Logo
< Kürt sorununda son gelişmeler/7: Barış sorununa ek değinmeler

Kürt sorununda son gelişmeler/6: Çözümsüzlük “barış”ı ya da teslimiyet


Kürt sorununda son gelişmeler/6

 

Çözümsüzlük “barış”ı ya da teslimiyet

H. Fırat

Kurtuluş uğruna ödenen bedeller
ve “akan kan”

Kürt halkı barış istiyor, niye karşı çıkıyorsunuz, sizin değil Kürt halkının kanı akıyor, deniliyor. Bunlar teslimiyeti mazur göstermeye yönelik duygusallık yüklü demagojik söylemlerdir. Siz bunu böyle söylediğiniz zaman, bu türden bir savunma mantığına yaslandığınız zaman, madem böyle savaşmasaydınız da bu kan hiç akmasaydı, denilir size. Öcalan cumhuriyet dönemindeki isyanlar için; keşke bunlar olmasaydı, bu tarih hiç yaşanmasaydı, diyor. Aynı mantıkla, birileri de kalkar; böyle utanç verici bir teslimiyetle sonuçlanacaktıysa eğer, keşke bu “son isyan” da olmasaydı, bunca kan boşuna akmasaydı, der size.

Emekçiler, ezilenler gerektiğinde kanlarını seve seve akıtırlar, tarih bunun tanığıdır. Yeter ki ödenen bu bedele gerçekten değsin, yeter ki siz halk kitlelerini haklı ve meşru bir dava uğruna savaştıklarına inandırın. İkinci emperyalist savaşta Sovyet halkı görkemli bir zafer kazandı; bu kendisi için de, dünya halkları için de büyük bir tarihi onur oldu. Ama Sovyet halkı bu onuru 20 milyon insanının yaşamını yitirmesi pahasına kazandı, tüm öteki maddi-manevi kayıpları, onmilyonlarca yaralı ve sakat insanı bir yana koyalım. Vietnam halkı yüzbinlerce evladını, aynı şekilde Cezayir halkı yüzbinlerce evladını, neredeyse otuz yıl boyunca aralıksız savaşan Çin halkı milyonlarca insanını kaybetti. Kurtuluş için mücadele eden halklar gerektiğinde kanlarını akıtırlar, zira başka türlü kurtuluş mümkün değildir. Ama yürüttüğünüz mücadele akıttığınız kana, ödediğiniz bedele gerçekten değebilmelidir.

Eğer “kanın akması” o kadar kötüydüyse, bu savaşı hiç başlatmasaydınız. Nitekim Türk devleti şimdi bunun üzerinden demagoji yapmıyor mu? Kurtuluş için ayağa kalkmış hiçbir halk, kendine zulmedenlerden “barış” dilenmek için, “kan akıyor” yakınmasına girişmez. Bu kendi davasının haklılığını, bu dava uğruna yürütülen bir kurtuluş mücadelesinin bütün bir meşruiyetini ortadan kaldıran bir davranış tarzı olur.

Siz davanızın haklılığı ve meşruluğu konusunda hiçbir tereddüt taşımıyorken ve bu tür tereddütler yaratmıyorken, siz özgürlük mücadelesini cepheden veriyorken, birileri Diyarbakır’da “Kürt realitesi”ni tanıyordu. Türkiye gericiliği bölünmüştü, yarısı “siyasal çözüm” istiyordu. Siz devrimci kararlılığınızı ve zafere olan inancınızı koruyorken durum buydu. Ne zaman ki siz ne pahasına olursa olsun barış, ne pahasına olursa olsun “siyasal çözüm” arayışına yöneldiniz, işte o andan itibaren davayı kaybettiniz ve düşmanınızı sizi ezip teslim almak konusunda umutlandırdınız. ‘90’lı yılların başında resmi kamuoyu belirgin biçimde bölünmüştü. Siz kendinizi tümüyle “siyasal çözüm”e endekslediğiniz andan itibaren, bu bölünme adım adım ortadan kalktı ve yerini “terörün kökünün kazınması”na ilişkin tam bir “ulusal mutabakat”a bıraktı. Bugün hepsi “bebek katili” söylemi etrafında birleşiyor, hepsi “30 bin insanımızın kanlı katili” diyor. Bugün çatışmalarda katledilen ya da kirli savaşta yokedilen 25 bin Kürt gerillasına ve Kürt insanına bile onlar sahip çıkıyorlar. Bunun üzerine etkili bir demagojik kampanya yürütebiliyorlar. Çünkü siz haklı savaşınızın meşru tarihsel ve siyasal temelini bizzat kendiniz ortadan kaldırıyorsunuz. Sorunu “akan kan” duygusallığına döktüğünüz, buna indirgediğiniz ölçüde, bu sonuçları kendi elinizle hazırlamış oluyorsunuz.

