Logo

Emperyalist stratejilerin kıskacındaki Türkiye


 

Emperyalist stratejilerin
kıskacındaki Türkiye

 

Emperyalizm özgürlük değil
egemenlik peşindedir

Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne adaylığının onaylanması işbirlikçi düzen cephesinde büyük bir sevinçle karşılandı. Medya olayı kitlelere bir bayram havası içerisinde sundu. Avrupa ile bütünleşmenin Türkiye’ye “refah” ve “demokrasi” getireceği, Türkiye’nin “çağdaş uygarlık yürüyüşü”nde artık yeni bir aşamaya girdiği üzerine, asıl olarak emekçileri aldatmayı, sersemletmeyi, bu türden temelsiz hayallerle oyalamayı amaçlayan bayağı bir propaganda günlerdir sürdürülmektedir.

Benzer bir propaganda dört yıl önce Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne girişi vesilesiyle de yapılmıştı. Aradan geçen dört yıl içerisinde işçi sınıfı ve emekçiler iktisadi, sosyal ve siyasal haklar alanındaki yeni kayıplara uğradılar. Ağırlaşan siyasal ve sosyal yaşam koşulları, emperyalizme daha sıkı kölelik bağlarıyla bağlanmanın emekçiler için gerçekte ne anlama geldiğini böylece somut olarak da göstermiş oldu. Bugün ülke kaynaklarının talanı ile sosyal yıkım saldırıları kesintisiz olarak sürmekte ve buna her türlü hak arama mücadelesinin dizginsiz bir baskı ve terörle engellenip bastırılması eşlik etmektedir. Başka türlü de olamazdı. Bilim açıkça tespit etmiş ve tarih her zaman, her yerde, her adımda doğrulamıştır ki; emperyalizme bağımlılık ülke ve halklar için özgürlük ve refah değil, kölece egemenlik ve katmerli sömürü demektir.

AB, gerici ve emperyalist bir oluşumdur. Bu oluşum, Avrupa tekellerinin; dünya ölçüsünde kızışan emperyalist rekabette, güç ve imkanlarını birleştirerek, güçlü bir emperyalist odak olma arzularının ve planlarının somut bir ifadesidir. Bu tür bir gerici emperyalist birlik, çağdaşlığı ya da uygarlığı değil, tastamam kapitalist barbarlığın Avrupa odağını temsil etmektedir. İşçi sınıfı ve halkların refahını, barış ve özgürlüğü değil, tam tersine, tekellerin sınırsız sömürü ve egemenlik arzularını, emperyalist-yayılmacı planlarını, saldırı ve savaş tehditini temsil etmektedir. İşçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesi karşısında ve emperyalist rekabet koşullarında, Avrupa tekellerinin çıkarlarını güvence altına almaya çalışmaktadır.

Tekellerin Avrupası demek olan AB’nin, geçtik Türkiye gibi sistemin bağımlı ülke halklarını, gelişmiş Avrupa ülkelerinin işçileri ve emekçileri için bile anlamı bugün budur. Tekellerin emperyalist Avrupası’nın dünya ölçüsünde kızışan emperyalist rekabet ve nüfuz mücadelelerinde konumunu güçlendirmek çabasının, Avrupa işçi sınıfı ve emekçilerine faturası, daha çok işsizlik, süreklileşen hayat pahalılığı, sosyal hakların gaspı, Avrupalı olmayan halklara karşı ırkçılık ve polis devletinin güçlendirilmesi olmaktadır. Bunu hergün yaşayarak gören bu ülkelerin işçi ve emekçileri içerisinde, “Tekellerin Avrupasına hayır!” eksenli bir muhalefet ve mücadelenin günden güne büyümesi de bundan dolayıdır.

Masal ve gerçek

Bu kısa değinmeler, gerici emperyalist bir oluşum olan Avrupa Birliği’ne atfedilen “çağdaş uygarlık”, “demokrasi” ve “refah” masallarına işaret etmek içindi. Fakat asıl masal, Türkiye’nin artık “Avrupalı” olduğu, böylece önünde “yeni ufuklar” açıldığı, toplum olarak demokrasiye ve refaha kavuşacağımız yeni bir dönemin başladığı üzerinedir. Kendi halklarının zorlu mücadelelerle elde edilmiş kazanımlarını budayan bir emperyalist oluşumun, emperyalizme kölece bağımlılık içinde bulunan bir ülkenin halkına neler getirebileceğini kestirmek zor değildir. Bunun üzerinde öyle uzun boylu durmak gerekli de değildir.

