Logo
< Kürt sorununda son gelişmeler/5: Savaş, barış ve devrim...

Kürt sorununda son gelişmeler/4: Aldatmaca ve gerçek


 Kürt sorununda son gelişmeler/4

Aldatmaca ve gerçek

H. Fırat

- PKK’nin geldiği yerin son derece ciddi olduğu ortada. Türk devletinin Kürtlere karşı 15 yıldır sürdürdüğü kirli savaş tümüyle gözden kayboluyor. PKK ne diyor? Biz 15 yıldır savaştık, büyük savaştık, hareketi buraya kadar getirdik, şimdi de barışmak, “büyük barış” yapmak istiyoruz, diyor.

Evet, “büyük barış” yapmaktan sözediliyor. İyi ama, nerede bu “büyük barış”ın tarafları? Nerede bu barışın pazarlık platformu. Bunlar kitleleri aldatmaya yönelik boş laflar. Böyle bir barış yok ortada. Yalnızca bir “büyük teslimiyet” var, görülmemiş duyulmamış türden utanç verici bir teslimiyet var orta yerde.

Filipinlerde devlet yıllardır “düşük yoğunluklu demokrasi”yle ülkedeki gerilla mücadelesini tasfiye etmek istiyor. Bunun için Filipinler Komünist Partisi’yle masaya oturmak için özel bir gayret sarfediyor. Hollanda hükümeti aracılığıyla Filipinler Komünist Partisi’yle görüşmeye oturuyor. Filipinler Komünist Partisi’nin temsilcilerine tam bir diplomatik dokunulmazlıkla Filipinler’e gitme olanağı tanımaya razı oluyor. FKP temsilcilerine Filipinler’de istedikleri kişi ve kurumlarla görüşme yapma, işçi sendikalarıyla, demokratik çevrelerle temas kurma olanağı veriliyor. Burada yapılan bir pazarlık var ve bunu Filipin hükümeti istiyor ve zorluyor. Ve elbette Markos’un yıkılışını izleyen dönemin acı deneyimlerini yaşayan, Latin Amerika’da gerilla hareketlerinin tasfiye ediliş tarzını dikkatle izleyen ve bundan sonuçlar çıkaran FKP, Filipin hükümetinin hesabının ne olduğu kounusunda herhangi bir hayale kapılmıyor. Biz taktik olarak bu adımı atar gibi görünürüz, bununla savaşın tarafı olarak meşruluk ve başka bazı avantajlar kazanırız; ama Latin Amerika deneyimleri, öteki deneyimler ortada, aynı tuzağa da düşmeyiz, diyorlar. Söylemek istediğim şu; burada hiç değilse barışın tarafları barış istiyorlar, ya da en azından karşılıklı böyle görünüyorlar.

Öte yandan Filistin sorununda Oslo görüşmeleri, Madrid görüşmeleri vb. yaşandı. Anlaşmalar var, pazarlıklar var. İsrail’in oyalamaları karşısında Yaser Arafat hiç değilse iki de bir hiddetlenme ve böylece belli bir basınç oluşturma olanağına sahip.

Burada ise ortada taraflar bile yok, değil ki “büyük barış”. Burada yalnızca Kürt halkını aldatmaya yönelik bir “büyük barış” edebiyatı var, ama barışın kendisinden eser yok. Genelkurmay başkanı, önemsiz bir açıklamasının yarattığı bazı yanlış anlamalara bile tahammül edemiyor, anında zehir-zemberek bir üslupla tekzip ediyor. Hayır, terör ezilmiştir, sonuna kadar da ezilecektir, diyor. Sabah başyazarı, sistemin bir sözcüsü olarak, ağır ve küstah bir dille; mağlup olanların galiplerden bir şey istemeye hakkı yok, ancak galiplerin insafına sığınabilirler, diyor. Hani neredeymiş bu “büyük barış”? Tarih hiç böyle bir barış görmüş müdür ki, büyüğünü görmüş olsun!

