Logo

Haziran Direnişi - 2 - H. Fırat


H. Fırat

(Haziran Direnişi üzerine Eylül ayında verilmiş
bir konferansın kayıtlarıdır...)

Haziran Direnişi ve reformist sol

Haziran Direnişi’nde belirgin bir sol hareket damgası var. Sol hemen tüm kesimleriyle direniş içerisinde etkin bir şekilde yer aldı. Buna sosyal demokrat ve ulusalcı kanatlarıyla düzen solu da dahil. CHP yönetimi hareketi geriye çekmeye çalışsa bile, tabanından harekete etkin bir katılım olduğunu biliyoruz. Aynı şekilde reformist ve devrimci demokratik kanatlarıyla geleneksel solun da hareket içinde belli bir yeri ve rolü var.

Yine de gösterdiği çaba ne olursa olsun solun bu katılımı önemli ölçüde bir kendiliğinden sürüklenme sınırlarında kaldı. Denebilir ki sol kendi gücünü alabildiğine aşan genişlikteki muazzam bir kitle hareketinin girdabında sürüklendi. Her beklenmedik hareketliliğe olduğu gibi buna da ancak kendi güç ve olanakları sınırlarında bir tepki verebildi. Hareketin çapı kadar solun genel hazırlıksızlığı da düşünüldüğünde bu sonuç şaşırtıcı değildir.

Sol açısından ikinci önemli nokta, reformist sol önderliklerin hareketi geriye çekmeye yönelik tutumlarıdır. Herşeye rağmen reformist solun hareketi etkilemeye yönelik bazı imkanları vardı ve bunların başında Taksim Dayanışması geliyordu. Hemen tüm sol parti, örgüt ve kitle kuruluşlarını kapsayan Taksim Dayanışması, yine de yürütmesi üzerinden reformist solun denetiminde bir yapı idi. Buradan oynanan rolün ise olumsuzdan da öteye olduğunu biliyoruz.

Reformist sol Haziran Direnişi’nin gücü ve ağırlığı karşısında adeta ezildi. Bu çapta bir hareket ifade uygunsa reformist solun tepesini tutanların soluğunu kesti. Bu hareketin yükünü ve siyasal sonuçlarını kaldıramayacaklarını düşünerek, her yoldan hareketi geri çekmeye ve bir an önce de bitirmeye baktılar. Her safhada ve her bakımdan! Barikatları kaldırmaktan tutunuz da flamaları kullanmamaya kadar. Taksim Alanı’nda kürsü kurmuş, alanı tutan devrimci akımlarla kendi aralarına mesafe koymaya kadar... Alanda ve dolayısıyla barikatların arkasında yer almak yerine parka, dolayısıyla kendilerince daha korunaklı bir alana çekilmeye kadar... Tayyip Erdoğan’ın kaba ve küstah tehditleri karşısında alınan teslimiyetçi tutuma kadar... Özetle hareketi her safhada geriye çekmeye çalıştılar.

Daha en baştan Taksim Alanı’nın işgaline, orada barikatların kurulmasına karşılar. Kurulmuş barikatların kaldırılmasını istiyorlar. Devrimci kimliğin ve şiarların etkin bir şekilde öne çıkmasına karşılar vb... Tayyip Erdoğan ile yapılan görüşmedeki tutumları ayrıcı ibret vericidir. Büyük umutlar bağladıkları bu görüşme sonrasında kamuoyunu ve kitleleri yanıltan, açıkça aldatan açıklamalar yaptılar. Bu görüşmede başbakanın tehdit ve hakaretlerine maruz kaldıkları halde bunu başlangıçta gizlediler. Görüşmeden çıktıktan sonra olup bitenleri olduğu gibi açıklayacaklarına, görüşmeye çağrıldıklarını ama tehdit edildiklerini, bu tehdidi tanımadıklarını kamuoyuna ve kitlelere ilan edeceklerine, tam tersine, işin içyüzünü gizleyen, kitleleri yanıltan şeyler söyleyebildiler. İçlerinden bazıları istemler konusunda hükümetin duyarlılık göstereceğini bile söyleyebildi. Ve en önemlisi, Taksim Alanı’na döner dönmez başbakanın verdiği ültimatom doğrultusunda işgalin bitirilmesini, barikatların ve çadırların kaldırılmasın, sembolik bir tek çadırla yetinilmesini isteyebildiler. Tayyip Erdoğan’ın tehditleri doğrultusunda ve onun verdiği 48 saatlik süre zarfında!.. Bütün bunlar utanç vericidir ama tümüyle gerçektir. Ve bunu yapanlar, şu veya bu reformist hareketin içinde bulunan ve onlar adına belirli kurumların tepesinde bulunan kimseler. Sözkonusu reformist hareketlerin bunlar üzerinde açık, yakın ve yönlendirici bir denetimi var. Ve onun gerçekleşme biçimi işte tamı tamına bu! Önderlik planında hakim politikalarıyla reformist solun tablosu işte böyle!

Bu sınırlarda bir hareketin bile sorumluluğunu almaktan korkan bir reformist sol hareket gerçeğimiz var. Hareketin sorumluluğunun taşındığı ve dolayısıyla kararların alınacağı zeminlerde tüm kesimleriyle reformist solun son derece geri, korkak, çekingen bir tavır aldığını biz bütün açıklığı ve somutluğu ile sürecin toplamı üzerinden biliyoruz. Özellikle de hemen tüm sol parti, grup ve kuruluşların temsil edildiği Taksim Dayanışması’ındaki tablo üzerinden.

Reformist hareketin tabanındaki militanlar direniş içinde olumlu bir rol de oynamış olabilirler. Geniş bir inisiyatifle hareket etmiş, eyleme bir yön ve soluk kazandırmaya katkıda bulunmuş da olabilirler. Ama burada önemli olan reformist solun merkezi politikalarıdır; Haziran Direnişi’nin gelişimine nasıl yaklaştığı, hareketi nereye götürmek istediğidir. Bütün maddi verilerden biliyoruz ki, reformist sol burada hareketin çok gerisinde bir tutum içinde olmuştur. Barikatların kaldırılmasını istiyor, Gezi Parkı’ndaki kitle buna karşı çıkıyor. Çadırların kaldırılmasını istiyor, aynı kitle buna karşı çıkıyor. İlk forum önerisi ve dolayısıyla girişimi de bunun üzerine direniş yanlısı devrimcilerden geliyor, bunu kitlelere soralım deniliyor. Forum pratiği ilk olarak böyle gündeme geliyor. Barikatların ve çadırların kaldırılıp kaldırılmayacağına kitle karar vermelidir diyor komünistler ve devrimciler, ilk forum tam da direnişin merkezinde böylece gerçekleşiyor. Gezi direnişçisi kitle bu ilk forumda çadırların kaldırılmasın karşı çıkıyor ve direniş kararlılığı sergiliyor. Reformist sol ve HDK solu bunun karşısında çaresizce geri çekiliyor. Her iki reformist blokun tavrında esasa ilişkin herhangi bir farklılık yok.

