Logo

“Emeğin korunması” için sınıfa karşı sınıf!


Türkiye genç bir işçi kuşağına sahip. Bilinç ve örgütlülük planında oldukça zayıf bir kuşak bu. Genelde sınıf saflarında her türden gerici burjuva ideolojisinin hakim olduğu bir tablo ile yüzyüzeyiz. Ancak, sınıf kimliği ve bilincindeki bu zayıflığa rağmen, kapitalizmin vahşi  sömürüsü ve çalışma koşulları onları doğallığında bir arayışa ve mücadeleye itmektedir. Bu mücadelede bugün için ücretler temel talep olarak öne çıkmaktadır. Hatta işçilerin şu süreçte öncelikli talebinin “ücret artışı” olduğu söylenebilir.

“Metal fırtınası”nda harekete geçen işçilerin talepleri de, temelde ücret artışı, ikinci olarak ise sendikal bürokrasiya karşı sendikal demokrasi olmuştur. Fabrikalarda çalışma koşullarının oldukça ağır olmasına rağmen işçiler “emeğin korunması”na dönük talepler öne sürmemişlerdir. Daha çok ücret temelli bir anlayışın hakim olması nedeniyle MESS’in dağıttığı paralar ve alışveriş çekleri ile işçilerin önü kesilebilmiştir. Bu süreçte işten atılmalar karşısında küçük tepkiler dışında yeterli bir dayanışma gösterilememiştir.

Yaşanmış bulunan hareketliliğe rağmen hala da  “ücretlerin iyileştirilmesi” talebinin ötesine geçilebilmiş değildir. Örgütsüz, sınıfsal kimlik planında zayıf bir işçi kuşağının bunu kendiliğinden aşabilmesi, özellikle bugünün koşullarında kolay değildir. Bu öncünün, yani sınıf devrimcilerinin işidir.

 

Sınıfın yaşadığı sorunlar

İşçiler bugün oldukça ağır çalışma koşulları altında çalışıyorlar. 12-14 saatlere varan çalışma süreleri işçileri sosyal yaşamdan koparmakta, birer robot haline getirmektedir. 8 saat bile çalışsalar kelimenin tam anlamıyla fiziken tüketilmektedirler. Bir Reno işçisi mevcut durumu şöyle tanımlıyor: “Alnımdan terler iniyor ama silmeye zaman yok, imkan yok, önünde işleyen banta mutlaka yetişmelisin!” Bu şartlarda çalışan bir işçi mesai bitiminden sonra öncelikle yatıp dinlenmek ister ama dinlenemez. Bedenindeki ağrılar onu bırakmaz. İşin ağırlığının yanı sıra bir de ustabaşı, postabaşı, amir ve memurların baskıları ile yüzyüze kalır. Maaş yetmediği için pek çok işçi fazla mesaiyi gönüllü olarak kabul eder. Mesaiye de kalsa da, zam da alsa insanca yaşamaya yetecek parayı kazanamaz. Zaman zaman bunu farketse de yapacak fazla bir şey olmadığını düşünür. Tek çözüm daha fazla çalışmaktır. Yoksa milyonlarca işsiz kapıda beklemektedir.

Böylesine azgın bir sömürüye, ağır çalışma ve yaşam koşullarına mahkum kalmasının nedenleri üzerine düşünemez. Çünkü kapitalist düzen işçinin düşünmesini engellemek için ne gerekiyorsa yapar. Televizyon ve sanal alemde başkalarının parlak hayatlarını izlettirir. Dizi filmlere, futbol maçlarına, iddia oyunlarına yöneltir. Bir taraftan dinsel gerici ideolojiyi ve şovenizmi pompalarken, öte yandan yozluğu körükler. Tüm sorunlarının kaynağı olan kapitalist düzene düşman olmasın, amire, memura, ustaya, hain sendikaya öfkelensin ama kapitalist patronları hedeflemesin ister. Nitekim geçtiğimiz yıl metal işçilerinin bir kesimi Türk Metal çetesi ve müdürler yüzünden ücret artışı yapılmadığını düşünebiliyordu. Bu algı hala da tam olarak değişmiş değil.

“Sanıldığı gibi, ağır baskı ve yoğun sömürü koşulları hiç de kendi başına işçi sınıfının kolayca bilinçlenmesine ve mücadeleye yönelmesine yol açmaz. Bu, aynı zamanda, işçi sınıfını, işçi sınıfı kuşaklarını kültürel-manevi dejenerasyona da götürür. Emeğin korunması mücadelesinden amaç aynı zamanda bu zihinsel yozlaşmanın da önünü almaktır. Kapitalizm koşullarında mümkün olduğu ölçüde bunu başarabilmektir. Ve bunda başarı sağlanabildiği ölçüde, bu, işçi sınıfı kitlelerinin siyasal bilinçlenmesini ve sınıf hareketinin gelişimini de kolaylaştırır. Bugünün Türkiye’sine bakın, 12 Eylül rejiminin yarattığı emekçi insan yığınlarına bakın; baskı, ağır çalışma ve sömürü koşullarının işçi sınıfını fiziki çürüme ve bozulmanın ötesinde, nasıl bir zihinsel ve kültürel çöküşe ittiğini görürsünüz.” (Kuruluş Kongresi belgeleri, “Parti Programı’nda ‘emeğin korunması’ sorunu” başlıklı tartışmaların sunuş bölümünden...)