“Bu kan niye aksın”, diyorsunuz. Bir devrimcinin böyle bir söylemi olabilir mi? Bir devrimci, emekçinin kanı emperyalist tekellerin çıkarı için akmaz; emekçinin kanı, gerici Türk devletinin gerici Yunan devletiyle çatışması için akmaz; emekçinin kanı, gerici egemen sınıfın egemenliğini sürdürmek için yürüttüğü bir gerici iç savaş için akmaz, der. Biz kanın akmasına haksız savaşlar sözkonusu olduğunda karşı çıkarız. Ama haklı savaşlar için emekçiler bedel öderler ve ödetirler. Düşmanlarının kanını akıtırlar ve kendi kanlarının akmasına aldırmazlar. Buna çok hevesli oldukları için değil, fakat kurtuluş ve zafer başka türlü olanaklı olmadığı için. Bu tarihi yasadır, bu sınıflar mücadelesinin demirden kuralıdır, hiçbir dindarca barış yakarışı bu gerçekliği tarihin bu aşamasında ortadan kaldırmaz, kaldıramaz. Gerekli bedelleri ödemeden, ezilen bir ulusun ya da ezilen bir sınıfın kurtuluşu mümkün müdür? Bu uğurda harcanmış emek, bu uğurda ödenmiş bedel emekçileri yalnızca yüceltir. Halklar ve emekçiler haklı davalar uğruna verilmiş mücadelelerle yücelirler ve bu tür mücadeleler de her zaman büyük bedeller gerektirir.

Şu da bir gerçektir ki, çok geçmeden, barış üzerine bugün edilen şaaşalı sözlerin aldatıcı etkisi geçer geçmez, Kürt emekçileri, sayısız gerilla ailesi, sahi çocuklarımız niye öldü diye soracaklardır. Düne kadar biri öldü, biri-ikisi daha feda olsun diyorlardı, bu bir onurdu emekçi halktan insanlar için. Yarın, sonu yine Türk kimliğinin baskın olduğu bir üniter devlet yapısı olacaktıysa, sosyal kurtuluş bir yana, ulusal kurtuluş bile içi boş hak kırıntılarından ibaret kalacaktıysa, sahi bizim bu kadar gencimiz niye öldü diye soracaklardır. İşte o zaman ödenen bedeller gerçekten boşa gitmiş görünecektir Kürt halkına.

Kürt halkını çözümsüz politikalarınızla yordunuz

Kürt halkı yoruldu, artık savaş istemiyor, deniliyor. Kürt halkını özgürlük mücadelesi yormadı; onu, işi bugün tam teslimiyete vardıranlar kendi çözümsüz politikalarıyla umutsuzluğa düşürerek yordular.

15 yıllık savaş diyoruz da, bu savaşın ‘84’den ‘90 yılına kadar olan süreci, büyük ölçüde dar bir gerilla mücadelesidir. Halkın bu süreçteki desteği, dolaylı, pasif ve daha çok da lojistik bir destekten ibarettir. ‘84’den ‘90’a kadar durum budur. İlk serhıldanlar ‘89 sonbaharında başladı. Gerilla cenazelerine sahip çıkmak bunun önünü açtı. Aslında sözkonusu olan, Kürt halkının birikmiş ulusal enerjisinin nihayet kitlesel patlamalar biçiminde açığa çıkmasıydı. Alçakça muamelelere konu olan gerilla cenazelerine sahip çıkmak, bunun dışa vurmasına etkili bir vesile oluşturdu yalnızca. Birikmiş ulusal enerji böylece patlak verdiği andan itibaren de ulusal özgürlük sloganlarıyla ilerledi, birçok bölgede hızla yaygınlaştı. ‘90’ların başında hız aldı, ‘91 yılında sürdü. Peki o bugünkü teslimiyet bataklığıyla noktalanan “siyasal çözüm” arayışları lafları ne zamandan itibaren edilmeye başlandı? Daha ‘90’da, ‘91’de! ‘91 sonundaki genel seçimlerde SHP-HEP ittifakı bunun ifadesi, Kürt halk kitlelerini boş umutlarla sersemleten ilk somut ürünüydü. Özal’ın ve Talabani’nin entrikalarına olumlu bir yanıt olan ilk ateşkes ise ‘93’te ilan edildi. İlk serhıldanların başlangıcından alırsanız, arada en çok iki, ikibuçuk yıllık bir süre var.

Peki, Kürt halkı gibi 70 yıldır kimliği bastırılmış, ulusal varlığı bile inkar edilmiş, ‘30’lardaki isyanların bastırılmasından sonra neredeyse 50 yıl boyunca suskun kalmış bir halk, iki, en çok ikibuçuk yılda yorulabilir mi? Çin halkı aralıksız otuz yıl savaştı. Vietnam halkı yorulmadan kaç onyıl savaştı. Halklar gerektiğinde, kendilerine güven veren ve kazanma umudu aşılayan devrimci önderlikler altında, kazanana kadar yorulmadan savaşabiliyorlar. Ama siz, halkları yoran değil, halkların coşkusunu, mücadele arzusunu, kazanma inancını koruyan ve pekiştiren bir siyasal çizgi izlediğiniz sürece, bu böyle olur.

