Logo

Rejim krizinde yeni safha


Burjuva gericiliğinin iç dalaşması ve devrimci sınıf çizgisi...

Rejim krizinde yeni safha

 

Bir rejim krizi halini almış bulunan düzen içi çatışma yeni karşılıklı hamleler ile sürüyor, rejim baştan aşağı yeni bir güç dengesine oturuncaya kadar da (ki bu da halihazırda kolay görünmüyor) sürecek gibi görünüyor. Çıkışlar beklenmedik biçimler içinde gündeme geldiği ölçüde yarattığı etki ve heyecan da büyük oluyor, olup bitene ilgi doğal olarak artıyor. Her adımı izleyen yeni yeni yorumlar, olup bitene yüklenen derin anlamlar üstüste yığılıyor. Oysa bu çatışma yıllardan beridir var, belli safhalardan geçerek ilerlemekte, zaman zaman sertleşmekte, ardından beklenmedik biçimde yumuşayarak bir süreliğine yeni bir dengeye oturmakta, sonra şu veya bu vesileyle yeniden kızışmakta, bu böylece sürüp gelmektedir ve birçok belirti daha uzun bir süre de böyle sürüp gideceğini göstermektedir. Çatışan tarafların güçleri, olanakları, dayanakları, bugünün koşullarında düzen içinde ve düzen hesabına birbirleri ölçüsünde tuttukları vazgeçilmez yer, çatışmanın bu sınırlar içinde kolayca ve nispeten kısa bir zaman diliminde sona ermesini alabildiğine güçleştirmektedir. Bu bir rejim krizidir ve halihazırda kendi sınırları içinde çözümü kolay gözükmemektedir.

Bu iç çatışmanın bir sonuca ulaşmasını hızlandırabilecek ya da yönünü değiştirebilecek iki önemli dış kuvvet var. Bunlardan ilki emperyalist odaklardır. Emperyalist cephe şimdi olduğu gibi duruma, döneme, ihtiyaçlara göre taktik bir tutum olarak kah birini kah ötekini değil de daha kesin bir stratejik tercih olarak taraflardan birini etkili bir biçimde arkaladığı bir durumda, bu ötekinin direnme gücü ve olanaklarına önemli bir darbe olur ve çatışma rejimin yeni bir biçim içinde yeni bir dengeye ulaşması ile zamanla durulur. Burada kendi içinde alternatifler, ya “ılımlı islam cumhuriyeti” ya da faşist askeri bir darbenin ardından “laik cumhuriyet” biçimi içinde ulaşılacak yeni bir denge durumudur.

Bunlardan hangisinin başarı şansı elde edebileceği emperyalizmin, özellikle de Amerikan emperyalizminin bölgesel tercih ve hesapları ile sıkı sıkıya bağlantılı olacaktır. Bu tercih ve hesapları ise Amerikan emperyalizminin kendi iradesini de aşan bir dizi gelişme ve etken etkileyecek, ya da dosdoğru belirleyecektir. Halihazırda emperyalizm bu türden kesin bir tercih yapmak ihtiyacı ve zorunluluğu içinde değil. Tersine bu çatışmalı durumun sürmesinden yana, zira böylece kendisinden destek almak üzere birbirleriyle yarışan taraflara belli politikaları dikte ettirmek daha da kolaylaşmaktadır. Ayrıca çatışmanın her iki tarafı halen emperyalizm için aynı ölçüde vazgeçilmezdir. Fakat uluslararası ve bölgesel durumda ciddi yeni gelişmeler ve bunun belirleyeceği tercihler, özellikle Amerikan emperyalizmini bir tercih yapmak zorunluluğu ile yüzyüze bırakabilir.

Çatışmanın seyrini ve akibetini belirleyebilecek ikinci önemli kuvvet ise, devrimci bir raya oturacak güçlü bir sınıf ve emekçi kitle hareketidir. Bugünün koşullarında gerçekleşmesi kolay görünmeyen bu türden bir gelişme ise, burjuva gericiliğinin bugün çatışan iki odağını hızla aynı cephede birleştirecek ve zaten bu andan itibaren onlar için sorun rejimin alacağı biçim olmaktan çıkıp ne pahasına olursa olsun burjuva düzenin temellerinin korunmasına dönüşecektir. Aralarındaki tüm sorunlara, zaman zaman didişme boyutlarına varan gerginliklere rağmen Kürt sorununun ağırlığının kendini hissettirdiği her evrede tarafların hızla aynı politika ekseninde kenetlenmeleri, birbirleriyle cepheden uğraşmayı geçici olarak bir yana bırakabilmeleri, bunun bugünden özel bir örneğidir.

Gelişmelerin temelden etkileyebilecek bu temelden farklı iki dış etkene bir de büyük bir ekonomik çöküntü ihtimali eklenebilir. Bu türden bir çöküntü dünya kapitalizminin merkez üssü ABD’de halen korku ve endişe ile beklenmektedir ve ilk sarsıntıları aralıklı olarak kendini göstermektedir. Böyle bir çöküntünün tüm ağır sonuçları her şeyi ile emperyalist merkezlere bağımlı Türkiye ekonomisine fazlasıyla yansır, siyasal krizi ağırlaştırır ve böylece büyük ihtimalle dinci partiyi de götürür. Fakat bu, taraflar arasındaki çatışmanın bitmesi değil, yeni biçimler içinde ve yeni güç dengelerine dayalı olarak sürmesine yolaçar yalnızca. Türkiye’nin mevcut dinci burjuva gericiliği hükümetteki dinci partiyi aşan bir ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel dayanağa sahiptir ve devrime büyüyecek bir sosyal-siyasal mücadele dışında onun hakkından gelmek düzenin kendi sınırları içinde artık öyle kolay değildir. Kaldı ki düzenin ona her zaman fazlasıyla ihtiyacı da vardır, yeter ki belli sınırları aşmaya, belli yerleşik dengeleri sarsmaya girişmesin.