Burada dikkate değer olan, solun büyük bir bölümünün direnişe katılan sıradan kitlenin gerisinde olması ya da kalmasıdır. Kitle direnme kararlılığı içerisinde, Tayyip Erdoğan’ın tehditlerine pabuç bırakmama isteğinde. Barikatların ve çadırların korunmasından yana. Bunun sonuçlarından korkan, bunun umutsuz bir vaka olduğunu, bu direnişi bir an önce bitirmenin en hayırlı iş olduğunu dile getiren ise büyük bir bölümüyle solun kendisi. Dayandıkları argümanın özü şuydu: Direnişi daha fazla sürdürebilmek şansı yok, bu imkan ve kapasiteden yoksunuz. Hükümet üzerimize gelir de direniş ezilirse, kötü bir yenilgi almış oluruz. Oysa kazanacağımızı kazandık, işi daha fazla uzatarak bunu riske atamayız. Kendi öz irademizle direnişi sona erdirirsek bu onurlu bir çekilme olur, bizi kazanımlarımızı riske sokacak bir akıbetten korur, vb...

Bu argümanın pratikte yerle bir olduğunu biliyoruz. Direnme, çadırları koruma, Tayyip Erdoğan’ın küstahça ültimatomlarına pabuç bırakmama kararlılığı gösterildi. Buna rağmen vahşi bir saldırı oldu; ama tam da bu saldırı, 15-16 Haziran’da hareketi yeniden ülke çapında büyüttü, saldırıya karşı öfke başta Taksim olmak üzere tüm ülkede alanlara taştı. Adeta 31 Mayıs patlaması tekrarlanmış gibi oldu. Bütün ülke yeniden ayağa kalktı. Bu birkaç gün sürdü ve böylece hareket çadırları, pılı-pırtıyı toplayarak değil fakat direnerek geri çekilmiş oldu. Tabii ki hareket bir yerde geri çekilecekti. Böyle hareketler bir yerden sonra yorulur, daralır ve gide gide ya yenilir ya sönümlenir. Haziran Direnişi yenilmedi; direnerek ve böylece moral gücünü koruyarak geri çekildi. Ve bu da, tıpkı hareketin patlak vermesinde olduğu gibi, bir bakıma kendiliğinden oldu.

Haziran Direnişi bugünkü yönetimleriyle işçi ve kamu çalışanları sendikalarının nasıl bir hiç olduklarını da bir kez daha gözler önüne serdi. Direnişin en sıcak, en etkili haftasının üzerine gelen 5 Haziran eylemi, bunu çok somut olarak gösterdi. Direnişin oluşturduğu muazzam atmosfere ve onca olanağa rağmen 5 Haziran eylemi sendikalar payına gerçek bir fiyasko örneği oldu. Bugünün Türkiye’sinde sendikal hareket gerçekte bir hiçtir; DİSK ve KESK üzerinden bunun dolaysız sorumluluğu ise bir kez daha reformist sola aittir.

Haziran Direnişi bir bütün olarak reformist solla çok işimiz olduğunu bir kez daha göstermiş oldu. İP ile TKP tarafından temsil edilen ulusal cumhuriyetçi solla, HDK çatısı altında birleşmiş demokratik cumhuriyetçi solla, bu iki kanattan tonlar taşıyan reformist solun geri kalanıyla... Ve elbette bunları etki altında tutan düzen soluyla ve bunlardan ayrı düşünülemeyecek olan çürümüş sendika bürokrasisiyle... Bu, TKİP IV. Kongresi’nin de temel önemde bir saptamasıdır ve Haziran Direnişi, bu görevin, reformist solun üstesinden gelebilmenin, olağanüstü önemini bir kez daha bütün açıklığı ile ortaya koymuştur. Türkiye’de devrim mücadelesini ileriye taşıyabilmek, her biçimiyle tüm bu reformist barikatların üstesinden gelebilmekle sıkı sıkıya bağlantılıdır. Bu, Haziran Direnişi’nin en önemli derslerinden de biridir.

 

Haziran Direnişi ve Kürt hareketi

Kürt hareketi Haziran Direnişi karşısında önyargılı, öngörüsüz ve tutarsız bir tutum sergiledi. Solda mazur göstermeye çalışanlar olsa da gerçekte bu kaba tutarsızlığın haklı ve anlaşılabilir bir nedeni yoktu. Herşey bir yana, direnişin patlak vermesinde bizzat bir BDP milletvekilinin sembolik bir rolü vardı ve kendisi bununla hala da övünmektedir. Bu durumda direnişe karşı daha başından bu önyargı, bu akıl almaz güvensizlik, anlaşılır şey değildi.

Kürt basınında köşe sahibi bazı kimseler daha ilk günden itibaren harekete Ergenekon oyunu damgasını vurdular. Bu AKP ile aynı ağzı kullanmaktı ve bunu yapanların siyasal kimliklerine bakıldığında bu şaşırtıcı da değildi. Bu gerici söylemi Sırrı Sakık, Ahmet Türk gibi parlamenterler sürdüler. Dahası işi açıktan hükümete kalkan olmaya kadar vardırdılar. Kürt hareketinin ilerici kanadının şaşaladığı, sessiz ve edilgen bir kuşkuculuk içerisinde hareket ettiği günlerde, hareketin gerici kanadı sesini yükseltti ve kamuoyu önünde öne çıktı. Basında ve parlamentoda bunu yapanlar tam da Kürt burjuvazisinin temsilcileriydi.

Haziran Direnişi bir patlamanın ürünü idi ve bunun nasıl bir patlama olduğunu kestirmekte fazlaca bir güçlük yoktu. Sonuçta Kürt hareketi hayatın içinde, kitlelerle geniş bağları var. Haziran Direnişi gerçekliğini anlamada birçok imkana sahip. İstanbul’da patlak verip Türkiye’nin dört bir yanına yayılan bir hareketin içinde çok farklı siyasal eğilimler, bu arada ulusalcıların da olmasından daha doğal ne olabilirdi? Politikada büyük deneyim sahibi Kürt hareketi için bunu anlamak o kadar zor muydu? Haziran Direnişi tüm görkemiyle sürüyorken tutup onu Ergenekon’un bir oyunu sayarak AKP ağzı ile konuşanların, bunu neden yaptıklarını anlamakta bir güçlük yoktu. Şaşırtıcı olan, hareketin ilerici kanadının açıklıktan yoksun, belirsiz, tutarsız, çelişik ve tereddütlü tutumlarıydı.

Buradaki zaafiyeti koşullandıran ana etken, “çözüm süreci” adı altında AKP hükümetiyle girilen angajmandır. Kürt hareketinin bu angajmanı, AKP hükümetini sarsan görkemli bir kitle hareketine uzun süre mesafeli durmasının gerisindeki ana nedendir. Demek istiyorum ki, Kürt hareketininki basitçe gerçeği görememek değildir. Girdiği o yönelimin yarattığı bir handikaptır sözkonusu olan. Ya “çözüm süreci” adı altında hükümetle girilen o aldatıcı ilişkinin kopmasını göze alacaktı, ya da Haziran Direnişi’nin gerçek niteliğini, gücünü ve sunduğu çok önemli olanaklarını görmezden gelecekti. Yaptığı ikincisi oldu.

Oysa Haziran Direnişi Kürt sorununun gerçek çözüm yolunun nereden geçtiğini pratikte göstermiş oldu. Birleşik mücadele içerisinde birbirini anlamanın, birbirinin kimliğine ve istemlerine saygı duymanın, birbirini desteklemenin, giderek de bir birleşik mücadele örmenin, bu mücadele içinde birleşip kaynaşmanın ne demek olduğunu mücadele pratiği içinde ortaya koydu. Direnen kitlelerin bir kesimi ilk kez olarak Kürdistan’daki direnişe bu denli açık ve eylemli biçimde sahip çıktılar. Kürdistan’daki mücadele ile kendi mücadeleleri arasında politik ve duygusal bağlar kurdular. Binlerce kişi anında “Diren Lice, Kadıköy seninle!” sloganlarıyla yürüdü. Ve Kadıköy dediğiniz, direnişin İstanbul’daki merkez üslerinden biriydi.

