Logo
< Kürt sorununda son gelişmeler/8: Kürt sorununun niteliği, kapsamı ve devrimci çözüm

Kürt sorununda son gelişmeler/7: Barış sorununa ek değinmeler


Kürt sorununda son gelişmeler/7

 

 

Barış sorununa ek değinmeler

H. Fırat

PKK artık savaşma kapasitesini yitirmiş bulunuyor. Savaşma kapasitesini yaratan ve Kürt halkının en yiğit evlatlarını saflara çeken, devrimci çizgi ve ideallerdi. İnsanlar devrim için, Kürdistan devrimi için savaşıyorlardı. Artık Türk burjuvazisini dil özgürlüğü ve kültürel hak kırıntılarına dayalı utanç verici bir teslimiyet platformu için, buna indirgenmiş bir siyasal çizgide kimse Kürt gençliğini ve emekçilerini savaştıramaz. Ama Kürt halkı haklı ulusal özgürlük istemleri uğruna ve bunlarla birleşen sosyal-sınıflar çıkarlar uğruna elbette bundan sonra da savaşacaktır. Bu yeni bir temeldir artık. Devrimci enerji dolu Kürt gençlerinin bundan böyle Amerikan çözümü için mücadele etmesini kimse beklemesin artık. Büyü bozuldu, PKK kitlelerin güvenini hızla tüketiyor, tüketecektir. Kuşkusuz bugün “başkanın bir bildiği var” türünden aldatmacalarla kitle desteği korunmaya çalışılıyor, ama süreç de hızla ilerliyor.

“Başkanın bildiği”nin ne olduğu, 1 Ağustos’ta Başkanlık Konseyi’ne yazılmış mektupta var: Devletin bizi muhatap almasını bekleyemeyiz; bizim yapmamız gereken tek taraflı geri adımlar atmaktır; bunu yaparsak, devlet de zamanla bir takım şeyler vermek noktasına gelebilir, diyor.

Böyle bir durumda, onurlu bir barış bir yana, herhangi bir barıştan sözedilebilir mi? Sonradan yazıları yasaklanmış bir Kürt yazarı olan Serhat Ararat’ın (M. Can Yüce) gerçekten onurlu olabilecek bir barışı nasıl tanımladığını burada okumak istiyorum:“Kürtler barışı çok istiyorlar. Buna ihtiyaçları var. O nedenle her fırsatta barış taleplerini dile getirmekte, bunun mücadelesini vermektedirler. Ama istedikleri barış, herhangi bir barış değil. Kürtler için barış, içi boş veya belirsizliklerle dolu bir kavram değil. Barış kavramının yanına, onurlu sözcüğünü ekler Kürtler. Özgürlük ve eşitlik ilkeleri üzerine kurulu bir barıştan söz ederler. Barışı, kendi başına ahlaki bir kavram değil, siyasal ve toplumsal bir kavram olarak algılarlar. Ulusal özgürlüğü, kendi yaşamı ve geleceği üzerinde söz ve karar sahibi olmayı içermeyen, bunu kurumlaştırmayan bir sistemi, onurlu barış olarak değerlendirmezler. Onurlu barışın ilk koşulunun, saygın bir taraf olarak kabul edilmek olduğunu çok iyi biliyorlar.”

Bu yazı Öcalan duruşmalarında bir ay sonra, 1 Temmuz’ ‘99’da, Özgür Bakış’ta çıktı ve hemen ardından Kızıl Bayrak’ta yayınlandı. Devrimci bir barış arzusu ancak böyle formüle edilebilir. Bu sesin susturulduğunu biliyorsunuz. M. Can Yüce’nin yazıları artık Kürt basınında yeralmıyor. Öcalan’nın “devrimler dönemi bitmiştir” diyerek sistemi kutsayan bir savunma yaptığı bir dönemde, M. Can Yüce; ulusal kurtuluş bizim için kısmi ve ilk aşamadaki bir hedeftir, biz temelde toplumsal devrim ve sosyalizm için, dahası dünya devrimi için savaşıyoruz, diye yazdı. Bu, şehit bir bayan gerillanın anısına kaleme alınmış bir yazıydı. Bununla, bu insanlar devrim ve sosyalizm için savaştılar, böyle ulusal hak kırıntıları için değil, denmek, bunun altı çizilmek isteniyordu. Biz de her zaman bunu söyledik, söylüyoruz. Her zaman olduğu gibi, bu savaşta da en yiğitçe savaşanlar, kendilerini sosyalist kabul edenler oldular. Kendilerini ulusal kurtuluş davasına adayan bu insanlar içtenlikle sosyalizme inanıyorlar, aynı zamanda toplumsal devrim ve sosyalizm için savaştıklarını düşünüyorlardı.

