Logo

Seçimler ve yeni dönem/5: 22 Temmuz seçimleri ve Kürt hareketi


Seçimler ve yeni dönem... / 5

 

22 Temmuz seçimleri ve Kürt hareketi

 

22 Temmuz seçimleri çerçevesinde en çok tartışılan konulardan biri de seçim sonuçlarına göre Kürt hareketinin durumu oldu. Düzen cephesi AKP’nin Kürdistan illerindeki büyük başarısını bilinçli bir tutumla öne çıkararak Kürt hareketinin kitle desteğindeki zayıflamaya dikkat çekerken, özellikle reformist solda DTP’nin meclise bir grup sokmuş olabilmesinin önemli bir başarıyı ifade ettiğine dair görüşler dile getirildi. Başlangıçta baraj engeli aşılarak meclise bir grupla girebilmenin büyük önemine dikkat çekmeyi tercih eden Kürt hareketi çevreleri ise çok geçmeden görmezlikten gelinmesi kolay olmayan başarısızlığın nedenlerini irdelemeye çalıştılar ve kendilerince buna çeşitli açıklamalar getirdiler. DTP kamuoyuna sunulan resmi seçim sonuçları değerlendirmesinde halktan özür diledi, bir dizi hata ve yetersizlik sıralayarak bundan böyle bunları aşmak gayreti içinde olacağını bildirdi (Kürt basını bu değerlendirmeyi “DTP’den seçim özeleştirisi” başlıklarıyla yansıttı). Bu arada Abdullah Öcalan da seçimlerdeki başarısızlığa işaret ederek sorumluluğu DTP yönetimine yükledi.

Bütün bunlar Meclis’e bir grupla girmeyi başaran Kürt hareketinin gerçekte 22 Temmuz seçimlerinde açık bir başarısızlığa uğradığının bilincinde olduğunu ortaya koymaktadır. Çeşitli kentlerde alınan oy oranları üzerinden bu başarısızlık yeterince açıktır ve tersinden AKP’nin Kürdistan’da aldığı yüksek oy oranı, özellikle de Kürt hareketinin kalesi sayılan kentlerdeki oy patlaması, bu başarısızlığı daha da göze batar hale getirmektedir. Siyasal anlamı ve sonuçları bakımından ele alındığında, AKP’nin bu belirgin başarısı gerçekte DTP’nin oylarındaki düşmeden de önemlidir.

DTP yaptığı resmi değerlendirmede başarısızlığına kendince bir dizi açıklama getirmektedir. Kendini halka anlatamamaktan etkin bir kampanya yürütememeye, yerel yönetimlerde güven verici bir başarı sergileyememekten aday belirlemesindeki yanlışlara, Türkiye partisi olabilmek anlamında kapsayıcı olamamaktan birlikte seçime girdiği sol partilerden beklediği desteği alamamaya, bu arada AKP’nin Kürt sorunu konusunda bölge halkında yarattığı umutlara kadar uzanmaktadır, başarısızlığı gösterilen gerekçeler.

Kuşkusuz bütün bunların belli sınırlar içinde bir anlamı vardır. Fakat Kürt oylarındaki belirgin gerilemenin anlaşılmasında bunların hiçbirinin esasa ilişkin bir açıklayıcılığı yine de yoktur. DTP düzenin siyaset sahnesinde olağan bir siyasal parti olsaydı, sıralanan bu nedenlerin bir anlamı ve seçim başarısızlığına ilişkin bir açıklayıcılığı kuşkusuz olurdu. Ama durumun böyle olmadığını biliyoruz. DTP, dar anlamda bir siyasal parti olarak kendini değil fakat daha genel planda Kürt hareketini, onun kitle ve dolayısıyla oy potnasiyelini temsil eden, daha doğrusu bunu kendisi üzerinden yansıtan çok özel konuma sahip bir partidir. Buradan bakıldığında, seçimlerde başarısız kalan hiç de dar anlamda DTP değil fakat geniş anlamda Kürt hareketinin kendisidir. Dolayısıyla bu durumda başarısızlığı Kürt hareketi üzerinden ele almak ve açıklamak gerekmektedir.

