Logo
< 15-16 Haziran, sol hareket ve işçi hareketi

Genel durum ve güncel gelişmeler


 Dünya, bölge ve Türkiye...

Genel durum ve güncel gelişmeler

 

Dünya: Çok yönlü bunalım ve genel istikrarsızlık

Kapitalist dünyada bugünkü durumu karakterize eden en belirgin özellik, günden güne ağırlaşan çok yönlü bir bunalım ve genel bir istikrarsızlıktır. Gündemde olan ve genel bir çöküşe dönüşmesi korkuyla beklenen ekonomik krizdir ama gerçekte sistemin krizi tüm öteki alanlarda da yeterince belirgindir.

Örneğin daha 3-5 yıl öncesine kadar üzerine büyük gürültüler koparılan neo-liberal ideoloji ve küreselleşme söylemi hızla değerden düşmektedir. Ekonomiye devlet müdahaleleri ve korumacı önlemlerin ilk örnekleri, ironik bir biçimde bizzat neo-liberalizmin kabesi ABD’de gündeme gelmektedir. Bir öteki dikkate değer örnek, yıllardır emperyalist yayılmanın, dolayısıyla yeni emperyalist saldırı ve savaşların örtüsü olarak kullanılan “teröre karşı mücadele” söyleminin her türlü inandırıcılığını artık yitirmiş olmasıdır. Son Gürcistan krizinin de tanıklık ettiği gibi, 11 Eylül sonrasında bu eksende örülen emperyalist mutabakat da giderek çözülmektedir. Bu söylemin gerçekte emperyalist yayılmanın bir aracı olarak kullanıldığını artık öteki bazı emperyalistler bile söylemekte, hiç değilse ima etmektedirler. Vladimir Putin’in 2007 Şubatı’ndaki Münih konuşması bunun açık bir örneği olmuştu.

Bunalım siyasal cephede de yeterince açıktır. ‘80’li yıllardan beridir kesintisiz olarak uygulanan neo-liberal saldırı politikaları daha baştan “sosyal devlet”in sonu demekti, bu ise zaman içinde kaçınılmaz olarak sosyal barışın sonu anlamına geliyordu. Nitekim bunun etki ve sonuçları günden güne daha açık bir biçimde ortaya çıkmakta, tüm kapitalist toplumlarda sosyal-siyasal bir krizi mayalamaktadır. Program ve politikada aynileşen burjuva partilerinin inandırıcılıklarını yitirmesi, burjuva parlamentarizminin gözden düşmesi, kitlelerin bilincinde sistemin meşruiyeti inancının zaafa uğraması, ve nihayet kitlelerin günden güne büyüyen hoşnutsuzluğu ve buna eşlik eden hareketliliği, tümü birarada bunun yansımalarıdır. Bugünden ilk belirtileri görülen yarının büyük sosyal kaynaşmalarına çok yönlü hazırlığın, bu çerçevede polis devletine geçişin emperyalist metropollerde genel bir eğilim halini alması ise bu aynı gelişmenin öteki yüzünü oluşturmaktadır. Aynı şekilde, batılı emperyalist metropollerde resmi çevrelerce sinsi ama sistemli bir biçimde körüklenen ırkçılık ve yabancı düşmanlığının güç kazanması da...

Öte yandan bugün sistemde giderek belirginleşen bir emperyalist hegemonya krizi var. ABD’nin hegemonyası çözülmekte, çok kutupluluk eğilimi ve buna yönelik çıkışlar güç kazanmaktadır. Önüne geçilemez bir süreç olarak başlamış bulunan bu gelişme, dünya çapında istikrarsızlığı artırmakta, mevcut dengeler gitgide bozulmakta, uluslararası ilişkiler son derece kırılgan bir hal almaktadır. Aynı nedenle militarizm dizginlerinden boşalmakta, silahlanma yarışı kızışmakta, bölgesel sorunlar ağırlaşmakta ve bunlar yer yer yerel savaşlar biçimini almaktadır. Uzun onyıllar boyunca emperyalist çıkarların uyumlulaştırılmasına ve çelişkilerin denetim altında tutulmasına da hizmet eden emperyalist kuruluşlar bunu artık eski kolaylıkta yerine getirememektedirler. NATO’nun gizlenemeyen iç bunalımı bunun en dikkate değer güncel örneğidir. Benzer sorunlar AB, G8, DTÖ ve BM bünyesinde de yaşanmaktadır.

