Logo

Başyazı: Ortadoğu’da daralan kıskaç ve büyüyen çatışma


 

Ortadoğu’da daralan kıskaç
ve büyüyen çatışma

 

Emperyalizmin Ortadoğu’ya ardı arkası kesilmeyen müdahaleleri bugünün dünya politikasının temel gündemi olmayı sürdürüyor. Bu gerçekte ‘90’lı yılların başından beri böyledir. Sovyetler Birliği dağıldıktan hemen sonra dünyanın tek süper gücü olarak hegemonyasını uzun süreli kılmak üzere işe koyulan Amerikan emperyalizmi buna Ortadoğu’dan ve daha somut olarak da Irak’tan başlamıştı, halen de oradan sürdürmektedir. Fakat Irak şu an için müdahale ve çatışmanın sıcak noktası olsa da gerçekte çatışma cephesi giderek genişlemektedir. İran’a yönelik hazırlıklar, paralel bir ikinci cephenin açılması anlamına geliyor. Filistin sorunundaki son gelişmeler ise yeni biçimiyle üçüncü bir cephenin açılmakta olduğunu haber veriyor.

Irak batağına eklenecek
yeni halka: İran

Irak meselesi çözülmek bir yana giderek daha karmaşık bir hal alıyor. Direnişle başa çıkamayan emperyalistler çözümü halkları birbirine kırdırmakta, onlar arasında kapanması zor bölünme tohumları ekmekte buluyorlar. Şii-Sünni eksenli sahte kutuplaşma ve çatışma şu an Irak’ta gelişmelerin öne çıkan yönüdür. Irak halklarının mezhep ayrılıkları üzerinden birbirleriyle kanlı bıçaklı hale gelmesi/getirilmesi, birleşik bir ulusal direniş olanağının da boşa çıkması anlamına gelecektir. Olaylar halen bu çizgide seyrediyor ve Irak’ın kendi içinden bunun önünü alacak herhangi bir alternatif de görünmüyor.

Bu, bugünkü Irak direnişinin temel önemde yapısal zaafına da işaret ediyor. Emperyalizmin oyunlarını boşa çıkaracak ve her milliyetten ve kültürden Irak halklarını temel demokratik haklarının tanınması üzerinden kucaklayacak bir devrimci direniş stratejisi olmaksızın başarıya ulaşmak mümkün olamaz. Bugünkü şekliyle direniş kuşkusuz emperyalizmi planlarına büyük darbeler vurmaktadır. Irak’ın ABD emperyalizmi için bir batağa dönüşmesi bunun ifadesidir. Fakat bugünkü şekliyle direnişe, direnişin bundaki sorumluluğunun ne olup olmadığından bağımsız olarak, Irak halkları arasındaki ilişkilerin yıkıma uğraması süreci eşlik etmektedir. Halihazırda emperyalizmin ve siyonizmin en büyük umudu budur. Onlar planlarını ve uygulamalarını bu çizgide götürüyorlar. Başarıyı hedefleyen bir direniş stratejisinin bu planları boşa çıkaracak bir çizgiye oturması mutlak bir zorunluluktur ve halihazırda Irak’taki direnişin en büyük ihtiyacı da budur.

Irak meselesi bu haldeyken (ve Afganistan meselesi de halen belirsizliğini koruyorken) şimdi gündemde artık bir de İran sorunu var. İran’a yönelik emperyalist kuşatma günden güne daraltılıyor. Irak krizinden farklı olarak batılı emperyalistler arasında İran konusunda bir görüş ayrılığı da bulunmuyor. Dahası emperyalistler İran krizini birlikte yönetmeyi ve gerektiğinde bu ülkeye yönelik bir emperyalist saldırıyı birlikte gerçekleştirmeyi, Irak krizi sürecinde yara almış iç ilişkilerini onarmanın bir olanağı olarak da değerlendiriyorlar. Almanya ve Fransa’nın İran’a yönelik saldırgan tutum ve açıklamaları bunu gösteriyor.

