Logo
< Soruşturma ve ceza terörüne karşı direniş bayrağı yükseltilmelidir

Düzen-devrim çatışması yaşamın her alanındadır


Düzen-devrim çatışması yaşamın her alanındadır!

Parti tüzüğümüz poliste, mahkemede ve zindanda tam direnişi Partili olma onurunun en temel koşullarından biri olarak ifade ediyor. Elbette bu, bir madde olarak tüzüğümüze yazılmadan önce de hareketimizin temel bir ilkesiydi. Hem 12 Eylül yenilgisiyle hesaplaşmak gibi ortaya çıkışımıza yolaçan süreçler, hem de genel olarak direnen kadrolar gerçeği üzerinden yansıyan yüzağartıcı pratiğimiz, bu ilkeye apayrı bir önem kazandırdı. Saflarımızda bu alanda berrak bir bilinç ve moral güç var. Bu konuda hiçbir zaman ciddi bir zayıflama yaşamadık. Üstelik Partimiz, direnişçilikleriyle bilinen örgütlerin saflarında da çözülmenin genel eğilime dönüştüğü dönemlerde direnişçi kimliğini güçlendirmeyi başarabildi.

Direnişçilik temelde devrimci kimliğin bir bileşeni olduğu ölçüde, bunun böyle yaşanması hiçbir şekilde tesadüf değildi. Zira bir tarafta çözülen bir sınıfın çözülmeye yüz tutan halkçı devrimciliği, diğer yanda çağımızın tek devrimci sınıfının gelişip serpilen proleter devrimciliği sözkonusuydu. Bu niteliksel farklılık kendini özellikle tasfiyeci süreçlerin ağır basıncı altında dışavurdu. 2000’ler ile öncesi dönem bu açıdan da kalın bir çizgiyle ayrılmaktadır. Öncesinde devrimci örgüt, devrimci kimlik, militan mücadele, devrimci ilke ve değerler vb. alanında asgari müşterekler vardı. Yaşanan erozyon sonucu gelinen yerde bunların büyük kısmı tuz buz olmuş durumda. Devrimci örgüt fikri ve iradesi iyiden iyiye yitirilirken, devrimcilikten, direnişçilikten, militanlıktan anlaşılan çerçeve de değişmiş bulunuyor.

Bu gelişmeyi, Partimizin direnişçi kimliğinin somutlandığı inşa yılları ile Kuruluş Kongresi’nden sonra yaşanan dönem arasındaki bazı temel farklılıkların koşulladığı biliniyor. Bunlardan ilki düzen cephesinde gerçekleşti. Örneğin ‘90’lı yıllarda poliste ağır fiziki işkence bir kuralken, 2000’li yıllardan itibaren ideolojik-psikolojik olarak teslim alma önplana çıktı. Yine devlet geçmişte daha kısa dönemli operasyonları tercih ederken, 2000’li yıllarda daha uzun ve kapsamlı hazırlıklara dayalı etkili saldırılar yolunu tuttu. Siyasi polis sürekli saldırı tehditiyle bir “uyaran”, “sınayan” olmak yerine, teknolojinin ve genel süreçlerin yarattığı uygun koşulların yardımıyla “kontrol altında” tutmayı tercih etti.

Öte yandan, F tipi saldırısından önce zindanlar kolektif yaşamın örgütlenebildiği, devrimcilerin genelde güçlenerek çıktığı alanlara dönüştürülmüştü. F tiplerinden sonra ise insan öğütme merkezleri haline geldiler. Kendi başına ağır tecrit koşulları zaten fazlasıyla acımasız bir saldırı aracıdır. Buna bir de devletin sistematik onursuzlaştırma, kimliksizleştirme saldırıları ve işkence uygulamaları eklenince, zindan koşulları geçmişle kıyaslanamaz derecede ağırlaşmış oldu.