Karmaşık diplomatik hesaplar, pazarlıklar ve entrikaların ürünü olan Helsinki kararı, Türkiye’ye AB yolunu açmamış, yalnızca emperyalist AB’ye Türkiye’yi daha sıkı denetleme, kendi çıkarları ve hesapları doğrultusunda daha etkili bir biçimde yönlendirme olanağı sağlamıştır. Kuşkusuz AB ile ABD arasındaki emperyalist çelişkiler ve rekabetin karmaşık ilişkileri düzleminde. Türkiye’nin AB’ye adaylığına ilişkin kararın gerçek politik anlamına ve sonuçlarına da asıl buradan giderek bakmak gerekir.

Bu karar, ABD emperyalizmi ile Almanya’nın başını çektiği AB emperyalizmi arasında açık ve örtülü biçimler içerisinde süren rekabetin kendine özgü bir ürünü olmuştur. Büyük emperyalist odaklar arasındaki mücadelenin ve hesapların ürünü bir karar ise, doğaldır ki, Türkiye halkına yalnızca daha ağır bağımlılık ve kölelik koşulları getirmekle kalmaz, Türkiye’yi emperyalist stratejilerin hizmetinde dış maceralara da daha kolay bir biçimde sürükler.

ABD-AB ilişkileri kıskacında Türkiye

Helsinki kararının gerçek politik mahiyetini ve sonuçlarını yerli yerine oturtmak için, bakılması gereken üç temel önemde ilişki alanı vardır. Bunlardan ilki, ABD ile AB ilişkileri; ikincisi, Türkiye’nin ABD ve AB ile bugüne kadarki ilişkileri; üçüncüsü ise, özellikle Avrasya üzerinde gitgide kızışan emperyalist rekabet içerisinde, ABD’nin Türkiye’ye biçtiği ve uygulamasına şimdiden geçtiği rol ile AB’nin bu alandaki beklentileri ve hesaplarıdır.

İlkinden başlayalım. ‘89 yıkılışını izleyen süreç, dünya ölçüsünde emperyalist güç odaklaşmalarının gitgide daha belirgin hale gelmesine ve batılı emperyalist güçler arasında o güne kadar daha çok iktisadi ve ticari alanda sürmekte olan rekabetin giderek politik biçimler kazanmasına, dünya ölçüsünde emperyalist hegemonya ve nüfuz mücadelelerine dönüşmesine sahne oldu. Avrupa Birliği bu emperyalist hegemonya mücadelesinde başa güreşen odaklardan biridir. Bunun bir gereği ve önkoşulu olarak, bugün hegemonyayı ve dolayısıyla liderliği hala elinde tutan ABD’den bağımsızlaşmaya, onun dünden kalan vesayetini çeşitli alanlarda adım adım kırmaya çabalamaktadır.

NATO’nun 50. kuruluş yıldönümü zirvesinde gündeme getirilen, son Helsinki Zirvesi’nde daha somut adımlara konu edilen Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (AGSK) de bunun bir boyutu ve ifadesidir. Ve AB bununla, yalnızca ABD’nin askeri vesayetinden kurtulmayı hedeflemekle kalmamakta (ki bu onun kısa dönemli hedefidir), yanısıra ve asıl olarak, kendi egemenlik alanındaki halkalara karşı olduğu kadar, dünya egemenliği mücadelesinde ABD’ye ve öteki emperyalist odaklara karşı da kendi saldırı, müdahale ve savaş gücü oluşturmanın başlangıç adımlarını atmaktadır.

Tersinden ise ABD, Avrupa üzerindeki denetimini korumak için yoğun bir çaba harcamaktadır. Özellikle muazzam askeri gücünden gelen avantajları ile NATO içerisindeki hakimiyetini bu doğrultuda kullanmaktadır. Son on yılda birçok örneği görüldüğü gibi, Avrupalı emperyalistleri oldu bittilerle yüzyüze bırakmakta, kendi politika ve tercihlerine yedeklemeye çalışmakta, halen birçok durumda bunda başarılı da olmaktadır.