M. Can Yüce yazısında; özgürlük ve eşitlik ilkelerine dayalı olacak, ulusal özgürlüğü, kendi yaşamı ve geleceği üzerine söz ve karar sahibi olmayı içerecek ve bunu kurumlaştıracak bir barışın altını çiziyor. Yani birlikte de olsak, Kürt halkı kendi bağımsız federal yapısına sahip olacak; bunu kurumlaştırmayan bir barış onurlu bir barış değildir, Kürtler böyle bir barışı kabul edemezler, diyor. Benzer düşünceler aynı yazıda daha sonra da tekrarlanıyor: “Kendisini saygın ve onurlu bir taraf olarak kabul etmeyen, varlıkları, ulusal kimlikleri, yaşam ve gelecekleri üzerine söz ve karar hakkını güvence altına almayan, ulusal özgürlüğü ve tam hak eşitliğini içermeyen hiçbir barış anlayışını kabul etmeleri mümkün değildir. Kürtleri kandırmak, birkaç kültürel kırıntıyla avutmak, mümkün mü?”

Bu yazı aslında baştan sona Öcalan ile, İmralı savunması ile yapılmış gizli bir polemik.

Burada söylenenler aslında ulusal sorunda marksistlerin ortaya koyabileceği devrimci barış platformunun bir benzeridir. Ama gerçek ulusal özgürlük ve tam hak eşitliği çerçevesinde böyle bir barış, ancak devrim mücadelesiyle, onun tam zaferiyle olanaklı olabilir. Barışı ya sosyal devrime bağlarsınız ya da gerici emperyalist barışlara, dolayısıyla en fazlasından çok sınırlı, güdük ve iğreti bazı hak ve kazanımlara razı olursunuz.

Çağımızda bütün temel demokratik taleplerin kazanılması sosyal devrim mücadelesine, yani kurulu düzenin yıkılması mücadelesine bağlanmıştır. Sosyal devrim mücadelesi demek, mevcut kurulu düzeni yıkmaya yönelik bir mücadele demektir. Her gerçek devrim kurulu düzenin yıkılmasıdır. Kurulu düzenin yıkılması perspektifine bağlanmayan hiçbir temel demokratik talebin tam ve gerçek anlamda gerçekleşme şansı yoktur. İster militarizmin yok edilmesi, ister barış, ister kadının özgürlüğü ve hak eşitliği, ister ulusların özgürlüğü ve eşitliği olsun, tüm bu demokratik istemler ancak kurulu düzenin yıkılmasıyla bir gerçeklik kazanabiliyorlar. Yoksa ne olur? Örneğin hükümete katılan ve NATO savaşını destekleyen Alman Yeşiller partisine olan neyse, o olur. Bu parti kapitalizme karşı mücadeleden kopararak barışı, anti-militarizmi, kadın özgürlüğünü ve çevre korumasını kendi içinde bir platforma çevirdi. Sonra ne oldu? Şimdi emperyalist ve militarist Alman tekellerine hizmet ediyor. Alman tekellerinin ihtiyacı Balkanlar’da savaş yürütmeyi gerektirdiği için, NATO’nun savaş makinasına dayalı bir savaşın borazanlığını yapıyor. Alman tekellerinin çıkarları doğanın kirletilmesini gerektiriyorsa, buna göz yumuyor, vb.

Bu, çağımızda demokrasi ve barış mücadelesinin sosyalizm mücadelesinden koparılamayacağı bir kez daha somut olarak gösteriyor.

Barış talebine ilişkin şimdi de Lenin’den bir pasaj okumak istiyorum:

“Bu sorunun sosyalistler tarafından nasıl sunulması gerektiğini görelim. Barış sloganı, ya belli barış koşullarıyla ilişkili olarak ya da herhangi bir koşulla ilişkisi olmaksızın, belli bir tür barış için değil, ama genel olarak barış için savaşım olarak öne sürülebilir. İkinci durumda, açıkça görüldüğü gibi, slogan yalnızca sosyalist olmamakla kalmıyor, aynı zamanda içerik ve anlamdan da tüm olarak yoksun bulunuyor.” (Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol Yayınları, s.223 –Red.)

