Logo

Burjuva klikler arası çatışma ve devrimci alternatif


Egemen güçler arası iktidar çatışmaları doğaları gereği düzen sınırları dahilinde cereyan eder. Ancak artı-değer yağmasından aldıkları payı büyütmek büyük bir önem taşır.

Sınıfsal çıkarlar zemininde boy veren iktidar çatışmaları, toplumun şu veya bu kesiminin desteğini alabilmek için, ideolojik bir kabuğa ihtiyaç duyarlar. Bu “ideolojik kabuk” siyasal dinci, mezhepçi, ırkçı-şoven, sağcı, solcu, muhafazakar vb. biçimlere bürünebilir. İdeolojik kabuk özü itibariyle sınıfsal çıkarları örtmeye yarar.

Klikleri arası rant kavgası şiddetlendiğinde, egemen sınıflar gündemlerini topluma dayatır, sefil çıkarları adına yaptıklarını tüm toplum için yapıyorlarmış algısı yaratmaya çalışırlar. Bu arada çatışmanın faturasını doğrudan veya dolayı şekilde emekçilere ödetmekten de geri durmazlar. Kendi sınıf çıkarları etrafında örgütlü bir güç inşa edene kadar emekçiler, yazık ki egemen sınıfların şu veya bu kliğinin kuyruğuna takılmaktan kurtulamazlar. Daha tehlikeli olanı ise, işçi sınıfı ve emekçiler adına siyaset yapma iddiasındaki kimi akımların da bir tarafa yedeklenip, egemenler arası çatışmadan medet umar duruma düşmeleridir.

Egemenler arası çatışmadan emekçilere ne düşer?

Burjuvazi, feodal sisteme karşı mücadele ettiği dönemde tarihsel açıdan devrimciydi. Zira toprak köleliğine dayalı feodal kast sisteminin yıkılmasını hedefliyordu. Bu ise hem kapitalist gelişimin önünü açıyor hem sömürülen köylülüğün toprak ve özgürlük talepleriyle çakışıyordu. Feodal toplumun egemenleri olan aristokrasiye, soylulara ve ruhban sınıfına karşı mücadele ederken burjuvazi, emekçilerin desteğine muhtaçtı. Kimi zaman dönemin egemenleri arasındaki çatlaklardan yararlansa da, halk sınıf veya tabakalarının desteği olmadan zafer kazanamazdı. Diğer bir ifadeyle, o günkü tarihsel koşullarda, geçici bir süreliğine de olsa emekçilerin burjuvazi ile aynı safta mücadele etmelerinin koşulları mevcuttu. Feodal kast sistemi ile toprak köleliğinin kaldırılması noktasında talepler kesişiyordu, dolayısıyla her iki tarafın da birbirine ihtiyacı vardı.

Emperyalist çağda ise siyasal gericiliğin kaynağı, bu bağlamda tarihsel gelişimin önündeki temel engel burjuvazidir ve bu misyonu ile emekçilerin hem güncel hem tarihsel özlemleriyle/talepleriyle uzlaşmaz bir şekilde çelişki içindedir.

Çağımızda egemenler arası çatışmalar klikler arasında cereyan ediyor. Artık söz konusu olan burjuvazinin her yönüyle egemen olduğu bir çağdır. Çatışmanın temelinde iktidar alanını genişletmek, buna dayanarak artı-değer yağmasından en büyük paya el koymak var. Bu çatışmada ne tarihsel gelişimin önündeki engellerin kaldırılması, ne geçmişi temsil eden bir sınıfın tasfiyesi sözkonusu.

Türkiye’de egemen sınıfları arasındaki iktidar çatışmasının mahiyetine baktığımızda da durum aynıdır. Farklı klikleriyle burjuvazi ile siyasi alandaki temsilcileri artık ne ilerici ne devrimci rol oynayabilir. Tersine her tür gericiliğin, sömürünün, baskının, ayrımcılığın kaynağı bizzat bu sınıfın iktidarıdır. Dinci-faşist olanı da dahil, bu çağda bütün gerici akımlar burjuvazinin şu veya bu kesiminin siyasi alandaki temsilcilerinden başka bir şey değildirler.

Bu noktada emperyalistler de çok önemli bir rol oynamaktadırlar. Türkiye gibi bağımlı ülkelerde siyasal iktidarların ekonomik, sosyal ve siyasal icraatları bizzat emperyalistlerin onay ve desteği ile gerçekleştirilebilmektedir. Bu olgu, aralarında çatışsalar da egemen sınıf kliklerinin emperyalist merkezlere bağımlılığını daha da pekiştirmektedir.