İkincisine, Türkiye’nin ABD ve AB ile ilişkilerine gelince. Bilindiği gibi Türkiye, ‘89 yıkılışına kadar birleşik bir blok oluşturan batılı emperyalistlerin Ortadoğu’daki ileri karakolu durumundaydı. Bu konumuyla, NATO’da birleşmiş ABD ve Avrupalı emperyalistlerin ortak çıkarlarına sadakatle hizmet etmekteydi. Bununla birlikte ikinci emperyalist savaştan beri Türkiye asıl olarak ABD’ye bağımlı bir ülkeydi. Siyasi, askeri ve diplomatik alanlarda dizginler tam olarak ABD’nin elindeydi. Yanısıra, İMF ve Dünya Bankası yoluyla, mali ve iktisadi bakımdan da ABD’nin tam denetiminde olan Türkiye, öte yandan Avrupalı emperyalistlerle de güçlü iktisadi bağlara ve yoğun ticari ilişkilere sahipti. Bu çerçevede Türkiye, üye olduğu bazı kurumlar ve imzaladığı antlaşmalar yoluyla, Avrupa’nın da siyasi ve diplomatik etki ve denetimi altındaydı.

Bugün de durum esasında budur ve bu durum AB ve ABD ile ilişkilerinde Türkiye’nin kendine özgü konumunu işaretlemektedir. ‘89 yıkılışından sonra, ABD’nin Türkiye üzerindeki egemenliği ve denetimi Avrupalı emperyalistlere göre çok daha güçlenmiş ve pekişmiştir. Körfez savaşındaki uşakça angajmanların yanısıra, özellikle Kürt halkının özgürlük mücadelesinin bastırılmasında Türk burjuvazisine verdiği kayıtsız şartsız destek, ABD payına bunu kolaylaştıran bir rol oynamıştır. Son olarak ABD, İsrail ve Türkiye’nin birlikte oluşturduğu saldırgan stratejik ittifak, ABD’nin Türkiye üzerindeki denetimini yeni bir düzeye çıkarmıştır. Tüm bunlar ABD’nin Türkiye üzerindeki hegemonyasının AB aleyhine pekişmesinin ifadesi olmuştur.

ABD’nin Türkiye’yle son on yıl içerisinde geliştirdiği ve kuşkusuz AB etkisinin sınırlanması anlamına gelen bu yeni ilişkiler, bizi üçüncü temel alana getirmektedir. Bu, ABD’nin kendi stratejik emperyalist hesapları çerçevesinde Türkiye’ye biçtiği yeni roldür. Bu rolün anlamı ve mahiyeti daha şimdiden bir dizi olay ve uygulamayla açığa çıkmış bulunmaktadır. ABD emperyalizmi Türkiye’yi Ortadoğu’da, Balkanlar’da ve Kafkasya ile iç Asya’da kendi hegemonya mücadelesinin aktif bir aracı olarak kullanmak istemektedir.

Türk burjuvazisi ise buna fazlasıyla heveslidir, neredeyse tüm geleceğini buna ipotek etmiş bulunmaktadır. Bu sayede, ABD’nin hizmetinde ve himayesinde, bir bölgesel güç olmayı hesaplamaktadır. Buna olan hevesini ve bu çerçevede ABD çıkarlarına ve hesaplarına sadakatini Körfez savaşından beri sayısız olayla kanıtlamıştır. Körfez savaşında aktif şekilde ABD’nin yanında yer alınmış ve bugüne kadar Türkiye toprakları, ABD’ye, Irak’a karşı bir serbest saldırı üssü olarak kullandırılmıştır. Somali’ye asker gönderilmiş, ABD hizmetinde Bosna’ya müdahale edilmiş, Yugoslavya’ya karşı emperyalist NATO müdahalesi içinde aktif olarak yer alınmıştır. Ve nihayet ABD ve İsrail’le Ortadoğu halklarına karşı saldırgan bir stratejik ittifak oluşturulmuştur. Bu arada Kafkasya’da ve Orta Asya’da ABD’nin stratejik hedeflerine hizmet edilmiş, bu doğrultudaki açık çabaların yansıra çeşitli komplo ve entrikalar içinde de yer alınmıştır.