Hukuksal alanda ise, yanıltıcı adımların (DGM’ler yerine ACM’ler, sözde “demokratikleşme” düzenlemeleri vs.) tersine, daha baskıcı değişimler yaşandı. “İdam”ın kaldırılmasını müebbet ve ağırlaştırılmış müebbet sürelerinin uzatılması, örgüt cezalarının ağırlaştırılması izledi. En sıradan bir siyasal tepkinin dahi “suç ve suçluyu övme”, “üyesi olmasa da terör örgütü propagandası yapma” gibi kategorilerle suç kapsamına alınması, değişimin yönünün çarpıcı göstergesiydi.

 

Solda tasfiyeci sürecin derinleşmesi

Değişimin belirgin olduğu diğer cephe ise genelde sol hareket, özelde ise devrimci kesimlerdir. Türkiye’de sınıf ve kitle hareketi ile devrimci hareket, ‘96 sonrasında genel bir gerileme içine girmişti. Fakat 2000’li ilk yıllardaki F tipi saldırısı ve Ölüm Orucu süreci dönüm noktası oldu. F tipi saldırısı “AB demokratikleşmesi” eşliğinde gündeme geldi. Devrimci hareket stratejik olarak nitelediği bu saldırıyı durdurmak için hapishanelerde cansiperane direnişlere imza attı. Gerek 19 Aralık katliamına karşı tutum, gerekse uzun bir süre devam eden Ölüm Orucu direnişi bu saldırıyı durdurmaya yetmedi. Devrimciler cephesinden insanüstü bir irade sergilenmesine rağmen, önce hastanelerde müdahale, ardından tahliye manevrası ile ÖO’nun sonuca varması engellendi. Devrimci hareket bu süreçte hem örgütsel yapı ve yetişmiş kadro olarak örgütsel anlamda, hem de özgüven açısından büyük kan kaybı yaşadı. İdeolojik ve örgütsel kırılmalarla içiçe yaşanan bu kayıplar kolay kolay durdurulamayacak savruluşların yolunu düzledi.

Bunun da etkisiyle Türkiye’de sol siyasal mücadele alanı özellikle son on yıldır tasfiyeci-liberalizmin yoğun bozucu etkisine maruz kaldı. Bu yılların toplumsal-siyasal koşulları devrimci hareketin ideolojik ve örgütsel zayıflıklarıyla birleşerek, geri dönülmez yıkımlara yol açtı. Uzun yılların mücadeleleri içinde yaratılmış, büyük bedeller ödenerek savunulan ilke ve değerler, temel yaklaşımlar, devrimci birikimler büyük oranda bir kenara bırakıldı. Üstelik bunlar inanılmaz bir kanıksama biçiminde yaşandı.

Bunun bu kadar kolay olması, Türkiye’de sermaye iktidarının, yaşadığı iç sıkıntılara (dinci gerici akımın yükselişi, ordunun iktidar gücünün ciddi darbeler alması, toplamda rejimin siyasi krizi vb.) rağmen toplumu yönetebilme yeteneğini gösteriyor. Buradaki başarı sol hareketin süreçlerinde de yansımalarını buldu. Bilindiği gibi, 2000’lerin başından itibaren atılan polis devletinin tahkim edilmesi adımlarına rağmen, kimi sol ve devrimci çevreler ciddi ciddi “demokratikleşme” rüzgarına kapılabildiler. “AB demokratikleşmesi”yle şişirilen balonun cazibesi, ardından AKP’nin ordu ile girdiği iktidar kapışması, Ergenekon operasyonu, daha ilk adımlarında iflas eden “açılımlar” vb. manevralarla canlı tutuldu. Solun düzen siyaseti karşısındaki yanılsamasının ve savruluşunun hızını seçim dönemlerinde, son olarak referandum sürecinde gördük. Türkiye cemaatlerin-tarikatların yönettiği amansız bir polis rejimine dönüşürken, devrimci hareketin önemli bir kesimi tasfiyeci dönüşümün, legalizmin ve parlamentarizmin üst basamaklarına çıktı.