Özetle Haziran Direnişi mevcut Kürt politikasının açmazı kadar Kürt sorununun uzun vadede soluklu çözümünün yolunu da gösterdi. Ancak birleşik bir mücadele pratiği içinde her türden önyargının yıkılıp aşılabileceğini, gerçek bir birleşme ve kaynaşmanın ancak bu yolla gerçekleşebileceğini, böylece de sorunun sağlıklı ve kalıcı çözümünün yolunun açılabileceğini gösterdi.

Haziran Direnişi aynı zamanda Kürt hareketinin o heterojen sosyal-siyasal karakterine de ayna tutmuş oldu. Kürt burjuvazisinin temsilcileri durmadan direnişe kara çaldılar. Sırrı Sakık en son ana kadar AKP ağzı ile konuşmaya devam etti. Böylece Kürt gericiliğinin ulusal hareket içindeki gücünü de gösterdi. Kürt hareketinin sol kanadının temsilcisi sayabileceğimiz BDP eş başkanı direnişten aylarca sonra hala, biz hareketin kendisine değil oradaki Ergenekoncu ve ırkçı kesime karşıydık, diyor. Hareket içinde ulusalcı solun olduğu bir gerçek, ama onu tutup Ergenekoncu ve ırkçı olarak tanımlamak dayanaktan yoksun bir öznel tutumdur. Solun ulusalcı kesiminin Kürt hareketine karşı önyargılı, hatta İP örneğinde olduğu gibi düşmanca bir tutum içinde olduğu bir gerçektir. Ama öte yandan Kürt hareketinin bu türden politikalar ile ulusalcı solun önyargılarını pekiştirdiği de bir başka gerçektir. Nitekim ulusalcı solun politikasına yön verenler Haziran Direnişi karşısındaki mesafeli tutumundan hareketle Kürt hareketine karşı demagojik söylemlerini sürdürebildiler. Tam da Kürt hareketi saflarında AKP ağzıyla konuşan kişilerin tutumlarını kendilerine dayanak yaparak... Bundan hareketle Kürt hareketini AKP’nin yanında ve yedeğinde göstermeye çalışarak...

Oysa Türkiye’nin devrimcileri gönül rahatlığı içinde direnen kitlelere, işte görüyorsunuz, mazlum bir ulusun politik temsilcileri olarak Kürt yurtseverleri de sizinle aynı saftalar, ortak istemler uğruna birlikte mücadele ediyorsunuz diyebilmeliydiler. Kürt hareketi yanlış politik tutumuyla bunu diyebilmek olanağını en azından zora soktu. İmralı ve Kandil’den müdahale edilene kadar BDP yöneticileri bir çift düzgün cümle bile kuramadı Haziran Direnişi lehine.

Sorunun bir başka yönü daha var. Taksim’i işgal eden topluluğun yüzde 15’i oyunu BDP’ye verdiğini söylüyor, bazı anketlerden yansıdığı kadarıyla. Buna bir de daha solda olanları, harekete siyasal sınıf bilinci üzerinden katılan Kürt emekçilerini katınız. Bu, büyük kentlerdeki Kürt emekçilerinin harekete etkin biçimde katıldığını da gösteriyor. Kürt hareketinin yaşadığı bocalamaların bu düzeyde bir katılımı engelleyemediği görülüyor. Bu da son derece anlaşılır bir durumdur. Her büyük toplumsal patlamada sonuç farklı olmayacaktır. Türkiye’nin büyük kentlerinde sol siyasal eksenli gelişebilecek her hareket birleşik mücadele dinamiği demektir ve kaçınılmaz bir biçimde Kürt emekçilerini de saflarına çekecektir. Üstelik geniş kitleler halinde.

Kürt hareketinin bugünkü zengin sosyal bileşimi aynı zamanda onun zayıflığıdır. Zira ulusal kimlik üzerinden gelen bu zengin sosyal bileşim, aynı zamanda ulusal ortak paydanın en alt noktadan, en geri çizgiden kurulması anlamına gelir. Hareketin mevcut ulusal reformist kimliği aynı zamanda buradan gelmektedir. Sınıflar mücadelesinin, Haziran Direnişi türünden kitle hareketlerinin basıncı altında bu heterojen yapı kaçınılmaz bir biçimde ayrışacaktır. Bir kesim devrimcileşirken, öteki bir kesim daha açık biçimde düzen saflarına kayacaktır. Ve bu ayrışmayı belirleyen temelde sınıfsal konumlar, çıkarlar ve buna dayalı tercihler olacaktır.

Bu süreçte HDK’nın tutumu gerçek anlamıyla bir iflas pratiği olmuştur. HDK güya Türkiye’deki toplumsal dinamikleri kucaklayan ve Kürt hareketi ile birleştiren bir oluşum olacaktı... Ama tam da buna elverişli bir hareket karşısında HDK’nın kendisi de Kürt hareketiyle o aynı zaafiyeti yaşadı. Bu ise HDK’nın Türkiye’deki toplumsal dinamikleri kucaklayan genel bir şemsiye değil, fakat yalnızca Kürt hareketinin bir uzantısı, kişiliksiz bir eklentisi olduğunu gösterdi. Hatayı Kürt hareketi yaptı, eklentisi durumundakiler ise bunu paylaştı. Kürt hareketinin izlediği politikaların bir uzantısı olmanın yolaçtığı bir kaçınılmaz akıbet oldu bu. İçlerinden bazıları bunun sıkıntısını duysalar da, sonuçta kimse bu tutumun dışına çıkmadı. Bu da daha baştan, daha bir ilk önemli sınavda, HDK’nın politik ve moral iflası demek oldu.

 

Haziran Direnişi ve parti

Haziran Direnişi ve parti sorununa öncelikle partinin doğrulanan görüş ve öngörüleriyle başlayacağım. Bunların başında yeni tarihsel döneme ilişkin değerlendirme var ve bunun üzerinde yeterince durmuş bulunuyorum. Burada buna temel önemde bir ikinci nokta olarak, bu değerlendirmeden çıkarılan siyasal-örgütsel sonuçları eklemek istiyorum. IV. Parti Kongresi’nin “Devrime hazırlanıyoruz!” şiarı, bu sonuçların en özlü bir ifadesi olmuştur. Hazırlıklı olacaksınız ki, olaylar patlak verdiğinde rolünüzü etkin biçimde oynayabilesiniz. Tunus ve Mısır’daki halk hareketleri bize bunun olağanüstü önemini göstermişti, Haziran Direnişi kendi yönünden bunu tamamlamış oldu. Devrime bugünden hazırlanmanın belirleyici önemine özel vurgu, partinin Haziran Direnişi üzerinden de doğrulanan ikinci öngörüsü olmuştur.