Yine de tüm bunlar, ABD ile yeni ilişkilerin ve ABD stratejisi içerisindeki yeni rolün sadece bir ön hazırlığı mahiyetinde girişimlerdir. Asıl hesap ve hazırlık bundan sonrasına ilişkindir. Bundan sonrasının ne olacağına ise Clinton’un tantanalı Türkiye gezisi yeni açıklıklar getirmiştir. ABD Türkiye’yi kendi emperyalist dünya liderliğinin zorunlu koşulu olarak gördüğü Kafkasya ve İç Asya’da egemenlik kurmanın bir aracı, bir koçbaşı, bir müdahale gücü olarak görmekte ve buna hazırlamaktadır.

“İlişkilerde en parlak dönem” ve
yeni “stratejik ittifak”

Zengin petrol ve doğal gaz yataklarına sahip olan Kafkasya ve iç Asya, ‘89 yıkılışından sonra, tıpkı Ortadoğu gibi, emperyalist dünya egemenliğinin kilit alanlarından biri haline geldi. Özellikle Amerikalı emperyalist stratejistler bunu açıklıkla dile getirmekte, Brzezinski türünden ünlü akıl hocaları bu konularda kitaplar yazmakta; ABD dünya üzerindeki liderliğini korumak istiyorsa eğer, Kafkasya’ya ve Orta Asya’ya mutlak biçimde egemen olmayı başarabilmelidir demektedirler. Enerji kaynakları bakımından Ortadoğu kadar önem kazanan Kafkasya ve İç Asya’nın Ortadoğu’dan farkı, henüz tam olarak paylaşılmamış ve denetime alınmamış olmasıdır. Bugün bu bölgede günden güne şiddetlenen, açık ve örtülü biçimler içerisinde süren yoğun bir emperyalist rekabet ve nüfuz mücadelesi vardır.

Son yıllarda ABD’nin dikkatleri, hesapları ve çabaları bu bölgeye yoğunlaşmıştır. ABD bu bölgede egemenlik kurmanın Rusya ve Çin’in etkisinin kırılıp zayıflamasına bağlı olduğunu bilmekte ve buna uygun davranmaktadır. NATO’yu doğuya doğru sürekli genişletmenin, Türki cumhuriyetlerdeki entrikaların, Kafkaslar’da sonu gelmeyen karışıklıkların, Çeçenistan’daki savaşın, Afganistan’daki iç karışıklıkların, Rusya’yı içinden zayıflatmaya ve denetim altına almaya yönelik ABD girişimlerinin, tüm bunların gerisinde hep Avrasya’nın denetim altına alınması hesabı ve çabası vardır. Brzezinski açıkça, ABD tek süper güç konumunu ve dünya üzerindeki liderliğini korumak istiyorsa Avrasya’ya mutlak biçimde egemen olmak zorundadır; Amerika’nın küresel hegemonyası “doğrudan doğruya Avrasya kıtasındaki hakimiyetinin ne kadar süreyle ve nasıl bir etkiyle sürdürüleceğine bağlıdır”, demektedir.

Türkiye ABD ilişkilerinin yeni yönelimine de buradan bakmak gerekir. ABD’nin Türkiye’nin önüne açtığı ve işbirlikçi Türk burjuvazisinin de büyük heveslerle sarıldığı “yeni ufuk” gerçekte işte budur. Türkiye, ABD’nin dünya liderliği için zorunlu bir koşul olarak gördüğü bir bölge üzerinde kurulacak hakimiyetin aracı ve müdahale gücü olarak görülmektedir. Clinton’un Türkiye gezisi ve AGİK zirvesinde hediye olarak sunulan Bakü-Ceyhan antlaşması, bu hesabın bir parçasıdır.

Clinton’un gezinin hemen öncesinde ABD’de yaptığı ve Türkiye’yi bol keseden onore ettiği bir konuşmasında dile getirdikleri için de aynı şey geçerlidir. Clinton açıkça, Türkiye’nin alacağı kararlar ve yapacağı tercihler, 21. yüzyılın şekillenmesinde belirleyici bir rol oynayacaktır, demişti. Dünya hakimiyetini korumak ve sürdürmek, bizzat emperyalist akıl hocalarının ifadesiyle Avrasya’dan geçtiğine; ve ABD emperyalizmi de, Avrasya hakimiyeti için gerek bölge halklarına, gerekse Rusya’ya karşı Türkiye’yi bölgesel bir jandarma ve aktif müdahale gücü olarak değerlendirdiğine ve hazırlamak istediğine göre, Clinton ancak bu kadar açık konuşabilirdi.