Sosyal krizin aldığı boyutlar ise yakın zamanda patlak veren “açlık isyanları” üzerinden kendini en veciz bir biçimde ortaya koymuştur. İnsanlık halen kapitalizm tarihinin en büyük servet-sefalet kutuplaşmasını yaşamaktadır. Bu kutuplaşma sınıflar, ülkeler ve bölgeler arasında, yani her alanda ve her düzeyde, kesintisiz bir biçimde sürmektedir. Bir yandan iktisadi-mali açıdan orta büyüklükteki devletlerden bile daha güçlü ulusötesi tekelci grupların sayısı çoğalırken, öte yandan milyarlarca insan açlık, yoksuluk ve yoksunluk içinde kıvranmaktadır. Kutuplaşma refahın kalesi sayılan emperyalist metropollerde de büyük boyutlara ulaşmıştır. Bu ülkelerde yoksulluk sınırının altında yaşayan kitlelerin sayısı hızla artarken, sosyal hakların sistemli biçimde budanması ve sosyal güvenlik kurumlarının adım adım tasfiyesi de aynı hızla sürmektedir.

Bütün bunlara gezegenimizi tehdit eden ve dolaysız olarak kapitalizmin ürünü ve sonucu olan ekolojik krizi de ekleyebiliriz. Kapitalizm insan soyu ile birlikte tüm canlı yaşamı, gezegenin tüm ekolojik dengesini tehdit etmektedir ve bu yıkıcı tehdit günden güne büyümektedir. Buna ilişkin veriler bizzat burjuva dünyasının kendi içinden döne döne ve büyüyen kaygılar eşliğinde dile getirilmektedir. Fakat bunun emperyalist karar mercileri üzerinde (gözboyama amaçlı bazı göstermelik girişimlerin ötesinde) herhangi bir etkisi olmamaktadır. Kapitalist sitemin mantığı ve işleyişi, doğa ve insan soyu için bu büyük tehlikeyi bizzat üretmekle kalmamakta, büyüyen tüm belirtilere rağmen onu görmezlikten gelmeyi de gerektirmektedir. Aşırı kâr hırsı, piyasa anarşisi ve bunlara eşlik eden kıran kırana rekabet koşullarında, büyük kapitalist şirketlerin “ekolojik denge” yakınmalarına dönüp bakma olanağı (buna “lüksü” de diyebiliriz) yoktur. Tüm tarihi boyunca kapitalizmin mantığı “benden sonra tufan” olmuştur.

Örnekleme amacı sınırlarındaki değinmelerin ardından krizin özellikle güncel bakımdan öne çıkan bazı yönleri üzerinde biraz daha yakından duralım.

Kapitalist dünyada “Büyük Çöküş” korkusu

Kapitalist dünya ekonomisini saran yeni kriz halen günün en önemli sorunlarından biridir. Halihazırdaki seyri kapitalist dünyanın bütününde kaygıyla izlenmektedir. Sözkonusu olan, 30 yıldır sürmekte olan durgunluk içinde bunalımdan bir genel çöküşe doğru gidiş eğilimidir, bir “Büyük Çöküş” tehlikesidir.

