerden farklı bir deneyim örneği oluşturan Venezuella'da, Amerikancı darbenin 48 saate püskürtülmesi ve Hugo Chavez'in yeniden başkanlığa dönmesi, yine büyük bir kitle hareketliliği ve kararlılığı sayesinde olanaklı olabilmiştir.

Bütün bunlar beklenebileceği gibi tüm dünyada ilerici ve devrimci güçlerin Latin Amerika'ya daha bir özel ilgiyle bakmalarına yol açıyor. '89 yıkılışın izleyen gericilik atmosferinin henüz dağılmakta olduğu bir dönemde Latin Amerika halklarının bu ilerici yönelimleri daha bir dikkat çekiyor, sempatiye konu oluyor ve umutları güçlendiriyor. Bütün bunlar anlaşılır şeylerdir; fakat yaşananların yanlış değerlendirmelere ve dayanaksız hayallere konu edilmesi, özellikle parlamenter hayallere dayanak yapılması da bir tehlike olarak beliriyor burada. '90'lı yıllar içinde Türkiye'de "Brezilya İşçi Partisi deneyimi" üzerinden kurulan hayaller ve savunulan liberal görüşler (ki birleşik sol parti düşüncesi, daha somut olarak da ÖDP biraz da bunun ürünüydü), buna bizden bugün artık geride kalmış bir örnektir.

Üzerine bir zamanlar onca söz edilen, hatta incelemelere konu edilen bu "özgün" parti deneyimi, Brezilya'da beklenen parlamenter başarıyı sonuçta nihayet elde etti ve bundan çıka çıka sol dalgayla elde edilen politik gücün neoliberalizme kanalize edilmesi çıktı. Sözde "işçi önderi" Lula bugün Brezilya tekellerinin ve uluslararası finans çevrelerinin hizmetindedir ve boğazına kadar yolsuzluklara batmış bir hükümetin başındadır. Onu artık kendisine uzun yıllar boyunca sabırlı bir destek vererek büyük umutlarla iktidara taşımış emekçilerin çıkar ve özlemleri değil, fakat yalnızca Brezilya tekellerinin ihtiyaçları ve uluslararası çaptaki hırslı girişimleri ilgilendiriyor.

Brezilya'da uç örneği yaşanan durum ülke özgünlüklerinin getirdiği farklar saklı kalmak kaydıyla öteki bir dizi ülke için de geçerlidir. Bunun şimdilerdeki yeni adayı ilk gezisini Küba'ya yaparak farklı bir imaj çizmeye çalışan Bolivya'nin yeni başkanı Evo Moralles'dir. Son birkaç senedir büyük bir kaynaşma içinde bulunan ve bunu zaman zaman halk ayaklanmalarına vardırarak başkanlar kovduran Bolivya olayları içindeki yeri ve tutumu, Moralles konusunda her türlü hayali olanaksız kılmaktadır.

Bunlar yeni moda deyimle "sosyal liberal" çizgide sıradan sosyal-demokrat hükümetler olmaktan öteye gidememektedirler. Yerli ve yabancı tekellerin çıkarlarına esası yönünden dokunacak güçleri bir yana buna bir parça niyetleri bile yoktur. Göz boyayıcı bazı reformlarla kitleleri oyalamak ve bu arada kitle hareketini dizginlemek temel misyonları arasındadır. Kendilerini başkanlığa ve hükümete taşıyan kitlelere bu ihanet örneğini daha önce Ekvador vermişti, ardından Brezilya verdi, şimdilerde Uruguay veriyor ve çok geçmeden de Bolivya'nın vereceği konusunda daha şimdiden ciddi belirtiler var. Koalisyon ortaklarından birini zamanında "efsanevi" sayılan Tupomaralar'ın oluşturduğu Uruguay'daki sözde sol hükümet (Mart 2005'teki belirgin seçim başarısıyla başa gelmişti), bugünün Latin Amerika'sındaki en Amarikancı yönetimlerden biridir ve neoliberal politikalar izlemektedir. Bu bile kendi başına çok şey anlatmaktadır.

Halihazırda Latin Amerika'daki tek özgün ve ilerici nitelikteki deneyim, Hugo Chavez liderliğindeki Venezuella'da yaşanmaktadır. Hugo Chavez'i bu ülkedeki kitlesel kabarış iktidara getirdi ve halen de kitle dinamizmi ayakta tutmaktadır. Kitlelerin bu militan desteği ve dinamizmi olmasaydı, iki yıl önce gerçekleşen Amerikancı darbeyle bu iş çoktan son bulmuş olurdu. Petrol fonları avantajını da kullanarak halkçı reformlar uygulaması, kendi deneyimlerini de gözeterek kitle örgütlenmesini ve hareketliliğini önemsemesi, ABD'ye kafa tutması ve bununla toplumun ezilen katmanlarını politize etmesi ve uyanık tutması, Küba'ya içtenlikle destek vermesi, kıta çapında sol ajitasyona yönelmesi vb. politikalarıyla Hugo Chavez, halihazırda gerçekten özgün bir ilerici deneyimin temsilcisidir ve bu yönleriyle özellikle de bugünün dünyasında sahiplenilmeyi hak etmektedir.