Türkiye gezisi esnasında Clinton Türkiye-ABD ilişkilerinin tarihinin en parlak döneminde olduğunu ilan etti ve Türkiye’yle “stratejik ittifak”tan sözetti. Böyle bir ittifak ikinci emperyalist savaştan beri gerçekte zaten varolduğuna göre, belli ki burada daha da yeni ve ileri bir ilişki tanımlanıyordu. Bu, dünya çapındaki emperyalist hegemonya mücadelesinin kaderini belirleyecek bir kritik çatışma bölgesinde ABD hesabına Türkiye’ye biçilen yeni rolden başka bir şey değildir. ABD başkanının Türkiye’ye yaptığı gezinin başarısının ve AGİK Zirvesi’nde Bakü-Ceyhan için kaldırılan kadehlerin tüm anlamı, Türkiye’yi yönetenlerin bu rolü üstlenmeye bir kez daha onay verdikleridir. Bölgesel yayılmacı bir güç olmak hevesindeki Türk burjuvazisi, Türkiye’yi tam anlamıyla ABD emperyalizminin savaş arabasına bağlamış bulunmaktadır.

Günlerdir tüm yeminli Amerikancı cephenin “Avrupalılaşma” üzerine kopardıkları yaygaralar, bir yerde bu temel gerçeği örtmeye de hizmet etmektedir.

Dünün “Truva atı” bugün neden
 “üye adayı”?

Kafkasya ve Orta Asya üzerine süren paylaşım ve nüfuz mücadelelerinde AB, özellikle onun başını çeken Alman emperyalizmi de etkin bir biçimde yer almak çabasındadır. Bu konuda her ne kadar ABD’ye ters düşmemeye çabalıyor görünse de, temelde kendi hesapları vardır ve bunlar için çalışmaktadır. Türkiye’nin AB ve ABD ilişkileri içerisindeki özgün konumu ve son Helsinki kararı da işte bu rekabet çerçevesinde belirmektedir. Düne kadar Türkiye’yi, eski Alman başbakanı Helmuth Kohl’ün ifadesiyle, ABD’nin AB’ye sokulmak istenen “Truva atı” olarak gören AB, Türkiye’yi ölçülü sınırlar içinde iterek bir basınç uygulamaya ve böylece kendi denetimine almaya çalışıyordu. Bunun umulan yararı sağlamadığını, tersine, Türkiye’nin Amerikan emperyalizmine tek yanlı bağımlılığını pekiştirdiğini gördüğü içindir ki, bugün farklı bir yol tutmakta, yakınlaşma ve okşama politikası izlemektedir. Almanya’daki hükümet değişikliği Alman burjuvazisinin bu manevrasını kolaylaştırmıştır. Helsinki Zirvesi’nde alınan son kararın bundan öte bir anlamı yoktur.

Türkiye, AB için, çözümsüz iktisadi, siyasi ve sosyal sorunlarla yüzyüze bir “problemli ülke”dir. Bu nedenle hiçbir biçimde böyle bir ülkeyi bünyesine alarak kendisine yük etmek istemez ve zaten istemiyor. Adaylığın onaylanması ona bu konuda herhangi bir yük yüklüyor değil. AB’ye, “hazırlan da gel” demek dışında bir yükümlülük getirmeyen bu karar, fakat öte yandan ona, üyeliğe hazırlamak adı altında Türkiye’yi denetleme, kendi çıkarları ve hasapları doğrultusunda etkileme ve yönlendirme olanağı sağlıyan bir araç işlevi görecektir.

Kuşkusuz bu kendi cephesinden AB emperyalizminin hesabı. Ne sonuçlar vereceğini ise zaman gösterecek. Zira tersinden de Türkiye’yi AB’ye sokmaya çalışırken, yıllardır bu doğrultudaki çabaları desteklerken, hatta hatta bu konuda AB’ye baskı yaparken, ABD’nin de kendi hesapları var. Türk burjuvazisi ve devleti üzerindeki denetimine ve egemenliğine haklı olarak çok güvenen ABD, Türkiye’yi AB’ye sokmayı başarırsa, böylece bu bünyede kendi hesabına önemli bir dayanak yaratabileceğine de inanmaktadır. Bu konuda rahat ve güvenlidir. Eski Alman başbakanının “Truva atı” değerlendirmesi boşuna değildir. Nitekim son Helsinki kararının ardından en çok memnun olanlardan biri de, Türkiye’yi Avrasya’ya hazırlayan bu aynı ABD’nin kendisi olmuştur. ABD hükümeti Helsinki kararı karşısında duyduğu memnuniyeti resmen açıklamış, başkan Clinton bunu “ABD için sonsuz faydalar” sağlayacak bir karar olarak değerlendirmiş, ayrıca yarı resmi hükümet sözcüsü durumundaki ABD basın organları da kararı ABD hesabına övmüşlerdir.