Bir üçüncüsü, inisiyatifli yerel çalışmaya yapılan özel vurgudur. Parti yıllardır geniş ve etkin bir inisiyatifle çalışan yerel örgütler olmaksızın, etkin bir siyasal çalışma ve mücadelenin yürütülemeyeceği sorunu üzerinde duruyor. Haziran Direnişi bize, etkin, geniş inisiyatife dayalı, her açıdan donanımlı yerel örgütler ve önderlikler yaratamadığımız sürece, böylesine büyük toplumsal patlamalarda etkin bir rol oynamak şansına da sahip olamayacağımızı somut olarak göstermiş oldu. Böyle durumlarda olaylar o kadar hızlı gelişir ki, siz bir kentin kendi içinde bile alt bölgelere önderlik etmekte belirgin biçimde zorlanabilirsiniz. Hele de bu konuda illegal devrimci bir parti olmaktan gelen anlaşılabilir güçlükleriniz de varsa. Bunun üstesinden birçok bakımdan kendine yeterli inisiyatifli yerel örgütlerle gelinebilir ancak. Nitekim bu başarıyı kısmen gösteren yerel örgütlerimiz var, ama olaylar karşısında şaşkınlığa düşen, başlangıç anında edilgenlik içerisinde kalan yerel örgütlerimiz de var. Hızla gelişip yayılan kitlesel patlamalara müdahale edebilmede geniş ve yaratıcı bir inisiyatife dayalı yerel önderliklere sahip olabilmenin çok özel önemi, Haziran Direnişi ışığında çok daha açık biçimde ortaya çıkmıştır.

Bir dördüncüsü, çok temel bir teorik gerçeğe, partinin dünya görüşünün sınıf özüne ilişkindir. Sözkonusu olan işçi sınıfının toplumsal mücadeledeki belirleyici konumu ve rolüdür. Sınıftan kaçış Türkiye solunun neredeyse ortak davranışı olduğu için partinin bu konudaki farklı konumu özellikle önem taşımaktadır. İşçi sınıfının hareket içinde etkin bir biçimde yer almadığı her durumda, hareket sağlıklı bir ayrışmaya uğrayamaz ve dolayısıyla da devrimci bir gelişme rotasına giremez. Bunu Tunus ve Mısır halk isyanlarından sonra Haziran Direnişi üzerinden de tüm açıklığı ile görmüş olduk. Kapitalist bir ülkede heterojen bir toplumsal hareketi ancak işçi sınıfı sağlıklı bir iç ayrışmaya uğratabilir ve ileriye taşıyabilir. Tüm sağlıksız öğeleri, yapısal olarak burjuva sınıf düzenine bağlı ya da ona eklemlenmiş kesimleri hareketin dışına iter, tersinden emekçileri ve ezilenleri daha ileri bir çizgide mücadeleye bağlar. Bu, hareketin heterojen bileşimden gelen zenginliğini ortadan kaldırmaz. Ama onu sağlam ve sağlıklı bir eksene oturtur. Bunu bu toplumda yapabilecek biricik sınıf işçi sınıfıdır. Küçük-burjuvazi, hele de onun iyi halli kesimleri, genellikle altı üstle uzlaştırma, emekçi katmanlar ile burjuva katmanlar arasında ortayı bulma çizgisinde hareket ederler. Bu onların o kendi toplumsal konumlarının, sınıfsal karakterlerinin en doğal sonucudur. Onların önderlik ettiği bir hareket doğası gereği kurulu düzenin temellerine yönelmez. Bunu anlamak için bu sınıfsal tutumun politik ifadesi olan reformist sola bakmanız yeterlidir.

“Parti, sınıf, devrim!” şiarı içerisinde anlamını bulan bir başka nokta daha var. Eğer işçi sınıfı harekete katılabilecek bir etkinlik ya da inisiyatif içinde değilse, devrimci durumlar devrime bile dönüşemiyor, değil ki devrimin zaferine. İşçi sınıfının böyle bir rol oynamadığı bir durumda, küçük-burjuvaziden neredeyse burjuvazinin üst katmanlarına kadar çok geniş kesimler bu türden hareketlerle bir biçimde kesişebiliyorlar, kendilerine bir yer bulabiliyorlar. Hareket devrime büyümek bir yana doğası gereği buna yönelik dinamikleri dizginleyen bir çizgide kalıyor. Oysa sosyal karakterin, sınıf ekseninin önplana çıktığı bir harekette bu böyle olmaz. Burjuva katmanlar harekete katılmak bir yana, açık, net ve kararlı bir tutumla hareketin dışına düşer, dahası karşısına geçerler. Tersinden de ama, işçi sınıfı etrafında kümelenmeye potansiyel olarak hazır kesimler, eğer sınıf gerçekten etkin bir inisiyatif gösterebiliyorsa, daha bir güvenle hareket içinde ve dolayısıyla işçi sınıfı hareketi ekseninde yer alırlar. Toplumsal patlamaların devrime doğru büyüme potansiyeli de böylece açığa çıkar ve gerçeğe dönüşmek olanağı bulur.

Partinin öngörülerinin doğrulanmasının son bir örneği olarak, Kürt meselesindeki değerlendirmelerini hatırlatmak istiyorum. Birleşik mücadelenin anlamı, önemi ve sonuçları konusunda partinin söylediği herşey Haziran Direnişi’nin pratiğinde sınanmış ve doğrulanmıştır. Birleşik mücadelenin yolunun nereden geçtiği ve bunun ne tür sonuçlar yarattığı açıklıkla görülmüştür.

Elbette devrimci bir parti için başarılı öngörülerde bulunmak hiçbir biçimde yeterli değildir. Önemli ve belirleyici olan, bu öngörülere uygun bir hazırlık içerisinde olabilmek ve günü geldiğinde buna uygun bir pratik inisiyatif gösterebilmektir. Buradan bakıldığında partimizin pratiği başarısızdır. Ama bugünün koşullarında ve hareketin muazzam çapı karşısında bu sonuç çok da şaşırtıcı değildir. Önemli olan, bundan sonrası için bundan gerekli sonuçları çıkarabilmek, Haziran Direnişi’nin derslerinden en iyi biçimde öğrenebilmektir.

Etkin ve dinamik yerel örgütler ve hele de önderlikler, başarılı olabilmenin zorunlu koşuludur ve bu parti payına çıkarılması gereken derslerin ilkidir. Bu türden hareketlerde etkin bir rol oynamak tümüyle yerel örgütlerinizin ne durumda olduklarıyla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Haziran Direnişi’nden sonra, inisiyatifli yerel örgütler ve önderlikler sorununa, yerel çalışma ve mücadele görevlerine artık yeni bir gözle bakmak zorundayız.

İkincisi, kitlelere eylem içinde önderlik yeteneğidir. Propaganda-ajitasyon, düzenli ve sistemli seslenmeler, her dönem için önemli ve gereklidir. Ama asıl yapılması gereken kitlelere eylemli önderliktir. Her parti örgütünün ve her kadronun bu bilinçle, bu ruh haliyle ve bu pratik hazırlıkla, bu yetenekle donanmasıdır. Ancak kitlelere önderlik etme yeteneği olan, bu inisiyatifi gösterebilen kadrolara sahip olan partiler, harekette etkin bir rol oynayabilir. Haziran Direnişi bunu bize açık olarak bir kez daha göstermiş oldu.