Fakat onun bu sınırlı ve akıbeti henüz meçhul deneyimi konusunda herhangi bir hayale kapılmamak da büyük önem taşımaktadır. Bugünün Venezuella'sında modern burjuva toplumunun ana sorunu, yani temel sınıfsal bölünmesi ve çatışması çözülmemiş biçimde yerli yerinde durmaktadır. Sınıflar ve mülkiyet düzeni tüm görkemiyle ayaktadır. Petrol yağmasındaki payları sınırlanmış olsa da işbirlikçi büyük burjuvazi ve emperyalist tekeller ülkedeki iktisadi ve mali güç ve etkinliklerini esası yönünden korumaktadırlar. Daha da önemlisi, belli reformlardan geçirilmiş biçimiyle bugün dümeninde Hugo Chavez'in durduğu burjuva devlet aygıtı tüm varlığı ile yerli yerinde duruyor. Bu aygıtın ordu, bürokrasi, güvenlik ve diplomatik birimlerinde burjuvazinin sağlam köşe taşlarını elinde tuttuğundan da kuşku duymamak gerekir. Bugünkü sınırlı reform çizgisi aşacak her ciddi gelişme bu aygıtın gerçekte kimin elinde ve hizmetinde olduğunu da açığa çıkaracaktır.

Olayların zorlaması (ABD'nin kendisini düşürmeyi hedefleyen komploları ve işbirlikçi burjuvazinin sonu gelmeyen sabotajları ve direnişi) Hugo Chavez'i zaman zaman ileriye itse de onun halihazırda ne sınıflar ve mülkiyet düzenine, ne de burjuva devlet aygıtına dokunması sözkonusudur. Ne böyle bir niyeti ve dolaysıyla ne de buna dayalı bir perspektifi var. Bugünkü konumuyla o kitlelerin yaşam koşullarını bir parça olsun iyileştirmeyi kuralsız emperyalist egemenlik ve yağmayı sınırlandırmakla birleştiren bir ilerici burjuva akımın temsilcidir. Dayandığı hareketin homojen olmadığı, düzen güçleriyle düzen karşıtlarını bir arada içerdiği ve izlediği esnek politikayla bu heterojen güçleri dengelediği de bilinmektedir.

Fakat bu kararsız konum ve dengenin uzun dönemli olarak böyle sürmesi mümkün değildir. Venezuella'da temel çatışma er geç gündeme gelecektir. Sonuçta ya emekçi kitle hareketinin kabaran dalgası bugünkü çizgiyi aşarak mülkiyet ve sınıflar düzenini hedef alacak, devlet aygıtını parçalamaya yönelecek ve olaylar gerçek bir toplumsal devrime evrilecektir; ya da Amerikan emperyalizminin ve kıta gericiliğinin çok yönlü desteğine sahip burjuva karşı-devrimi kesintisiz biçimde kovaladığı başarıyı sonunda nihayet elde edecek, böylece Chavez'in sınırlı reformlarını silip süpürecektir. Bugünkü ara ve iğreti konumda uzun dönemli olarak durulamayacağını önemle gözönünde bulundurmak, Venezulla'da olup bitenleri anlamaya ve anlamlandırmaya çalışan her gerçek devrimcinin görevi olmalıdır.

Batılı emperyalistlerden İran'a karşı nükleer savaş tehdidi

Batılı emperyalistlerin ABD önderliğinde yeniden bir araya gelmelerinin ilk lanetli sonucu, İran'a karşı gündeme getirilmesi planlanan savaş olacak gibi görünüyor. Böyle bir savaş üzerine gitgide daha çok konuşuluyor ve bunun nükleer silahların da kullanılacağı bir savaş olacağı bizzat savaş komplocularının hizmetindeki kalemler tarafından açıkça dile getiriliyor. Bu yönde yoğun hazırlıkların, planlamaların ve tatbikatların yapıldığı da biliniyor.