Bu dönem aynı zamanda emperyalist saldırganlığın tüm dünyada gemi azıya almasıyla karakterize oldu. Bugün genelde kanıksatılmış olan bu saldırganlığın 11 Eylül’le birlikte yeni bir düzeye sıçradığı biliniyor. O tarihten itibaren başta emperyalist metropoller olmak üzere tüm dünyada siyasal hak ve özgürlükler hedef tahtasına çakıldı. Polis devleti uygulamaları “demokrasi timsali” ülkelerde dahi olağan bir hal almaya başladı. Süreç ilerledikçe,11 Eylül’ün emperyalist saldırganlığın tırmanışında yalnızca bir bahane olduğu, bu tırmanışın gerisinde emperyalist kapitalizmin çok yönlü ihtiyaçlarının bulunduğu iyiden iyiye görülmeye başladı. Bütün bu olgular ve yaşanan her gelişme, yeni bir “bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemi”ne girmiş olduğumuz gerçeğini her geçen gün daha belirgin hale getirdi.

Aslında dünyadaki gelişmelere ilişkin bu düşünceler genelde paylaşılıyor da. Sorun bunların dile getirilmesinde değil, örgüt anlayışı ve pratiğinde, siyasal çalışma ve mücadelenin somut-pratik alanlarında gözetilip gözetilmemesinde ortaya çıkıyor. Somut alana inildiğinde, devrimci örgütün yerini ya legal partiler ya da iyice şekilsizleşmiş çevreler; stratejik hedeflere bağlı kesintisiz devrimci-militan mücadelenin yerini günde kalmaya mahkum, çoğu siyaset payına kendi içine dönük dönemsel faaliyet ve eylemsellikler almış bulunuyor.

Tasfiyeci rüzgara direnmek, safları devrimcileştirmek!

Partimiz ise tüm siyasal çalışmasını, sınıfı devrime kazanma, devrimci savaşımı hazırlama temel stratejik hedefine bağlı olarak yürüttü, yürütüyor. Kimi zaman bazı alanlarda kaymalar yaşansa bile, hızla müdahale ederek gidermeye çalışılıyor. Fakat tüm bunlara ve zorlu polis rejimi koşullarında illegal bir örgüte dayanarak III. Kongresi’ni toplamayı başarmasına rağmen, Partimiz kendi safları için de ciddi bir devrimcileşme sorunu olduğunu tespit ediyor. Zira yaşadığımız dönemin çok yönlü bozucu etkileri bir yana, bugünün siyasal mücadele alanı da ciddi bir deneyim ve sınanma alanı değildir henüz.

Dahası uzun bir dönemdir toplumsal-siyasal süreçler, sınıf ve kitle mücadelesinin seyri ve devrimci mücadelenin düzeyi kadroların çok yönlü gelişimi için gerekli koşulları sağlayamıyor. Dönemin genel koşulları ve siyasal mücadelenin niteliği, hem devrimci harekette hem de tek tek örgüt ve bireylerde önemli zayıflıkların, yer yer köklü zaafların üremesine ya da varolanların kanıksanmasına yol açıyor. Bu dönemde şekillenen kuşaklarda zora ve zorluklara dayanıksızlık anlamında bir çeşit “rahat devrimcilik” anlayışı oluşuyor. Çoğu durumda bunun farkında bile olunmuyor. Bu koşullarda sınıf devrimciliği kimliğinin oluşması, örgüt bilincinin-disiplinin gelişmesi, militan-savaşçı bir devrimci niteliğin yaratılması alabildiğine zorlaşıyor.

Bunu bizzat bir dönem saflarımızda yaşanan dökülmeler üzerinden de biliyoruz. Örneğin sözkonusu süreçlerde yer yer siyasal çalışmada önplana çıkanlar arasında, günü gelip de devrimci yeraltı yaşamına adım attıklarında, düzen-devrim hesaplaşmasında hızla yenik çıkanların sayısı küçümsenmeyecek orandaydı. Kısacası dönem, çok yönlü olarak gelişmiş ve sınanmış sağlam devrimciler çıkarmak açısından ne denli elverişsizse, henüz ciddi örgütsel deneyimler edinmeden, gerçek devrimci sınavlarla karşılaşmadan düzene kapaklanan devrimci eskileri üretmekte de fazlasıyla bereketli olmuştur.

