Logo

Gericiliğin ağırlığı ve devrimci çıkış yolu


Gericiliğin ağırlığı ve devrimci çıkış yolu

 

Türkiye birçok açıdan yeni bir döneme giriyor, burjuva düzen tablosu giderek netleşiyor. Burjuva gericiliğinin iç çatışmasında dinsel gericiliğin devleti ele geçirme doğrultusunda aldığı belirgin mesafe, toplumsal-kültürel yaşama biçim verme girişimleriyle yeni boyutlar kazanmış bulunuyor. Düzen muhalefeti düzenin iç ve dış efendilerine güven vermek arayışı ve çabası içinde. Dolayısıyla hükümetin onların hizmetindeki temel icraatlarına karşı suskun durumda. Bu tablo karşısında toplumsal muhalefetin durumuna bakıldığında ise, Kürt ulusal hareketi kendi çizgisinde yapabileceklerini yapıyor olsa da, toplum genelinde anlamlı bir çıkıştan sözedebilmek mümkün değil.

Son iki yıldır sınıf hareketinde yaşanan kısmi canlanma toplum ölçüsünde sarsıcı bir etki yaratan TEKEL direnişi ile yeni bir safhaya ulaşmış, Taksim 1 Mayıs’ının kazanılması ise buna ayrı bir güç katmıştı. Ancak TEKEL direnişinin sendika ağalarının ihaneti sonucu ortada bırakılmasıyla birlikte, toplumsal hareketliliğin önünün açılması açısından son derece önemli bir olanak heba edilmiş oldu. O günden bugüne tekil işçi direnişleri belirgin bir yayılma eğilimi gösterse de, Kürt ve zaman zaman da Alevi dinamikleri üzerinden belli hareketlilikler yaşansa da, bunlar bu haliyle sol eksenli bir toplumsal muhalefetin gelişmesinin önünü açma güç ve imkanlarına sahip değildir.

Bugün işçi sınıfının ve emekçilerin denetim altında tutulmasını kolaylaştıran çok yönlü bir gerici ideolojik-politik kuşatma gerçeği ile yüzyüzeyiz. Bu kuşatmada özellikle dinsel gericilik iktidar gücü olmanın da olanakları üzerinden belirgin bir biçimde öne çıkmış, gelinen yerde toplum yaşamın tüm alanları üzerine bir ağırlık olarak çökmüştür.

 

Dinsel gericiliğin kuşatması

Cemaatlerin ve tarikatların hemen tamamını çatısı altında toplayan gericilik odağı AKP, başta ABD olmak üzere batılı emperyalistlerin ve işbirlikçi büyük burjuvazinin tam desteği sayesinde, özellikle son üç yıllık süreçte hedefleri doğrultusunda oldukça önemli bir mesafe katetmiş bulunmaktadır. Dinsel gericilik, içerde ve dışarda emperyalizmin ve büyük burjuvazinin çıkar ve tercihlerinin örtüşmesinden en iyi bir biçimde yararlanmış, bunu gerçek bir iktidar gücü haline gelebilmek doğrultusunda etkin bir biçimde kullanmayı başarmıştır.

“Milli Güvenlik Siyaset Belgesi”nin yeniden düzenlenmesi ve “irtica”nın artık bir tehdit olmaktan çıkarılması, dinci gericiliğin aldığı mesafenin en özlü ifadesidir. Tüm cumhuriyet dönemi boyunca tehdit sayılan “irtica”nın artık bir iktidar gücü haline geldiği, böylece devletin “gizli anayasa”sı üzerinden de resmen tescil edilmiş olmaktadır.