Sosyalistlerin ne pahasına olursa olsun barış diye bir istemi olamaz. Ne pahasına olursa olsun diye bir barış istemimiz olsa, savaşa hiç girmeyiz. Biz savaşa niye giriyoruz? Belli haklı istemler ve hedefler uğruna. Dolayısıyla barış istemimiz bununla ilişkilidir. Biz kuşkusuz kitlelerdeki barış arzusuna sahip çıkarız, ama bunu kitlelerin uğruna savaşa girdikleri taleplerle birleştiririz.

Düşünün ki, Lenin’in burada sözünü ettiği barış, böyle bir ulusal kurtuluş savaşının barış arayışı sorun da değil. Burada sözkonusu olan emperyalist savaşa karşı uğruna savaşılacak barıştır. Emperyalistler arası bir savaş, temelden haksız ve gerici bir savaştır. Normalde bu savaşın ne pahasına olursa olsun bir an önce bitmesini istemek gerekir, değil mi? Ama hayır. Marksistler bunu kabul etmiyorlar, Lenin bunu kabul etmiyor. Evet, biz kitlelerin barış istemine sahip çıkarız. Savaşın yıkımı kitlelerde güçlü bir barış arzusu yaratmış bulunuyor, biz bu arzuyu önemser, ona gerekli değeri veririz. Ama biz, bundan kalkarak, ne pahasına olursa olan bir barışı değil, ulusların temel haklarına ve gerçek özgürlüğüne dayanan bir devrimci barış programını savunuruz.

Barışın da devrimci bir programı olur. Tamam barışı savunalım, Türkiye’de barış için mücadele verelim. Peki, nedir bunun programı, ne olmalıdır? Savaşı yaratan sorun neyse, onunla ilişkili bir programdır bu. Savaşı yaratan sorunun çözümüne dayalı bir barış programı olmalıdır bu. Ne istiyoruz? Kürt halkının ulusal özgürlüğünü ve eşitliğini, yani en doğal ve meşru ulusal haklarını istiyoruz. O halde bununla ilişkilendirilmiş bir barışı savunuruz biz. Kürtler Türklerle özgür ve eşit olmalıdır. Kürtlerin ulusal varlığı, eşitliği ve özgürlüğü tanınmalı ve güvence altına alınmalıdır.

Ama Öcalan İmralı’da ne yapıyor? Kurulu düzenin statükosuna dayalı bir sözde barış programı formüle ediyor. Üniter devlet yapısına dayalı, Türk üst kimliğine dayalı, resmi Türkçe diline dayalı, Türk bayrağına dayalı, Türk tarih tezlerine dayalı bir barış istiyor. Bu barış değil, davasını terkederek düşmanına teslim olmaktır.

“Kürt halkı barış istiyor”, deniliyor. Kürt halkı, ne pahasına olursa olsun bir barış isteyebilir mi? Öyle olsaydı savaşa girmezdi. Kürt halkı, savaşa girdik ama yanlış yaptık, affedin de barışalım diyebilir mi? Bu kadar onursuz bir sözde barışı savunabilir mi?

“Büyük savaşanlar, büyük barış yaparlar”, deniliyor. İçerikten ve dayanaktan yoksun boş bir söz kalıbı! Siz büyük savaşırken devrimciydiniz. Devrimci programınız vardı, devrimci idealleriniz vardı. Onun için gerçekten büyük savaştınız. Şimdi sözde “büyük barış” ararken, siz hala o programı, o kimliği, o ideolojiye savunabiliyor musunuz? Siz “büyük barış” yapamazsınız. Çünkü “büyük savaş” kapasitesini kaybettiniz. “Büyük barış”ı ancak “büyük savaş” kapasitesini koruyanlar yapabilirler. Siz o kapasiteyi tümden kaybettiniz. Bu nedenle siz onurlu barış da yapamazsınız. Çünkü, Serhat Ararat’ın da dediği gibi, onurlu barışın ilk koşulu saygın bir taraf olarak kabul edilmeyi gerektirir. Oysa “saygınlık” bir yana, savaştığınız güçler “taraf” sözünü bile duymak istemiyorlar. Öcalan, Türk devleti bizi muhatap alamaz, böyle bir şey bekleyemeyiz, bu gerçekçi değil, diyor. Burada onurlu bir barışın herhangi bir temeli var mı? Onur bu barışın neresinde? Bu barış şu yanıyla da onurludur diyebilecek kimse var mıdır? “Akan kan dursun” edebiyatı, “onurlu barış”ın ifadesi olabilir mi? “Onur”lu bir yana, ortada herhangi bir barış yok. Taraflardan birinin önderliği şahsında utanç verici bir teslimiyet var yalnızca.