Bununla bağlantılı olan ve komünistler olarak en başından itibaren altını çizdiğimiz bir başka temel önemde nokta daha var. Kürt halkının ulusal enerjisinin yanısıra, onun sınıfsal enerjisini de açığa çıkaran bir politik çizgi izlemediniz ki; hem mücadelenin tıkanmadan önü açılabilsin, hem Türk halkıyla Kürt halkının devrimci birliği kolaylaşabilsin, hem de halkın devrime ve kazanmaya olan inancı korunabilsin. Siz, ‘92’den beri “siyasal çözüm”, ‘93’den beri durmadan ateşkes ve ne pahasına olursa olsun barış ve uzlaşmaya vardırırsanız işi, bu politika kendi içinde böyle kısırlaşırsa, bu çok geçmeden halkın gözünde de bir çözümsüzlük görünümü kazanır ve bu çözümsüzlük duygusu da zamanla kaçınılmaz olarak halkta bir yorgunluk yaratır. Siz devrimin önünü açsaydınız, kuşkunuz olmasın, Kürt halkı da savaşma gücü gösterirdi, bugün teslimiyete dayanak ettiğiniz “yorgunluk”tan eser olmazdı.

Türk kurtuluş savaşına bakınız. Öncesi bir yana, yüzyılın başından itibaren çeşitli tüketici savaşlar ve isyanlar var. Ardından Balkan Savaşı, onun ardından tam bir kırıma dönüşen birinci paylaşım savaşı yaşanıyor. Savaş bittiğinde halkta tam bir savaş yorgunluğu, savaşa karşı bir nefret, tam bir bıkkınlık ve bezginlik var. Halk savaştan kırılmış, mahvolmuş, bunun yarattığı yorgunluk ve bezginlik ruh hali, romanlara konu olacak denli belirgin. 10-15 yıl süren askerlik insanları gerçekten tüketmiş, gidenlerin ezici çoğunluğu geri dönmemiş. Anadolu’da neredeyse yetişkin genç insan kalmamış. Ama bir yeni savaşı, ulusal kurtuluş savaşını yürütecek bir enerji tüm bunlara rağmen yaratılabildi. Neden? Çünkü haklı bir kurtuluş davası uğruna halk motive edilebildi. Savaşların tükettiği, yorgun düşürdüğü, hareketsiz bıraktığı halk, haklı bir mücadele verileceğine inandırıldığı ölçüde, birkaç yıl süren bir ulusal kurtuluş mücadelesine çekilebildi. Demek ki doğru bir politika halkın tüm yorgunluğuna rağmen ona bir savaşma kapasitesi kazandırabiliyor.

Siz onyılların biriktirdiği, ‘60’lı ve 70’li yılların bir ölçüde hazırladığı ulusal enerjiyi iyi-kötü açığa çıkardınız. Ama bu halkın savaşma kapasitesinin korunabilmesi için, ulusal mücadelenin bir sosyal zemine, bir sınıfsal içeriğe oturması da gerekiyordu. Halkın sosyal çıkar ve özlemleriyle ulusal çıkar ve özlemlerini içiçe savunmalı, buna uygun düşen bir politik çizgi izlemeliydiniz. Programınız zaten bunu söylüyordu, ortaya koyduğunuz amaç ve hedefler bunu gerektiriyordu. Siz bu niyetle yola çıkmıştınız, uzun yıllar boyunca bu iddiayı koruyor göründünüz. O halde bunun gereğini yapmak durumundaydınız.

Ama bunu yapmadınız. Sovyetler Birliği yıkılmıştı, Doğu Avrupa’daki rejimler çökmüştü, dünyada gericilik dalgası dönemiydi. Bu, devrime, sosyal kurtuluşa ve ancak bu eksene oturtulduğunda gerçekten tam ve kalıcı olabilecek bir devrimci ulusal kurtuluşa olan inancınızı sarsmış, hatta yıkmıştı. Bunu yaparsak, devrimci kimliğimiz önplana çıkar, o zaman da emperyalistler bizi kolay ezerler türünden kaygı ve korkularla hareket ettiniz, bundan geri durmaktan yarar umdunuz. Devrimci kimliğimize uygun düşen bir politika izlersek, Kürt burjuvazisinin desteğini de alamayız kaygısıyla hareket ettiniz. Çünkü kendinizi emperyalist sistemle ve Türkiye’nin kapitalist düzeniyle uzlaşmaya dayalı, bu sistemin çerçevesine ve bu düzenin temellerine uyarlanmış bir “siyasal çözüm”e endekslemiştiniz. Bu tür bir “siyasal çözüm”ün herhangi bir başarı şansının olabilmesi için, bu durumda sizin hiçbir sınıfsal talep ileri sürmemeniz, düzene karşı hiçbir temel konum ve tutum içinde olmamanız gerekiyordu.

Böyle olunca da devrimci kimlik tümüyle söylem düzeyinde kaldı, zamanla işin özünde giderek unutuldu. Hiçbir sınıfsal talep, hiçbir gerçek anti-emperyalist talep gündeme getirilmedi. Mesele salt Kürt kimliğinin tanınması ve bazı ulusal haklarının verilmesi olarak konuldu. Ama hedefi bu en geri noktaya çektiğiniz yerde, bunu da elde edemiyorsunuz; birileri, dünün “siyasal çözüm” bugünün “büyük barış” havrileri, bunu kendi praktikleriyle bir kez daha kanıtlamış oldular.