Egemenler kendi aralarında çatışırken de bedeli emekçilere ve ilerici-devrimci güçlere ödetirler. “Filler tepişince çimler ezilir” deyimi bunu anlatır.  Rant kavgaları kimi dönemler durulsa bile, kapitalist egemenlik yıkılana kadar son bulmaz. Hal böyleyken, bu çağda emekçilerin egemenler arası çatışmada aktif taraf olmaları - daha ağır bir faturası olmazsa eğer - boş avuntular ve hayal kırıklığından başka bir sonuç yaratmaz. İlerici siyasal akımlar bu tür çatışmalarda taraf olduklarında ise, hem gericiliğin payandaları durumuna düşer hem de dar burjuva ufuklara sıkışıp rotayı şaşırırlar. 

Şu veya bu burjuva kliğin başarısı kimi zaman emekçiler lehine bazı kırıntılar üretse bile bunlar iğreti ve kalıcı olmaktan uzaktır. Üstelik hem siyasi, hem toplumsal, hem moral yönden bedelleri de olur. Seçimler, referandumlar döneminde uçuşan vaatler, temelden yoksun beklentiler, kısa ömürlü iyimser havalar vb... Tüm bunlar söz konusu süreçlerin hemen ardından buharlaştığında, kazanan bir kez daha burjuvazi olur. Çünkü kapitalist sömürü ve kölelik çarkı acımasız şekilde dönmeye devam eder.

Yanılsamalar zinciri

Türkiye’de egemen sınıfların umut vaat ederek sol kurum ve şahsiyetlerden yararlanma taktiği, çok partili sisteme geçiş süreciyle belirginleşmiş, günümüze kadar da devam etmiştir. 70 yılın bu alandaki tüm deneyimleri solun hayal kırıklığıyla sonuçlanmasına rağmen, günümüzde de bu eğilime tanık olmaktayız. Denebilir ki, geçmişte olduğundan daha güçlü ve yaygın bir hal almıştır.

Bu eğilimin maddi-toplumsal zemini bir var kuşkusuz. Bu eğilime giren parti ve örgütlerin ideolojik-politik çizgilerinde de bu belirgindir. Eğer sorun egemen sınıfların şu veya bu kesiminden medet uman siyasi güçlerle sınırlı kalsaydı, yaratılan tahribat belki o kadar büyük olmazdı. Bu akımları destekleyen, sempati duyan sola/sosyalizme yakın işçi ve emekçilerde moral bozukluğu ve umutsuzluk yarattığından dolayı, bu yöndeki her girişim toplumsal hareketin gelişimini olumsuz yönde etkilemektedir. Bu 70 yıl önce de böyleydi, bugün de...

Bunun ilk örneğini, Adnan Menderes-Celal Bayar ikilisi liderliğindeki ekibin sola yanaşmasında görüyoruz. Dönemin sol/sosyalist eğilimli aydınlarına yanaşan Menderes-Bayar ikilisi, “baskıcı tek parti rejimine karşı demokrasi mücadelesinde ittifak” önerir. Yoğun baskılara maruz kalan aydınlar da öneriye olumlu yaklaşırlar. Öyle ki, Zekeriya Sertel anılarında (Hatırladıklarım, Remzi Kitabevi), Menderes’in CHP’den istifa mektubunu birlikte kaleme aldıklarını anlatır. Yeni parti kurma yönündeki ilk girişimin programını da birlikte hazırlarlar. Yeni partinin yayın organı ihtiyacını da Sabiha Sertel yönetiminde “Görüşler” adlı dergiyi yayınlayarak karşılama yoluna giderler. Sabiha Sertel anılarında (Roman Gibi, Belge Yayınları,) Bayar-Menderes ekibiyle anlaşarak dergiyi yayınlamaya başladıklarını belirtir. Yine o yıllarda insan haklarıyla ilgili bir dernek kurma girişimi de gündeme getirilir. Fevzi Çakmak ile Mihri Belli gibi isimler bu amaçla buluşturulur.   

Bu girişimler, Menderes-Bayar ekibinin sol/sosyalist aydınlarla aynı dergide yazmaktan çekinmeleri ve diğer tutarsızlıklarından dolayı, kayda değer bir sonuç yaratmadan sona erer. Yine de bu tür bir işbirliğinin ilk belirgin deneyimleri olmalarından dolayı önem taşır.