Öte yandan Haziran Direnişi, kitle mücadelesinin kalıplara gelemeyeceğini, her yeni kitle hareketinin ortaya yeni biçimler, yeni özellikler çıkarabileceğini gösterdi. Bir marksistin görevi, her türlü mücadele biçimini bilmek, tanımak ve anlamaktır. Yanısıra mücadele biçimlerinin kitle hareketine empoze edilemeyeceğini, bunların bizzat kitle hareketinin kendi dinamizminden, kitlelerin kendi inisiyatifinden çıkacağını bilip gözetmektir. Eğer siz her türlü mücadele biçimini bilir, tanırsanız, hiç beklenmedik bir kitle hareketinin ortaya çıkardığı biçimlere uyumda da güçlük çekmezsiniz. Sosyal mücadelenin belirli bir kalıbı yoktur, bu gerçeği hep gözönünde bulundurmak zorundayız. Geniş bir bakış açısıyla, zengin bir inisiyatifle hazırlanacağız ve patlayan her hareketin somut özelliklerini hızla kavramaya çalışacağız. Kuşkusuz görevimiz ona kabaca uyum sağlamak değil fakat bilinçli bir ifade kazandırmak ve devrimci bir çizgiye yönlendirmektir. Bunda ise ancak hareketi doğru bir biçimde kavrayabildiğimiz ölçüde başarılı olabiliriz.

Haziran Direnişi ortaya öylesine yeni biçimler çıkardı ki, bu bazılarını onları mutlaklaştırmaya, ifade uygunsa onlara tapınmaya, bugüne dek bilinen araç, biçim ve yöntemleri tümüyle eskimiş ilan etmeye götürdü. Burada tümüyle bir tek yanlılık, küçük-burjuva aydınına özgü o ölçüsüz abartı var kuşkusuz. Ama hareketin, hiç değilse Türkiye’nin alışık olmadığı bazı biçimler ortaya çıkardığı da bir gerçektir. Görevimiz bunları tanımak, anlamak ve bundan sonrası için hesaba katmaktır. Bazıları bundan, bu hareket dikey örgütlenmelerin (bununla hiyerarşik örgütlenme kastediliyor) gereksizliğini ortaya koymuştur, aslolan yatay örgütlenmedir, aslolan merkezsizliktir, aslolan yerelliktir, sonucunu çıkarabilmektedir. Bunlar aydın hafifliğine özgü post modern düşüncelerdir. Bunlar, dünya ölçüsünde, ülkeler ölçüsünde, her bir kent ölçüsünde, daha alt birimler ölçüsünde tepeden tırnağa örgütlü bir egemen sınıf karşısında ezilen ve emekçi katmanların silahsızlandırılmasından başka bir şey değildir. Oysa Haziran Direnişi  bize aynı zamanda bilinçli ve disiplinli örgütlü yapıların, bu gibi durumlardaki olağanüstü önemini de gösterdi. Haziran Direnişi bize gösterdi ki, onbin kişi Aksaray’a yığılıyor, ama ne yapacağını bilemeden öylece kalabiliyor, ta ki örgütlü bireylerin yönlendirici müdahalesine kadar. Demek ki önderlik, demek ki yönlendiricilik, demek ki örgütsel biçim kazandırmak, hareketin başarısının olmazsa olmaz koşulları arasındadır.

Kitle hareketinin zengin biçimlerini bileceğiz ve bunun karşısında gerekli esnekliği göstermeyi başaracağız. Öyle bildiğimiz kalıplara uydurmaya kalkmayacağız, ki bunu istesek de başaramayız. Biz yaratıcı bir biçimde hareketi kavramak ve ona yön vermek durumundayız. İnsanlarımızı gündelik olarak bunlarla eğitmek, Haziran Direnişi’nin derslerini bu açıdan döne döne irdelemek zorundayız.

Bu direniş bir önderlikten yoksundu diyoruz. Türkiye gibi kapitalist gelişmenin ileri boyutlar kazandığı bir ülkede toplumsal mücadelenin sınıfsal önderliğini işçi sınıfı, siyasal mücadelenin devrimci çizgide önderliğini ise ancak devrimci bir sınıf partisi yapabilir. Devrimci, örgütlü, disiplinli bir parti, göründüğü kadarıyla kafası karışık sol liberal aydınları pek ürkütüyor. Hepsi devrimci parti önderliğine karşı; aman ha, bu harekete yapılabilecek en büyük kötülüktür diyorlar. Hareketin bugünkü gevşekliğinin, şekilsizliğinin, yönsüzlüğünün onun kitleselliğinin koşulu olduğunu biliyorlar, onu bu biçimiyle yeterli görüyorlar ve devrimci önderlik müdahalesine karşı çıkıyorlar. İyi ama, bu kitlesellik bugün için bu biçimde korunur da, üç gün sonra da sönümlenir. Bununla bir çıkış yapılır, bir gövde gösterilir, ama sonra da hareket dağılır gider. Bununla da bir yere gidilmez. Amaç stratejik olarak bir yere gitmek midir, adım adım egemen sınıf iktidarını, kurulu düzeni alaşağı etmek midir, amaç devrim midir? Böyleyse eğer, bu da ancak bir sınıf önderliği ve onu eksen almış devrimci bir siyasal önderlik oluşturulursa başarılabilir bir şeydir. Değilse zaten devrimci açıdan herşey anlamını yitirir, geriye en fazla kurulu düzeni kendi sınırları içinde reformlara zorlamak kalır.

Kitlelerin inisiyatifi, hareketin eylem içinde açığa çıkmış zenginliği, direniş içinde oluşmuş demokratik ilişkiler, dayanışma, yaratıcılık, tüm bunlar alabildiğine önemsenmeli, geliştirilmeli ve ileriye taşınmalıdır. Devrimci örgütlü müdahale bunları zayıflatmak ya da zaafa uğratmak için değil, tam tersine, tam da bunlardan güç alarak hareketi ileriye taşımak için gereklidir.

Haziran Direnişi, toplumsal düzlemde devrimci sınıf önderliği ile siyasal düzlemde devrimci parti önderliğinin hayati önemini bir kez daha göstermiştir. Devrimci bir parti olmadığında ne olduğunu görmek için Mısır'a bakmak yeterlidir. 20 milyon imza toplanır, Tahrir’e birkaç milyon insan yığılır, sonra bir askeri darbe olur, ayın kitleler ne yapacağını bilemez duruma düşer, dağılır gider. Sonra da askeri cunta ile islami gericilik baş başa kalır. Oysa devrimci bir önderlik aynı hareketi adım adım daha ileriye taşıyabilir. Zaman zaman püskürtülse bile, bazı zorunlu geri çekilmeler yaşasa bile, yeniden güç toplayarak daha ileri safhalara geçişi örgütleyip yönetebilir. Örgütlü devrimci önderlik olmadığı sürece bu olmaz, olamaz. Tarihsel ve güncel tüm deneyimler bunu, bu hayati gerçeği tam bir açıklıkla ortaya koymaktadır.

Haziran Direnişi bize kitle mücadelelerinin beklenmedik bir şekilde radikalleşebileceğini gösterdi. Devrimci bir parti payına gerekli olansa buna yanıt verebilecek devrimci militan bir önderlik yeteneği ve pratiğidir. Dönem artık barikatlara çıkmak, kitlelere kararlılık aşılamak, eylem içinde onlara güç, cesaret ve yön vermek dönemidir. Yaratıcı devrimci inisiyatife dayalı bir önderlik tarzı geliştirmeli, beklenmedik olaylara her bakımdan hazır olmalıyız. Bu bilinç ve ruh hali ile donanmış kadrolar yetiştirmeliyiz.