20. yüzyılın ezilen ve sömürge ulusları bir dizi örnekte görkemli devrimci ulusal kurtuluş mücadeleleri verdiler. Ama buna önderlik eden devrimci parti ve akımlar, bunu kendi halklarının bir takım sosyal-iktisadi sorunlarını çözme mücadelesiyle de birleştirdiler. Çin halkının ulusal kurtuluş mücadelesi, aynı zamanda Çin köylülüğü için bir toprak devrimi mücadelesidir. Aynı zamanda emperyalizmin ülkedeki iktisadi ve siyasal köleliğine karşı anti-emperyalist bir devrimci kurtuluş mücadelesidir.

Anti-emperyalizm üzerine tartışmalarda, bizzat Kürt sorunu üzerine tartışmalarda, buna çok açıklayıcı olan bir tarihi örnek vermiştim. Vietnam İşçi Partisi, bir dönem, tırnak içinde söylüyorum, “yurtsever toprak ağaları”nın desteğini almak için toprak devrimi politikasından toprak kiralarının düşürülmesi politikasına geçiyor. Vietnam İşçi Partisi Tarihi’nde bu olay değerlendiriliyor ve deniliyor ki; bu politika değişikliği köylülüğün savaşım kapasitesini çok belirgin bir biçimde düşürdü; devrim mücadelesi güçlenmek bir yana, tersine bu politika değişikliğinden ötürü hızla zayıfladı; parti çok geçmeden bunu farketti ve bu politikayı terketti. Vietnam’da halkın emperyalizme karşı ulusal kurtuluşçu direnişi, halkın büyük çoğunluğunu oluşturan köylülüğün toprak devrimi mücadelesiyle içiçe gidiyor. Oradaki sosyal sorun ulusal enerjiyi besliyor ve güçlendiriyor, devrimin tüm gücü ve soluğu da buradan geliyor. Oysa “yurtsever toprak ağaları”nın desteğini kazanma sevdası, kısa sürede kurtuluş mücadelesini zayıflatan bir etki yaratıyor.

Siz sorunu salt bir ulusal kimlik sorununa indirgediğiniz zaman, bu sizi Türk emekçi kitlelerinden kaçınılmaz olarak koparıyor. Zira Türk emekçi kitlelerini size yakınlaştıracak olan, zorunlu olarak ancak sosyal-sınıfsal kimliktir. Siz bu kimliği geri plana ittiğiniz, hatta söylemini bile terkettiğiniz bir durumda, Türk halkı hangi dürtü ya da etkenler sayesinde sizi destekleyebilir ki? Tersine, bu durumda Türk halkı kendi sınıfsal kimliğine iyice yabancılaşıyor, sizin tutumunuz bunu kolaylaştırıyor. Orada ezilen sınıfların direndiğini ve bunun aynı zamanda ezilen sınıfların çıkarları doğrultusunda bir direniş olduğunu görecek ki, kendisi de ezilen bir sosyal katman olarak kendi gerçek kimliğini ve çıkarlarını hissedebilsin ya da bu tür bir hissediş kolaylaşabilsin. Siz sorunu salt ulusal kimliğe indirgediğinizde, o da kendi ulusal kimliğine sarılıyor ve böylece şovenizmin tuzağına düşüyor. Siz salt ulusal kimliğe indirgediğiniz bir platform çerçevesinde Kürt burjuvazisinin eteğine yapıştığınızda, bu uğurda gerici komşu devletlere sığındığınızda, bu uğurda emperyalistlerden medet umduğunuzda, bu, Türk halkının tuzaklara düşmesine en müsait bir zemin işlevi görür.

Siz sorunu salt ulusal kimliğe indirgediğinizde, Türk halkından kopmakla kalmıyorsunuz, dahası, böylece kendi burjuvazinizle de birleşiyorsunuz. Çünkü salt ulusal istemlere indirgenmiş bir mücadeleye, ezilen ulus burjuvazisi de, “olsa iyi olur tabi” diyor. Burjuvazi kategorik olarak ulusal kimliğe karşı değildir; sadece kendi sınıfsal çıkarları ile çeliştiği ya da bunu tehdit ettiğini gördüğü durumlarda bu türden bir karşıtlık gösterir. Ama siz onun sınıfsal çıkarlarına zarar veren her türlü unsurdan arındınız mı, Kürt burjuvazisi için zaten problem kalmıyor, böylece onunla birleşmek de kolaylaşıyor. Sosyal içeriği yok ettiniz mi, emperyalist sisteme ve dolayısıyla kurulu düzene itirazınızın temeli de ortadan kalkıyor. Anti-emperyalizm bir sınıfsal tutum ve istemdir, bunu bir yana bıraktınız mı, o zaman emperyalistleri hakem tutmamanız için de bir neden kalmıyor.