Lenin’in haksız, gerici ve kıyıma dönüşen bir emperyalist savaş karşısında bile devrimci bir barış platformu var. Barışa ilişkin koşulu şudur: Bütün ulusların özgürlüğü, ilhaksız ve tazminatsız bir barış. Neden “bütün ulusların özgürlüğü”? Çünkü emperyalist savaş sömürge egemenliği uğruna sürdürülen bir savaştır. Ezilen ulusları ve sömürge ulusları kölelik altında tutmak uğruna sürdürülen emperyalist bir savaştır. Ne diyor Lenin? Bütün ulusların özgürlüğüne dayalı, ulusların kendi kaderini tayin hakkına dayalı, tazminatsız ve ilhaksız bir barış. Yani bütün sömürge egemenliğinin son bulduğu bir barış. Bu elbette ancak devrimle mümkün olabilir. Evet, Rusya da savaşta bir taraftı. Rusya’daki uluslar özgürleştiler. Ama ne sayesinde? Rusya’daki sosyalist devrim sayesinde. Devrimi başarılamadığı yerlerde ise, eski sömürgeci statüler, emperyalistlerin egemenliği sürdü. Yalnızca bir emperyalistin yerini ötekine bıraktığı türden bir değişiklik oldu.

Demek ki marksistler bir emperyalist savaşın bitimini bile devrimle ilişkilendiriyorlar. Lenin’nin sözkonusu makalesinin adı “Barış Sorunu”dur. Lenin diyor ki; “eğer ulusların özgürlüğü isteği, belli bazı ülkelerin emperyalizmini ve ulusalcılığını perdelemek için kullanılan sahte bir istek olmayacaksa, o zaman bu istek bütün halkları, bütün sömürgeleri kapsamalıdır. Ne var ki, bütün ileri ülkelerde bir dizi devrimlerin eşliğinde olmadıkça, böyle bir istek anlamsızdır. Ayrıca, başarılı bir sosyalist devrim yapılmadıkça bu istek gerçekleştirilemez.” (Age, s.225 –Red)

Lenin burada barışı ulusların özgürlüğüyle, ulusların gerçek özgürlüğünü ise sosyalist devrimin başarısıyla ilişkilendiriyor. Altında da diyor ki; kitlelerin barış arzusu güzel bir arzudur, ama devrimci bir partinin barış sloganı ile kitlelerin barış arzusunu birbirine karıştırmamak lazım; önemli olan, devrimci bir partinin, kitlelerin barış arzusunu alıp doğru bir devrimci formülasyona kavuşturmasıdır.

“Yığınların barış arzusundan yararlanmak için her çaba gösterilmelidir. Peki, bu arzudan nasıl yararlanılacak? Barış sloganını kabullenmek ve yinelemek, ... bugünkü efendi sınıfların –bir devrimler dizisiyle derslerini ‘almaksızın’ (ya da tasfiye edilmeksizin)– demokrasi ve işçi sınıfı açısından doyurucu bir barış yapabilecek güçte oldukları boş hayaliyle halkı aldatabilir. Hiçbir şey, böyle bir aldatmadan daha tehlikeli değildir. Hiçbir şey işçileri bundan daha fazla aldatamaz; hiçbir şey, işçilere, kapitalizmle sosyalizm arasında derin çelişkiler olmadığı yollu yanlış inancı bundan daha fazla aşılayamaz; kapitalist köleliği hiçbir şey, bu aldatmadan daha iyi süsleyip-püsleyemez. Hayır! Biz barış arzusunu, halkın barıştan beklediği yararın bir dizi devrimlere başvurmaksızın elde edilemeyeceğini yığınlara anlatmak için kullanmalıyız.” (age., s.225-226 –Red.)