İlginç olan, ilk adımdan itibaren Menderes-Bayar kliğinin çapını belli etmesine rağmen sol/sosyalist kesimde boy veren beklentinin belli bir dönem devam etmesidir. Örneğin TKP de bazı kadrolarını kurulan Demokrat Parti’de (DP) çalışmaya yönlendirir. Dönemin komünist kadrolarından Raci Dinçer, TKP lideri Zeki Baştımar’ın isteğiyle DP’ye katılıp azalık yaptığını anlatmaktadır. (bkz. Atilla Akar, Eski Tüfek Sosyalistler, İletişim Yayınları)

Menderes-Bayar gericiliğine bağlanan umutlar çöker, batılı emperyalistlere kendini ispatlamaya hevesli olan bu klik hem TKP’yi hem ilerici aydınları hedef alan vahşi bir sürek avı başlatır. Bu eğilim, farklı evrelerden geçerek, kimi zaman biçim değiştirerek günümüze kadar ulaşmıştır.

Belli dönemlerde nükseden bu eğilim farklı gerekçe ve beklentilerle savunulmuştur. 1940’lı yılların sonlarında Bayar-Menderes ekibinden, ‘60’lı yıllarda ordudan, ‘70’li yıllarda CHP’den, ‘90’lı yıllarda SHP-HEP ittifakından, 28 Şubat’ta dinci gericiliğe karşı ordudan, 2000’li yıllarda “ceberrut devlete karşı” dinci gericilikten medet umanlar tarafından sergilenmiştir.

Öte yandan, son yıllarda estirilen parlamentarizm rüzgarı da emekçi kitleleri hayal kırıklıklarıyla yüzyüze bırakmıştır. Özellikle 7 Haziran’da HDP’nin sandık başarısının yarattığı iyimserliğin 1 Kasım sonrasında yaygın bir karamsarlığa yol açması bunun belirgin bir örneği oldu. Bugünlerde, Tayyip Erdoğan AKP’sinin dinci-faşist diktasına karşı “hayır kampanyası”na bağlanan umutların da yeni bir karamsarlık dalgasına yol açma ihtimali yüksektir. Zira 7 Haziran seçimlerinde hezimete uğrayan dinci gericilik, burjuva parlamentosunu fiilen devredışı bırakarak süreci bugünlere taşıdı. Güçlü bir toplumsal muhalefetle karşılaşmadığı sürece, aynı şeyi tekrarlanmayacağının garantisi yoktur.

Geçici iyimserlikten yıpratıcı karamsarlığa

Menderes-Bayar kliğinin demokrasi, özgürlükler, örgütlenme, grev hakkı vaatlerinin sahteliği kısa sürede ortaya çıktı, icraatlar tam tersi yönde oldu. Komünistlere karşı sürek avı, yoğun baskı ve zorbalık, emperyalistlere utanç verici bir teslimiyet... İyimser “devrimci cunta” beklentileri ise 12 Mart faşizmiyle yerle bir edildi. CHP’nin ‘70’li yıllardaki “halkçı söylemi”nin yükselen devrimci dalganın önünü kesme çabası dışında bir şey yapamayacağı da kısa sürede anlaşıldı. Kısa ömürlü SHP-HEP ittifakını tarihin en iğrenç kirli savaşlarından biri takip etti. Bu saldırının odağında Kürt halkı olsa da, devrimcileri hedef alan infazlar, gözaltında kayıplar, cezaevleri katliamları, Sivas, Gazi katliamları da kirli savaşın bir parçasıydı. 28 Şubat, dinci gericiliği tasfiye etmek bir yana, emperyalistlerin de katkılarıyla daha da palazlandırılarak AKP yaratıldı. “İleri demokrasi” vaatleriyle iktidara tırmanan dinci gericilik odağı AKP, kurduğu dinci-faşist diktaya yasal kılıf uydurmak için son hamle ile toplumu evet-hayır cenderesine yerleştirdi.

Görüldüğü üzere burjuvazinin şu veya bu kesiminden beklentilere girme veya düzenin kurumlarına umut bağlama süreçlerini her zaman hayal kırıklığı ve umutsuzluk izlemiştir. Oysa yapılması gereken, kapitalizmi yarattığı tüm kötülüklerle birlikte ortadan kaldırmak için tüm güç ve enerjiyi seferber etmektir.

Dinci faşist dikta kapitalizmin ürünüdür

Kapitalist emperyalizm Türkiye’de Erdoğanları, ABD’de Trumpları üretiyor. Zira sistem artık böyleleriyle yönetebiliyor. Ortadoğu’da hedeflerine ulaşabilmek için IŞİD’i yaratıyorlar. ABD ile Türkiye başta olmak üzere bölgedeki işbirlikçileri IŞİD, El Nusra gibi barbar katilleri halkların başına bela ettiler. 