Sonuç, devrimden kopmanız oluyor. Devrimden koptuğunuz zaman da halkın savaşma kapasitesi zayıflıyor ve giderek mücadele için fedakarlık anlamsızlaşıyor. Çünkü halk kurulu düzen içerisinde kaldığı sürece ona tabidir ve edilgendir. Halkların enerjisini açığa çıkaran hep devrimler olmuştur. Halklar devrimlerle yüceliyorlar, bağımsızlık, inisiyatif, enerji ve zafer azmi kazanıyorlar. Devrimler ve devrimci mücadeleler olmadığı sürece ise, edilgendirler, kendi gerçek çıkarlarına yabancıdırlar ve kendi kurulu düzenlerinin hizmetindedirler. Kendi burjuvazilerinin, egemen sınıflarının hizmetindedirler, ona tabidirler. Halkları düzenden ve egemen sınıflardar koparan ve halkların tarihsel enerjisini ve inisiyatifini açığa çıkaran her zaman devrimler olmuştur.

Siz devrimi bir yana bıraktığınız zaman, böylece halkın savaşma kapasitesini de düşürüyor, kendi elinizle sabote etmiş oluyorsunuz. Bu durumda halk için, verilmekte olan mücadele bir kısır savaş görünümü kazanmaya başlıyor, yorgunluk dediğiniz durum böylece oluşuyor, ortaya çıkıyor. Ve o zaman halk gerçekten de ne pahasına olursa olsun barış türünden bir eğilim içine girebiliyor, çözümsüzlük bu eğilimi kaçınılmaz olarak besliyor.

İki yılda halk yorulur mu? 70 yıl kimliği bastırılmış bir halk, iki yılda yorulabilir mi hiç? Ama mücadelenin önünü açmayan çözümsüz politikalarınız elbette zamanla halkı yorar. Hep de iki yıl diyorum, bu ifadeyi bilerek kullanıyorum. Elbette ki halk 8-9 yıldır süren sistematik bir kirli savaşın hedefidir. Ama bu savaş karşısında Kürt halk kitlelerini güçsüzlüğe iten çözümsüzlük politikaları, adına “siyasal çözüm” denilen çözümsüzlük çıkmazı, daha ‘92 yılında gündeme getirildiği için ve o zamandan beri de “halkın yorgunluğu” buna bir gerekçe olarak gösterildiği için, ben de bilerek, bu reformist politikanın başlangıç tarihi üzerinden, ısrarla iki yıl diyorum.

Kabaca ‘92 yılı başlarında hareket bir yol ayrımındaydı. Ya bugünkü teslimiyetle sonuçlanan reformist yola girilecek, ya da tüm Türkiye halkıyla birleşik bir devrime yönelinecek, bunun gerektirdiği ideolojik-politik açılımlar yapılacaktı. Bunun arası yoktu. Bunun arası en fazla PKK’nın ara idare etme dönemi oldu. Hani hem “siyasal çözüm” istiyordu; hem de biz devrimciyiz, bu devrime hizmet eden bir taktiktir yalnızca, diyordu ya. Gerçekte bu bir aldatmacaydı. Biz daha ‘92’de, daha “yol ayrımı” başlangıcında ara bir yol olmadığını söyledik. Bu, ya kurulu düzen tabanı üzerinde bir uzlaşmaya, sonuçta onunla bütünleşmeye varır; ya da toplumsal devrim olarak derinleşir, bu ikisinin arasında bir çözüm yoktur, dedik.

Ara çözüm gerçekte bir çözümsüzlüktü, bir çözüm yaratmadı, bu bugün bütün açıklığı ile görülebiliyor. Öcalan 6-7 yılı boşuna kaybettik diyor ya, bir yerde haklı da. Sonuçta bugünkü teslimiyet noktasına varacaktıysa, ‘99’da varacağına keşke ‘93’de varsaydı, dedirtebilen bir durumla karşı karşıyayız bugün. Bu açıdan söyledikleri teslimiyeti seçen bir insan için çok da mantıksız değil.

Ama varılan yer, varılabilecek yerlerden, ana alternatiflerden sadece biriydi. Oysa devrimde de ısrar edilebilinirdi. Devrimde ısrar edilseydi, Kürt burjuvazisi Türk burjuvazisinin yanına geçerdi ya da zaten ulusal harekete hiç yanaşmazdı. Ama tam da bu sayede Kürt halkının devrimci birliği pekişirdi, Türk halkıyla Kürt halkının devrimci birleşmesi kolaylaşırdı.

Kendi burjuvazisiyle birleşen bir mücadele, başka halkların ezilenleriyle birleşebilir mi? Ezilen halklar kendi egemen sınıflarından koptukları ölçüde kendi aralarında birleşebiliyorlar. Onlara bağlı oldukları ölçüde ise, birçok durumda birbirlerinden kopuyorlar, yer yer birbirlerini boğazlıyorlar. İşte Yugoslavya, işte Sovyetler Birliği’nin dağılışı sonrası.

Kürt halkında savaş yorgunluğu çok tartışmalı bir sorun. Bir yoldaş, Kürt halkı savaşma kapasitesini hala koruyor, diyor. Buna bir ölçüde, ama yalnızca bir ölçüde katılmak mümkün. Kürt halkının önüne ulusal ve sosyal kurtuluşu içiçe kucaklayan devrimci politikalar etkili ve inandırıcı bir biçimde konulsun, Kürt halkı 20 sene de savaşır. Bu savaş zaten Kürt halkını Türk halkıyla birleştireceği için, devrimci sınıf savaşı ile bu temel üzerine oturmuş bir ulusal mücadele her iki halkı kaçınılmaz biçimde birleştireceği için, Kürt halkı bugünkü umutsuzluktan büyük bir umuda geçer.