Öte yandan ekonomik çöküntünün ağırlığına ve sonuçlarına işçi sınıfı ve emekçilerin gösterebileceği direncin gücüne bağlı olarak faşist bir askeri darbe de ihtimallerden biri haline gelir. Bu durumda burjuva gericiliği kendi iç çelişkilerini ordu zoruyla bastırma ve dinsel gericiliğin halihazırdaki yükselişini bu yolla dizginleme olanağı bulur. Güncel değil ama daha orta vadede bakıldığında, asıl tehdit ve tehlike dinsel gericilikten çok budur. Ortadoğu’da işlerin seyri, yakın dönem deneyimleri, hele de güncel Pakistan deneyimi, emperyalist-siyonist cepheyi radikal islamı azdırması kaçınılmaz bir “ılımlı islam” macerası konusunda daha ihtiyatlı kılmaktadır. Bu ise zaman içinde desteği karşı cepheye kaydırma ihtimalinin belirgin biçimde güçlenmesi demektir.

Süreç gitgide hızlanmaktadır ve olayların akışı tabloyu nasılsa daha da netleştirecektir.

Saldırı inisiyatifi 22 Temmuz’dan beri dinci partide

 
Son kapatma davasının yarattığı aldatıcı görüntünün aksine, sürmekte olan çatışmanın aktif tarafı halen dinci partidir ve bu aşağı yukarı 22 Temmuz seçimlerinden beri böyledir. Kendilerini laik düzenin savunucuları olarak gösterenler birbirini izleyen çıkışlarını 22 Temmuz seçimlerinden önce yaptılar, fakat seçim sonuçları karşısında demoralize oldular ve o zamandan beri gerçekte ya beklemede ya da savumadadırlar. Bunun tek istisnası son kapatma davası oldu, ki dinci partinin birbirini izleyen ve kendisine mevzi üstüne mevzi kazandıran girişimleri karşısında bunu da artık yapmak zorunda idiler. Fakat ulaşılan yeni güç dengesinin anlamlı bir göstergesi olarak, dinci parti buna anında yeni bir “Ergenekon Operasyonu” ile yanıt vermek yoluna gidebildi ve bunu kapatma davasını bloke etmek üzere anayasayı kendi ihtiyaçlarına göre düzenleme hazırlığı ile birleştirebildi. Her ne kadar bunların ikisi de sonuçta bir parça ayağına dolansa da.

Son karşılıklı çıkışlar hukuksal görüntü içinde süren sert bir iç siyasal mücadele ile yüzyüze olduğumuzu gösteriyor ve bu çıkışlardaki karşılıklı pervasızlık, bu çatışmanın giderek daha sert biçimler alabileceğinin de göstergesi oluyor.

Beş yıla yaklaşan ilk hükümet dönemini düzenin geleneksel efendilerine ve emperyalizme güven vermek kaygısı içinde ve bunun belirlediği bir davranış çizgisinde geçiren, bu çerçevede kendi özel hesaplarına dayalı aşırı çıkışlardan kaçınan AKP, 22 Temmuz seçimlerinin ardından artık harekete geçmiş bulunmaktır. Çıkışlarının ilki cumhurbaşkanlığı seçimi idi ve bu konuda istediği sonuca beklenenden de rahat bir biçimde ulaştı. Böylece 27 Nisan e-muhtırasına karşı taraf için hazmı kolay olmayan bir yanıt vermiş oldu. Gelgelelim hazım beklenen de kolay oldu. Burjuva gericiliğinin laik cephe kanadını oluşturanların umudu ve etkili gücü konumundaki amerikancı generaller bu adımı daha ilk haftanın ardından kolayca sineye çektiler ve yeni duruma hızla uyum sağladılar. “Sayın cumhurbaşkanı” direnişi aradan daha yalnızca birkaç gün ancak geçmişti ki yerini “sayın cumhurbaşkanım”a bırakmakta gecikmedi, hazım işte bu denli kolay oldu ve birkaç günlük direniş bir komedi olarak kaldı.

Dinci partinin yeni anayasa girişimleri bu çıkışların ikincisi idi, çeşitli nedenlerle buna yönelik hazırlıklar sürümcemede kalsa da, bu sonuçta gündemleştirilmiş bir konu olarak duruyor halen orta yerde ve bu arada dinsel gericiliğe yeni alanlar açan küçük çaplı değişikliklerle de yol alınmaya çalışılıyor.