Anayasa referandumu başarısının artırdığı moral güç ve özgüvenle dinci gericilik giderek daha da pervasızlaşmaktadır. Yüksek yargı üzerinden devletin ele geçirilmesi çerçevesinde atılan son adımların yanısıra, dinsel değerleri ve yaşam biçimini topluma dayatma eğilimi artık çok daha açık bir biçimde sergilenmektedir. (Türbanda alınan mesafe ve sorunun artık ilkokullara kadar taşınması, Diyanet'e yeni misyonlar tanımlanması, kadrosal olarak genişletilmesi ve bunun görülmemiş ölçülerde bir dev bütçe ile tamamlanması, yaşam biçimlerine yönelik olarak sonu gelmez doğrudan ya da dolaylı müdahaleler vb., bunun şu sıralar dışavuran örnekleridir.)

Toplumsal yaşamın üzerine giderek daha büyük bir ağırlık olarak çöken dinsel gericilik asıl gücünü hala da emperyalizm ve büyük burjuvazininin ihtiyaçlarına yanıt verebilmesinden almaktadır. ABD ve İsrail ile yaşanan tüm gerilimlere, dinsel gericiliğin siyasal planda ve toplumda bu denli güç kazanmasından duyulan rahatsızlığa rağmen, mevcut koşullarda bir alternatifi olmadığı ve uşaklık hizmetlerinde esasa ilişkin sorunlar yaşanmadığı ölçüde AKP'ye verilen destek de sürmektedir.

Nitekim son NATO Zirvesinde atılan “Füze kalkanı” adımı ile, bugüne kadar olduğu gibi bundan böyle de emperyalizme uşaklık çizgisinin tüm gereklerinin yerine getirileceği, AKP tarafından bir kez daha teyid edilmiştir. Özellikle ABD emperyalizminin, NATO'nun yeni konsepti açısından önem taşıyan bu proje üzerinden AKP’yi sınavdan geçirdiği bilinmektedir. Doğal olarak AKP, gerçekte kendisini son derece güç durumda bırakacak ve dış politikasında ciddi sıkıntılara yolaçacak bu istemin karşısına çıkma gücünü bulamamış, böylece “Füze kalkanı”nın Türkiye topraklarına yerleştirilmesi sorunsuzca karara bağlanabilmiştir. Bu yeni saldırgan projenin sadece İran’ı ve öteki bazı büyük emperyalist güçleri değil fakat tüm bölge halklarını hedeflediği açık biçimde gözler önündedir. Buna rağmen AKP uşaklıkta kusur etmemiştir ve öte yandan başta CHP olmak üzere düzen muhalefetinden dişe dokunur bir ses çıkmamıştır. Zira onlar da emperyalizmin istem ve ihtiyaçlarına yanıt vermeden iktidara gelemeyeceklerini çok iyi bilmekte ve bunun gerektirdiği bir çizgide hareket etmektedirler. Böylece de AKP’nin işini hepten kolaylaştırmaktadırlar.

Üçüncü bir kez seçim kazanmayı, böylece bugüne kadar elde ettiklerini genişletmeyi ve sağlamlaştırmayı hedefleyen AKP’yi bu süreçte zorlayabilecek olan en önemli etken Kürt sorunu, dolayısıyla Kürt hareketi idi. Hele de şaşaalı iddialarla gündeme getirilen “Kürt açılımı”nın çökmesinin ardından. Ancak Kürt hareketinin “ateşkes/silahlı çatışma” kısır döngüsünü aşamayan politik çizgisi, AKP’nin bir kez daha yeni bir manevra yapmasını kolaylaştırmış, Abdullah Öcalan’ın “muhatap” alınması üzerinden bir kez daha uzatılan “ateşkes”, en azından şimdilik bu gericilik odağına soluklanma imkanı vermiştir. Kürt hareketi cephesinden gelen son açıklamalar bu konuda işinin çok da kolay olmadığının işaretlerini veriyor olsa bile durum halen budur. Kürt hareketi şu evrede büyük bir sınavdan geçmektedir. Kapalı kapılar ardında verilen aldatıcı ve oyalayıcı sözler üzerinden AKP'nin işini bir kez daha kolaylaştırmak, Kürt hareketinin faturası Kürt halkı kadar tüm Türkiye halklarına çıkacak ağır bir hatası olacaktır.