Hala bir dizi sorunla uğraşan bir partiyiz, son 4-5 yıllık tartışmalarımızın da gösterdiği gibi. Beklenmedik biçimde patlak veren muazzam bir kitle hareketine önderlik edebilecek bir hazırlık ve kapasiteden henüz çok uzak olsak bile, yine de böylesi patlamaları öngörebilen, bunlara hazırlık görevini ortaya koyan, buna yüklenen bir parti olmak üstünlüğüne sahibiz. Direniş bakış açımızı ve yönelimimizi bu açıdan sınamıştır. Bu önemli bir kazanımdır, önemsenmesi gereken bir üstünlüktür. Yapmamız gereken, izlediğimiz çizginin, ortaya koyduğumuz öngörülerin politik, pratik ve örgütsel gerekleri doğrultusunda bundan böyle daha etkin bir biçimde çalışmak, geleceğin büyük mücadelelerine her açıdan ve her alanda hazırlanmaktadır.

 

Direnişin etki ve sonuçları

Bu çapta bir direnişin etki ve sonuçlarını doğru değerlendirebilmek önemlidir. En önemli sonuç, dinsel gericiliğin Türkiye’de yarattığı iktidar tekeline vurduğu darbedir. Bu atmosferi parçalaması, dinsel gericiliğin özgüvenini sarsması, onu bir sıkıntının içerisine sokmasıdır. Bu çok tartışmasız bir sonuçtur. Dinsel gericilik öylesine bir ağırlık yaratmış ve bu temelde öylesine pervasızlaşmıştı ki, Haziran Direnişi buna nihayet bir dur demiş oldu. Bu pervasızlığa büyük bir darbe oldu, dinci iktidarı bocalamaya ve savunmaya itti. Yanısıra Tayyip Erdoğan denilen küstah ve kibirli adamın kimyasını bozdu. Yalnızca dengesini yitirmesini kastetmiyorum, adamın o şişirilmiş karizması yerle bir oldu. Toplum nezdinde ve dünya ölçüsünde. Bu direnişle birlikte ve direniş sayesinde oldu. Şimdi içerde ve dışarda bir çok kimse hakkında uluorta söyleyeceğini söylüyor. Tam da Haziran Direnişi'nin sağladığı siyasal ve moral imkanlar sayesinde.

AKP örgütlü gericiliğin bir çatı partisidir. Dinsel gericilikse her bakımdan örgütlü ve halen de çok güçlüdür. Arkalarında özel sermaye grupları, ellerinde büyük maddi kaynaklar var. Halen iktidarlar, devlet aygıtına ve böylece denetleyebildikleri muazzam kaynaklara sahipler. Bütün kamusal rantın yönetimi, denetimi, dağıtımı bunların elinde. Hala çok şey yapabilecek imkanlara sahipler. Ama Haziran Direnişi’yle birlikte büyük bir politik ve moral darbe aldıkları da bir gerçektir. Halihazırda bunun yarattığı sarsıntıyı atlatmak çabasındalar. Ama yapabileceklerinin de sınırları var. Durumu ancak yeni bir seçim başarısıyla bir süreliğine kurtarabilirler. Eğer ilk seçimlerde etkili bir seçmen desteğine hala da sahip olduklarını gösterebilirlerse, bu onlara yeni bir moral güç verecektir ve böylece Haziran Direnişi’nin sarsıcı etkilerini bir ölçüde dengeleyebilecekler. Halen tüm umutları bu eksendedir.

Fakat işleri fazlası ile zordur. İç ve dış politika cephesindeki bir dizi gelişme, beraberinde hızlı bir yıpranma süreci getirmektedir. Birçok belirti dinci iktidar için düşüş döneminin başladığını göstermektedir. Biz bunu cemaatin davranışları üzerinden de görebiliriz. Cemaat tehlikeyi gördüğü ya da sezdiği her durumda kendini kenara çekip hedef olmaktan kurtulmayı başaran kıvrak bir bukalemun niteliğine sahiptir. Şimdi bakıyoruz, AKP ve Tayyip Erdoğan’la arasına gitgide büyüyen bir mesafe koyuyor. Bunu aynı zamanda onunla pazarlık gücünü artırmak için de yapıyor, sorunun böyle bir yanı da var. AKP tepe takla giderse hedef olmaktan yine de kurtulamazlar, çünkü suçları çok ağır ve kendileri de bunu çok iyi biliyorlar. Sayısız kirli iş çevirdiler, böylece de çok düşman kazandılar. Demek istiyorum ki, aynı zamanda pazarlık gücünü artırmak, iktidarı paylaşalım ki birlikte ayakta kalalım diyebilmek için de yapıyor bunu. Ama ilişkilerin gitgide gerginleştiğini, karşılıklı olarak bıçakların bilendiğini gösteren işaretler de çoğalıyor. Yakın zamanda Tayyip Erdoğan’ın hizmetinde yazan Mehmet Barlas’ın Zaman gazetesi ile polemikleri bunu gösteriyor. O polemikler, iplerin koptuğu, biraz gemilerin yakıldığı izlenimi de veriyor. Haziran Direnişi bu açıdan da önemli bir dönüm noktası oldu. Haziran’dan sonra Cemaat kenara çekilerek AKP’yi ve Tayyip Erdoğan’ın tek başına hedef haline getirmeye özen gösterdi.

Haziran Direnişi’nin önemli bir başka sonucu üzerinde daha önce de durmuştum. Emperyalist mihraklar yıpranan, bazı alanlarda zımnen konulmuş limitleri aşan ve böylece sorun da oluşturmaya başlayan AKP iktidarına, Haziran Direnişi’nin yarattığı atmosferden yararlanarak bir ayar vermek istiyorlar. Özellikle de Tayyip Erdoğan’a. Toplumun bir kesimi nezdinde bu denli yıpranmış, tartışmalı hale gelmiş olmasını kullanarak, onu çizgiye, limitlerin içine çekmeye çalışıyorlar. Halihazırda ondan tümden vazgeçmeye hazır değiller, zira bunun koşullarından yoksunlar. Yerine konulacak uygun bir alternatif hazırlamadan bunu yapmazlar, yapamazlar. Vesile doğdukça Abdullah Gül’ün öne çıkarılması, parlatılması, emperyalist batı basınında Tayyip Erdoğan ile kıyaslamalar içinde daha dengeli, daha makul diye övülmesi bundan dolayıdır. Cemaatle ilişkilerde oluşan mesafede bundan ayrı değildir. Cemaatin dizginleri tümüyle ABD’nin elindedir. ABD-İsrail planlarına tam uyum onun en belirgin özelliğidir. Cemaat’in AKP ile arayı açmasına, iç iktidar savaşı kadar ABD-İsrail planlarına uyum üzerinden de bakmak durumundayız. Sonuçta bütün bunlar, Haziran Direnişi’yle, onun yarattığı yeni atmosferle, sıkı sıkıya ilişkilidir.