Emperyalist cephede İran konusunda sorun bugün için daha çok Çin ve Rusya ile çıkıyor. Fakat ciddi çıkar çelişkilerinden kaynaklanıyor olsalar bile sonuçta bunlar aşılmayacak cinsten sorunlar değil. Batılı emperyalist ittifak İran’a yönelik bir emperyalist savaşta kararlılık gösterirse eğer, gerekli tavizleri koparmak koşuluyla Çin ve Rusya bunun karşısına çıkmaktan sakınacaklardır. Bugünün emperyalist güç dengeleri içinde izleye geldikleri gerici pragmatist politikanın genel çerçevesinden hareketle bu kolaylıkla öngörülebilir.

Bugün için batılı emperyalistleri İran’a karşı bir müdahaleden alıkoyacak temel etken yalnızca İran’ın kendi direnme gücü ve kapasitesi olabilir ancak. Irak’ta karşılaştıkları akibet doğal olarak emperyalistleri bu konuda daha ciddi bir biçimde düşünmeye itmektedir. Onlar İran’ın gerek devlet gerekse halk olarak Irak’tan çok daha zorlu bir hedef olduğunun farkındadırlar. Fakat duydukları tüm kaygılara rağmen İran’a müdahale giderek kaçınamayacakları bir zorunluluk halini de almaktadır. Tümüyle haksız ve keyfi müdahalelerine karşı İran’ın göstermekte olduğu haklı ve yerinde direnç onlara bu konuda başka bir çıkış bırakmayacak gibi görünmektedir.

Öne çıkan yeni cephe: Filistin

 ‘90’ların başında gündeme getirelen “barış süreci”yle birlikte bir ölçüde denetim altına alınan Filistin sorunu buna rağmen gündemdeki önemini korumayı sürdürmüştü. Yeni İntifada’nın ardından emperyalizmin dayatması köleci “barış süreci” fiilen boşa çıktığında ise sorun tüm kapsamı ve ağırlığıyla yeniden dünya gündeminin önplanına çıktı. O zamandan beri emperyalistler durumu yalnızca idare etmekle yetindiler. FKÖ’nün temsil ettiği Filistin yönetimi ise işin özünde bu aynı politikaya uyum sağlamanın ötesine geçmedi. Oysa siyonistler bu arada boş durmadılar; kendi hesap ve dayatmalarını bir oldu bitti haline getirmek üzere sistemli biçimde çalıştılar. Böylece emperyalist uzlaştırma planı için de işi iyice zora sokmuş oldular.

Bu aynı süreç FKÖ’nün Filistin halkı içinde düne kadar tartışmasız görünen itibarına ve desteğine büyük bir darbe vurdu ve son seçimler üzerinden açıkça teyit edildiği gibi direnişçi bir odak olarak Hamas’ı öne çıkardı. Ne var ki Hamas Filistin halkının direnme geleneğinin bugünkü koşullarda öne çıkan temsilcisi olsa bile sorunun çözümünde tutarlı bir alternatifin temsilcisi değildir. Filistin sorunu ancak Arap ve Yahudi halklarını birlikte kucaklayan birleşik Filistin hedefine dayalı devrimci-demokrat bir programla asgari bir çözüme kavuşturulabilir. FKÖ geçmişte, ‘70’li yıllarda böyle bir programa sahipti, emperyalist politikaların etki alanına girdikten sonra bunu terketti. Emperyalist-siyonist oyunun bugünkü geçici bir halkası olan sözümona iki devletli çözüme razı oldu. Filistin sorununda iki devletli çözüm (ki bu Filistin payına gerçekte devlet olmayan bir uydurma devletçik anlamına gelmektedir), gerçekte tam bir çözümsüzlüktür ve sorunun ilelebet sürüp gitmesinden başka bir anlama gelmez.