Bu koşullarda, direniş çizgisinin temel dayanağı ve en verimli inşa alanı olan illegal devrimci örgütü yaşatma iradesi gösterilememektedir. Partimizi dışta tutarsak, bugün illegal-ihtilalci örgüt fikrinde ve pratiğinde ısrar eden tek bir yapı kalmış değildir. Partimiz en zor dönemlerinde dahi devrimci örgütün hayati önemine uygun davranmış, yer yer genel siyasal faaliyetinde zayıflıklara yol açmak pahasına illegal yapısını güçlendirip büyütmeyi tercih etmiştir. Uzun yıllardan sonra toplamayı başardığı II. Kongre’sinin “Devrimci örgüt yaşamsaldır!” şiarını yükseltmesi, III. Kongre’de buna uygun müdahalelerin güçlendirilerek sürdürülmesi, Partimiz ile geleneksel akımlar arasındaki kalın ayrım çizgisinin bir ifadesidir.

Devrimci-direnişçi kimliğin geliştirilmesinde sistemli ve bilinçli müdahaleler

Devrimci örgüt konusundaki hassasiyet ve pratiğimiz ile örgütlenme ve kadrolaşmayı siyasal sınıf çalışması içinde gerçekleştirme ısrarımız, direnişçi kimliği ayakta tutup güçlendirmenin sadece öncelikli koşullarıdır. Bu kadarı dünün sınıf ve kitle mücadelesi ile devrimci hareketin varlığı koşullarında olumlu sonuçlar yaratabiliyordu. Fakat yukarıda çeşitli yönlerini ortaya koyduğumuz bugünün koşullarında öznenin rolü çok daha belirleyici hale gelmiştir. Bugün mücadelenin çeşitli ihtiyaçlarına yanıt verebilen, çok yönlü gelişmiş, her koşulda faaliyet yürütebilen sağlam-direngen kadroların yetişmesi, direnişçi-militan kimliğin büyütülüp geliştirilmesi, daha sistemli iradi müdahalelerle mümkündür.

Bunların en önemlisi siyasal çalışma ve mücadelede devrimci tarzı hakim kılmayı başarmaktır. Partimizin II. ve III. Kongreleri bu açıdan bir irade ve somut adımlara konu edilen bir çerçeve ortaya koymuş bulunuyor. Ötesinde devrimci niteliği, militan-direnişçi kimliği geliştirici döneme uygun zengin yol, yöntem ve araçların bulunup kullanılması, kadroların ve her bir organın sorunu etinde kemiğinde hissetmesiyle, bu konuda yoğunlaşmasıyla gerçekleşebilir.

Sistemli müdahalelerin diğer bir halkası illegal-ihtilalci örgütsel yapının bizzat sınıf çalışması üzerinden kesintisiz bir şekilde geliştirilip büyütülmesidir. Böyle bir yapı günümüz koşullarında doğası itibarıyla devrimcileştirici etkilere sahiptir. Yeter ki düşman saldırılarına dayanıklı, kendini etkin ve yaygın bir kitle çalışması üzerinden politik olarak üretebilen, canlı ve dinamik bir yapı olmayı başarabilsin.

Bununla birlikte sıkı bir kolektiviteye, canlı ve dinamik bir organ işleyişine dayalı örgüt yapısı gereklidir. İnsanların gelişimini kendiliğinden süreçlerin işi olmaktan çıkaracak olan budur. Eleştiri-özeleştiri silahının gereğince kullanılması, zaaf ve yetersizliklerin zamanında görülüp giderilmesi de buna bağlıdır. Böylesi bir yapı olmaksızın direnişçi ruhun saflarda yayılıp diri kalmasını sağlamak, manevi bir birlik oluşturmak da güç olacaktır.