 

Düzen solunun açmazı ve sınırları

Sekiz yıldır hizmetlerinden en iyi biçimde yararlanıyor olsalar da büyük burjuvazinin TÜSİAD eksenli kesimleri ile emperyalist odakların gelinen yerde AKP’yi dengeleyecek ve duruma göre ona alternatif oluşturacak bir muhalefet arayışı içinde oldukları bilinmektedir (Bkz., Referandum Sonrası Düzen Siyaseti, Ekim, Sayı: 268, Ekim 2010). Bu çerçevede son zamanlarda CHP üzerinde özellikle durulmakta, partideki liderlik değişimi bu açıdan bir fırsat olarak değerlendirilmektedir. CHP bir yandan AKP karşısında alternatif bir güç olarak desteklenirken, öte yandan izlediği çizgide büyük burjuvazi ve emperyalistler için sorun oluşturan yönler törpülenmekte, özellikle “açılım”ların yükünü ve sorumluluğunu AKP ile paylaşacak bir kıvama getirilmeye çalışılmaktadır.

Liderlik değişiminden beri CHP’de sol söylem belirgin biçimde öne çıkarılmakta ve bunun inandırıcılığı bazı sembolik jestlerle pekiştirilmek istenmektedir. Kuşkusuz amaç bir kez daha tüm sol potansiyeli, emekçilerin sola açık tüm kesimlerini, gelişme potansiyeli taşıyan toplumsal muhalefeti bloke etmektir. Bu gerçekte düzenin iç ve dış efendilerinin CHP’den beklediği asli misyondur. Dinsel gericilğin toplum üzerinde oluşturduğu dayanılmaz ağırlık ile bunun beslediği umutsuzluk ve yılgınlık ise halen CHP’nin en büyük avantajıdır.

Düzen solunun emekçi kitlelerden kopmuş olması, gerçekte düzenin efendilerini uzun yıllardır rahatsız eden bir sorundur. Zira, işçi sınıfı ve emekçilerin nispeten ileri ve sola açık kesimlerini, sola eğilimli toplumsal katmanları düzenin etki alanında tutabilmek, gelişebilecek bir toplumsal muhalefeti dizginleyebilmek için düzen solu, burjuva düzen açısından her zaman temel bir ihtiyaçtır. Bugün buna bir de dinsel gericiliğin dizginlenmesi ve giderek alternatifinin yaratılması ihtiyacı eklenmiştir.

Sol bir muhalefet ancak sol kimliğe ve değerlere sahip çıkılarak, demokratik ve sosyal sorunlar üzerinden politika yapılarak başarılabilir. CHP yıllardır bundan geri durduğu gibi, bugün estirilen “değişim” rüzgarıyla yaratılan atmosfere rağmen hala da bu çerçevede etkili ve emekçiler nezdinde inandırıcı bir muhalefet yürütememektedir. Bu doğrultuda attığı bir takım adımlar, hemen ardından yapılan açıklamalar ya da alınan tutumlarla boşa çıkarılmakta, dahası türban sorununda olduğu gibi AKP’ye dolgu malzemesi olunabilmektedir. Emperyalizme ve büyük burjuvaziye, onun saldırı politikalarına herhangi bir itiraz sözkonusu değildir. Asalak sermaye sınıfı mensupları “sanayinin kamu görevlileri” ilan edilmekte, partinin en üst kademelerinde onlara yer açılmakta, ya da örneğin ülkeyi bölge halklarına karşı yeni düzeyde bir saldırı üssü haline getiren “füze kalkanı” projesine göstermelik olarak bile bir itiraz yöneltilmemektedir. Gerçekte bu CHP’nin 12 Eylül sonrası izlediği çizginin bir devamıdır. Son liderlik değişimi ile birlikte yapılmakta olan ise sol kimlikten kopmuşluk görüntüsünü gidermeye çalışmaktır. Kuşkusuz yalnızca görüntüde.