Ardından 5 Kasım Washington görüşmesinin simgelediği gelişmeler geldi ve dinci parti bu sayede birçok avantajı bir arada elde etti. İlkin Amerikan emperyalizminin ve onun üzerinden Avrupalı emperyalistlerin zaten sürmekte olan desteğini pekiştirdi. İkinci olarak, Tezkere kararına anlam kazandıracak gelişmeyi sağlayarak, yani emperyalist efendilerden Güney Kürdistan’a harekat izni koparmayı başararak, böylece Kürt halkının özgürlük mücadelesini bastırmayı şu sıra tüm öteki sorunları içinde en öncelikli sorun olarak gören amerikancı generalleri tatmin etti, bu gelişme üzerinden onlarla ilişkilerini yumuşattı ve hatta geliştirdi. Ardından bunun bir uzantısı olarak, ilk hava harekatı ile aynı günlere denk gelecek biçimde “Ergenekon Operasyonu” bombasını patlattı. Bu gerçekte tam bir sis bombası idi; zira operasyon yalnızca Susurluk süreci içinde yıpranmış ve “ulusalcı” denilen anti-amerikan kesimlerle flörtleri göze batar hale gelmiş bazı devlet çetecilerini hedef aldığı halde, olup bitenler kamuoyuna ve kitlelere şu sıralar “ergenokon” olarak kodlanan kontrgerillanın tasfiyesi olarak sunulmaya çalışıldı. Böylece, ABD ile Kürt halkına karşı kurulmuş yeni cephenin bu doğal yan sonucu, devletin tam merkezinde duran amerikancı-natocu karanlık kirli örgütlenmeden devletin arındırılması olarak yutturulmak istendi. Dinci parti bununla iki sonucu bir arada elde ediyordu. Hem gerçek kontrgerillanın üstünü örtmeyi başararak generaller de içinde düzenin tüm efendilerini memnun ediyordu, hem de “ulusalcı” söylemle kendisine muhalefet edenlerden tetikçi bazı öğeleri içeri tıkarak güç gösterisi yapmış oluyordu.

Yeni yıla girişle birlikte burjuva gericiliğinin dinci odağı buna yeni bir hamle eklemeye girişti. Üstelik laiklik-irtica didişmesi içinde son yılların en hassas sorunlarından biri haline gelerek kendi dar sınırlarını çoktan aşmış türban meselesi üzerinden. Bu önemli çıkışta yanına faşist partiyi de alması dinci partinin ilk avantajı, ordunun suskunluğu ikinci ve bu suskunluğun burjuva gericiliğinin laik kanadında yaratığı kargaşa ve moral bozukluğu, üçüncü avantajı oldu. Ardından Güney Kürdistan’a Amerikan izni ve desteği ile yapılan kara harekatının tam bir fiyaskoya dönüşmesinin ordu ile ordunun siyasal sahnedeki uzantısı muhalefet partilerini biribirine düşürmesi geldi. Bu dinci parti için yeni bir çifte avantaj oldu; zira böylece hem karşıt cephe kendi içinden çatlamıştı, hem de bu arada utanç verici fiyaskonun siyasal sorumluluğundan kolayca sıyrılmıştı.

Fakat öte yandan, anayasal değişikliğe rağmen türbana ilişkin yeni düzenlemenin hayata geçirilememesi, burjuva gericiliğinin laik cephesinin direnme güç ve olanaklarını, ve hem de tersinden, dinci partinin gücünün hala da belli sınırları olduğunu ortaya koymuş oluyordu.

Dinci partinin gücü ve pervasızlığı nereden geliyor?


Dinci partinin 22 Temmuz’dan beri birbirini izleyen bir dizi hamle yapması onun artık hükümet olmaktan öteye bir iktidar gücü olmaya soyunduğunu, devleti adım adım ele geçirmeye, bunun bir parçası olarak idari, hukuksal ve siyasal yapıyı kendine uyarlamaya, toplum yaşamına buna uygun bir şekil vermeye çalıştığını gösteriyor. Büyük burjuvazinin etkin bir bölümünün yanısıra ordu ile bürokrasinin önemli bir kesimi ile parlamentodaki ana muhalefetin hala da laik düzen bekçisi olarak orta yerde durduğu koşullarda dinci partinin buna cüret edebilmesi, onun gelinen yerde bu gücü artık kendisinde görmesinden geliyor ve bu çok temelsiz bir inanç da değil kuşkusuz.

Halen dinci partiyi güçlü kılan ve gitgide de güçlendiren bir dizi etken var. Bunların başlıcalarını şöyle sıralamak mümkün:

Herşey bir yana, dinci parti bugün tek başına hükümet kurabilecek düzeyde güçlü bir oy desteğine ve dolayısıyla parlamento çoğunluğuna sahip. Demokrasi adı altında sürdürülen parlamenter oyunun biçimsel kuralları uygulamada kaldığı sürece, bunun her şeye rağmen önemli bir avantaj ve politik güç ifadesi olduğuna kuşku yok. Dahası biçimsel parlamenter kuralların dışına çıkılmadığı sürece dinci partiye burjuva siyaset sahnesinin içinden etkili bir alternatif çıkarabilmenin olanağı da halen yok ve görünür bir gelecek için de olacak gibi görünmüyor. Parlamenter burjuva muhalefeti derin bir iflası yaşamaktadır ve kitlelerin geniş kesimleri nezdinde yeniden itibar kazanabilme şansından yoksundur.

İkincisi, parlamenter çoğunluk ve tek başına hükümet kurabilme olanağı, dinci partiyi bir bütün olarak tekelci büyük burjuvazi için bugün vazgeçilmez kılıyor. Zira 5 yılı aşan icraatı ile bir bütün olarak büyük burjuvazinin ihtiyaç duyduğu her türlü emek düşmanı önlemi alabildiğini ve her türden sosyal saldırıyı gerçekleştirebileceğini kanıtlamıştır, her yeni icraatı ile kanıtlamaya da devam etmektedir. Salt bu açıdan bakıldığında burjuvazinin hiçbir kesimi ondan şikayetçi değildir, tam tersine azgın ve kuralsız bir sömürü ve yağma için bugünün koşullarında dinci parti burjuvazinin tümü için gerçekte vazgeçilmezdir.