Soruna bu çerçeveden bakıldığında ise, Kürt hareketinin oy desteğindeki gerilemenin yeni bir durum olmadığı, bunun İmralı teslimiyeti sonrasının genel bir eğilimi olduğu görülür. Kürt hareketindeki köklü çizgi değişiminden beri kitle desteğinde bir çözülme ve erime yaşanmaktadır ve her yeni seçim bunu doğrulamaktadır. İmralı’daki çizgi değişiminin ardından gerçekleşen 3 Kasım 2002 seçimlerinde DEHAP, yaklaşık 2 milyon oya denk düşen %6.2 oranında bir oy almıştı. 28 Mart 2004 yerel seçimlerinde SHP ve reformist sol partilerle yapılan ittifaka rağmen %4.7 ile bu oranın altına düşüldü. Son 22 Temmuz seçimlerinde ise, hiç değilse bağımsız adayların gösterildiği kentlerde alınan oylar üzerinden bakıldığında, bu kez 28 Mart’ın da gerisine bir tablo var orta yerde. Bu, oy oranında, gerçekte ise kitle desteğinde sürekli bir gerileme eğilimidir ve gerçekte şaşırtıcı da değildir. Açıklaması, parlamenter bir parti olarak DTP’nin ne yapıp yapamadığında değil, fakat İmralı ile birlikte Kürt hareketinde yaşanan köklü yön ve kimlik değişimindedir.

Kürt hareketi seçimlerde oy desteği olarak da kendini gösterebilen geniş kitle desteğine ulusal özgürlük uğruna verilen umut verici bir devrimci mücadele sayesinde kavuşmuştu. Bu mücadele çizgisi terkedildiğinden beri bu yolla kazanılan kitle desteğinde önlenemez bir çözülüş kendini göstermektedir ve bu gelişme haliyle seçim sonuçlarına da yansımaktadır. Parlamenter başarı geçmiş dönemin devrimci başarılarının yan ürünü olarak ortaya çıkmıştı. İkincisi ortadan kalktığına göre, ilki artık bu sayede devam edemezdi. Oysa Kürt hareketi ve DTP hala bunun rehaveti içerisinde hareket etmekteydiler. Azçok istikrarlı bir kitle tabanına sahip olduklarını ve Kürt sorunu çözülmeden kaldıkça da bunu iyi kötü koruyabileceklerini sanmaktaydılar. Yaptıkları özeleştiriye, hata ve yetersizlikleri aşmaya dönük vaatlerine de bu gözle bakmak, ortaya çıkan yeni durumun artık nihayet bilince çıkarılması saymak gerekir.

Abdullah Öcalan seçimleri ilişkin ilk değerlendirmesinde DTP’yi eleştirirken, bu kadarını bile sayemde aldınız, kendinize çekin düzen vermezseniz gelecekte bunu bile elde edemezsiniz, mealinde sözler söyledi. Her zamanki gibi başarısızlığın tüm sorumluluğunu kendi dışına havale eden bu sözlerde yine de birbirini tamamlayan ikili bir gerçek saklıdır. Söylediklerinin ilk kısmını, mevcut desteği hala da devrimci dönemin bugüne kalan birikimine borçlusunuz; ikinci kısmını ise, devrimci dönem artık geride kaldığına göre yeni reformist çizginin gerektirdiği türden sistemli ve etkin bir politik çalışma içine giremezseniz eğer bu desteği yenileyemez ve dolayısyla bugünkü düzeyi bile koruyamazsınız biçiminde anlamak gerekir.

Kürt hareketinin eski kitle desteği artık çözülmektedir; 28 Mart yerel seçimleri vesilesiyle de bu gerçeğin altını önemle çizmiştik ve durumu “Devrimci mücadeleyle yaratılan, teslimiyet ve tasfiye çizgisi ile korunabilir mi?” biçiminde özetlemiştik. Bu, devrimci ulusal direniş çizgisiyle, bunun yarattığı umut ve coşkuyla kazanılmış bir kitle desteği idi. Alt sınıflara dayanmakla kalmıyor, gelişmenin belli bir evresinde Kürt orta sınıflarının belli kesimlerini içerecek biçimde genişlemiş de bulunuyordu. İmralı teslimiyeti ve bunun ürünü yeni çizgi ortaya tümüyle yeni bir durum çıkardı. Alt sınıfların ulusal bilince ulaşmış kesimleri herşeye rağmen harekete desteklerini sürdürseler bile eski devrimci umut ve coşkularını artık yitirmiş durumdadırlar. Bu nedenle Kürt hareketine gerçek siyasal destekleri aslında pasif bir siyasal davranış olan oy desteğinin de gerisindedir.