Finansal cephede kendini gösteren ve ABD’de bazı büyük mali kuruluşların iflasına (buna sürekli yenileri eklenmektedir) yolaçan kriz, kısa zamanda batının tüm büyük kapitalist ekonomilerini durgunluğa ve daralmaya sürükledi. Kapitalist dünyadaki güncel korku ve endişeler, bunun bir çöküşe dönüşme ihtimali üzerinedir. Çöküşün krizin bu yeni evresinde gerçekleşip gerçekleşmeyeceği şimdilik belli değildir. Fakat bu korku ve beklentinin kendisi bile kapitalist dünya ekonomisinin onulmaz iç çelişmelerinin yeni bir göstergesi ve itirafından başka bir şey değildir. Kapitalizm işte böyle bir sistemdir. İleri düzeyde gelişmiş üretici güçler ve birikmiş muazzam zenginlikler bir yanda, herşeyin bir büyük çöküş içinde bir anda mahvolması tehlikesi öte yanda. Bu, kapitalizmdir. Bu, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki yapısal çelişkinin kendini en yıkıcı bir biçimde dışa vurmasıdır. Bu, sınırsız kar hırsına ve piyasa anarşisine dayalı bir sistemin, kendi mantığının ve işleyişinin sonucu olarak soluksuz kalması, boğulmasıdır. Bu, emperyalist kapitalizmin temel bir niteliği olan fakat gelinen yerde akıl almaz boyutlara ulaşmış bulunan asalaklığın ve çürümenin gözler önüne serilmesidir.

Öte yandan ekonomik krizin kendisi, neo-liberal politikaların ve onları da içerecek biçimde emperyalist küreselleşmenin iflasını da belgelemektedir. ‘70’lerin ortasında başgösteren ve kendini uzayıp giden bir genel durgunluk durumu olarak ortaya koyan ekonomik krizden çıkış için ‘80’lı yıllardan beri uygulanan politika ve stratejiler ile artık işler götürülememektedir. Krizin ana üssü ve kapitalist dünya ekonomisinin sürükleyici gücü ABD’de artan devlet müdahaleleri bunu göstermektedir. “Piyasanın sihirli eli” işleri zıvanadan çıkardı ve bu gibi durumlarda hep olduğu gibi, şimdi bir kez daha devletin müdahaleci eli devrede. Fakat duruma bir çare bulması bu kez pek kolay görünmüyor. Kriz ağırlaşırsa tüm dünyada panik artacak, herkes kendi başının çaresine bakma telaşı içinde davranacak (bunun şimdiden bazı ilk belirtileri var), bu ise bugüne kadar en büyük emperyalist devletlerce bu türden krizleri bloke etmekte, etki ve sonuçlarını sınırlamakta az-çok başarıyla uygulanan ortak müdahale iradesini hepten felce uğratacaktır. Oysa bu türden bir uluslararası ortak müdahale bir büyük çöküş tehlikesine karşı olmazsa olmaz önkoşuldur.

Emperyalist metropollerde başgöstermiş bulunan krizin halihazırdaki sosyal etkileri kendini büyüyen işsizlik, artan enflasyon ve yeni bir düzeyde yoksullaşma olarak göstermekte, bunların tümü birarada çalışan kitlelerin yaşamını büsbütün ağırlaştırmaktadır. Krizin beraberinde bir çöküş getirmesi ise dünyanın işçileri, emekçileri ve ezilen halkları için bugüne dek örneği görülmemiş çok yönlü bir büyük iktisadi-sosyal ve kültürel yıkım anlamına gelecektir.

Muhtemel bir çöküşün iktisadi ve sosyal etkileri konusunda hemen herkes referans kaynağı olarak 1929 Büyük Çöküşü’ne işaret etmektedir. Oysa arada 80 yıllık bir zaman dilimi ile birlikte kapitalist dünya ekonomisinin o günden bugüne ulaştığı muazzam gelişme düzeyi vardır. Günümüz kapitalist ekonomisi 1929 ile karşılaştırılamayacak denli büyümüş, karmaşık bir hal almış ve her bakımdan içiçe geçmiştir. Karşılıklı etkileme/etkilenme çapı ve hızı muazzam boyutlarda artmıştır. Borsa sarsıntılarının dakikalarla ölçülen bir zaman dilimi içinde tüm dünyada yankılanması bunun ifadesidir. Dolayısıyla bir kez daha ABD’de baş gösterecek bir çöküntü bu kez tüm dünya ekonomisinde gerçek bir deprem etkisi yaratacaktır. Kapitalist dünya ekonomisinin bu yeni gerçekliği, muhtemel bir çöküş durumunda, görülmemiş boyutlardaki yıkıcı etkilerini doğal olarak sosyal alanda da göstercektir. Çöküşün emekçiler ve halklar için yaratacağı sonuçları bu gerçekliğin ışığında düşünmek gerekir.