Üçüncüsü ve elbette önem bakımından gerçekte birincisi, emperyalizmin halen sürmekte olan desteğidir. AKP emperyalist efendilerin her alandaki istem ve beklentilerine en iyi biçimde yanıt vermeye çalışarak bu desteği almakta ve korumaya çalışmaktadır. İç iktidar didişmesi onu bu konuda daha titiz davranmaya, emperyalizmin desteğini koruyabilmek için bir dediğini ikiletmemeye yöneltmektedir. Dinci parti çok iyi bilmektedir ki, emperyalizm desteğini çektiği andan itibaren düşüşü hızlı ve kaçınılmaz olacaktır.

Dördüncüsü, sırtını dayadığı özel tekelci gruplardan alınan güçtür. AKP bugün bir bütün olarak işbirlikçi büyük burjuvazinin çıkarlarına hizmet ediyor olsa da, bu onun bu burjuvazinin bir kesiminin (son 30 yıl içinde palazlanan ve bugün artık etkili bir tekelci sermaye kesimi haline gelen dinci ya da muhafazakar Anadolu büyük burjuvazisi) özel çıkarlarını da temsil ettiği gerçeğini değiştirmez. Nitekim siyasal sahnede laiklik-şeriatçı kutuplaşması adı altında olup bitenler, gerçekte tekelci büyük burjuvazinin bu iki ana grubunun sömürü ve yağmada daha etkin bir konum elde etmek için yürüttükleri bir iç iktidar mücadelesinin siyasal yansımasından başka bir şey değildir. AKP’nin arkasında bugün özel bir güçlü tekelci sermaye kesimi vardır ve tam da bu sayede bu kesim günden güne daha da güçlenmekte, bu durum başta TÜSİAD olmak üzere geleneksel tekelci sermaye kesimlerini gitgide daha çok rahatsız etmektedir. Fakat öteki kesim de elde ettiği politik avantajlara dayanarak iktidarda daha etkin bir konum kazanmak üzere halen hırsla yüklenmektedir. Türkiye’de dinsel gericiliğin feodal, yarı-feodal öğeler ile geleneksel orta burjuva katmanlara dayalı olarak sistemin eteğinde ve büyük burjuvazinin uyumlu bir eklentisi olduğu dönem artık geride kalmıştır. Bu kesim içinden güçlü tekelci gruplar çıkarmıştır ve bunlar devlete hakim olmak ve topluma kendi iktidar mevzilerini güçlendirecek biçimler vermek çabasındadırlar. AKP bunun taşıyıcısıdır ve kendine özgü sınıfsal gücü aynı zamanda buradan gelmektedir. Özetle dinsel gericilik artık egemen burjuva gericiliğinin kitleleri denetim altında tutmakta yararlandığı bir yan eklentisi değil, fakat sistemin etkin ve asli bir öğesidir, giderek de hakim öğe olmak isteği ve çabası içindedir.

Beşincisi, dinci partinin beş yılı aşkın bir süredir tek başına hükümet ediyor olmasının ve çok daha uzun süreden beridir başta büyük kentler olmak üzere belediyelerin büyük bir bölümünü elinde tutuyor olmasının ona sağladığı muazzam kadrolaşma olanağıdır. Dinci parti devleti ele geçirmede sanıldığından da büyük bir başarı sağlamıştır. Bugün hükümet ve meclisin ötesinde, cumhurbaşkanlığı, polis teşkilatı, bürokrasinin önemli bir bölümü, YÖK ve üniversitelerin kayda değer bir bölümü, medyanın önemli bir bölümü dinci partinin elinde ve hizmetindedir.

Altıncısı, dinci partinin köklü bir örgütsel gelenekten gelmesi ve oy desteğinin ötesinde güçlü, bilinçli, hırslı, gayretli ve özgüveni giderek artan bir kadrosal ve kitlesel güce sahip olmasıdır. Bu onu belki bir ölçüde MHP hariç tüm öteki alışılmış burjuva parlementer partilerden ayıran önemli bir yanı ve üstünlüğüdür. Buna hemen tümü de bugün dinci parti etrafında saf tutmuş ve onun başarısını kendi başarıları olarak gören her türden şeriatçı tarikat ve cemaat örgütlenmesi de dahildir.

Nihayet yedincisi, onun bugün düzenin en büyük başağrısını oluşturan Kürt sorunu kapsamında sahip olduğu özel üstünlüktür. Dinci parti Kürdistan’ın halen en büyük partisidir, Kürt burjuvazisinin, toprak sahiplerinin, aşiret reislerinin, tarikat şeflerinin önemli bir bölümü, Kürt büyük burjuvazisinin ise hemen tümü bu partiyi desteklemektedir ve onun saflarında örgütlüdür. Bu bugünün koşullarında ve Kürt sorunu çerçevesinde, dinci partiye düzen içinde ayrı bir güç ve ayrıcalık da sağlamaktadır. Kürt halkının yeminli düşmanları olan generaller bile halen bu açıdan dinci partiyi sorunun denetim altına alınıp bastırılmasında önemli bir olanak olarak görmektedirler.