Hareketin önlenemez yükselişi ile saflara sonradan katılan, bunda kendi sınıf çıkarları bakımından da çok yönlü yararlar gören ve sonuçta hareketin geriye çekilmesinde önemli bir rol de oynayan orta burjuva katmanlar ise, İmralı’dan başlayarak safları gitgide daha çok terketmektedirler. Kürt hareketinin düzenle uzlaşma ve bütünleşme çizgisine kaydığı bir dönemde, tam da orta sınıfların arzulayabileceği bu köklü yön değişimi sonrasında, bu aynı kesimlerin artık hareketin saflarında kalması için fazlaca zorlayıcı bir neden de kalmamış demekti. Düzen zemininde politik yaşama geçildiği bir evrede, PKK eksenli bir Kürt hareketi bu kesimler için artık bir olanak olmaktan çok bir yük idi. Kürt hareketinin eski etki ve cazibe merkezi olmaktan çıktığı, belirsiz bir bekleyiş içinde çözülmeye yüz tuttuğu bir evrede, onlar bencil sınıfsal çıkar, hesap ve beklentilerine uygun bir biçimde yeniden düzen partileri saflarında politika yapmaya dönebilirlerdi artık. Sınıfsal konumları gereği harekete en son katılanlardı, ilk terkedenler oldular. Kürt hareketinin oy kaybı ile tersinden AKP’nin oy patlaması, öteki etkenler yanında etkisi kaçınılmaz olarak alt sınıfların davranışına da yansıyan bu gelişmeden ayrı düşünülemez.

Bugünün kendine özgü koşullarında AKP, her açıdan bu kesimler için biçilmiş bir kaftandı. Herşeyden önce Kürt sorunu konusunda duyarlı olduğu, dahası devletin hakim zirveleri olmasa bu sorunun çözümüne yönelik adımlar atma niyeti de taşıdığı izlenimini başarıyla yaratmış bir partiydi. Öte yandan bir hükümet partisi olarak önemli rant kaynaklarını elinde tutuyordu ve arkasında ABD desteği olduğu için bu konumunu bir dönem daha koruyabilecek gibi görünüyordu. Bu ikisine ek olarak, Irak işgalinden beri tüm Kürtlerin ilgi ve umut odağı haline gelmiş bulunan Güney Kürdistan yönetiminin de belirgin biçimde desteğine sahipti. Bütün bunlar Kürt orta sınıfları payına, ulusal istem ve duyarlılıklarla bağını tümden kesmeden kendi sınıfsal çıkarlarına daha uygun bir politika yapma zeminine geçebilmek olanağı demekti. Kürt büyük burjuvazisi, toprak sahipleri, aşiret reisleri, tarikat şeyhleri zaten AKP saflarında birleşmiş durumda idiler. Bunlara önemli bir bölümüyle orta sınıflar da katılınca, bu birleşik güç ve etki odağının geleneksel bağların güçlü olduğu Kürdistan’da küçük-burjuvaziden ve köylülükten önemli bir kesimi de ardından sürüklemesi hiç de zor değildi.

Dinci partiyi güçlendiren bu etkenlere bizzat dinin ve dolayısıyla dinsel gericiliğin Kürt emekçileri üzerindeki belirgin etkisini de eklemek gerekir. Türkiye Kürdistanı’nın büyük bölümünde aşiret ve tarikat bağları üzerinden geleneksel olarak dinsel gericilik çok güçlüdür ve etkin biçimde örgütlü bir güçtür. Ulusal özgürlük mücadelesi bu etkiye belli sınırlar içinde bir darbe vurdu, fakat mücadele devrimci-demokratik bir çizgide derinleşemeyip de en dar anlamda ulusal özlemler ve istemler sınırında kalınca, başta din olmak üzere geleneksel gerici düşünce ve ideolojilerin kitleler, özellikle de köylülük üzerindeki etkisi de büyük ölçüde ayakta kaldı. Ulusal uyanış ve mücadele coşkusu ön planda olduğu sürece, siyasal tercih ve davranışlarda bu etki geri planda kalabiliyordu. İmralı ile birlikte bu dönem kapanınca ve Türkiye’de toplumu düzeyinde de dinsel gericilik gitgide daha çok güç kazanınca, buna toprak olarak zaten fazlasıyla uygun olan Kürdistan’da dinsel gericiliğin ulusal hareketin kitle desteğini bir bölümüyle kendine çekmesi de kolaylaştı.