12 Eylül sonrası süreçte düzen siyasetinde emperyalizmin ve işbirlikçi burjuvazinin program ve politikalarına aykırı davranabilme imkanları tükenmiştir. Burjuva düzen partileri, hangi etiketi taşırlarsa taşısınlar, iktidara gelebilmek için emperyalizmin ve büyük burjuvazinin ihtiyaçlarına, istem ve çıkarlarına yanıt vermek durumundadırlar.

CHP de bunun gereklerine uygun davranmak zorunda kaldığı içindir ki, zaten iğreti olan “sosyal demokrat” kimliği iyiden iyiye aşınmış, giderek belirgin biçimde gerici bir “merkez” partisi konumu kazanmıştır. Sol değerlere sırtını dönen, kitlelerin demokratik ve sosyal istemleri ile ilgilenmeyen, sömürü ve bağımlılığa karşı çıkmayan, program ve politikaları diğer düzen partilerinden farklılık taşımayan düzen solunun kaçınılmaz akibeti, işçi ve emekçi kitlelerden kopmak olmuştur. İşçi ve emekçilerin önemli bir kesimi sosyal demagojiyi daha başarılı bir biçimde kullanan dinci partiye yönelmiştir.

Bugün düzenin ihtiyaçları çerçevesinde emekçi kitlelerin karşısına sol muhalif kimlik üzerinden çıkarılmaya çalışılsa da, CHP’nin ‘70’li yıllarda yaşandığı türden bir rüzgar estirmesi, bu temelde güç kazanması mümkün değildir. Dinsel gericiliğin dizginlenmesi beklentisi üzerinden reformist solun bir kesiminde yeni ham hayallere de zemin hazırladığı için, bu nokta üzerinde durmak istiyoruz.

‘60’lı ve ‘70’li yıllarda genelde solun güç kazanmasının temel dinamiği, dünyada devrim dalgasının sürüyor olmasının oluşturduğu uygun atmosferin yanısıra, Türkiye’deki büyük sosyal uyanış ve mücadele olmuş, kitle hareketindeki bu yükselişin etkisi parlamentoda da düzen solunun güç kazanması üzerinden yansımasını bulmuştur.

Bugün koşullar tümüyle farklıdır ve düzen solunun bugünkü zayıflığı ve bunalımının gerisinde aynı zamanda bu vardır. 12 Eylül'le birlikte devrimci hareket ve toplumsal muhalefet ezilmekle kalmamış, sonrasında da solu ezme ve sindirme politikası sistematik olarak sürdürülmüş, devrimci harekete büyük darbeler vurulmuştur. Solun önemli bir bölümü düzenin icazet alanına itilmiş, sosyal mücadelenin gelişmesinin önü başarıyla kesilmiştir. Bu süreçte “sosyal-demokrat” etiketli partiler de gerici burjuva partileri haline gelmişlerdir.

Oysa ‘70’li yıllarda Ecevit liderliğinde ve “ortanın solu” adı altında sahneye çıkan burjuva akım o gün için bir parça inandırıcılık taşıyan reformist sol bir söyleme sahipti. Orta katmanların “ulusal” ve “demokratik” duyarlılıklarına seslenerek, anti-faşist ve anti-emperyalist söylemler kullanarak, sosyal sorunlar üzerinden politika yaparak, kitleleri etkilemeyi başarabiliyordu. ‘70’li yılların sola yönelimi kolaylaştıran toplumsal atmosferi, yükselen kitle hareketi ile devrimci mücadelenin genel etkisi de düzen solunun güç kazanmasını kolaylaştırıyordu.