Neden “bir dizi devrimler” diyor? Çünkü uluslararası arena üzerinden konuşuyor. Bir emperyalist dünya savaşı durumu var, bunun üzerinden konuşuyor; “biz barış arzusunu, halkın barıştan beklediği yararın bir dizi devrimlere başvurmaksızın elde edilemeyeceğini yığınlara anlatmak için kullanmalıyız” diyor. Evet, biz emekçilere, barış istemek güzel bir şey, ama siz barışı ancak özgürlüğünüzü ve eşitliğinizi kazanarak elde edebilirsiniz, diyeceğiz. Bu kokuşmuş egemen düzeni yıkmadan, özgürlüğü ve eşitliği kazanamadan, barışı da kazanamazsınız. Bugün için çatışma biter gibi görünür, ama yarın yeniden kendini üretir. Çünkü sorun sorun olarak ortada duruyor. Sorun sorun olarak durduğu sürece de, devrimci ve gerici çatışmaların zemini olma potansiyelini hep koruyacaktır.

“Savaşların sona erdirilmesi, uluslar arasında barış, yağmaya ve zora son verilmesi –bütün bunlar bizim idealimiz; ama bu ideal, doğrudan ve ivedi bir devrim çağrısının eşliği olmazsa, burjuva safsatacıların yığınları ayartmasına yarar.” (age., s.226 –Red.)

O zaman da yığınların barış arzusunu kullanarak, mevcut statüko temeli üzerinde barışı savunan sözde sosyalistler, yani sosyal demokrat hainler var. Zamanında savaşı desteklemişler, yığınların barış arzusu kabarınca, bu kez de mevcut statüko temeli üzerinde barışı savunmaya başlıyorlar. Yani ne pahasına olursa olsun barış! Bu makale buna karşı yazılmış.

Marksistler, ancak savaşı yaratan nedenlerin ortadan kaldırılmasına dayalı bir barışı savunabilirler. Ama bunu marksistler, biz savunuruz. Tabi ki burjuva ya da küçük-burjuva milliyetçisi başka bir şeyi savunur, reformisti başka bir şeyi savunur. Herkesin barış sorununa kendi bakışı vardır. Tıpkı herkesin, her sınıf ya da temel siyasal akımın demokrasi sorununa ya da herhangi bir başka temel siyasal ve toplumsal soruna kendi bakışının olması gibi. Çünkü her sınıfın barış anlayışı ve barıştan beklentisi farklıdır. Her sınıf, demokrasiyi de barışı da kendi sınıf çıkarlarıyla ilişkilendirir, bu temel üzerinde ortaya koyar.

Dolayısıyla, bugün Öcalan’ın İmralı savunmasında ortaya koyduğu sözde barış programının, hangi sınıfın konumuna, çıkarlarına, özlemlerine, tercihlerine denk düştüğüne bakılmalı. Bu barış hangi sınıfın barışı olacak? 20. yüzyılın sonunda sözde “demokratik sistem”in zaferini kutsamaya dayalı paket proje hangi sınıfın bakışaçısını ve çıkarlarını yansıtıyorsa, işte onun barışı. Siz, Kürt burjuvazisinin çıkarlarına uyan, Amerika’nın dünya egemenliği düzenine dayalı olan, düne kadar Talabani’nin savunduğu türden bir barışı halkın çıkarları olarak yutturmaya çalışıyorsunuz. Açıkça Kürt burjuvazisi adına ortaya çıkın ve bunu yüreklice savunun. Ama bunu böyle yapmıyorsunuz. Zira burjuvazi hiçbir zaman kendi çıkarlarını kendi adına savunmaz. Kendi en bencil, en karanlık, en alçakça çıkarlarını hep tüm halkın çıkarları adına süsler püsler ve öyle sunar. Burjuvazi her zaman bu işi böyle yapar. Politikada açıklık, devrimci politikada olur. Burjuva politikasında her zaman aldatmaca, her zaman cilalama vardır. Şimdilerde burjuvazinin safına geçenler de bunu aynen böyle yapıyorlar.

Evet, barış Kürt halkının hakkıdır. Çünkü savaşın en büyük acısını o çekiyor. Ama Kürt halkı bu savaşa niçin girdi? Çünkü köleydi, ulusal varlığı reddediliyordu, ulusal özlemleri bastırılıyordu, eşitliğe ve özgürlüğe dayalı istemleri yok sayılıyordu. Dolayısıyla, Kürt halkının barış özlemi, ancak barış üzerine bu tür sorunların asgari bir çözümünü içeren bir devrimci programla anlam kazanabilirdi.

Ne pahasına olursa olsun barış arayanlara, niye savaştınız diye sorulur. Bu kanın akması ne pahasına olursa olsun dursun diyenlere, o halde niye bu savaşı başlattınız diye sorulur. Şimdi Türk burjuvazisi tam da böyle söylüyor; zamanında silahı kendiniz elinize aldınız, silahları kendi elinizle bırakacaksınız, şimdi hiçbir pazarlık aramayacaksınız, gelip galiplerin insafına sığınacaksınız, diyor. Adına onurlu barış dedikleri, bu.