Bugünün Filistin sorunu yazık ki devrimci bir çözümden alabildiğine uzaktır. Filistin’de ve İsrail’de işçi sınıfına ve emekçilere dayanan devrimci akımlar güç kazanıp öne çıkmadıkları sürece de uzak kalacaktır. Fakat bu olmadığı sürece Filistin sorununa bir çözüm de bulunamayacaktır. Emperyalistlerin sık sık bizzat siyonistler tarafından boşa çıkarılan “yol haritaları” gerçekleşse ve sonunda biçim olarak bir Filistin devleti kurulsa bile bu hiçbir biçimde çözüm olmayacaktır. Emperyalistler ve siyonistler tarafından bunun daha bugünden bir karikatür devlet olarak öngörülmesi bir yana, Filistin denilen tarihsel coğrafyayı Araplar ve Yahudiler arasında tarafları tatmin edecek şekilde bölüştürmenin bir olanağı yoktur. Herşey bir yana, böyle bir bölüştürmenin hiçbir tarihsel ve kültürel bir temeli yoktur.

İkinci emperyalist savaş sonrasında gerçekleşen bölünme, o günün güç dengeleri içinde bir politik dayatmadan ibaretti ve nitekim o zamandan bu yana da aralıksız olarak savaş ve çatışma konusu olmaktadır. Bu kendini bildi bileli o topraklarda yaşayan milyonlarca Filistinlinin bugünün İsrail’ini oluşturan alanlardan zorla sökülüp atılması ile gerçekleştirilmiş bir bölünmedir. Yani bir işgal, terör, katliam ve kitlesel sürgün eyleminin ürünüdür. Kaldı ki siyonistler bugün değil 1948’deki sınırlara, 1967’deki sınırlara bile razı değildirler ve siyonizm ayakta kaldıkça da razı olmayacaklardır. Onların hedefi Filistin’in tümden gaspıdır ve ardından da bunun da ötesine geçmektir. Bu durumda emperyalistlerin dayatmaları ve uzlaştırmalarıyla sonuçta biçim olarak bir şekilde “iki devletli” bir durum gerçekleşse bile, bu hiçbir şeyi çözmüş olmayacaktır. Bugünkü çatışma bu yeni durumda da yeni biçimler içinde sürecek ve muhtemelen çok geçmeden de yeni bir siyonist işgalle sonuçlanacaktır.

Son gelişmeler emperyalistlerin yönlendirdiği çizgide bir çözümü de gitgide olanaksız kılmaktadır. Zira siyonistler tek taraflı dayatmalarla yeni topraklar gaspetmeye, Filistin halkının özgürlüğünü ve yaşam olanaklarını hepten boğmaya dayalı bir çizgide kararlılıkla ilerliyorlar. Filistin halkının buna yanıtı bugün için Hamas’ı öne çıkarmak olmuştur. Bu, direniş iradesine verilen destek yönünden kuşkusuz bir anlam taşımaktadır. Fakat bunun ötesinde Hamas’ın başarısı Filistin sorunundaki çözümsüzlüğün derinleşmesinden başka bir anlama gelmemektedir. Hamas, dinci bir hareket olarak, her etnik kökenden, dinden ve mezhepten halkların demokratik ve laik temellerde kucaklanmasına dayalı birleşik devrimci bir Filistin amaç ve hedefine yapısal olarak yabancıdır. Öte yandan hiç değilse bugünkü konumuyla emperyalistlerin dayattıkları bir uzlaşmaya da hazır değildir.