Bütün bu üstünlük, avantaj ve olanakların bileşkesi olarak ortaya çıkan çok önemli sınıfsal, siyasal ve idari güç dinci partiyi 22 Temmuz’dan beri daha atak davranmaya, devleti ele geçirmek, toplumsal ve kültürel yaşamı kendine göre yeniden düzenlemek üzere bir dizi hamle yapmaya yöneltmiştir. Bu çabalar onun alışılmış türden bir hükümet partisi olmaktan öteye bir iktidar partisi olmaya ve öyle davranmaya yönelmesi anlamına gelmektedir. Rejim krizini yaratan, ağırlaştıran ve süreklileştiren tam da bu yöneliştir.

Çatışmanın yeni aşamasının anlamı ve gözler önüne serdikleri


Bu yönelişin bir yerde aynı çapta bir karşı girişime yolaçması kaçınılmazdı ve kapatma davası tam da bunun ifadesi olmuştur. Bu da kendi yönünden son derece cüretli bir girişimdir ve dinci partinin gösterdiği tepkiler bunu ayrıca doğrulamaktadır.

Kapatma davasının esası yönünden siyasal bir girişim olduğuna kuşku yok. Fakat zaten gitgide sertleşen çatışmanın taraflar yönünden hukukla yakından uzaktan bir alakası da yok. Hukuk kılıfı burada meşruiyet kaygısından öte bir anlam taşımamaktadır ve çatışmanın sertliği ölçüsünde bu kılıfı minareye uydurmak olanağı da artık kalmamıştır, her iki taraf yönünden de. Burjuva gericiliğinin sözde laik cephesi 22 Temmuz’dan bugüne dinci partiye siyaseten katlanıyordu, bugün ona karşı kapatma davası da siyaseten açılmış bulunmaktadır.

Tersinden dinci parti de hukuksal değil tümüyle siyasal bir zeminden kendini savunmaktadır (ve yandaşı medya bunu tüm açıklığı ile de dile getirmektedir). Kapatma davasını bloke etmeye yönelik anayasa değişikliği girişimleri bunun ifadesidir (sözde “hukuk”un kaba bir siyasal müdahale ile zorlanmasına çarpıcı bir örnek). Aynı şekilde son günlerin yeni “Ergenekon Operasyonu” tümüyle siyasal bir saldırıdır ve dinci partinin pervasızlığını olduğu kadar zayıflığını da gözler önüne sermiştir. Bir güç gösterisi halinde gerçekleştirilen ve dinci medyada geleneksel düzen medyasını aratmayan rezillikte bir cadı kazanı halinde kaynatılan bu operasyon, birkaç tanınmış şoven “ulusal solcu”yu, ardından ise tümüyle Perinçekçi partiyi hedef almıştır. Bu AKP payına eşeğini döğemeyenin semerini döğmesinden başka bir anlama gelmemektedir işin aslında. Zira Perinçekçi parti ile Cumhuriyet gazetesi düzen içi çatışmanın odak değil fakat yalnızca kenar güçleridir, çatışmanın sonucu üzerinde esasa ilişkin bir etkide bulunma gücünden ve olanağından da yoksundurlar. AKP’nin kendisine cepheden yönelen bir kapatma davasına böyle yan güçler üzerinden yanıt vermesi, bir yanıyla görünürdeki tüm cüretine rağmen gerçekte ihtiyatlı davranmak zorunda olduğunun, öte yanıyla da elde ettiği tüm güce rağmen bu gücün hala da rejimin yerleşmiş dengeleri içinde bir sınırı bulunduğunun, dolayısıyla zayıflığının bir göstegesidir.

Zayıflık bundan da ibaret değildir. Bu operasyonun gerçekleştirilmesi tarzı ve özellikle de ona dinci ve AKP yanlısı basında eşlik eden kampanyanın niteliği, AKP’nin mayasındaki kirli, zorba ve her türlü ahlaki değerden yoksun rezil yönü gözler önüne sermiştir. Bu çerçevede pek de hayırlı bir gelişme olmuştur. AKP, burjuva gericiliğinin etkili bir odağı olarak kendi düzenini kurmak gayretindedir ve bu uğurda her yolu mübah görebileceğini kanıtlamış durumdadır.

Öte yandan çatışmanın bu son evresi, güçler dengesindeki belirli kaymaları da daha açık görülür hale getirmiştir. Bunlardan ilki TÜSİAD’ın tutumudur. TÜSİAD üzerine büyük gürültüler koparılan ve emperyalist merkezlerde anında tepkiye konu olan kapatma davasına biçimsel bir tepki vermekte bile gecikmiştir ve kuşkusuz bu anlamlı davranışı nedensiz değildir. Öte yandan, halen TÜSİAD’ın medya alanındaki sözcüsü durumundaki Aydın Doğan grubu hem son “Ergenekon Operasyon”una kısmen tutum alarak ve hem de kapatma davasını bloke etmeye yönelik anayasal düzenlemeleri “hukukla oynama” sayarak, AKP’ye karşı bir tutum ortaya koymuştur.