Bu saldırı tehdidi ve hazırlığı emperyalistler tarafından İran'ın nükleer silah edinme kararlılığı ile gerekçelendiriliyor. Kendileri boğazlarına kadar nükleer silahlarla donanmış bulunan ve bununla tüm dünyayı tehdit edenler, gerektiğinde amaçları doğrultusunda bunu kullanmaktan çekinmeyeceklerini açık açık ilan edenler, bu tür tehditler karşısında denge oluşturmak üzere nükleer silah edinmek isteyen bir ülkeyi, üstelik bizzat nükleer silah kullanma yoluna giderek engellemeyi düşünebiliyorlar. Emperyalist dünyanın günümüzdeki arsız ikiyüzlülüğü ve çifte standardı artık bu düzeyde kendini gösterebilmektedir.

İran'ın nükleer silah edinme kararlılığı burada bir temel etken olsa bile İran'a yönelik bu savaşın tek hedefi basitçe onun bu silahları edinmesini engellemek değildir elbet. İran büyük petrol ve doğal gaz kaynaklarıyla çok önemli bir ülke olmakla kalmıyor, aynı zamanda Ortadoğu, Kafkasya ve İç Asya'nın, yani dünyanın en önemli petrol ve doğal gaz havzalarının da tam orta yerinde bulunuyor. Yani çok önemli bir jeostratejik konumu da işgal ediyor. Bu konumda bulunan ve neredeyse 30 yıldır Amerikan emperyalizmi ile sorunlu olan bu ülkenin artık nihayet saldırı hedefi haline getirilmesi şaşırtıcı değildir.

Buradaki zamanlamada İran'ın nükleer silah edinmeye çok yaklaşmış olmasının elbette belirleyici bir payı vardır. Zira İran bu silahı edinirse ona diş geçirmenin, onu çeşitli baskı ve tehditler altında istenen yöne yönlendirebilmenin çok daha zor olacağını biliyor batılı emperyalistler. Düne kadar Avrupalı emperyalistler ABD'yle sorunlu konumunu kullanarak İran’la kârlı iş ve ticaret ilişkilerine giriyorlardı ve karşılığında da İran'a manevra olanakları sunuyorlardı. Oysa İran bir dönemdir daha çok Rusya ve Çin'le ekonomik, ticari ve teknolojik ilişkilerini geliştirmektedir. Bu ülke Rusya için son derece kârlı bir silah pazarıdır halihazırda. Hızla büyüyen ekonomisinin ciddi enerji ihtiyacının önemli bir bölümünü İran üzerinden karşılamayı hedefleyen Çin'in de İran'la ilişkileri hızla gelişmektedir. Bu koşullarda nükleer silah edinecek bir İran'ın batılı emperyalistler karşısında hareket kabiliyeti daha da artacak, onlara bağımlılığı da gitgide azalacaktır. Bütün bunların Avrupalı emperyalistleri de rahatsız ettiği ve bu nedenle İran konusunda ABD emperyalizmi ile ortak davranmaya ittiği görülüyor. Özetle İran'a yönelik savaş tehdidi, bu ülkeyi ele geçirmek gibi temel bir emperyalist amacın ürünü olarak çıkıyor karşımıza.

Bunlara temel önemde bir faktör olarak İsrail'i de eklemek gerekiyor. İsrail kurulduğundan beri ve halen batılı emperyalistlerin ortak tabusudur. Birçok konuda ayrı düşseler de İsrail konusunda her zaman paralel bir hassasiyet göstere gelmişlerdir. Zira siyonist kimliği ile İsrail onların elinde Ortadoğu halklarının bağrına dayatılmış bir hançer gibidir. Bununla Ortadoğu üzerindeki hakimiyetlerini çifte yönlü olarak sürdürebilmektedirler. Bir yandan doğrudan İsrail tehdidiyle ve öte yandan İsrail'e karşı sözüm ona koruyucu denge oluşturarak.

En modern biçimde donanmış bir savaş makinası olan İsrail aynı zamanda Ortadoğu'nun tek nükleer gücüdür. Onu geçmişte bu silahlarla donatanlar İran'ı bugün bundan yoksun bırakmaya çalışan aynı batılı emperyalist güçlerdir. İran'ın nükleer silah edinmesinin İsrail'in bu alandaki tekelinden gelen tehditkarlığını etkisizleştireceğini düşünmekte ve bunu istememektedirler. İsrail ise bunu hiçbir biçimde istememekte ve engellenmesini kesin bir biçimde tüm batılı emperyalistlere dayatmaktadır. Dahası bugünkü konumu ve olanaklarıyla İsrail böyle bir dayatmanın karşılığını batılı emperyalistlerden alabilecek durumadır.