Ama sorunu, ABD’nin, emperyalistlerin hakemliğinde kurulu düzen üzerinde bir takım hakların tanınmasına dayalı bir uzlaşma alanına çektiniz mi, bu halkı umutsuzluğa düşürür, boş hayallerle sersemletir, sonuçta yorarsınız. Bu mücadele giderek emekçi halk katmanları için anlamını yitirmeye başlar.

‘93 sonrası süreç boşuna mı yaşandı?

Bir yoldaşın verilen arada sorduğu bir soruyu burada yanıtlamak istiyorum. Bugün varılan sonuçtan kalkarak, ‘93’den bu yana yaşanan 6-7 yıllık sürecin bir aldatmaca olduğunu mu düşünmek lazım? Söylediklerinizden yer yer böyle bir anlam çıkıyor, diyordu yoldaş. Tabi ki söylediklerimden böyle bir anlam çıkarılmamalı. Seri bir konuşmanın akışı içerisinde bir takım vurgular yanlış anlaşılabiliyor. Ama toplam konuşmanın mantığı içerisinde ele alındığında, bu tür vurguların yerli yerine oturtulması çok zor değil.

Bu bir aldatmaca değil, doğallığında yaşanan bir süreçti. Aldatmaca en çok izlenen politikanın gerçek niteliğini ve sonuçlarını gizleyen tutumdadır. Yani öznel çabalardadır. Oysa toplamında nesnel sürecin doğal bir mantığı var. Biz daha ‘90 yılı başında, herşeyin sorunsuz göründüğü bir evrede, EKİM 1. Genel Konferansı’nda bir değerlendirme yaptık: PKK, küçük-burjuva milliyetçi bir hareket, bir ara sınıf konumu var, bu nedenle hayallere kapılmamak gerekir; Türkiye işçi sınıfı umut ve güven verici bir gelişmeyi yaşayamazsa, Kürt hareketi buradan alamayacağı gücü dönüp kendi burjuvazisinden alacaktır, bu ise onu çıkmazlara, sonuçta düzene doğru sürükleyecektir; Kürt köylülüğü ve küçük-burjuvazisi bu mücadeleyi kendi gücüyle götüremez, modern bir toplumda bu mümkün değildir, diyorduk. (Kürt Ulusal Sorunu-1, Eksen Yay., s.67-72 -Red)

PKK küçük-burjuva bir hareket olarak her zaman ara çözümlere meyledecek ve sonuçta ana çözümlerden biri onu kazanacaktı. Ana çözümler hangi çözümler oluyor? Bu toplumda ana sınıflar hangileri ise, onların çözümleri ana çözümlerdir. Yaşadığımız toplum modern bir burjuva toplumu olduğuna göre, bir tarafta Türkiye burjuvazisi, diğer tarafta Türkiye işçi sınıfı var. Düzen temeli üzerinde uzlaşmak ve bugün görüldüğü gibi sonuçta düzene teslim olmak, Türk ve Kürt burjuvazisinin, bir bütün olarak Türkiye burjuvazisinin çözümüdür. Toplumsal devrime dayalı çözüm ise Türkiye işçi sınıfının çözümüdür.

PKK bu çözümlerden birine yönelmek zorundaydı. Ama, hem devrimci kalarak ve onurunu koruyarak arada bir yerde durabileceğini, hem de bu düzeni kendisiyle sorunun çözümünde bir uzlaşmaya zorlayabileceğini zannediyordu. “Onurlu barış” formülasyonu bunu anlatıyordu. Arada geçen 6 yıl bu inanç temeli üzerinde yaşanmış bir süreçtir. Yaşanan bu süreç bunun böyle olamayacağını açığa çıkarmıştır. Ve Öcalan İmralı’da teslimiyet bayrağını artık bütün sonuçlarıyla çekmiştir. Bu arada kalkıp demiştir ki; keşke biz bunu ‘92, ‘93’te yapsaydık; ben daha o zamandan bir takım şeyleri farketmiş, ara çözüm arayışlarının gerçekte bir çözümsüzlük olduğunu görmüştüm; ama biraz deneyimsizlik, biraz da cesaretsizlik vardı, bu nedenledir ki bunu zamanında bütün açıklığıyla ortaya koyamadım, vb.

Bu, hiçbir biçimde, son 6 yıllık sürecin kaba bir aldatmaca olarak yaşandığını anlatmıyor. Bu 6 yıllık süreç kendi doğallığı ve mantığı içinde yaşandı, yaşanmak zorundaydı. Ara çözümün çözüm olmadığının yaşanarak görülmesi gerekiyordu ve yaşanarak görüldü. Biz şimdi ortaya çıkmış sonuçtan kalkarak, bu iş madem buraya varacaktı, keşke o zamandan böyle yapılsaydı diyemeyiz. Öcalan’nın kendisi de işin aslında böyle diyemez. Öcalan bu süreci yaşamadan, bugünkü umutsuzluk ve teslimiyet noktasına varamazdı. Bu sürecin çözümsüzlüğünü gördüğü ölçüde bu noktaya vardı. Ve şimdi umutları kırılmış ve teslimiyete razı edilmiş bir insanın hayal kırıklığı ile, keşke ‘93 yılında işi bu sonuca bağlayabilseydik diyor. Ona bakarsanız aynı Öcalan, aynı İmralı duruşmalarında, bugünkü kafam ‘73’te olsaydı devrimciliği ve silahlı isyan yolunu da hiç seçmezdim diyor.