Bu türden bir çöküşün ekonomik-sosyal sonuçlarından öteye toplumların yaşamını ve uluslararası ilişkileri derinden etkileyecek önemli siyasal sonuçları da olacaktır. Bir yanda sosyal huzursuzluklar, kaynaşmalar ve mücadeleler, öte yanda faşizm, militarizm ve yeni emperyalist savaşlar, bu çerçevede ilk elden akla gelenler olmaktadır.

Kapitalizmde krizler paradoksal sonuçlar üretir. Kriz koşulları devrimi olduğu kadar karşı-devrimi de besler. Devrimci sonuçlar kadar, ağır bir sosyal yıkımın (ki bu kitlesel işsizlik ve işçi sınıfı saflarının zaafa uğraması, emekçilerin fiziki ve kültürel yıkımı demektir) ardından yıkıcılığı ölçüsünde gerici siyasal sonuçlar da üretebilir. Dünyada 1929 büyük çöküşü bir yandan devrimci süreçleri beslerken, öte yandan geniş kitllerin de alet edilebildiği görülmemiş boyutlarda bir siyasal gericiliğe, önce faşizm dalgasına ve ardından da yeni bir emperyalist paylaşım savaşına yolaçmıştır. Üstelik bu, uluslararası işçi sınıfının ve ezilen halkların devrimci partiler önderliğinde bugünle kıyaslanmaz ölçüde güçlü ve hazırlıklı oldukları, dolayısıyla da krizin sonuçlarından devrimci amaçlarla yararlanmak konusunda nispeten hazırlıklı oldukları bir tarihi evrede böyle olabilmiştir.

Krizin devrimci sonuçlar üretmesi sınıf mücadelesinin o güne kadarki seyriyle sıkı sıkıya bağlantılıdır. Eğer işçi sınıfının örgütlü ve mücadeleci bir hazırlığı yoksa, devrimci bir önderlik altında birleşmemişse, küçük-burjuva ve yoksul katmanları ardından sürüklemede belli bir sürecin içinden geçmemişse, kriz gelip çattığında altında ezilmesi riski de aynı ölçüde büyük demektir. Ama eğer iyi kötü bir hazırlık varsa, devrimci parti varsa, bu parti sınıfla birleşmede belli mesafeler almışsa, bir kriz durumunu yeni düzeyde güçlenmenin ve krizi devrimci bir krize doğru ilerletebilmenin önemli olanaklarına da sahip demektir.

Krize devrimci hazırlığın gerekleri çerçevesinde tüm bunları gözönünde bulundurmak ayrı bir önem taşımaktadır. Devrimci bir parti her halükarda krizden en iyi biçimde yararlanmakla yükümlüdür. Tarihi devrimci misyonu bunu gerektirir.

Hegemonya krizi, militarizm ve
kızışan emperyalist nüfuz mücadeleleri

Dünyada ekonomik cephedeki krizi halen siyasal cephede çok yönlü bir istikrarsızlık tamamlamaktadır. Uluslararası ilişkilerdeki bu istikrarsızlık ekonomideki son krizi öncelemektedir ve temelinde, yaşanmakta olan hegemonya krizine bağlı olarak kızışan emperyalistler arası nüfuz mücadeleleri vardır. Bu mücadelelerin odağında ise emperyalist dünyanın düne kadarki hegemon gücü ABD emperyalizmi durmaktadır. Nüfuz mücadelelerinin, militarizmin, silahlanmanın, tehdit ve kışkırtmaların, bölgesel savaşlara varan müdahalelerin başını o çekmektedir demek istiyoruz.