“Mucizeler serisi”nin yeni halkası:
Kafkaslar ve iç Asya’da ABD’ye hizmet

Türkiye’deki tüm Amerikancı işbirlikçi uşak takımının, basındaki tüm Amerikan beslemesi kalemlerin, Helsinki kararını hararetle karşılayıp alkışlamalarını da bu çerçevede anlamak gerekir. Bunlardan birisi, Amerika’nın sesi bir günlük gazetenin başyazarı, önce Helsinki kararını da dahil ettiği son iki ayın “mucizeler” serisini sıralıyor: “Türkiye’yi karanlık bir girdabın felaketli sonuçlarından kurtaran mucizeye şükürler olsun. Şu son bir kaç aya bakın. Önce Amerika’nın ‘Büyük Türkiye’yi keşfetmesi, Başkan Clinton'un gelişi, AGİT, dün Avrupa Birliği ve yakın günlerde IMF ile imzalayacağımız anlaşma...” Ruhunu emperyalizme satmışlara özgü bu kendinden geçişin hemen ardından ise, bu “mucizeler”i başaran hükümete şu telkinde bulunuluyor: “Ama layık olması için daha yapacakları çok şey var. Orta Asya ve Kafkasların anahtarını elinde tutan Türkiye’nin bu gücünü halkın refah ve mutluluğu için değerlendirmesi, inanç, kararlılık ve cesaret gerektiriyor.”(Güngör Mengi, Sabah, 12 Aralık ‘99)

Başkan Clinton’un keşfettiği “Büyük Türkiye”yi, Helsinki “mucizesi”nin ardından, Orta Asya ve Kafkaslar’la ilgili olarak bekleyen ve “kararlılık ve cesaret gerektiren” yeni kararlar, ABD’nin bölgedeki saldırı ve savaş gücü olmanın gereklerine uygun tercihleri ve adımları anlatıyor. Burada dikkate değer olan, en Amerikancı yazarların bile AB’ye adaylık adımı ile ABD stratejisi çerçevesinde Kafkaslar ve Orta Asya’ya yönelik olarak üstlenilecek rolü bir arada savunmalarıdır. Bu son derece normaldir, zira ikisi de aynı Amerikancı politika eksenine oturmaktadır.

Liberal ve milliyetçi burjuva
hayallere karşı mücadele

Helsinki kararının soldaki yankılarına gelince. Olduğu ve kaldığı kadarıyla sözde “millici” eğilim taşıyan düzen solunun bu konudaki tutumunu, Cumhuriyet gazetesinde yer alan şu sözler dile getirmektedir: “Türkiye Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar uzanan bu bölgede, kilit bir konuma, olmazsa olmaz derecede stratejik bir öneme sahiptir. Türkiye bu konumunun ayırdında olmalıdır. Eğer Türkiye bu konumunu yetenekle ve ustalıkla kullanabilecek bir politika izleyebilirse, ulusal çıkarlarımız açısından hem bu olanaklardan yararlanmış olur, hem de bu bölgede bir barış ve istikrar unsuru olarak gücünü büyüterek sürdürür.” (Dr. Alev Coşkun, 11 Aralık ‘99)

Bu sözlerin özü ve özeti, Türkiye’yi çevreleyen kriz bölgelerinde kızışan zorlu emperyalist rekabet ortamında Türkiye’nin kendini akıllıca ve başarıyla pazarlayabilmesidir. Aynı şekilde bu sözler, Türkiye’de ulusal kaygılar peşinde bir burjuva katmanın artık bulunmadığının, burjuva katmanlar içerisinde en ileri “milli kaygı”nın kendini en iyi şekilde pazarlama arzusundan öteye gidemediğinin bir göstergesidir.