Bu, icraatının ilk beş yıla yaklaşan döneminde AKP’nin hizmetinden tepe tepe yararlanan ve büyük kârlar devşiren büyük burjuvazinin bu geleneksel kesiminin gelinen yerde dinci partinin devlete egemen olma girişiminden artık rahatsızlık duymaya başladığının bir göstergesidir. Sömürü ve saldırı politikalarını hayata geçirmek sözkonusu olduğunda AKP onlar için hala da vazgeçilmezdir ve bugünün koşullarında alternatifi de yoktur, bunu yineliyoruz. Fakat onlar dinci partinin 22 Temmuz’dan beri sergilediği girişimlerden de rahatsızdırlar ve belli sınırları aşmaması gerektiği konusunda hassastırlar. Bu sınırların aşılmasının, yaratacağı öteki sorunların ötesinde, AKP’yi özel biçimde arkalayan yeni yetme tekelci gruplara sömürü ve yağmada özel avantajlar kazandıracağının ve kendi durumlarını ise zora sokacağının bilincindedirler. Halen de çatışan tarafların üzerinde durmaya, tarafları uzlaşmaya ve gerilimi yatıştırmaya çağırarak üst hakemlik konumun korumaya çalışsa da, gerçekte TÜSİAD giderek bu çatışmaya belirli bir ağırlık koymak eğilimindedir. Dinci partinin pervasızlığı onu buna gitgide daha çok zorlamaktadır.

Öteki bir gelişme ABD ile ilişkiler üzerinden yansıyanlardır. ABD emperyalizmi halen dinci partiye sahip çıkıyor ve son kapatma hamlesi karşısında ona açık biçimde destek veriyor. Bunun gerisinde, dinci parti hükümetinin emperyalist merkezlerin istemlerini ikiletmemesinin ötesinde, şu dönem ABD için en öncelikli olan bazı hassas konularda onunla uyuma önem vermesi vardır. Şu sıra bunların başında ise Afganistan’a asker gönderme sorunu var. Afganistan’da işlerin sarpa sarması ve ek asker gönderememe sorununun halen NATO bünyesinde önemli bir krize dönüşmesi, konunun ABD için taşıdığı önemi göstermektedir. Kapatma davası sonrasında ve Dick Cheny ziyareti öncesinde, Genelkurmay’ın karşı açıklamalarına rağmen hükümetin ek asker gönderilebileceğini açıklaması, 5 Kasım mutabakatının gereği olduğu kadar iç çatışmanın bu yeni hassas evresinde emperyalist efendinin desteğini güçlendirmeye yönelik bir çıkış da olmuştur. Nitekim etkili emperyalist basın organlarında karşılığını bulmakta da gecikmemiştir, kapatma davasına karşı “başyazılar” peşpeşe yayınlanmıştır. Ordu şimdilik bunu “devlet politikası”na dayanarak savuşturmaya çalışmış olsa da, sorun halen ortada durmaktadır. “Devlet politikası” Afganistan’a gönderilecek asker karşılığında ABD’den Güney Kürdistan konusunda daha açık bir taviz gerektirmekte, fiyaskoya dönüşen operasyonun da gösterdiği gibi ABD ise bu konuda henüz beklenen düzeyde rahat davranamamaktadır. Hükümetin Afganistan çıkışının zayıf yanı da bu olmuştur, fakat sonuçta bu sorundan dinci parti kendince yararlanmış, emperyalist merkezlerin desteğini güçlendirmiştir. Ayrıca kendileri de aynı emperyalist merkezlerin denetiminde olan laik cehpeyi açmaza da almıştır.

Yeni “Ergenekon Operasyonu”nun salt AB ve ABD karşıtı öğelere yöneltilmesi bir öteki açmaza alma taktiği olarak gerekli başarıyı sağlamıştır. Zira hem devlette yuvalanmış çetelere yönelme aldatıcı söylemi ile karşı tarafı zan altında bırakmış, fakat hem de işi anti-amerikan bir çevreyle sınırlayarak hareketsiz kalmasını sağlamıştır. Bu, haliyle emperyalist merkezleri dinci parti lehine ayrıca memnun etmiştir. Olayların seyrinin de gösterdiği gibi son operasyon tümüyle ABD ve AB karşıtı çizgideki Perinçekçi İP’i vurmuştur ve “kızıl elma” ittifakının bazı güçsüz bileşenleri dışında, iç dalaşmanın öteki tarafı bunu hiç de sorun etmemiş, dahası sadık amerikancılar olarak bundan örtülü bir memniyet bile duymuştur.

***

Durum halen budur ve şu son karşılıklı hamlelerinin akibetine göre çatışma yeni biçimler içinde sürecektir. Bugünkü koşullarda çatışmayı daha belirgin biçimde yatıştırabilecek en etkili gelişme, dinci partinin geri çekilmesi ve ilk beş yıllık icraatı sırasında olduğu gibi belli sınırları aşmaması olabilir ancak (ki bu ona anında TÜSİAD’ın tam desteğini kazandıracaktır). Dinci partinin işinin bir başka biçim içinde zamanla bitirilmesi anlamına gelecek bu türden bir geri çekilme ise halen çok olanaklı görünmemektedir.

İç dalaşmanın sosyal mücadeleye etkisi ve devrimci sınıf çizgisi 


Sınıf ve kitle mücadelesinin zayıf, devrimci hareketin etkisiz olduğu bir aşamada burjuva gericiliği içindeki bu türden bir çatışmanın sosyal mücadeleye etkisi haliyle büyük ölçüde negatif olmaktadır. Oysa farklı koşullarda bu durum rejim bunalımını derinleştirmenin önemli bir olanağı olabilirdi. Halen, yaşanan çatışma rejimi, onun başta parlamento, yargı ve ordu olmak üzere temel kurumlarını kendi içinde ne denli itibardan düşürüp yıpratırsa yıpratsın, sonuçta emekçi kitleler aldatıcı argümanlarla bu çatışmanın bir biçimde tarafı haline getirilebilmekte, böylece sosyal mücadeleye ket vurulabilmektedir. Son çatışmanın son yılların en önemli işçi-emekçi eylemleri çıkışının üzerine gelmesi ve onu bir süreliğine de olsa hızla gündemin dışına itmesi, bunu çok somut olarak ayrıca göstermektedir. Aynı şekilde son yılların en dirençli, militan, geniş katılımlı ve içeriği yönünden de anlamlı Newroz çıkışı, bunun rejimi zorlayacak politik etkisi, önemli ölçüde gericiliğin iç didişmesinin gölgesinde kalabilmiş, böylece yaratabileceği politik etkiyi sınırlayabilmiştir.