Direnişin etki ve sonuçlarından bir ötekisi, toplumsal muhalefete ve sol harekete kazandırdığı politik ve moral güçtür. Bu yeterince açıktır ve üzerinde fazlaca durmak gerekli değildir. Sol hareket direniş sayesinde bir özgüven ve toplumsal meşruiyet kazandı. Aynı şekilde, eyleme katılan kesimler özellikle olmak üzere kitleler de bir moral güç ve özgüven kazandı. Evet sokağa çıkabiliriz, bir şeylerin karşısına dikilebiliriz ve bunu geniş çaplı bir hareket olarak yapabiliriz inancı, kitlelerin kendi pratiğinden bilinçlerine yansımış bir sonuçtur ve çok önemlidir. Artık karşımızda dünün kitleleri, 12 Eylül’ün sindirdiği, atomize edilmiş, uyuşturulmuş kitleleri yok... Duruma artık yeni bir gözle bakmak durumundayız. Düne kadar fabrikalarda eski solcu işçiler mücadelenin engeli olarak görülürdü. Bunlar her yeni mücadelenin bedelinin kendilerine ödettirileceğini düşünerek hep mücadeleyi geriye çekiyorlar diyorduk ve bu doğruydu da. Şimdi o kesimlerin de daha etkin davranabileceğini hesaba katmak durumundayız. Haziran Direnişi’nin içinde o tür kesimlerin ağırlığı sanıldığından da büyüktür. 12 Eylül’ün sindirdiği, yıldırdığı, mücadeleden kopardığı kesimler için Haziran Direnişi, ifade uygunsa canlandırıcı bir hayat öpücüğü oldu.

Sosyal mücadele açısından yeni bir dönem başladı. Gezi türü hareketlere bu ülkenin şiddetle ihtiyacı vardı, bunu yineliyorum. Bu bir aşamadır ve çok önemlidir. Bu açıdan tarihi denebilecek bir önemi var Haziran Direnişi’nin. Türkiye’de sosyal-siyasal mücadelenin gelişmesi bakımından çok önemli bir basamak.

Sol bu direniş içerisinde güç, moral ve özgüven kazandı ama yazık ki bilincini değiştirmedi. Dahası bu konuda belli bakımlardan daha da geriye düştüğünü bile söyleyebiliriz. Kitlelerin düzeyine, eğilimlerine uyum sağlamak adı altında daha da geriye savrulmuş durumda bir dizi parti, grup ve çevre. Her biri kendince, kendi durumlarının gerektirdiği yönde demek istiyorum, kitle hareketinin geriliklerinden dayanak bulmaya çalışıyor. Demokratizmden ulusalcılığa kadar... Reformist solun bu iki ana akımının önümüzdeki dönemde konum ve kimliklerini daha açık bir biçimde ortaya koymalarını bekleyebiliriz.

Kürt hareketi direnişin yarattığı imkanların gerçekte fazlası ile farkında. Bunun ulusal özgürlük mücadelesine yeni bir soluk kazandıracağını da biliyor. Çözüm süreci beklentileri boşa çıktığı ölçüde bunun önemi artacaktır. Ama çözüm süreci boşa çıkar da, eski kısır döngüye yeniden dönülürse, tabii bu Türkiye’deki toplumsal atmosferi olumsuz etkileyecektir. Haziran Direnişi’nin bu kadar etkili ve geniş çaplı olarak nispeten kolay bir biçimde patlak vermesinde beş-altı aydır çatışmanın olmamasının yarattığı atmosferin de belli bir payı var. Kısır ve çözümsüz çatışmanın Türkiye’deki sosyal dinamikleri dumura uğrattığını yıllardır söylüyoruz. Nitekim sınırlı bir ara bir anda toplumsal atmosferi rahatlatıyor, böylece sosyal sorunlar ve buna dayalı mücadele önplana çıkarıyor. Ama eskiye eski biçimiyle muhtemel bir dönüş, şovenizme yeniden güç kazandırır ve bu da toplumsal atmosferi bir kez daha ağır biçimde zehirler. Haziran Direnişi çözümün birleşik ve soluklu bir mücadeleden geçtiğini açıklıkla göstermiş olsa da Kürt hareketi bunun gerektirdiği bir dönüşümden şu an için çok uzaktır. Yine de Haziran Direnişi’nden hangi sonuçları çıkaracağını dikkatle izlemek gerekecek. Bu konuda henüz yeterli bir açıklık yok.

Bunun ötesinde direnişin Türkiye’den öteye etkileri var. Emperyalist cephe üzerindeki etkilerine değinmiş oldum. Ama sorun bundan da öteyedir. Türkiye bulunduğu bölgede önemli bir ülkedir. Bunu IV. Kongre’de ve onu izleyen parti okullarında özellikle ortaya koymaya çalıştım. Türkiye devriminin bölgesel misyonu üzerinde durdum. Buna ilişkin bakış açısı TKİP IV. Kongresi Bildirisi’ne tüm açıklığı ile yansımış da bulunuyor. Burjuva gericiliği, Türkiye’nin bölge halklarıyla, kendini çevreleyen halklarla tarihi, kültürel, dinsel bağlarını kendi gerici sefil çıkarları için her dönem kullandı ve hala da kullanıyor. Ama bu tarihi-kültürel bağlar bir gerçek olduğuna göre, Türkiye’nin devrimcileri bunları pekala Türkiye ve bölge devrimleri için de kullanabilir. Biz komünistler bu bakış açısına daha en baştan sahiptik ve değerlendirmelerimizde yeri geldikçe bunu vurgulamıştık.

Evet, kendi sınırlarının ötesinde bir gücü ve önemi var Türkiye’nin. Tam da aynı nedenle Türkiye devrimci hareketi de potansiyel olarak önemli imkanlara sahip. Türkiye işçi sınıfı bölgenin en güçlü sınıfı durumunda. Haziran Direnişi bunu da somut olarak gösterdi. Direniş dünya ölçüsünde ilgiyle izlendi, tartışıldı, değerlendirmelere konu edildi. Direniş başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın ilerici-devrimci çevrelerine güç ve moral verdi. Dünya emekçileri üzerindeki etkisini Brezilya örneği üzerinden çok somut olarak biliyoruz. Latin Amerika’nın bu bize çok uzak ülkesinde, tümüyle sosyal nedenlere bağlı olarak patlak veren hareketin önemli şiarından biri, “Burası Türkiye!” idi.

Belki üzerinde az durulan ama gerçekte daha büyük bir etki olarak yankılandığı bir başka ülke var. Haziran Direnişi’nin Mısır halkına, onun ilerici katmanlarına çok büyük bir moral verdiğinden kuşku duyulamaz. Haziran Direnişi’nin bu etkisini Arap basınındaki ilerici kalemler de açıkça dile getirdiler, Mısır ve Tunus muhalefetinin büyük bir moral kazandığını yazdılar. Bu da anlaşılır bir durumdur; zira o güne kadar Türkiye, tüm Ortadoğu için gerici bir model olarak sunuluyordu. Tunus, Mısır ve Fas gibi ülkelerdeki islami gericiliğe büyük bir politik ve moral güç sağlıyordu bu ve tersinden bu ülkelerin ilerici muhalefetini olumsuz etkiliyordu. Ama Türkiye’de Tayyip’in kimyasıyla birlikte karizmasını da bozan bir hareket patlak verdikten sonra, yerli ve uluslararası basında ılımlı İslam dönemi bitmiştir tartışmaları başladı. Ilımlı İslami partilere dayalı iktidarlar döneminin bittiği, bunu bizzat gündeme getiren ABD’nin artık bundan umabileceği bir şey kalmadığı dile getirildi. Haziran Direnişi’nin bir başka önemli sonucu oldu bu. Direnişin Mısır muhalefetinin Müslüman Kardeşleri alaşağı etmek için yaptığı hamleye güç kattığından da kuşku duyulamaz. Aynı şekilde Tunus muhalefetine büyük bir moral güç kazandırdığından da.