Bunu kuşkusuz AKP’nin Kürt sorunu konusundaki ikiyüzlü aldatıcı politikası ile birlikte düşünmek gerekir. Bu, sanıldığından da önemli bir noktadır. Sünni-Şafi kökenden Kürt halk kitlelerinde dinsel kimlik halen çok güçlüdür ve bu ulusal bilinçte ilerleme sağlayan kesimler için de önemli ölçüde geçerlidir. Siyasal bilinci zayıf, halktan ortalama bir Kürt seçmeni için AKP, hem ulusal istemleri konusunda duyarlılıklar gösteren, dahası bu konuda bir şeyler yapabilme olanağı da olan ve hem de geleneksel eğilim ve değerlerini temsil eden bir parti görünümdedir. Bu görünüm AKP’de birleşmiş Kürt mülk sahibi sınıflar tarafından Kürt halk kitlelerini etkilemek ve AKP’ye yönlendirmek için özellikle kullanılmıştır. Seçimler vesilesiyle tüm öteki düzen partilerinin şoven milliyetçiliğin bayrağı sallaması, özellikle ordu tarafından Güney Kürdistan’a saldırı çığırtkanlığının körüklenmesi ve AKP’nin ise böyle bir harekata karşı görünmesi, bu çabalara daha güçlü bir inandırıcılık kazandırmıştır.

Sorun gerçekte AKP’nin de ötesindedir. Parti olarak AKP’nin başarısı geçici olmaya mahkumdur. Fakat ulusal duyarlılıkları da en dar sınırlar içinde bile olsa bir biçimde seslendirebilen dinsel gericilik için aynı şey söylenemez. Kürt burjuvazisi bunu örgütleyerek, bu yolla halk kitleleri üzerindeki etki ve denetimini yeniden genişleterek, geçmişin devrimci-demokratik geleneğinden gelen ve bunun ilerici etkilerini doğal olarak halen de taşıyan Kürt hareketinin etki alanını iyiden iyiye kırmaya çalışmakta, bu konuda başta devlet olmak üzere bir bütün olarak Türk gericiliğinden de tam destek almaktadır. İmralı’dan yapılan açıklamalar, Kürt hareketinde AKP’ye karşı sertleşen söylemler, bugün AKP şahsında kendini gösteren bu tehlikenin çok iyi algılandığını göstermektedir. Kürt hareketi halen bu gelişmenin önünü alabilmenin yolunu bulmaya çalışmaktadır.

Fakat açmaz bizzat köklü kimlik ve çizgi değişimindedir. Kürt sorunu reformist bir çizgiye çekilerek, “demokratik cumhuriyet” adı altında kurulu düzenle barışıp bütünleşme stratejisi benimsenerek, burjuva gericiliğinin Kürt halk kitleleri üzerindeki etkisini yeniden kurabileceği bir zemin bizzat Kürt hareketi tarafından yaratılmıştır. Bu değişim Kürt halk kitlelerini yeniden düzenden ve emperyalist odaklardan bir şeyler bekler hale getirmiştir. Güney Kürdistan’da olayların seyri bunu ayrıca güçlendirmiştir. AKP’nin Kürt sorunu konusunda yarattığı belli belirsiz duyarlılık izleniminin bu denli kolay büyük bir siyasal etkiye dönüşebilmesi bundan ayrı değildir. Artık sözkonusu olan Kürt sorununun gerçek özgürlüğe ve eşitliğe dayalı köklü devrimci çözümü değil fakat sınırlı reformlarla bir parça tatmin edilmesidir. Böyle olunca, bu konuda bir şeyler yapabileceği izlenimini veren ve politik gücü de buna daha çok elverişli görünebilen bir gericilik odağı, tüm öteki avantajlarıyla birlikte bir anda ilgi ve umut kaynağı haline gelebilmektedir. Hele de halen Güney Kürtleri’nin hamisi durumundaki ABD’nin desteğine de sahipse ve onun bölgesel Kürt politikasıyla uyumlu hareket etmeye eğilimliyse... Özetle, Kürt sorununun düzen sınırları içinde çözülebileceği ve çözülmesi gerektiği düşüncesi, sorun üzerine söz söyleyebilen herhangi bir düzen partisi için bir anda geniş bir potansiyel etki alanı açabilmektedir.