Türkiye’de işçi sınıfı bugün yukardaki tabloyu yaşarken, bir yandan da arayış içerisinde Greif’leri, Metal Fırtınalar’ı yaratmaya başlamış bulunuyor. Bugün daha çok ücret temelli bir mücadele öne çıkmış olsa da, ona yön verip ileriye taşıması gerekenlerin sınıf devrimcileri olduğunu bir kez daha vurgulayalım. Nitekim Greif bu açıdan ayrı bir yerde duruyor. Greif’de üç kuruşa beş kuruş ekleme mücadelesinin ötesine geçilerek, taşeron sistemine karşı mücadele bayrağı açılabilmiştir. Bu tam da devrimci önderlik müdahalesi sayesinde mümkün olabilmiştir.

 

“Sınıfa karşı sınıf!”

“Emek en yüce değerdir!” Kapitalizmde bu değere en ucuza ve en vahşi bir biçimde el konulur. Kapitalizm emeği yaratan işçiye hiçbir değer vermez. Emeğini ucuza satın alır, kullanır ve atar. Ya da onu üretim alanında katleder. Kapitalist ise işçinin yarattığı değerler üzerinden servetine servet katar.

İşçinin mücadelesi sadece “ücret mücadelesi” değil emeğin korunması mücadelesi, sınıfa karşı sınıf mücadelesi olmak zorundadır. Bu mücadelede asıl hedeflenmesi gerekenin asalak burjuva sınıfı olduğunu ve tüm kötülüklerin kaynağının kapitalizm olduğunu işçilere her vesile ile döne döne anlatmalıyız. Tüm propaganda araçlarımız, tüm yayınlarımız buna hizmet etmelidir.

Ücretlere daralan bir mücadele yer yer işçileri karşı karşıya getirebilmektedir. Eski ve yeni işçilerin aldığı ücretler arasındaki farkı, işçileri bölerek birliğini zaafa uğratan ücret makasını ortadan kaldırma mücadelesi kuşkusuz önemlidir. Fakat asıl sorun sermayenin işçiye dayattığı ücretlerin düşük olmasıdır, sefalet ücretine mahkum edilmeye çalışmasıdır. İşçilere, ancak birlik içinde ve örgütlü olmaları halinde, yani kapitalist patronların karşısına bir sınıf olarak çıkmayı başarabildikleri koşullarda sonuç alabileceklerini anlatabilmeliyiz.

Ücret mücadelesini emeğin korunması mücadelesi ile birlikte ele almalıyız. Bu bütünlüğün kurulması sınıfın siyasallaşması, sınıf kimliğinin açığa çıkarılması bakımından önem taşıyor. İnsanca yaşanabilir bir ücret isterken, insanca çalışma koşullarını, bu çerçevede taleplerimizi formüle etmeliyiz. Bir dizi büyük fabrikada uygulanan, işçiyi köleleştiren, onu düşünüp sorgulamaktan, birlik olmaktan alıkoyan tüm çalışma yöntemlerine karşı sürekli bilinçlendirme çabası içinde olmalıyız. Sınıf içindeki gündelik faaliyetimizde emeğin korunmasına yönelik taleplerimizi sistemli olarak işlemeliyiz:

* 7 saatlik iş günü, 35 saatlik çalışma haftası,

* Kesintisiz iki günlük hafta sonu tatili,

* Gece çalışmalarının yasaklanması,

* Zorunlu mesailer kaldırılması,

* İnsan gücünü aşan üretim adetlerinin ortadan kaldırılması,

* Kalite standartları adı altında uygulanan usta, postabaşı ve müdür baskısının ortadan kaldırılması,

* Meslek hastalıklarına yol açan çalışma koşullarının ortadan kaldırılması,

* İş kazalarına neden olan çalışma ortamlarının güvenlikli çalışmaya uygun hale getirilmesi, vb., vb...

Bu ve benzeri  talepleri sürekli ve ısrarlı bir biçimde yükseltmek, bugün olmasa da yarın yeni fırtınalara gebe olan sınıf bölüklerinin mücadeleye çekilmesini kolaylaştıracaktır.

Komünist bir metal işçisi 


Üste