Öcalan, silahları bırakırsak, devrimci mücadeleye son verirsek, Güney Kürdistan’a çekilirken orada Türk burjuvazisinin çıkarlarının, egemenlik arzularının güvencesi olduğumuzu kanıtlarsak, karşılığını da ola ki alırız diyor.

- Ama çekilirken bile imha ediliyorlar...

Evet, çekilirken bile imha ediyorlar ve bu şaşırtıcı da değil. Çünkü rejim hiçbir uzlaşma görüntüsüne tahammül edemiyor. Aslında çekilmesini istiyor, neden istemesin ki? Zaman zaman çatışmalar neden doğuyor? Devlet, çekilmede hiçbir pazarlık yok, bu bizim sorunumuz değil, teslimiyet bayrağı çekiyor ve çekiliyorlar, bu onların sorunu, diyor. Onun için de arada kan akıtıyor, arada çatışma yaratıyor. En ufak bir pazarlık görüntüsü yaratmak istemiyor. Ama ‘90’ların başında, cumhurbaşkanının ağzından, federasyonu da tartışabiliriz, diyorlardı. TÜSİAD, bu meseleye bir çözüm bulun, diyordu. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Kürt sorununa dair rapor yayınlıyordu. Neden? Çünkü orada devrimin gücü vardı. Devrimin önünü alabilmek için reformun ucunu göstermeleri gerekiyordu. Ne zaman ki devrim bırakıldı, reformu vermekte de vazgeçtiler.

“Kan akıtılmasın” denilerek barış arzusu formüle ediliyor, değil mi? Barış güzel bir şey gerçekten, kanın akması hoş bir şey değil. İyi ama, bugünün barış mücahitleri bu sözde barışı hangi gelecek perspektifiyle savunuyorlar dersiniz? Öcalan, Başkanlık Konseyi, Dursun Kalkan vb.’leri, Türk burjuvazisine; bir an önce barış yapalım ki, Balkanlar’da, Ortadoğu’da, Kafkasya’da ve İç Asya’daki rolünüzü daha rahat oynayabilesiniz, diyor. Balkanlar’da nasıl bir “rol” oynanıyor? İncirlik üzerinden Ortadoğu’da nasıl bir “rol” oynanıyor? Güya içerde kanın akması duracak, barış yapılacak; karşılığında ise Türk burjuvazisi ABD emperyalizminin bölge hesapları çerçevesinde dış seferlere daha rahat çıkacak! Yani Balkanlar’da Sırpların, güneyde Arapların, Kafkasya’da bir takım halkların kanı duruma göre daha rahat akıtılacak. Güya içerde halkların kanının akması duracak, ama bu bölgesel çapta kanın akıtılmasının önünü açacak. Biliyorsunuz, yayılmacılık aynı zamanda savaşlarla mümkün oluyor. Türk devleti sözkonusu olduğu zaman, bu özellikle böyle. Onun sermayesinin gücü yok. Ancak militarist aygıtıyla, ancak yıkıcı gücüyle yayılabilme imkanına sahip.

Amerikan barışı isteniyor. Amerikan barışı ise, Amerika’nın çıkarlarının gerektirdiği her durumda savaş makinasının harekete geçirilmesini gerektiriyor. Bunu kanıtlamak gerekmiyor. Son elli yılı bir yana koyuyorum, ‘90’lı yıllar baştan başa bunu gösteriyor. Üstelik en kanlı ve en yıkıcı örnekleri de bizi çevreleyen coğrafyada, Ortadoğu’da ve Balkanlar’da yaşandı.

Dolayısıyla, barış konusunda kullanılan onca duygusal retorikte de tam bir samimiyetsizlik var. Türk devletinin bölgede daha rahat bir savaş kapasitesi kazanması üzerinden bir sözde barış savunuluyor. Burjuvazi dışarda savaşa yöneldiği zaman zaten içerde iç barışı güvence altına almayı ister. Kalkıp burjuvazinin perspektiflerine uygun formülasyonlar yapılması, utanç verici olduğu kadar ibret vericidir de.