Bu tablo Filistin sorunu cephesinde çözümsüzlük ve çatışmaların kontrolsüz olarak derinleşmesi demektir. Bunun anlamı bir yönüyle, direniş iradesi kırılamayan Filistin halkının bunun karşılığı olarak ağır bedeller ödemeye devam etmesi olacaktır. Fakat bu aynı olgu öteki yanıyla da, emperyalizmin Ortadoğu’ya yönelik plan ve hesaplarının Filistin sorunu üzerinden karşı karşıya kaldığı handikapların büyümesi anlamına gelmektir. Filistin, bugünkü Irak ve yakın gelecekteki İran’ın yanısıra Amerikan emperyalizminin savaş vermek zorunda kalacağı bir üçüncü cephe olmak yolundadır. Belki bu savaş bugüne kadar olduğu gibi yine daha çok siyonistler üzerinden dolaylı olarak sürdürülecektir, fakat politik sonuçları yönünden faturayı aynı zamanda ABD emperyalizmi ödeyecektir. Üstelik politikadan çok militarist zorbalıkla iş gören siyonistlerden de çok çok daha fazla olarak. Bir dönem için önderliğinin teslimiyeti nedeniyle Amerikan planlarına boyun eğmek zorunda kalan Filistin halkının herkesten çok daha iyi bildiği gibi, yarım asırdan beridir tüm çektiklerinin gerisinde dolaysız olarak emperyalizm, özellikle de Amerikan emperyalizmi vardır. Emperyalizmin çok yönlü desteği olmaksızın siyonist İsrail’in ayakta kalması olanaksızdır.

Ortadoğu’daki güncel direnişin
anlamı ve sınırları

Bugün emperyalizme karşı direnişin en önemli odağı olan Ortadoğu’da halkların büyük ölçüde dinci, daha sınırlı ölçüde de burjuva milliyetçi akımlarla başbaşa kalmış olmaları, bu halkların en büyük talihsizliğidir. Bu akımlar kuşkusuz halihazırda gösterilen direnişin bir parçası, bir dizi yerde önemli ölçüde de temsilcisidirler. Fakat konum ve stratejileriyle gerçekte halkların direnme enerjisini heba etmektedirler. Zira onlar yapısal olarak halkları devrimci temeller üzerinde birleştirecek, birlik ve kardeşlik içinde özgürlüğe, bağımsızlığa ve refaha götürecek bir ideoloji, program ve stratejiden yoksundurlar.

Irak direnişi bunun günümüzdeki aynasıdır. Direniş ortaya koyduğu savaşma kararlılığı ve kapasitesiyle övgüye değer olsa bile, aradan geçen üç yıl içinde tüm milliyetlerden ve mezheplerden halkın birleşik devrimci-demokratik direnişini geliştirebilecek hiçbir açılım yapamamıştır. Emperyalizmin oyunlarını boşa çıkarmak üzere farklı dinlerden ve mezheplerden halkları demokratik temeller üzerinde birleştirebilmek için devrimci-demokratik laik bir program olmazsa olmaz koşuldur. Farklı milliyetlerden halkları birleştirebilmek ise ancak onların temel ulusal demokratik haklarının açıkça tanınması ile olanaklıdır. Dinci akımlar ilkinden ve burjuva milliyetçi akımlar bu ikincisinden kategorik olarak yoksundurlar. Bugünkü duruma bakıldığında genellikle her iki akım her ikisinden de yoksundur. Oysa Ortadoğu gibi her dinden, milliyetten, mezhepten, kültürden insan gruplarının bulunduğu bir coğrafyada başarı için tutarlı bir demokratik anti-emperyalist program mutlak bir zorunluluktur. Bugün halklar arası ilişkileri tahrip eden ve onların emperyalist düşmanlarına karşı birleşmelerini zaafa uğratan her türden yapay ve sahte sorunu sorun olmaktan çıkarmanın yolu kapsamlı bir demokrasi anlayışı olabilir ancak.

Yakın geçmişte Taliban şahsında dinsel gericilik Afganistan’da iktidar idi ve bu, bu ülkede her türden demokrasinin boğulması demekti. Çeyrek asırdan beridir dinsel gericilik Mollalar şahsında İran’da iktidardır ve bu, bütün bu dönem boyunca her türden demokratik hak ve özgürlüklerin boğulması anlamına gelmiştir. Molla rejimi ne ezilen sınıflar olarak işçi sınıfına ve emekçilere, ne ezilen ulus ve milliyetlere ve ne de ezilen cins olarak kadınlara herhangi bir demokratik hak ve özgürlük tanımaktadır. Tam tersine bunların özgürlük taleplerini sistemli bir baskı ve terör politikası ile boğmaktadır.