Bu sistemin efendileri Sri Lanka’da Tamil halkının gerilla ile birlikte imha edilmesine onay veriyor, Filistin halkını katledip topraklarını yağmalayan siyonist rejimi himaye ediyor, Kürt sorununda “Sri Lanka çözümü” hevesine kapılanları destekleyerek, Kürt halkının yaşam alanlarını tahrip edip bodrumlarda insanları toplu bir şekilde yakmalarına onay veriyor.

Bugün Türkiye’ye egemen olan dinci-mezhepçi, ırkçı-şoven iktidar bu sistemin ürünüdür. Bu ortaçağ artığı gericilik ne sistem dışıdır, ne bir sapmadır, ne de şefi T. Erdoğan kendini bilmez bir meczuptur. Her icraatıyla, ilkelliği, rüşvetçiliği, faşist zorbalığıyla bu sistemin ürünüdür. Bu gericilik odağının şefini son dönemde sistem için bir yük haline getiren şey, sermayeye ve emperyalistlere yaptığı büyük hizmetler karşılığında dinci-faşist bir diktanın “mutlak reisi” olmak istemesidir.

Dinci gericiliğe karşı mücadelenin kapsamı

Burjuva kliklerin en gericisi versiyonu olan siyasal islama karşı mücadele elbette kritik bir önem taşıyor. Bu akım hem zorba, hem ultra neo liberal, hem emperyalist-siyonist güçler tarafından imal edilmiş, hem de dini istismar ederek emekçileri ideolojik zehiriyle sersemletiyor. Siyasal islamcı ideolojinin işçi sınıfı ile emekçiler arasında etkili olması, bu dikta rejimine karşı etkili bir mücadele geliştirebilmek için yoğunlaşılması gereken alanı da gösteriyor. Bu bağlamda dinci gericiliğe karşı mücadele diğer burjuva akımlara karşı mücadelenin bir parçası olmakla birlikte, daha özel bir önem de taşıyor.

Burjuvazinin bir kesimi ile onun siyasal alandaki temsilcilerinin dinci gericilikten rahatsız olduklarından kuşku duyulamaz. Ancak bu rahatsızlık bu akımın iktidarı tekeline alma planından kaynaklanıyor. Yani bu çatışma ideoloji ya da değerlerle ilgili değildir, iktidar ve rant paylaşımı eksenine oturmaktadır.

O halde işçi sınıfı ve emekçileri temsil etme iddiasında samimi olan ilerici-devrimci akımların dinci gericiliğe karşı mücadelesinin, egemenler arası çatışmanın ötesinde, bu musibeti yaratan kapitalizmi hedef alacak bir perspektifle ele almaları kaçınılmazdır. Pratikte buna uygun davranmayan sol akımlar ya umudunu burjuvazinin bir kanadına bağlamış ya da zaten ufku kapitalizmin ötesini göremeyecek sığlıkta çakılıp kalmış demektir.

Gerekli olan devrimci bir hattın inşasıdır

Tutarlı bir devrimci akım için tüm dikkatlerin yoğunlaştırılması gereken alan, işçi sınıfı ve emekçilerin mülk sahibi kapitalist sınıflara karşı mücadelesini örgütlemek, geliştirmek, güçlendirmektir. Bu asli görevi ihmal edip egemenler arasındaki çatışmalardan medet ummak, düzenin çamurlu sığ sularında kulaç atmaktan başka bir anlam taşımayacaktır. Önemle vurgulanması gereken ise, Türkiye kapitalizminin ürettiği dinci-mezhepçi, ırkçı-şoven AKP diktasına karşı etkili ve sonuç alıcı bir mücadele yükseltmenin, devrimci sınıf eksenli direnişten başka bir yolu bulunmadığıdır.

“AKP, daha doğrusu onun temsil ettiği zihniyet, ideoloji, kültür, bunların maskelediği toplumsal güçler, sınıfsal çıkarlar ve sermaye grupları, cemaat ve tarikatlardan vakıflar ve derneklere kadar öbeklendiği bin bir türlü oluşum, örgüt ve kurum, günümüz Türkiye’sinin en katı gerçeklerinden ve mevcut kapitalist düzenin en temel yapı taşlarından biridir. Dolayısıyla tüm bu yapı ve ilişkileriyle dinsel gericiliğe karşı mücadele, kurulu sermaye düzenine karşı mücadelenin ayrılmaz bir öğesidir.” (Ekim, Sayı: 305, Ocak 2017)


Üste