Siyasal sınıf çalışması ve devrimci örgüt temeli üzerinde en önemli müdahale alanı ise çok yönlü bir eğitimdir. En başta teorik donamın süreklileştirilmesi, bilincin ideolojik çizgi üzerinden kesintisiz bir şekilde beslenmesi gereklidir. Bu yapılmadan, değil zor koşullarda direnişçilik, devrimci mücadelede soluklu olabilmek dahi mümkün olamaz. Kendi davasını bilince çıkaramayan, davayı bilimsel esasları üzerinden yeniden ve yeniden özümsemeyi sürdüremeyen bir devrimcinin düşmanları karşısında dik durması kolay olmayacaktır.

Şüphesiz eğitim teorik donanımdan ibaret değildir. Yanısıra deneyim kazandıran her türlü inceleme ve bizzat yaşam pratiği de eğitimin önemli bir parçasıdır. Somut yaşam içinde pratik eğitim, kolektif yönlendirme ve denetimi, bu temelde kadroların inisiyatifli kılınmasını ve sürekli deneyim aktarımını-genellemesini gerektirir. Bunlar olmadan da devrimci kendi pratiği içinde eğitimden geçer. Fakat bu asla devrimci mücadelenin çok yönlü ihtiyaçlarına yanıt olabilen bir eğitim olmaz. Siyasal faaliyet içinde yakın önderlik en çok bunun için gereklidir.

Bir diğer eğitim aracı ise her an ulaşılabilir olan devrimci yazındır. Devrimci romanlar, biyografiler, anılar vb. gibi kaynaklar genç kuşakların devrimci kimliğinin şekillenmesinde eşsiz bir değere sahiptirler. Burjuvazi yazın alanını kof üretimiyle sürekli bombardımana tuttuğu, sanal alem sayesinde zihinsel alanda günübirlik tüketimi alabildiğine kışkırttığı için devrimci edebiyattan yeterince yararlanamayabiliyoruz. Bu açıdan düzenle başa çıkmak, gelinen yerde sistematik bir çabayı ve yönlendirmeyi zorunlu kılıyor.

Son olarak devrimci-direnişçi kimliğin geliştirilmesi için sistemli ve iradi müdahalelerin en önemli alanının bizzat hayatın gündelik akışı olduğunu ekleyelim. Yani yaşamımızın her alanı ve anının bir direniş ve sınanma alanı olduğu bilinciyle hareket etmek gerekir. Hayatın gündelik akışı içinde düzenle, onun dayattığı kimliklerle, ideolojiyle, değerlerle, kültürle, ahlakla kesintisiz bir hesaplaşma ve mücadele yoksa, çözülmek için polise, zindanlara, mahkemelere gerek kalmaz. Belli bakımlardan en büyük sınanma alanı bizzat hayatın kendisidir. Yazık ki siyasal deneyimlere şöyle bir göz atıldığında, en yaygın ve kolay teslimiyetlerin gündelik hayatın akışı içinde gerçekleştiği görülecektir. Düzenle sürdürülen her bağ uygun an ve koşullarda büyük çöküş ve dökülmelerin kaynağı olabiliyor. Bu bazen bir duygusal ilişki oluyor, bazen aile bağları oluyor, bazen küçük burjuva özlem ve istekler oluyor, vb... Direnişçilik, düzene ait bağları “boynunda ağır bir zincir gibi taşıyanlar”ın işi değildir. 24 saatimizi abluka altında tutan ahtapotvari bir kuvvetin karşısında sürekli bir mücadele vermeden sağlam durabilmek eşyanın doğasına aykırıdır.

Yaşamını ve yürüttüğü faaliyeti sürekli bir değerlendirme, hesaplaşma, yenilenme ve, sıçramaların konusu yapmayarak tekdüzeleştiren birinin, tesadüfen gerçek sınavlardan bir parça sağlam çıksa dahi, hayat içinde çözülüp dökülmesi kaçınılmazdır. O yüzden Partili militanın her adımı bir sınamaya, her yaşanan bir muhasebeye, deneyimler eleştirel değerlendirmelere konu olabilmelidir.


Üste