Açmazın bir başka yönü, Kürt emekçi kitlelerinin sınıfsal çıkar, özlem ve ihtiyaçları ile ilgilidir. Kürt hareketi, erken bir zamandan itibaren fiilen herşeyi ulusal istem ve özlemlere indirgediği için, devrimci ulusal kimliğini koruduğu dönemde bile bu alanda fazlası ile sorunlu idi. Reformist çizgiye geçtiği andan itibaren bu bir başka yapısal açmazdır artık. Mevcut çizgi düzeni aşmamaktadır ve burjuva sınıf kimliğine denk düşmektedir. Fakat hareket buna rağmen halen kitle desteğinin esasını Kürt halkının en yoksul katmanlarından almaktadır. Oysa yeni çizgi temelinde bu katmanlar için yapabileceği pek az şey vardır, fiilen ise hemen hiçbir şey yapmamaktadır. DTP’nin özeleştirisinde buna da yer verilmektedir, ama klasik burjuva politikasının sosyal demogoji silahının ötesine geçilecekse eğer, gerçekte ne yapabileceğine ilişkin olarak da halen bir açıklık yoktur. ABD ve AB’nin dayatmalarına etkin bir biçimde karşı çıkmadan, demokrasi ve Kürt sorunu konusunda hala da çözücü umut kaynağı olarak görülebilen İMF patentli TÜSİAD politikalarına karşı çıkmadan bu alanda ne yapılabilir ki? “Yerel iktidarlaşma” mevzileri olarak görülen belediyeler ise hükümetlerin boğucu kuşatma politikası koşullarında en sıradan hizmetleri bile vermekte zorlanmakta ve böylece Kürt yoksullarındaki umutsuzluğu derinleştirmektedirler. Bizzat DTP’nin oy kaybını aynı zamanda belediyelerin emekçiler payına hiç de tatmin edici olmayan icraatlarına bağlamaları da bunun bir itirafıdır.

“Kapsayıcı olmak”, Türkiye partisi kimliğine bürünmek, böylece Türk emekçileriyle de yakınlaşmak sorununa gelince. Bu, iyi niyetli ama duygusal sınırlar içinde kalan jestlerle değil fakat Kürt ve Türk halklarının ortak çıkarlarına dayalı bir politik çizgi ve çabayla olabilir ancak. Oysa bu Kürt hareketinin devrimci döneminde bile başaramadığı bir şeydir. İmralı’dan beri ise artık düzenin egemenlerine ve devlete güven vermek asıl kaygıdır. Türkiye partisi olmak iddiası, “Türkiye’ye sözümüz var” söylemi, Türk halk kitlelerinden çok düzenin egemenlerini hedef almakta, onlara güven vermeyi, onlarla ilişkileri onarmayı ve Kürt sorununu sınırlı tavizler temelinde çözmeyi amaçlamaktadır. Bu politika bu niteliği ile Kürt ve Türk halklarının yakınlaşmasına bir katkı sağlamadığı gibi, Kürt halk kitleleri üzerinde burjuva politikası için daha geniş bir etki alanı açmaktadır. DTP’den AKP’ye oy kaymasını aynı zamanda bu politikanın geriye dönük yansıması saymak gerekir.

Son seçimlerde ortaya çıkan tablonun da etkisi altında Kürt hareketi halen reformist konum sonrasının kendini gitgide daha belirgin biçimde gösteren açmazlarıyla yüzüyüzedir. Buna karşı bir çıkış yolu bulabilmesi ise fazlasıyla tartışmalıdır. Bizzat DTP’nin seçim sonuçları üzerinden yaptığı özeleştirel değerlendirme bile buna tanıklık etmektedir. DTP, bu özeleştiri kapsamında dile getirdiklerinin tümünde kendini yenilese ve güçlendirse bile, kitle desteğindeki erimenin önünü almayı başaramayacaktır. Zira bunlar bu erimeyi yaratan değil yalnızca hızlandıran nedenlerdir. Erimenin temelinde çizgi değişimi, devrimci çizgiden reformist çizgiye geçiş vardır. Bu nedenle biz 28 Mart seçimleri sonrasındaki yargımızı burada bir kez daha yineliyoruz: Devrimci mücadeleyle kazanılanlar düzenle uzlaşma ve bütünleşme çizgisiyle korunamaz.

25 Eylül 2007


Üste

Değerlendirmeler