Yine de sınıf ve kitle hareketinde son ayların birbirini izleyen olumlu çıkışlar, özellikle işçi sınıfı içinde belirtileri gitgide artan ve umut vaadeden hareketlenmeler, rejim içi çatışmanın emekçilerin bilincinde yarattığı tozu dumanı dağıtmanın, rejim zaafiyeti ortamında kitle hareketine daha etkili çıkışlar yaptırabilmenin temel önemde bir olanağı olarak duruyor önümüzde. Çatışmalı ortamın kızıştığı bir aşamada, hükümetin kitle hareketinin güçlü çıkışını hesaba katmak ve elbette bir gerici manevra olarak sosyal güvenlik konulu son saldırı yasasını bir süreliğine geri çekmek zorunda kalması da kendi sınırları içinde buna bir göstergedir.

Tüm bu olanakları devrimci bir zeminde ve yönde değerlendirebilmenin temel koşulu, düzen içi çatışmanın tümüyle üstünde ve karşısında bir devrimci konum ve tutum içinde olabilmektir.

Şaşmaz biçimde devrim hedefine dayalı bir devrimci stratejik çizgiye sahip olmanın ötesinde, bunun bugün için temel önemde bazı taktik gerekleri var. Bunların başlıcalarını şöyle sıralamak mümkün.

İlkin, çatışmanın yarattığı toza dumana rağmen ve bunun tuzağına düşmeksizin devrimci sınıf mücadelesinin asli gündemleri üzerinde yoğunlaşmak, bunları öne çıkarmak ve böylece emekçilerin dikkatlerini kendi asli sorunları ve çıkarları üzerinde toplamaktır. Kendi gündemlerinin gericiliğin iç çatışmasının gölgesinde kalmasını engelleyebilmek, içinden geçmekte olduğumuz evrede ilerici-devrimci hareketin en önemli taktik başarısı olacaktır.

İkinci olarak, bu çatışmada taraflardan birinden birine hiçbir biçimde herhangi bir olumlu misyon atfetmekten, bunun sonucu olarak taraflardan birine karşı şu veya bu biçimde ya da ölçüde hayırhah bir zayıflık sergilemekten özenle kaçınmaktır. Önümüzdeki çatışma işbirlikçi büyük burjuvazinin iki kliği arasında geçmektedir. Taraflar aynı ölçüde emeğe ve özgürlüğe düşmandırlar, aynı ölçüde emperyalizmin ve siyonizmin hizmetindedirler, aynı ölçüde devrimin ve sosyalizmin yeminli düşmanıdırlar. Tüm kanatlarıyla burjuva gericiliği bu çatışmanın en sert anlarında bile işçi sınıfına, emekçilere ve Kürt halkına yönelik saldırılarını kesintisiz olarak sürdürmekte, dahası iç çatışmanın tozu dumanına rağmen bu konuda açıktan ya da örtülü olarak dayanışma içinde hareket etmektedirler. Devrimci tutum bu çatışmanın üstünde ve tam karşısında olmak, çatışmadan devrimci amaçlarla yararlanmak, ama bunu hiçbir biçimde çatışan taraflardan birinden birine karşı en ufak bir zayıflık ya da hayırhah tutum sergilemeden yapabilmektir.

Üçüncüsü, çatışmanın taraflarının emekçileri yanlarına çekmek üzere kullandıkları sahte argümanların yine emekçiler içinde etkili bir teşhirini yapmak, bunu genel devrimci siyasal çalışmanın kendiliğinden etkilerine bırakmaksızın özel bir kaygı ve iş haline getirebilmektir. Bu çerçevede, örneğin özgürlükler alanını geliştirmek ya da devleti çetelerden arındırmak aldatmacasına karşı dinci partinin ya da çağdaş ilerici değerlerin ve laikliğin savunuculuğu aldatmacasına karşı amerikancı generallar etrafında saf tutanların maskesini indirmek büyük önem taşımaktadır.

Dördüncüsü, bu çabayı daha etkili kılabilmek için, bugün burjuva gericiliğinin çatışan kliklerinin karşılıklı olarak istismar ettiği konularda devrimci programın kendi taleplerini öne çıkarmak ve etkili bir ajitasyonun konusu haline getirmek gerekir.