Bugün izlenen sözde barışçıl çözüm çizgisinin de bir çözüm olmadığının, tersine sorunu olduğu gibi ortada bıraktığının görülebilmesi için, bu teslimiyetçi sürecin sonuna kadar yaşanması lazım. Kürt halkı şimdi yine bir takım yalanlarla aldatılıyor; “Başkanın bir bildiği var”, “pazarlıklar sürüyor”, “ABD’nin paketi var”, vb... Gerçekten ortada bir takım pazarlıklar ve paketler var da, sonuçta bunun Kürt halkına ne kazandıracağının yaşanarak görülmesi, bu sürecin bütün sonuçlarına varılması lazım. Varmadığı sürece, biz Kürt halkına bu gerçeği doğru dürüst anlatamayız. İflasın bütün sonuçlarıyla açığa çıkması lazım. Kitleler kendi özdeneyimleri temelinde eğitilirler kuralı burada da işlemek durumunda. PKK’nin geçmiş mücadelesinin gücü sayesinde Kürt halk kitleleri üzerinde yarattığı büyük prestij ve etki düşünüldüğünde, bu özellikle böyle olmak zorunda. “Başkan’ın bir bildiği”nin gerçekte ne olduğu yaşanılarak görülmek zorunda. Bu, biz istesek de, istemesek de böyle.

Eğer bu böyleyse, bu gerçekleri bugünden Kürt halkına anlatamıyorsak, o halde niye uğraşıyoruz denilecektir. Bugünden uğraşmak zorundayız. Zira bu bizim kendi çizgimizdir, bunu bütün açıklığıyla ortaya koyuyoruz, Kürt halkına sürekli olarak gerçekleri göstermeye çalışıyoruz. Kürt halkı bunun doğruluğunu yaşayarak zamanla görecektir. Genel planda kitlelerin devrimci eğitiminde de bu böyledir. Biz kitlelere bir takım gerçekleri anlatırız, ama kitleler kendi deneyimleriyle yaşamadan onun doğruluğuna inanmazlar. Ama bu hiç de bizim propaganda ve ajitasyonumuzun boşuna yapıldığını göstermez. Sadece bu propagandanın doğruluğunun anlaşılabilmesi için kitlelerin kendi özdeneyimlerine de ihtiyaç olduğunu gösterir.

Biz bugünden doğruyu söyleyeceğiz ki, yarın kitleler kendi özdeneyimleriyle gerçeği gördüklerinde, evet zamanında doğru söylemişler diyebilsinler, o zaman dönüp bunu diyen partiye güven duyabilsinler. Dolayısıyla, bir çizginin doğruluğunu, bir propagandanın isabetliliğini, onun anında karşılık bulup bulmamasıyla ölçmemek gerekir. Her sınıf, her siyasal akım kendi sırasını beklemek, ama bu arada da yapılması gerekenleri en iyi biçimde yapmak, kitlelere gerçekleri en etkili biçimde açıklamak durumundadır.

Kürt tarihine baktığımızda, ulusal sorun çerçevesinde değişik sınıfların sıralarını savdıklarını görüyoruz. Bugün artık Kürt küçük-burjuvazisi de sırasını savmış bulunuyor. Kürt küçük-burjuva milliyetçiliği ayrı bir devlet olarak varolmayı, bağımsız bir Kürdistan’ı idealize ederek yola çıktı. Buna karşı olan her tutumu sosyal şovenizm olarak suçladı, Kürt halkının çıkarlarına ihanet saydı. Peki ne oldu? Kürt küçük-burjuvazisi sonuçta işi nereye vardırdı? Türk üst kimliğine dayalı bir üniter devlet yapısı içerisinde “Türkiyelileştirme”ye! Geçtik bağımsız devletten, geçtik federasyondan, geçtik otonomiden, Türk üniter devlet sistemini kabul etmek noktasına vardı. Sonuçta Kürt küçük-burjuvazisinin de sırasını savması, bağımsız Kürdistan idealizasyonunun çıplak iflasının yaşanarak görülmesi lazımdı. Sonuçta yaşanarak görüldü.