Bu iki rejim bugün direniş cephesi içindeki dinci akımların yarın için hedefledikleri toplum düzenine de ışık tutmaktadır. Fakat örneğin Irak gibi bir ülkede buna dayalı bir kimlik ve programla başarıya ulaşmak ve iktidar olmak şansı bile yoktur. Ya da bu şans ancak Irak’ın bölünmesi pahasına ve böylece yalnızca belirli bir parçası üzerinde vardır.

Geçmişte, dünyadaki özgürlük ve bağımsızlık mücadelelerinin büyük ölçüde uluslararası devrimci akımın etkisi altında sürdüğü bir dönemde, burjuva kurtuluş hareketleri bile devrimci-demokratik bir programla hareket etmek eğilimi gösteriyorlardı. Örneğin Ortadoğu’da bu türden en önemli hareket olan FKÖ, bir yandan Filistin halkının özgürlüğü için kararlılıkla mücadele ederken, öte yandan bunu Yahudileri de içerecek birleşik bir Filistin hedefine dayalı devrimci-demokratik çözüm programı üzerinden sürdürüyordu. Bundan dolayı da tüm ilerici-devrimci güçler ile dünya halklarının büyük destek ve sempatisini kazanıyordu. Bugün Ortadoğu’da direniş içinde yer alan özellikle dinci akımlardan gelen bir de böyle büyük bir handikap vardır. Bu akımlar anti-emperyalist olmaktan çok Batı karşıtıdırlar ve belirgin biçimde anti-semitik eğilimlere sahiptirler. Bu özellikler, emperyalizmin bu zaafı etkili biçimde istismarıyla da birleşince, ilerici-devrimci güçler ile dünya halkları arasında ciddi kuşkulara ve mesafeli tutumlara neden olmaktadır.

Ortadoğu önümüzdeki onyıllar içinde dünyanın kaderinin belirleneceği en önemli bölgelerden biridir. Bu bölgede halk muhalefetinin devrimci önderlikten bugünkü yoksunluğu bu açıdan büyük bir talihsizliktir. Devrimci akımların yeniden öne çıkması, emperyalizme etkili darbeler vurulabilmesinin, bu mücadelenin ilerici toplumsal hedeflerle birleştirilebilmesinin ve bunun genel dünya devrimci süreciyle de başarıyla birleştirilebilmesinin zorunlu koşuludur. Yeniden diyoruz, zira son 20 yıl hariç 20. yüzyılın neredeyse tamamında önplanda olan bu akımlardı. Dinsel akımlar ise devrimci akıma karşı kısmen ya da tamemen emperyalizmin hizmetinde ya da dolaylı denetimi altında idiler. Gerek dünyada devrimci akımın genel gerilemesinin gerekse bizzat kendi öz yapısal zaaflarının (“milli cephe” adına kendi ulusal burjuvazilerinin kuyruğuna takılmak bunların başında geliyordu) sonucu olarak, ilerici-devrimci akımlar son 20-25 yıl içinde Ortadoğu’da belirgin biçimde geri plana düştüler. Özellikle İran Devrimi’nin yarattığı sarsıntı ve müslüman halklar arasında yolaçtığı aldatıcı umutlar, dinci akımların daha da güç kazanmasına ve direniş içerisinde ilerici-devrimci akımların o güne kadar tutmakta oldukları yeri doldurmasına yolaçtı.