Amerikan emperyalizmi dünya hegemonyasını süreklileştirmek ve gelecekteki muhtemel emperyalist rakiplerini mevcut üstünlüklerini kullanarak daha baştan etkisizleştirmek ve denetim altında tutmak için, ‘89 çöküşünden beri, yani 20 yıla yaklaşan bir süre boyunca, hummalı bir çaba içinde oldu. ABD, 11 Eylül saldırılarını bu doğrultuda yeni bir manivela olarak kullandı; 21. yüzyılı bir “uzun savaşlar yüzyılı” ilan ederek buna Afganistan’dan başladı; çok geçmeden bunu Irak’a yönelik emperyalist savaş ve işgal izledi. Aynı dönemde NATO’nun genişlemesi üzerinden Doğu Avrupa’yı denetimi altına aldı, böylece Rusya’yı adım adım kuşattı. Bu aynı yolla Avrupa üzerindeki denetimini de korumaya ve pekiştirmeye, AB’nin bir rakip olarak sıyrılmasını engellemeye çalıştı.

Fakat 20 yılı bulan tüm bu çabaların bugünkü bilançosu Amerikan emperyalizmi payına tam bir hüsranla sonuçlanmaya doğru gidiyor. ABD tüm bu ileri atılma çabalarına rağmen genel bir gerileme dönemine girmekten kurtulamamıştır. Halkların sergilediği direnme kapasitesinin dolaysız baskısı altında halen sürekli bir güç ve itibar kaybı içerisindedir. Kendi içinde ciddi mali, ekonomik ve sosyal sorunlarla yüzyüzedir. Aynı zamanda bugünkü ekonomik krizin de merkez üssü durumundadır. Düne kadar tartışılmayan hegemonyası ise bugün artık her açıdan tartışılır hale gelmiştir. Son kriz bu doğrultuda yeni bir darbe olacak, özellikle Avrupalı emperyalist müttefiklerinin daha özerk davranma eğilimlerine güç kazandıracaktır.

Gerilemekte olan ama buna rağmen tek süper güç konumunu korumak da isteyen ABD, bu çerçevede saldırgan bir politika izlemekte, militarizmi azdırmakta, genel bir silahlanmayı kışkırtmakta, bölgesel sorunları azdırıp kullanarak ve “uluslararası terörla mücadele” yalanına dayanarak bölgesel müdahalelere, savaşlara ve işgallere başvurmaktadır. Hegemonyasının çözülüyor olması, ama öte yandan da bunu ondan devralmak üzere karşısına dikilebilecek güç ve hazırlıkta bir emperyalist rakibin halen dünya sahnesinde bulunmaması, ABD’nin saldırganlığını azdırmakta, onu daha pervasız çıkışlara yöneltmektedir.

Öte yandan, öteki emperyalist güçler de ABD kuşatmasından ve buna eşlik eden dayatmalardan gitgide daha çok rahatsızlık duymakta ve yer yer buna yönelik itirazlar ortaya koymaktadırlar. İçlerinden bazıları bu doğrultuda günden güne daha çok güç ve özgüven kazanmakta, dünya egemenliği üzerinde hak iddia etmekte, “çok kutupluluk” istemleriyle tam da bunu dile getirmektedirler. Halen bu tutumun başını Rusya çekmekte, özünde aynı tutumu paylaşan Çin ise şimdilik daha temkinli bir biçimde hareket etmektedir. Rusya gelinen yerde artık tüm açıklığı ile ilan ettiği tutumunda başarı gösterdiği ölçüde, bunun zamanla öteki emperyalistler üzerinde de cesaretlendirici etkide bulunacağı ise hemen hemen kesindir.