Bunu böyle yaşamak zorunlu muydu, hep böyle birileri sırasını savmak zorunda mı? diyeceksiniz. Hayır, kuşkusuz ki değil. Bu ancak içinden geçilen tarihi süreçle birlikte anlaşılabilir. Türkiye’de ‘70’lerin devrimci hareketi ezilmeseydi, dünyada devrim ve sosyalizm dalgası düşmeseydi, PKK gibi bir hareketin Kürt ulusal hareketini Türkiye’nin genel devrimci toplumsal hareketi ekseninden bu denli ayırması da kolay olmazdı. İşçi sınıfının öteki emekçi sınıf ve katmanları da arkasına alarak devrimci sınıf mücadelesini sürdürebildiği bir evrede, Kürdistan’daki ulusal özgürlük mücadelesi Türkiye’deki genel devrim mücadelesinin bir parçası olarak kalırdı ve onu salt ulusal istemler eksenine çekmek bu denli kolay olmazdı.

‘70’lerde ayrı örgütlenme ve mücadele anlayışı şekillense de, bu mücadele Türkiye’deki genel toplumsal mücadeleden yine de kopamadı. Türkiye’deki her akımın Kürdistan’da bir izdüşümü olduğunu daha önce de söylemiştik. Kürdistan’daki mücadele Türkiye’deki mücadelenin bir parçasıydı. Ne zaman ki Türkiye’deki sosyal mücadele ve devrimci akımlar ezildi, ne zaman ki dünyada devrim dalgası düştü ve sosyalizm prestij kaybetti; Kürt akımlarının ayrı mücadele ve buna dayalı bağımsız devlet idealizasyonu da o ölçüde güç kazandı. Ama bu dar çerçevedeki bir ulusal mücadelenin salt kendi gücüyle bir sonuca varamayacağını da yaşanan süreç gösterdi. Kuşkusuz burada soyut konuşmuyorum. Sözkonusu olan Türkiye ve Kürdistan, bu çerçevedeki tarihsel ve toplumsal koşullardır. Bu tümüyle kendine özgü bir tarihsel-toplumsal çerçevedir.

Kürdistan’da, yani parçada, hiçbir siyasal akım PKK’nın yaptığından daha iyisini yapamaz. Yani salt Kürdistan coğrafyasına ve salt ulusal istemlere dayalı bir mücadele çerçevesinden bakıldığında, PKK yapılabilecek olanın en iyisini yapmıştır. Bu dar çerçeve aşılamadığı sürece, daha iyisini kimse yapamaz. Ama işte bu en iyisi ile nereye kadar gidebileceğini de hayat göstermiştir. Şimdi daha ileri bir noktadan birleşik devrimci mücadele dönemidir. Artık ulusal sorunu sosyal sorun eksenine bağlayan, ona tabi ele alan bir yeni birleşik devrimci mücadele dönemine yürüyoruz.

Düşününüz, Türkiye’de bütün bir Haziran ayı şovenizm histerisi ile geçti. Ama Öcalan’ın savunmasından yalnızca bir ay sonra, bütün bir Temmuz ayı da, işçi ve emekçilerin İMF reçeteleri ve sermayeye karşı birleşik mücadelesiyle geçti. Temmuz ayında şovenizmin izini görebilir misiniz? Haziran ayında MHP’li güruh tüm kudurmuşluğu ile sokaktaydı. Ama Temmuz ayında MHP ile DSP “tahkim vatana ihanettir” diye suçlanıyorlardı. 18 Nisan’da milliyetçilik adına gelenler Temmuz ayında “vatana ihanet” antlaşmaları imzalama hazırlığındaydılar. Ve meydanları dolduran yüzbinlerce işçi ve emekçi onları “vatana ihanet”le suçluyordu. Bu değişim bir ayda yaşandı.

Türk ordusu Haziran’da prestijinin doruğundaydı, Kürt mücadelesini bitirmiş olmakla övülüyor ve övünüyordu. Ama Ağustos ayında, depremden dolayı, bir anda yaygın biçimde sorgulanır ve tartışılır hale geldi. Şimdi medya Türk ordusunun depremden 6 saat sonra nasıl iş başında olduğunu anlatmaya ve halkı buna inandırmaya çalışıyor. Ama halk gerçeği bizzat yaşayarak gördü. Kimse kalkıp Marmara halkına, siz deprem yaşadınız ama ordu birlikleri yardımınıza yetişmedi demeden, bunu bizzat emekçilerin kendileri söylediler, söylüyorlar. Yıkıntının içindeki bir emekçi; biz işçiler sokağa çıktığımızda anında kamçıyı sırtımıza vurmak için yetişiyorlar, ama deprem olmuş, 24 saattir burada devletten eser yok, devlet nerede, diyordu televizyon ekranlarından. Bunlar, Türkiye’de bir takım olayların ne kadar hızlı yaşanabileceğine, saflaşmaların ve konumların ne kadar hızlı değişebileceğine, sosyal mücadelelerin yeniden nasıl ivmelenebileceğine, çok çarpıcı örneklerdir. Bu değişimler aylarla ölçülebilir aralıklarla oluyor.

Bundan böyle, Kürt hareketinin teslimiyeti seçtiği bir noktadan sonra, artık kimse Türkiye halkını eskisi gibi şovenizme alet edemeyecek. İmralı duruşmaları bunun doruğu oldu. Burjuvazi bu birikimi kullandı ve önemli ölçüde tüketti. Önümüzdeki dönem sınıf mücadelesinin ve kitle hareketinin şovenizmin gerçek panzehiri olduğu daha iyi anlaşılacak.


Üste