Artık Kürt burjuvazisinin sınıfsal çıkar ve tercihleri eksenine oturmuş, bu çıkar ve tercihlerin Türk burjuvazisinin çıkar ve tercihleriyle ortaklığına dayalı politik çözümler peşindeki yeni liberal Kürt hareketi ise, Helsinki kararını hararetle destekliyor. Bunun da ötesinde, bunun gerçekleşmesindeki özel rolü ve çabalarıyla övünebiliyor. Tüm bunların gerisinde, Türkiye’nin AB’ye angajmanlarının demokratikleşme ve dolayısıyla Kürt halkına ulusal özgürlük sağlayacağı hayali yatmaktadır. Kürt neo-liberallerinin düşünce çizgisi ve beklentileri bu konuda Türkiye’nin neo-liberalleriyle örtüşmektedir.

Sosyal reformist solda değişik tonları bulunan iki ana eğilim var. Bunlardan ÖDP tarafından temsil edileni, bazı mahsurlara işaret eden utangaç bir tutumla da olsa, AB’ya katılmanın Türkiye’deki demokratikleşme sürecini kolaylaştıracağı inancını taşıyor ve bu konuda kitlelere temelsiz hayaller pompalıyor. İP’in temsil ettiği kemalist milliyetçi akım ise, batılı emperyalist mihraklara karşı Asya’nın emperyalist ve gerici ülkelerinin ittifakına dayalı bir “Avrasya seçeneği”ni alternatif çözüm olarak savunuyor. Bu, daha güçlü ve etkin emperyalist gerici odakları farklı bir emperyalist odakla dengeleme ve böylece bugünün kapitalist Türkiye’si için buradan bir manevra alanı yaratma gerici stratejisini anlatıyor.

Bağımsız sosyalist Türkiye!

Komünistler, emperyalist dünya ile bütünleşmenin demokrasi getireceğine ilişkin liberal hayaller kadar bugünün koşullarına uyarlanmış “üç dünyacılık”ta ifadesini bulan gerici-milliyetçi yaklaşımlarla da şiddetle mücadele etmelidirler. Sol adına ileri sürülen bu gerici hayallerin ve politikaların içyüzünü kitleler önünde açığa çıkarmak için azami çaba harcamalıdırlar.

Komünistler, AB üzerine, onun demokrasi ve refah getireceğine dair dayanaksız hayallerin içyüzünü sergilemenin yanısıra, işbirlikçi burjuvazinin Türkiye emekçilerini emperyalizmin stratejileri doğrultusunda bölge halklarına karşı maceraya ve savaşa sürükleyen dış politikasına karşı da sistematik bir mücadele yürütürler. Bu politikaya karşı kitlelerin devrimci anti-emperyalist eylemini geliştirmeye çalışırlar.

Komünistler, AB’ye ilişkin olarak yaratılan hayallerin ve bu yoldaki girişimlerin karşısına “Tekellerin emperyalist Avrupası’na hayır!” anti-emperyalist şiarıyla ve işçi sınıfı enternasyonalizmiyle çıkarlar. Türk burjuvazisinin emperyalist stratejilere bağlanmış saldırgan ve yayılmacı dış politikasının karşısına, bölge halklarının en sıkı devrimci birliği ve dayanışması politikasıyla çıkarlar. Bu doğrultuda somut girişimler örgütlemeye ve ilişkiler geliştirmeye çalışırlar.

İşbirlikçi burjuvazinin tümüyle emperyalist merkezlere bağlanmış politikası, içerde işçi sınıfına ve emekçi kitlelere sosyal yıkım ve sistematik devlet terörü, dışarda ise bölge halklarına karşı saldırı ve savaş demektir. Komünistler emperyalizme kölece bağımlılığın ürünü bu gerici politikanın karşısına, “Bağımsız sosyalist Türkiye!” stratejik sloganıyla çıkmaktadırlar. Emekçilerin ve toplumun karşı karşıya bulunduğu temel sorunların çözümü, işbirlikçi burjuva sınıf iktidarının yıkılması ve emperyalizme her türlü bağımlılığa son vermekten geçmektedir. Bağımsız sosyalist Türkiye bunun ürünü olacaktır.

(Ekim, Sayı: 211, Aralık ’99, Başyazı)


Üste