Elbette biz Kürt halkının barış arzusuna sahip çıkmalıyız. Ama Kürt halkı sadece barış değil, ondan da çok ulusal özgürlük ve eşitlik istiyor. Önemli olan, onun barış arzusu ile özgürlük ve eşitlik istemi arasındaki organik bütünlüğü kurabilmektir. Kürt halkı kendisine ait olmayan bir şeyi istemiyor. En doğal hakkını, ulusal özgürlüğü istiyor ve eşitliği istiyor. Biz barış sorununu onun bu en haklı taleplerinden neden koparalım ki?

Denilecektir ki; siz sadece ulusal özgürlük ve eşitlik istemiyorsunuz, siz komünistsiniz, sizin sorununuz temelde başka, siz asıl olarak sosyalizm istiyorsunuz, oysa bizim sorunumuz ulusal sorunun çözümüdür. Biz de diyoruz ki, Kürt halkı gerçek bir ulusal özgürlüğe ve eşitliğe ancak sosyalizmle kavuşabilir. PKK’nın bütün bir deneyimi bunu gösterdi. 20 yıllık deneyim ara bir çözümün olmadığını gösterdi. “Demokratik cumhuriyet”, boş ve aldatıcı bir laf, İmralı’daki ortaya konuluş biçimiyle tam bir gerici formülasyon. Ya kapitalist egemenlik sürecek, ya da barış sosyalizmle gelecek. Çünkü ulusal eşitsizliği, ulusal baskıyı, savaşları kapitalist egemenlik üretiyor.

Barış üzerinden o kadar büyük yalanlara ve aldatmacalara başvuruluyor ki. Savaş her zaman belli sınıf çıkarlarıyla, belli sınıf düzenleriyle ilişkilidir. Kürt hareketi bugün öyle bir ideolojik kargaşa yaratıyor ki, sanki Türk burjuvazisi savaş istemiyor, savaşı bir takım militarist klikler istiyor. Yani, özel tim, korucular, Türk ordusunun savaşçı klikleri istiyor. Ama Türk burjuvazisi, TÜSİAD demokrasi ve barış istiyor. Böyle bir aldatmaca olabilir mi? Siz daha düne kadar sosyalist olduğunuzu, güya Marksizme dayandığınızı iddia ediyordunuz. Sömürgeci egemenlik diyoruz, bu bir sınıf egemenliğidir. Siz ulusal eşitsizliği, özgürlükten yoksunluğu, bir sınıfın egemenliğinden koparabilir misiniz? Kendi içinde amaçlaştırılmış, sınıflar üstü bir şiddet olabilir mi? Savaşın ve şiddetin her zaman sosyal-sınıfsal bir karakteri, bu çerçevede yöneldiği bir hedefi vardır. Kürdistan’daki kirli savaşı ordu içerisindeki maceracı militarist kliklere bağlayabilir misiniz? Savaş ortamı yoz gruplaşmalar üretir, bu ayrı bir şey. Ama özel tim, koruculuk sistemi, sömürgeci statüyü sürdürme hesabından doğdu. Bu hesap bir sınıfın egemenliğine dayalıdır.

Savaş siyasetin devamıdır ve siyaset hep belli sınıf çıkarlarıyla ilişkilidir. Siz Kürdistan’da yürütülen kirli savaşı savaşçı kliklerin kötü niyetine ve dar kliklerin bencilce çıkarlarına yorabilir misiniz? Böyle yaptığınız zaman marksist olabilir misiniz? Bu, burjuvazinin bir aldatmacasıdır. Burjuvazi emperyalist savaşı yürütür, yıkar, dağıtır, sonra da bu savaşa bir günah keçisi bulur. Yenmişse, suçlu karşı taraftır. Yenilmişse, suçlu savaşı yürüten lider, parti ya da hükümettir. Hitler Alman tekelleri için dünyayı dümdüz etmeye kalkar, ama yenilir. Sonra Alman tekelci burjuvazisi kalkar; Hitler sapkın bir maceracıydı, Alman halkına da kötülük etti diyerek, savaşın bütün günahlarından arınmaya çalışır. Halbuki Hitler başarı kazansaydı, Alman tekellerinin dünya egemenliği kurulacaktı. Bugünkü emperyalist ABD’nin yerinde emperyalist Almanya olacaktı. Burjuvazi her zaman savaşı kendi çıkarları için yürütür, sonra da savaşı maceracı kliklerin tercihine fatura ederek işin sorumluluğundan kurtulmaya kalkışır.