Rusya’nın son çıkışlarının (Gürcistan savaşı) ardından gitgide daha açık biçimler kazanmakta olan bu mücadele, dünyanın bugünkü istikrarsızlığının en temel nedenidir. Emperyalist dünyada başgösteren hegemonya krizine de bağlı olarak dünya yeni bir nüfuz ve paylaşım mücadeleleri dönemine girmiş bulunmaktadır. Halen olup bitenler bu kapsamdadır ve yeni bir emperyalist dünya savaşı tehlikesini de içinde barındıran büyük mücadelenin ilk çarpışmalarıdır.

Türkiye’yi çevreleyen bölge:
Emperyalist nüfuz mücadelelerinin ön hatları

Öte yandan, tüm bu mücadelelerin odaklandığı başlıca alanlar, başta Ortadoğu olmak üzere Türkiye’yi çevreleyen bölgelerdir. ‘90’lı yıllarda Balkanlar’da yaşanan ağır bunalım, batılı emperyalistlerin bölge üzerinde kurdukları denetimle bugün önemli ölçüde yatışmış ve kontrol altına alınmıştır. Buna karşılık Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya üzerine halen sert bir emperyalist rekabet ve mücadele vardır. Öteki stratejik nedenlerin yanısıra dünyanın enerji kaynaklarının büyük bölümünün bu bölgelerde yoğunlaşması, onları emperyalist nüfuz mücadelelerinin esas alanı ve ön safları haline getirmiştir. Enerji kaynakları üzerinde denetim kurmak mücadelesine bir süredir bunların iletim hatları (“enerji koridorları”) üzerindeki denetim mücadelesi de eklenmiştir. Afganistan, Irak ve son olarak da Gürcistan savaşları bu mücadelenin ürünüdürler. İran’a yönelik muhtemel bir emperyalist müdahalenin temeldeki nedeni de budur. Pakistan’da sürmekte olan ağır siyasal bunalımın gerisinde de yine bu vardır.

Emperyalistler arası nüfuz mücadeleleri halen bu bölgeler üzerinden savaş biçimine bürünmüş durumdadır. Bugün için doğrudan karşı karşıya gelecek durumda olmayan emperyalist odaklar, bunu halen bu bölgesel müdahalelerle dolaylı biçimde yapmaktadırlar. Daha Doğu Bloku’nun yıkılışını izleyen birinci Körfez Savaşı’ndan beri bu böyledir. ABD bu savaşla petrol kaynakları üzerindeki daha geniş ve etkin bir denetim kurmak, böylece aynı zamanda batılı emperyalistler üzerindeki denetimini de güçlendirmek istemişti. Irak’a el koymaya yönelik ikinci emperyalist savaş da aynı politikanın bir ürünü oldu. NATO’nun ‘99 baharında Yugoslavya karşı gündeme getirdiği savaşın aynı zamanda Rusya’ya bu bölgede hiçbir etki alanı bırakmamak amacına yönelik olduğunu da biliyoruz.

ABD’nin öteki batılı emperyalist ülkelerin de desteğini alarak Afganistan savaşı üzerinden Orta Asya’ya yaptığı çıkış ise gerçekte Rusya ve Çin’e karşı yeni bir büyük hamle idi. Bu onu petrol ve doğal gaz deposu Orta Asya’nın tam kalbine taşımış, ona Rusya ve Çin’in arasına bir kama gibi yerleşme olanağı da sağlamıştır. Böylece emperyalist akıl hocalarınca dünya egemenliğinin olmazsa olmaz koşulu kabul edilen Avrasya egemenliğine yönelik önemli bir adım atılmıştır. Halen tam bir batağa dönüşmüş bulunan ve çok yönlü faturası günden güne büyüyen Afganistan işgalinin buna rağmen yeni takviyelerle sürdürülmek istenmesinin gerisinde de bu büyük stratejik hesap vardır. ABD ve batılı emperyalistler, bu müdahaleyle Rusya ve Çin’e karşı elde ettikleri üstünlükleri ne edip edip korumaya çalışmaktadırlar. Afganistan bu açıdan ABD için Irak’tan çok daha önemlidir. Irak’tan asker çekmek yanlısı “ılımlı” başkan adayı Obama’ın Afganistan daha çok asker göndermekten sözetmesi bundan dolayıdır. Afganistan batağından çıkış çareleri arayan NATO’dan gerekirse Talibanla da uzlaşılabileceğini ilişkin seslerin yükselmesi ve bu doğrultuda örtülü bazı ilk girişimlerin yaşanması da bu çerçevede anlam kazanmaktadır. Amaç sonuçta Afganistan mevzisini korumaktır, ne pahasına olursa olsun. Bu mevzinin yitirilmesi, özellikle ABD için, dünya egemenliği hayallerinin tümden çökmesi anlamına gelecektir.