Bugün ise sosyal-siyasal açıdan atmosfer tümüyle farklı. Sınıf ve kitle hareketi bir çıkış yolu arıyor ve bunu yer yer zorluyor olsa da, sosyal mücadele planında yaşanan durgunluk sürüyor. Halihazırda toplumda sola yöneliş sözkonusu değil. Öte yandan CHP de salt söz olarak bile düzene toz konduracak herhangi bir söylem kullanmıyor. Tam tersine, sistemi olduğu gibi onaylıyor ve sahipleniyor, AKP’yi sorunların ve kötülüklerin tek kaynağı olarak göstermekle yetiniyor. İşin aslında düzenin iç ve dış efendilerine, AKP'nin verdiği hizmeti ben de verebilirim ve üstelik başağrıtıcı “yan sorunlar” yaratmaksızın mesajı vermeye çalışıyor. İşçi ve emekçilerin çıkar ve özlemlerine bir nebze olsun yanıt verecek politikalardan özenle uzak durduğu gibi, son otuz yılda oluşan ve AKP'nin sekiz yıllık iktidarı sonrasında gerçek bir ağırlığa dönüşen gerici toplumsal atmosferde toplumun geri ve gerici eğilimleri üzerinden politika yapmak yolunu tutuyor. Düne kadar şovenizmin bayraktarlığını yapıyordu, bugünse dinsel gericiliğin oluşturduğu atmosferle uyuma dayalı açılımlar yapıyor.

Bütün bu nedenlerle, özellikle de bugünün Türkiye’sinde, düzen solu hiçbir biçimde dinsel gericiliği dizginleyebilecek bir alternatif değildir, olamaz. İşçi sınıfı ve emekçiler sosyal mücadele alanına çıkarak toplumsal atmosferi değiştiremediği sürece, toplum için boğucu bir cendereye dönüşen dinsel gerici ağırlığı etkisizleştirmek mümkün olmayacaktır.

 

Reformist hayaller ve toplumsal gerçekler

Topluma günden güne daha fazla nüfuz eden dinsel gericilik sol kesimlerde umutsuzluğa ve bu da çaresizlik içinde düzen soluna umut bağlamaya yol açmaktadır. Kimi reformist çevreler tarafından referandum sonuçları parlamentarist bir bakışla ele alınmakta, sınıfsal gerçekler ve ayrımlar unutulmakta, %42’lik “hayır” oylarının dinci gericiliği dizginleyebilecek güçler bileşimini temsil ettiği düşünülebilmektedir. Burada reformist-parlamentarist bakış kendini tüm kabalığıyla dışa vurmaktadır. Herşey bir yana, karşı taraf olarak görülen o %58'lik bölüm içinde işçi sınıfı ve emekçilerin önemli bir kesimi yer almaktadır. Başka bir ifadeyle, işçi ve emekçilerin küçümsenemeyecek bir kesimi dinci gericiliğin ideolojik, politik ve kültürel denetimi altındadır, onun bugünkü ortak siyasal çatısı olarak AKP’nin etkisindedir ve onun oy depolarını oluşturmaktadır. Büyük kentlerin, özellikle de İstanbul’un oy dağılım tablosuna kabaca bir bakış, bunu bütün açıklığı ile göstermeye yeter.

Dinsel gericilik gücünü sadece büyük burjuvazi ve emperyalizmin ihtiyaçlarına yanıt vermesinden değil, aynı zamanda 12 Eylül’den bu yana sol hareketin ve toplumsal mücadelenin gelişmesine karşı dinci gericiliğin etkili bir dalgakıran olarak kullanılması politikasının yarattığı sonuçlardan almaktadır. İktisadi ve sosyal saldırılarla sersemletilen, yaşadığı ağır yıkıma karşı mücadeleyi yükseltemediği ölçüde çaresizliğe itilen emekçi kitleler, dinin başarıyla istismarı üzerinden düzene bağlanmaktadır.