Bu süreç halen de devam ediyor. Bir yandan bölgedeki devrimci akımların hala da yenilenmiş temeller üzerinde yeni bir çıkış yapma yeteneği gösterememesi, öte yandan emperyalizmin “medeniyetler çatışması”na dayalı oyunlarının yolaçtığı geleneksel duygu ve düşüncelere uygun tepkiler, bugünkü koşullarda daha çok dinci-gerici akımları güçlendirmekte, onları öne çıkarmaktadır. Fakat bu aynı zamanda sonu olmayan bir kısır döngüdür de. Çoğu belirgin bir gerici yapıdaki dinsel akımların Ortadoğu halklarını emperyalistler ve gerici burjuva-feodal diktatörlükler karşısında bir yere götürebilme şansları yoktur. Geniş yığınlarını siyasal-kültürel acıların yanısıra sosyal sefaletin de kasıp kavurduğu Ortadoğu’da özgürlük, bağımsızlık ve bunları tamamlaması gereken sosyal kurtuluş, ancak devrimci bir mecrada, sosyalizmi hedefleyen devrimci programlar temelinde ve akımlar önderliğinde olanaklıdır. Ortadoğu halklarının bölgesel büyük bir uluslar ailesi olarak gelecekteki büyük devrimci birliği ve kaynaşması da ancak bu takdirde olanaklı olabilir.

Bölge halklarına karşı
emperyalizmin hizmetinde

Emperyalizmin kendi hesap ve planları doğrultusunda Ortadoğu halklarına yönelttiği büyük saldırıda en lanetli rollerden birini de Türk burjuvazisi ve devleti üstlenmiş bulunmaktadır. Bu yeni de değildir; 60 yıllık geçmişi olan ve bugünkü koşullarda yeni boyutlar kazanarak süren bir uşakça misyondur.

Bugün sivil ya da asker burjuvazi adına ülkeyi yönetenlerin tümü her ağızlarını açtıklarında ABD emperyalizminin BOP politikasının destekçileri ve bir parçası olduklarını söylemeyi adeta marifet sayıyorlar. Yakın zamanda yenilenmiş bulunan devletin “milli güvenlik siyaset belgesi” bunu bir devlet politikası olarak yeniden teyid etmiş bulunuyor. Nitekim uygulama da tümüyle bu doğrultudadır.

Başından itibaren Afganistan’da ve Kafkasya’da Amerikan emperyalizmi ile tam bir uyum içinde hareket edilmektedir. Afganistan’daki emperyalist işgal kuvvetlerinin komutanlığını iki dönem üstlenmek Türk devleti için halen ABD’ye sadakatin bir ölçüsü olarak övünç konusu yapılabilmektedir.

Tezkere kazasına rağmen Türkiye toprakları Irak’a yönelik saldırı için üs olarak kullanılmış, bunun böyle olduğu en üst düzeyde teyid edilmiştir. Türk burjuvazisi karşılığında ihale kırıntıları da kaparak Irak’taki işgalin halen tam destekçidir ve gelişmelere bağlı olarak dolaysız askeri roller de üstlenmeye eğilimlidir. Sünnileri siyasal süreçlere katmak adı altında direniş cephesini bölmeye ve güçten düşürmeye yönelik çabalar, ABD’ye hizmet ve bağlılığın bir başka göstergesi olarak sunulmaktadır. Irak cephesinde ABD ile yaşanan tek sorun halen Kürt sorunu ve muhtemel bir Kürt devleti konusundadır. Fakat gelinen yerde bu, ABD ile ilişkileri germek yerine uşaklık politika ve gayretlerini güçlendirmektir. Zira bu, bu alandaki sorunları kendi lehine hafifletmenin tek olanaklı yolu olarak görülmektedir.

Aynı lanetli uşaklık çizgisinin yeni uygulama alanı İran olacak gibi görünmektedir. ABD emperyalizminin İran’ı uluslararası kıskaca almak için kullandığı argümanlar, halen Türkiye’yi yönetenler tarafından da aynen yinelenmektedir. Bu kuşkusuz boşuna değildir. Bu argümanların “uluslararası camia” tarafından da paylaşılması durumu, ki bu BM’nin bu doğrultudaki muhtemel kararları anlamına gelecektir, Türkiye’nin işbirlikçi takımı için ABD’nin saldırı ve savaş planlarına destek vermenin de siyasal, hukuksal ve moral dayanağı işlevi görecektir. (Türkiye’yi yönetenlerin kendi içindeki çekişmeleri ve iktidara hakim olma gayretleri, tarafları ABD emperyalizminin İran politikası ile daha uyumlu hareket etme yarışına ayrıca yöneltecektir. Zira bu onlar için yaşanan iç çekişmede ağırlık oluşturmanın ve üstünlük sağlamanın en kestirme ve güvenli yollarından biridir.)