***

Burjuvazi halen AKP iktidarı etrafında saf tutmuş durumda, belli aşırılıklarından rahatsız olsa bile. Büyük sermaye çevrelerinin AKP iktidarına desteğini direniş döneminde açıklıkla görmüş olduk. Sermaye medyasının tavrı bunun aynası oldu. Sonuçta AKP iktidarı burjuva düzenin bir dizi dengesini bozuyor. Yargıya olan güveni yerle bir etti. Bir polis devleti kurdu. Burjuva düzenini hukuktan söz edemez duruma getirdi. Öte yandan iktidar gücünü gitgide daha çok sermaye transferine, sermayenin el değiştirmesine yönelik olarak kullanıyor. Normalde burjuvazi bütün bunları hoş karşılamaz. Bunlar burjuva düzenin istikrarını ve iç dengelerini bozar. Büyük burjuvazinin buradan gelen hoşnutsuzluğunu biliyoruz. Ama halen yerine daha iyisini de koyabilecek durumda da değil. ABD’nin AKP konusundaki açmazı aynı zamanda Türk burjuvazisinin de açmazıdır. Yerine birşey koyamadığı için halen onu destekliyor, desteklemek zorundadır. Ama AKP’nin hizaya gelmesini, bugünkü pervasızlığının törpülenmesini, bunun için de biraz yıpranmasını ister, tıpkı ABD gibi. Ancak böyle bir zayıflama durumunda AKP iktidarı burjuvazinin tüm kesimlerinin desteğine önem verir, servet transferi vb. girişimlerinden uzak durur. Bu çerçevede Koçlar’ın, Boynerler’in üzerinden yansıdığı gibi, Haziran Direnişi’ne hayırhah bir tavırla yaklaştıkları da bir gerçek. Kuşkusuz onu biraz yaşam tarzı direnci sınırlarına indirgeyerek, yaşam tarzına müdahaleye tepki sınırlarında sunmaya çalışarak... İyice daraltarak, böylece içini boşaltmaya çalışarak da demek istiyorum.

Kemalist mirası, burjuva cumhuriyetinin kuruluş ilke ve değerlerini bayrak edinmiş olan ve bunu bugünün koşullarında kaba bir şovenizmle birleştiren ulusal solun Haziran Direnişi’yle birlikte güç ve moral kazandığı bir gerçek. Bunun onun umutlarını büyüttüğü de. Perinçekçi İP’ten CHP’nin bir kanadına ve TKP’ye uzanan geniş bir yelpaze bu. Bir 27 Mayıs modeli var önümüzde. Menderes büyük burjuvazinin bir dönemine etkili bir şekilde yanıt olmuştur. O dönemde kapitalist gelişme önemli mesafeler katetmiştir. Dönemin II. Dünya Savaşı sonrası uluslararası koşulları da buna fazlasıyla uygundur. Bu kapitalizmin dünya ölçüsünde bir genel genişleme dönemidir. Demokrat Parti yıllarında kapitalist büyümeye uygun altyapı geliştirilmiş, tarımda makinalaşmada önemli adımlar atılmıştır. Yeni bir sanayileşme hamlesini kolaylaştıran, kapitalist gelişmeyi hızlandıran adımlar olmuştur bunlar. Menderes iktidarı emperyalizme ve işbirlikçi burjuvaziye önemli hizmetler vermiş ve karşılığında büyük destekler görmüştür. Ama bir yerden sonra o da, aynen bugünün Tayyip Erdoğan gibi, limitleri aşıp bazı şeylerin ölçüsünü kaçırınca sorunlu dönem başlamıştır.

Menderes de bazı şeyleri fazla zorladı. Başında İnönü’nün bulunduğu düzen muhalefetini bile kaba yöntemlerle sindirmeye yeltendi. O da toplumda kaba bir cepheleşmeyi kışkırtan söylemlere ve adımlara başvurdu. Onun da tıpkı bugünün Tayyip Erdoğan’ı gibi bir Suriye’ye müdahale hevesi var, bugünün Suriye politikası gibi hüsran ve iflasla sonuçlanan. Ve 1958 yılında büyük bir devalüasyon gerektiren (ve bir bakıma Menderes’in sonunu hazırlayan) ağırlaşmış ekonomik sorunlar var. Özetle bugünün Tayyip Erdoğan’ı her bakımdan değilse de bir dizi açıdan ‘50’li yılların Menderes’ine benziyor. Yükselişi kadar düşüşü üzerinden de. Ve hemen tüm kesimleriyle günümüzün ulusal solu umuyor ve temenni ediyor ki, sonu da benzesin. Hemen hepsinin umudu yeni bir 27 Mayıs’ta.

27 Mayıs gençlik eksenli kitle hareketinin düzlediği zeminde gerçekleşen bir askeri darbe modelidir. Mısır’daki son gelişmeleri de bir parça andıran.. Tayyip Erdoğan’ın Mısır’ı şu sıralar bu denli dert etmesinin gerisinde de asıl olarak bu var. 27 Mayıs modelinden çok korkuyor ve Mısır üzerinden gerçekte kendi derdine ağlıyor. Kopardığı onca yaygaranın gerisinde bu var.

Ulusal sol da bu iş oraya gidiyor diye bakıyor. Bütün umutları hep 27 Mayıs modelinde. Yalçın Küçük mahkemedeki son savunmasında bunu yeterli açıklıkta dile de getirdi. Beni buradan devrim çıkarır dedi, ki kastettiği 27 Mayıs türü bir askeri darbe idi. Benzer imalar Doğu Perinçek’in karar sonrası açıklamalarında da var. Güçlü bir kitle hareketi ve ondan güç alan bir askeri darbe! Ulusal solun beklentisi bu. Mısır’daki gelişmeler ulusal solun buna ilişkin umutlarına ayrıca güç katmış durumda.

Sorun benzer bir gelişmenin Türkiye’de yaşanıp yaşanmayacağı değil, ama birilerinin sol adına bunun üzerine hesaplar yapmasıdır. ‘60’lı yılların kendi koşullarına göre yine de anlaşılabilir nedenleri olan hayallerini ve kaba yanılgılarını elli yılın ardından tutup bugün tekrarlamak soldaki ideolojik çürümenin bir ifadesidir. Bunun bir yanını ulusalcılık üzerinden İP-TKP temsil ediyorsa, öteki yanını demokratizm ve parlamentarizm üzerinden HDK solu temsil ediyor. İlkinin ideolojik ve moral liderliğini Doğu Perinçek, ikincisininkini Abdullah Öcalan yapıyor. İlki bir askeri darbeyle ruhunu Kemalizm’den alan bir ulusal cumhuriyet, öteki düzenin egemenleri ile uzlaşma içinde sözüm ona bir demokratik cumhuriyet kurmak peşinde. ‘60’lı yıllar Türkiye’si bir geçiş toplumu idi ve bu türden burjuva hayallerin herşeye rağmen nesnel bir temeli vardı. Kalkıp o dönemin hayallerini, kapitalist sınıf ilişkilerinin sağlamca yerleştiği bugünün Türkiye’sinde, üstelik solun elli yılı bulan düşünsel birikimi ve pratik deneyiminin ardından, bugün aynı biçimiyle yinelemek, bir ideolojik ve moral iflastan başka bir şey değildir.


Üste