Dolayısıyla dinsel gericiliğe karşı en etkili panzehir sosyal mücadelenin gelişmesidir. O halde öncelikli görev, referandumun %42'lik “hayırcı” kesimi içindekiler kadar %58'lik “evetçi” kesimi içindeki işçi ve emekçi katmanları da sınıf mücadelesine çekmek, bu mücadeleler içinde onların bilincini ve örgütlenmesini geliştirmek, ilerletmektir.

Parlamentarizmle kafayı bozanlar bu alandaki olası sınırlı bir başarının mantığını kavramaktan da uzaktırlar. İşçi ve emekçi kitleler sosyal mücadele alanında etkili bir güç haline gelemedikleri sürece, parlamenter alan üzerinden de kazanımlar elde edemezler. Sınıflar mücadelesi deneyimlerinin döne döne doğruladığı bir gerçekliktir bu. Yakın dönemin Latin Amerika deneyimleri de (parlamentarist hayallerin depreşmesinde bu özgün deneyimlerin özel bir rolü vardır) bu açıdan oldukça öğreticidir. Chavez, Morales vb.’lerini parlamentoya taşıyan sol propagandaya dayalı bir faaliyetle sağlanan pasif bir oy desteği değil, fakat emekçilerin kitlesel militan mücadeleleridir. Bugün özellikle reformistler tarafından örnek alınmaya çalışılan bu “parlamenter başarı”lar, gerçekte kitle mücadelesinin gücünün parlamentoya yansımasından başka bir şey değildir. Sınıf ve kitle hareketi yükseltilemediği, bu mücadeleler içinde emekçiler ileriye çekilemediği koşullarda, parlamentarizm kitlelerin nispeten ileri kesimlerinin de umutsuzluk içinde burjuva düzen partilerinin kuyruğuna takılmasından başka bir sonuç yaratmaz, yaratamaz.

Bunun içindir ki, referandumun %42’lik “hayır” oylarının, düzenin giderek ağırlaşan tablosunu değiştirebilmek açısından kendi içinde bir önemi yoktur. Alınan sonuç toplumdaki belirli eğilimlerin bir yansıması olsa da, toplumun sınıf çıkarları birbirine taban tabana zıt çeşitli katmanlarının değişik etkenlerle sunduğu pasif bir oy desteğinin kendi başına bir anlamı ve hele de yaratabileceği herhangi bir ilerici sonuç yoktur.

Çıkış için devrimci sınıf mücadelesi!

Çözücü dinamik sosyal mücadeledir; özellikle de işçi sınıfının mücadele sahnesine çıkabilmesi ve emekçi katmanları sürükleyebilmesidir. Gericiliğin hakkından gelmenin ve Türkiye’nin aydınlık geleceğine yürümenin bundan başka bir yolu yoktur.

Türkiye'nin mevcut karanlık tablosundan çıkış yolu ancak işçi sınıfının harekete geçirilmesiyle, politik bir sınıf hareketinin gelişmesiyle açılabilir. Dolayısıyla, sınıf hareketini devrimcileştirmeyi hedeflemeyen çaba ve yönelimlerin, reformist çözüm projelerinin hiçbir geleceği yoktur.

Devrimci sınıf hareketini geliştirmede mesafe alınmadığı sürece hiçbir sorunun çözümü doğrultusunda adım atılamayacağı, Türkiye’nin mevcut tablosunun aşılmasının ancak devrimci bir alternatif çıkış yolunun geliştirilmesiyle sağlanabileceği konusunda açık bir bilince sahip olan komünistler, reformist çözüm planları karşısında devrimci çözüm ve mücadelenin yolunu göstereceklerdir. Bunu devrimci sınıf mücadelesinin geliştirilmesi somut hedefine bağlayan yoğun ve yüklenen bir politik çalışmayı örgütleyecek, işçi sınıfıyla devrimci birleşmede daha hızlı mesafe alabilmek için zayıflık ve yetersizlik alanlarının üzerine kararlılıkla gideceklerdir.

 EKİM


Üste