Bugün Türk burjuvazisi 12 Eylül’ün faturasını Kenan Evren’e yüklüyor. Kenan Evren liderliğindeki beşli general çetesi , 24 Ocak Kararları’nı, tekelci burjuvazinin programını uygulamak, Türk ve Kürt emekçilerinin kazandığı devrimci mevzileri yok etmek, sosyal mücadeleyi dizginlemek için darbe yapar. Sosyal muhalefeti ezer, Türk burjuvazisi için ucuz emek cenneti yaratır. Ortalığı dümdüz ettikten sonra, o dönemin sorumluluğundan kurtulmak için, “Kenan paşanın mirası” denilir. Böyle olabilir mi, bu mümkün mü? Ama burjuvazi bu işi hep böyle yapıyor.

Biz devrimciyiz ve devrimden kopmuş, onu kabaca reddetmiş ve terketmiş bir PKK’yle ortak dil bulmak zorunda değiliz. PKK devrimciyse, devrimcilerin dilini konuşalım. Değilse, onun dili ayrı, bizim dilimiz ayrı, üstelik temelden ayrı ve farklı olacaktır. Devrim partileri her zaman devrimci programlarla yola çıkarlar. Ve barış, devrimci programların başarısı ölçüsünde olanaklıdır. Bir toplumsal devrim partisi savaş yürütür, devrimi zafere ulaştırır ve barışı kazanır. Devrimin zaferi barışın da zaferi demektir. İşte Lenin’den demin okuduğum parçalar kitlelerin barış arzusunu bir dizi devrimin başarısıyla ilişkilendiriyor. Biz marksistiz. Siz bu düzene teslimiyeti, Amerikan barışını seçmişsiniz. Bu durumda bizim dilimiz sizinkiyle ortak olabilir mi? Siz bizi komünistlikle, yıkıcılıkla ve düzen düşmanlığı ile suçlayın, ama bizi artık komik kaçan sosyal-şovenizm ya da Kemalizmle suçlamayın. Bugünden, hele de İmralı savunmalarındaki “açıklamalar” ve “çözümlemeler”den sonra, bu tür ithamlar artık fazlasıyla komik kaçmaktadır. Artık kemalist açıkça sizsiniz. Kürtlerin ayrı devlet kurma yeteneği yoktur, bu ancak şu veya bu devletin kuklası olmakla olanak olabilir, deniliyor İmralı savunmalarında. Gerçekte işte bu türden düşünceler tam bir şovenizm örneğidir. Bu, en azgın Türk şovenistlerinin argümanlarıyla konuşmaktır.

Biz Kürt halkının ayrı devlet kurması sevdalısı değiliz. Biz, birleşik bir mücadeleden, birleşik bir sosyalist cumhuriyetten yanayız. Ama biz, sosyal şovenizme düşmedikçe, Kürt halkının ayrı devlet kuramayacağını, bu yetenekten yoksun olduğunu iddia edebilir miyiz? Biz, Kürt halkı ayrı devlet kurabilir, kaldı ki bu onun en doğal hakkıdır, deriz. Ama bu onun çıkarına değildir, birleşik bir cumhuriyet iki halkın daha çok çıkarınadır, sosyalizmin ideali ulusların daha üst birlikler içerisinde birleşmesidir, deriz.

Ama Öcalan, Kürt halkı bir gün bile devlet olarak varolma yeteneği gösteremez; bunun iktisadi, tarihi, siyasi, sosyal, kültürel koşulları yoktur, kurarsa da ancak başkalarının kuklası olarak kurabilir, diyor. Bunu siyasal yaşama ayrı bir devlet olarak varolmayı idealize ederek çıkan birinin bu şekilde söylemesi, trajik olmanın da ötesindedir. Bir halk bundan daha fazla aşağılanabilir mi? Türk şovenizmini bizzat siz, işte tam da böyle savunuyorsunuz, sonra da kalkıp devrimcileri sosyal şovenlikle itham ediyorsunuz. Kürt reformistleri bile Kürt halkının bu kadar aşağılanmasına bugün isyan ediyorlar. Tüm reformistler gibi, uzlaşmayı, şiddetin bırakılmasını, düzen tabanına dayalı bir barışı elbette gönülden savunuyorlar, ama Kürt halkına yönelik bu türden aşağılayıcı görüş ve söylemlere de isyan ediyorlar.

Böylece son olarak ele alacağım konuya, İmralı’da Kürt sorununa getirilen yeni tanım ve çerçeveye de gelmiş bulunuyorum.


Üste