Rusya’nın Gürcistan’a yönelik savaşı ise, tersinden, ABD kuşatmasına karşı bir önemli çıkış oldu ve çok kutuplu dünya sisteminin bölgesel bir savaşla uygulamaya konulması anlamına geldi. Bu farklı özelliği ile o, uluslararası ilişkilerde yeni bir dönemi de başlattı. Bugüne kadar savaşa dayalı bu tür çıkışlar hegemon güç ABD’den gelir, tüm öteki emperyalist güçler ise buna bir biçimde katlanmak, ya da Avrupalı emperyalistler örneğinde olduğu gibi, onun yedeğinde bizzat katılmak zorunda kalırlardı. Gürcistan savaşı ise Rusya’nın ABD’nin etki sahasına dolaysız bir müdahalesi oldu ve o bunu hemen ardından ABD hegemonyasını bundan böyle tanımayacağı meydan okuması ile birleştirdi. ABD bunun rövanşını alamaz da Rusya’yı yeniden hizaya sokamazsa eğer, ki bu da kolay görünmüyor artık, bu olay tek kutuplu dünya döneminin sonunu işaretleyen bir dönüm noktası anlamına gelecektir.

Amerikan işbirlikçileri için sıkıntılı dönem

Türkiye emperyalist dünyada kızışan bu büyük mücadelede Amerikan emperyalizminin, daha genel planda ise batılı emperyalistlerin safındadır. ABD’ye göbekten bağımlılığı, Avrupalı emperyalistlerle ilişkileri, NATO üyeliği ve İsrail’le özel ilişkileri, Türk burjuvazisini ve devletini dört ayrı koldan bu aynı emperyalist safa bağlamaktadır. Türkiye halen Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’daki en önemli savaş ve saldırı üssüdür. ABD ve İsrail’le kurulmuş üçlü bir saldırgan askeri mihverin bir parçasıdır. NATO’nun Ortadoğu’daki ve Kafkasya’daki ileri karakoludur. Batılı emperyalist ittifakın hedefi durumundaki Rusya ve İran gibi ülkelerle olan ekonomik ilişkilerine, ayrıca İran’la Kürt halkına karşı kurduğu ittifaka rağmen, mücadelenin daha genel sahnesinde bu ülkelere karşı batılı emperyalistlerin hizmetindedir.

Son olarak 2005 yılında güncellenen ve devletin stratejik tercihlerini ve politikalarını içeren Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde, ABD ile ilişkilerin tarihsel değerde ve çok yönlü” olduğu özenle vurgulanarak, “Türkiye’nin ABD ile ilişkileri Orta Asya, Balkanlar, Güney Kafkasya, Ortadoğu politikaları bakımından stratejiktir. Bu konularda işbirliği, dayanışma Türkiye’nin çıkarınadır.” denilmektedir. Bu stratejik belirleme, dünya egemenliği üzerine sürmekte olan büyük mücadelede Türk burjuvazisinin yerini ve safını tüm açıklığı ile otaya koymaktadır.