Türk burjuvazisinin bölgede tümüyle emperyalizmin planlarına ve çıkarlarına ayarlı politikasının öteki bir halkası ise Filistin sorunudur. Siyonist devletin bölgedeki baş müttefikinin Türk devleti olması, Türkiye’nin ABD ve İsrail’le birlikte bölge halklarına karşı üçlü bir askeri mihver oluşturmuş bulunması olgusu, bu konuda fazla sözü gereksiz kılmaktadır. Bunu özellikle de bugünkü gerici-dinci AKP hükümeti eliyle Filistin halkının acılarını paylaşma ikiyüzlülüğü ile birleştirmeye çalışsa da inandırıcı olamamaktadır. Zira gerçek politika ve uygulama bütün açıklığı ile gözler önündedir. Yakın zamanda Pakistan örneğinde görüldüğü gibi, Türk devleti artık alışılmış uygulamanın da ötesine geçerek İsrail hesabına diplomatik girişimlerde de bulunmaktadır.

Türk burjuvazisinin ve devletinin konumu, tutumu ve politikası bütün açıklığı ile ortadadır. Bu, bölge halklarına karşı emperyalizmin ve siyonizmin hizmetinde bir politikadır. Bu resmi devlet politikası aynı zamanda iktidarı ve muhalefeti ile tüm düzen partilerinin de politikasıdır. Bunun tek bir istisnası bile yoktur. Türkiye’nin ikisi de hükümet uygulamaları üzerinden denenmiş gerici islami partileri bunun bir istisnası olmadığını ayrıca somut olarak kanıtlamış da bulunmaktadır. Ne tarihsel, dinsel ve kültürel nedenler ve ne de oy aldıkları esas seçmen kitlesinin bu çerçevedeki hassasiyetleri, bu partileri Amerikancı dış politika çizgisinden bir nebze olsun ayırabilmiştir. Dahası AKP bugünün Türkiye’sindeki en Amerikancı partidir ve başındaki adam uluslararası siyonist lobiden liyakat madalyaları almıştır.

Tüm kesimleriyle burjuvazinin ve onun hizmetindeki düzen siyasetinin aksine Türkiye’nin işçileri ve emekçileri Ortadoğu halklarına içten ve samimi bir yakınlık duymakta, onların sonu gelmeyen acılarını paylaşmakta, büyük bedeller ödeyerek ortaya koydukları direnişe derin bir yakınlık ve sempati duymaktadırlar.

Bu içgüdüsel ve bu nedenle esası yönünden kendiliğinden eğilim siyasal planda bilinçli ve sağlıklı ifadesini ilerici-devrimci akımlar şahsında bulmaktadır. Türkiye’nin devrimcileri onyıllardır emperyalizme ve burjuva gericiliğine karşı yürüttükleri mücadeleyi, başından itibaren Ortadoğu halklarının emperyalizme ve siyonizme karşı verdikleri mücadeleye duydukları büyük yakınlık ve destekle birleştirdiler. Bu çizgi geniş emekçi halk katmanlarına egemen kendiliğinden duygu ve eğilimlerle devrimci bir mecrada buluşmayı başarabilse, bunun salt Türkiye için değil fakat Ortadoğu halkları için de önemli sonuçları olacaktır. Kuşkusuz bugünkü durumumuzla bundan çok uzağız. Fakat içe dönük devrimci görevlerimiz bakımından olduğu kadar Ortadoğu halklarına karşı sorumluluklarımız bakımından da yapmamız gereken, ne edip edip bunu başarabilmektir.

 

EKİM


Üste