Örneğin özgürlükleri genişletmek adı altında dinsel gericiliğe yeni alanlar açmak için gündeme getirilen gerici girişimlerin karşısına, “Sınırsız söz, basın, örgütlenme, gösteri ve toplanma özgürlüğü!”, “Sıkıyönetim, Olağanüstü Hal, Anti-terör, İller İdaresi vb. tüm faşist yasaların iptal edilsin!”, “Tüm çalışanlar için grevli ve toplusözleşmeli sendika hakkı!”, “İnkar ve imhaya son! Kürt halkına özgürlük!”, istemleriyle çıkılmalıdır. Dinci partinin devleti çetelerden arındırmak aldatmacasının karşısına “Açık-gizli tüm faşist-militarist örgütlenmelerin dağıtılsın!” şiarı ile çıkılmalı ve bu çerçevede devletin tam kalbinde duran amerikancı-natocu kontrgerilla örgütü ile JİTEM çetesi özel bir hedef haline getirilmelidir. Aynı şekilde kendini çağdaş ilerici değerlerin temsilci ve laikliğin bekçisi olarak sunan burjuva gericilik odağının karşısına temel demokratik istemlerin yanısıra özellikle laiklik konusunda gerçek devrimci-demokratik istemlerle çıkılabilmelidir. Gerçek bir “inanç ve vicdan özgürlüğü!” isteminin yanısıra, laiklik konusunda şu temel demokratik istemler ileri sürülmelidir: “Din ve devlet işleri tam olarak ayrılsın!”, “Diyanet Teşkilatı dağıtılsın!”, “Devletin dinsel kurumlara her türlü yardımına son verilsin!”, “Gericilik yuvası tarikatlar ve cemaatler dağıtılsın!”, “Her türden mezhepsel ayrıcalıklara ve baskılara son verilsin!” vb.

Beşincisi, tam da burjuva gericiliğinin iç çatışmasının alevlendiği bir evrede ilerici-devrimci güç ve eylem birliğini her zamankinden daha çok önemsemek, daha güçlü tutmaktır. Bu, bugünkü koşullarda taktik devrimci görevlerin az-çok başarıyla üstesinde gelebilmenin zorunlu koşullarından biridir. Son gelişmelerin basıncıyla da olsa Kürt hareketinin bir süredir sergilediği olumlu eğilim de bu çerçevede önemli bir imkandır.

Öte yandan, burjuva gericiliğinin iç çatışmasından da yararlanarak devrimci alternatifi gerçekten güçlendirebilmek için bu çatışmanın taraflarına bakışta doğrudan ya da dolaylı olarak herhangi bir zaafa düşmemek özel bir önem taşımaktadır. Yazık ki solun bazı kesimleri bu açıdan halen belli zaaflar içindedirler. Laikliğin savunusu adına burjuva gericiliğinin bir kesimiyle belli-belirsiz flörte eğilim duyanlar olduğu gibi, özgürlükleri savunmak adına örneğin türban sorununda dinci gericiliğin yedeğine düşebilenler de olmaktadır. Kürt hareketi ise, soruna salt ulusal sorun üzerinden bakmanın getirdiği bir tek yanlılık ve faydacılıkla, bu açıdan daha belirgin bir zaafiyetin temsilcisidir ve gücü ölçüsünde bunun solun bir kesimi içinde yayılmasının kaynağıdır da.

Solun farklı kesimlerinde kendini farklı biçimler içinde gösteren bu türden ilkesiz-oportünist eğilimlere karşı sistemli bir mücadele, dönemin devrimci görevlerini devrimci bir çizgide omuzlayabilmenin ve burjuva gericiliğinin iç çatışmasından devrimci amaçlarla yararlanabilmenin bir başka zorunlu koşuludur.

Bütün bunlara, gerçekte temel önemde teorik-stratejik bir anlamı ve önemi olan, ama tam da bu nedenle bunu her taktik evrede de tüm yakıcılığı ile hissetiren son bir nokta eklenebilir. Halen Türkiye’de gittikçe ağırlaşmakta olan bir rejim krizi var ve bunun üzerine her an dünyadaki muhtemel çöküntünün de bir uzantısı olarak ağır bir ekonomik krizin binmesi beklenmektedir. Nitekim tam da bu nedenle devrimci ve reformist kanatlarıyla Türkiye solunda da şu sıra kriz üzerine tartışmalar öne çıkmaktadır. Krize devrimci hazırlığın belirleyici önemde bir yanı devrimci program ve strateji sorunuysa, öteki bir yanı devrimci sınıfsal dayanak sorunudur. Biz ise işte sorunun bu ikinci yönüyle ilgiliyiz şu an. Sınıfı dışı ya da küçük-burjuva gelenekleri genetik denecek ölçüde güçlü Türkiye solu, rejim krizinin ya da kapitalist iktisadi krizin karşısına ancak sınıfsal bir dayanak ile çıkılabileceğini, bu olmadığı sürece en zor, en bunalımlı dönemlerinde bile rejimin kılına bile dokunulamayacağını artık anlamak zorundadır. Bugünün Türkiye’sinde bu sınıfsal dayanak temelde ve esas olarak işçi sınıfıdır. Emekçilerin tüm öteki kesimlerini az çok başarılı bir biçimde mücadeleye çekmek, devrimci bir çizgide yönlendirebilmek için bile bu sınıfa dayanmak olmazsa olmaz koşuldur. Krizlerin gelip çattığı evre bunun için gerçekte çok geç bir aşama olsa bile devrim ve krize devrimci bir alternatif geliştirme iddiasında az-çok ciddi her devrimci akım eldeki güç ve imkanlarının ifade uygunsa onda dokuzuyla mutlaka sınıf çalışmasına yüklenmek zorundadır. Bu yapılmadığı sürece krize devrimci hazırlık üzerine edilen her söz boş ve maddi karşılığı olmayan bir söylemden öteye gidemeyecektir. Krizleriyle devrevi olarak tarihsel iflasını da ilan eden kapitalist düzenin ve burjuva sınıfının karşısında değil zafer kazanmak bir parça varlık gösterebilmek bile ancak bu alandaki başarıyla orantılı olabilecektir.

EKİM

(Ekim, Sayı: 251, Mart 2008, Başyazı)


Üste