Nitekim onun dış politika pratiği de buna uygundur. Türkiye halen Balkanlar’da ve Afganistan’da ABD ve NATO safında işgalci güç olarak yer almaktadır. Irak’taki işgalin en en önemli destek üssüdür, Kafkaslar’da ABD taşeronluğu yapmaktadır, Lübnan’da asker bulundurmaktadır, İsrail ile çok yönlü yakın ilişkileri içerisindedir ve ABD-İsrail ikilisi ile yıllık düzenli askeri tatbikatlar yapmaktadır. Özetle Türk burjuvazisinin safı bellidir. O bölge halklarına karşı Amerikan emperyalizminin safındadır ve bu lanetli tarihsel çizgisini yakın yılların bölgeyi saran sıcak gelişmeleriyle ayrıca kanıtlamıştır.

Fakat dış politikada, özellikle de bölgesel dış politikada, onun için asıl sıkıntılı dönem şimdi başlamaktadır. Zira son dönemin yeni gelişmeleri halklara karşı nispeten rahat bir biçimde uygulanan bu işbirlikçi politikaya temel önemde yeni bir boyut eklemiştir. Türk burjuvazisi ve devleti şimdiden itibaren Amerikan emperyaliminin safında Rusya’ya ve İran’a karşı da durmak zorundadır. Bu ise genel tercihler yönünden değil fakat uygulama yönünden göründüğü kadar kolay değildir. Gürcistan krizi bu alandaki güçlüğü tüm çıplaklığı ile ortaya çıkardı.

Bugüne kadar safı batı emperyalizminden yana olan ve kendi jeostratejik konumunu bölge üzerinden onlara adeta pazarlayan Türk burjuvazisi, öte yandan batının doğrudan ya da dolaylı biçimde hedefi durumundaki bölge ülkeleriyle buna rağmen kârlı iş ilişkileri kurabiliyordu. Rusya ve İran’la ilişkiler bunun örneği idi. Türk burjuvazisinin her iki ülke ile de kapsamlı ekonomik-ticari ilişkileri var. Dahası petrol ve doğal gaz yönünden her ikisine belirgin biçimde bağımlı.

Uluslararası ilişkilerdeki son kriz bu ikili konumu zorlayan sonuçlarını şimdiden göstermiştir. NATO savaş gemilerinin boğazlardan Karadeniz’e çıkışına verilen izin Rusya ile ilişkilerde anında etkisini göstermiş, Rusya açıkça ilan etmese de ticari ilişkileri şimdiden sınırlama yoluna gitmiştir. Bu daha işin başıdır. İlişkilerdeki daha büyük krizler ve dış politikadaki açmaz kendini asıl bundan sonra gösterecektir. Artık bir tarafın ileri karakolu iken öteki tarafı da kârlı ilişkilerle idare etmek dönemi geride kalmıştır. Rusya-ABD ilişkilerinde gerginlik tırmanırsa eğer, ki öyle de görünüyor, bunun böyle olacağı hemen hemen kesindir. Aynı şey İran’a yönelik muhtemel bir emperyalist-siyonist saldırı durumu için de geçerlidir.

Güncel uluslararası gelişmelerin Türk burjuvazisi için yarattığı tek sıkıntı bu değildir. Dünya ekonomisinde büyümekte olan krizin Türkiye ekonomisine yansımalarının sonuçları belki bundan da ağır olacaktır. Nitekim bunun da ilk işaretleri daha şimdiden görülmektedir. ABD’den gelen her iflas haberinin İstanbul borsası üzerinden anında yankılanması bunu göstermektedir. Kendi sorunları zaten sürekli büyümekte olan ve 2001 çöküşünün ardından girdiği nispeten rahat dönemin sonuna yaklaşmış bulunan Türkiye ekonomisi, ABD ekonomisindeki başaşağı gidişin sonuçlarını dolaysız olarak ve en ağır biçimde yaşayacak ekonomilerden biridir.

Türkiye rejim krizinden çok boyutlu bir düzen krizine doğru yol almaktadır.

EKİM

(Ekim'in Ekim 2008 tarihli 253. sayısının başyazısıdır...)


Üste