Son bir nokta ise Irak'taki gelişmelerdir. Öteki her bakımdan tartışılabilir olsa bile Irak direnişinin işgali ABD için bir batağa dönüştürmekle kalmayıp emperyalistlerin şu veya bu ülkenin üstüne rastgele çullanma heveslerine de önemli bir darbe vurduğu tartışmasızdır. Bugün emperyalistlerin İran'a karşı savaşı bir nükleer savaş olarak tasarlamalarının gerisinde bile Irak direnişinden alınan darbenin dersleri vardır. Emperyalist şefler Irak'ı dünya halkları için kötü bir örnek olmaktan çıkarmakta İran'ı yıkıma uğratacak kolay bir nükleer operasyonun temel önemde bir rol oynayacağını düşünüyor olmalılar. Fransız emperyalizmini başkanlık koltuğunda temsil eden adamın durduk yere "teröre karşı nükleer silah kullanma hakkımızı saklı tutuyoruz ve gerektiğinde bunu kullanmaktan sakınmayacağız" demesinin başka ne anlamı olabilir? Nükleer silah herhangi bir "terör" hücresine ya da grubuna karşı değil ancak bir ülkeye ve halka karşı kullanılabilir. Bu böyle olduğuna göre ABD ile suç ortaklığını girmiş bulunan Fransız liderinin gerçek kastı yeterince açık olmalıdır. Özellikle de bu sözler İran krizinin şiddetlendiği bir sırada ve yeni bir askeri doktrin çerçevesinde sarfediliyorsa.

İran'a saldırı hazırlıkları ve Türkiye

İran'a yönelik bir emperyalist savaşın ana üssünün Türkiye olacağından en ufak bir kuşku duyulmamalıdır. Aynı şekilde buna ilişkin pazarlıkların şimdiden bağlandığı konusunda da. Eğer bu pazarlıklar bugüne kadar bağlanmamış olsaydı İran'a saldırının bu denli çok sözünün edildiği bir dönemde Türkiye'yi yönetenler üzerinde bir basınç olurdu ve bunun ilk sonuçları da kendini ekonomi üzerinden, daha somut olarak da borsalar üzerinden gösterirdi. Oysa ortada büyük bir sükunet var ve borsalar rekor kırmaya devam ediyor. Zira tümü de Amerikan emperyalizminin elinde aynı zamanda etkili birer siyaset silahı olan finans kurumları Türkiye'ye desteklerini tam olarak sürdürüyorlar. Bütçe ve dış ticaret açıklarını finanse eden ve borç çevrimini kolaylaştıran sıcak paranın İstanbul borsasına akışı da sorunsuz sürüyor. Demek ki pazarlıklar ayrıntıda belki değil ama prensipte kesin olarak bağlanmış durumda.

Türkiye'yi yöneten işbirlikçiler güruhu yakın zamanda güncelleştirdiği "Siyaset Belgesi" üzerinden zaten yolunu bütün açıklığı ile çizmişti. İsrail ile en ileri düzeyde yeniden pekiştirilen ilişkiler ile en üst düzeyde Amerikan heyetleriyle görüşmelerin kamuoyuna yansıyan havası uygulamanın da bu yönde olduğunu göstermekteydi. Bu konuda ülkeyi yönetenler arasında ciddi herhangi bir sorunun çıkması da beklenmemelidir. İlkin izlenen politika saptanan bir "milli siyaset"in gereği olduğu için ve ikinci olarak, Amerikan desteğini almak ve böylece iktidar yapısındaki konumlarını güçlendirmek için başta ordu ve hükümet olmak üzere tüm işbirlikçiler takımı birbiriyle yarışacağı için. Batılı emperyalistlerin İran politikasında anlaşmış olmaları ise hem manevra olanağı bırakmamakta ve hem de "uluslararası camia" söylemleriyle emperyalizme suç ortaklığını mazur gösterme olanağı sağlamaktadır.

İran'a yönelik vahşi bir emperyalist yıkım savaşının engellenmesi bugün tüm dünya için en önemli ve öncelikli gündem olmak zorundadır. Bu böyle bir savaşın ana üssü olacak bir ülkenin halkı ve devrimcilerini bekleyen görevin olağanüstü anlamına ve önemine de işaret etmektedir. Gecikmeksizin bu sorunu işçilerin ve emekçilerin gündemine sokmak, Türkiye'nin saldırı üssü olarak kullanılacağı bir emperyalist yıkım savaşına karşı toplumda büyük bir duyarlılık ve etkili bir muhalefet örgütlemek, devrimcilerin bugün en temel ve en öncelikli görevidir. Bu aynı zamanda elimizdeki sınırlı özgürlükleri ve mevzileri savunmak mücadelesi anlamına da gelecektir. Zira bu çapta bir savaşa yataklık ve suç ortaklığı edecek bir rejim bu vesileyle bütün bunları ortadan kaldırmak yolunu da tutacaktır.

EKİM


Üste