‘94, ‘95, ‘96’lı yıllarda, “büyük barış”ın lafı edildiğinde, bunun herşeye rağmen bir mantığı vardı, kazara gerçekleşseydi hiç değilse taraflar bir masaya oturacaklardı. ?imdi taraflar mı var, masaya oturan birileri mi var? İmralı üzerinden birileri gelişmeleri kendi ihtiyaçları doğrultusunda yönlendiriyor ve hiçbir biçimde pazarlık ediliyor görüntüsü verilmiyor, buna çok özel bir dikkat ve hassasiyet gösteriliyor. Öcalan 1 Ağustos’da PKK Başkanlık Konseyi’ne yazdığı mektupta diyor ki; devletten muhatap alınmayı, tanınmayı bekleyemeyiz, buna hakkımız da yok; biz adımları atalım, iyi niyetimizi gösterelim, devlete güven vermek için ne gerekiyorsa onu yapalım, bütün bunlardan sonra ola ki devlet de bir parça anlayış gösterir... Söylenenin özü ve özeti bu. Elbette bu Türkiye’nin “özgünlüğü” ile teorize ediliyor. Bu “özgünlük” teorisi şimdilerde Kürt basınında en moda laf; kayıtsız koşulsuz tam teslimiyet, Türkiye’nin “kendine özgü” barışı oluyor! Buna çocuklar bile güler.

***

Diyorlar ki; attığımız adımlarla sürecin önünü açtık, kilitlenmeye son verdik. Mücadele bir askeri çatışma olarak bir noktadan sonra gerçekten tıkanmış ve dejenere olmaya başlamıştı. Tam bir kilitlenme yaşanmaktaydı ve bu elbette ancak politik açılımla giderilebilirdi. Gerilla kendi başına daha kuvvetli direnerek bu kilitlenmeyi kırmayı başaramazdı. Politika her zaman silahların önündedir; askeri savaşın önünü siyasal savaş açar, siyaset açar.

Siyaset nasıl açar? Bunun bir yolu böyle teslimiyete götürerek açmaktır, ki bu gerçekte bir şeyi açmak değil, çatışmayı tümüyle taraflardan biri lehine bitirmek anlamına geliyor. Kürt halkının ulusal birikimine bir sünger çekiliyor. Kürt ulusunun cumhuriyetle birlikte inkar edilmesi karşısında gösterdiği bir direniş var. Ama Öcalan, insan bu isyanlardan utanıyor, keşke olmasaydı diyebiliyor. Böylece hareketin bütün bir haklı tarihsel ve siyasal temeli yok ediliyor. Buna ilişkin teori ve tarihsel açılımlar yapılıyor, “21. yüzyıl manifestosu” dedikleri sözde açılımlar buna hizmet ediyor. Hareketin bütün bir tarihsel, ideolojik, moral temelini yok ediyorsunuz ve karşılığında bir takım hak kırıntıları istiyorsunuz. Ve bunun adına da “büyük barış” diyorsunuz.

Daha gülünç olanı ise, bu süreçle birlikte Türkiye’ye demokrasinin geleceği, 70 yıllık cumhuriyetin bundan böyle, bu sürecin sonunda “demokratik cumhuriyet” halini alacağı iddiası. Eğer Türkiye’de demokrasi yoksa, bu herhalde salt bu ülkede Kürt sorununun varlığından dolayı değildir. Türkiye’de demokrasinin yokluğu hiçbir biçimde salt buna indirgenemez. Bu dünün ve bugünün dünya gerçekleriyle alay etmektir. Birçok bağımlı ülkenin bir iç ulusal sorunu yok ama, Kürt sorununu saymazsanız tüm öteki konularda Türkiye’dekine benzer sosyal-siyasal sorunlarla ve yönetim tarzıyla yüzyüzeler. Kürt kimliğini reddetmek ve haklarını bastırmak, Türkeye’deki diktatörlük rejimini ağırlaştırmak çerçevesinde, elbette özel bir etkide bulunmuştur, o kadar. Kolombiya’nın Kürtleri yok bildiğiniz gibi. Ama bugün dünyanın en ağır ve kanlı rejimlerin biri bu ülkede eeemen. Dünyanın en etkili gerilla hareketlerinden biri ile en güçlü işçi-emekçi hareketlerinden biri gene bu ülkede var. Ama Kolombiya’nın Kürtleri yok!

Kürt sorunu çözülürse Türkiye’de bir ekonomik kalkınma ve refah dönemi başlayacakmış. Kolombiya’da Kürt sorunu yok, nedense bir ekonomik kalkınma ve refah dönemi değil, sert bir sosyal çatışma yaşanıyor. Kolombiyalı gerillalar, Kolombiya’nın Kürtlerine özgürlük için savaşmıyorlar, Kolombiya’nın emekçilerinin iktisadi, sosyal, siyasal hakları için savaşıyorlar. Emperyalizmin sınırsız egemenliğine karşı bir parça ulusal bağımsızlık için savaşıyorlar.

Türkiye’deki bütün kötülüklerin kaynağı Kürt sorunuymuş, bu mesele çözülürse Türkiye gülük gülüstanlık olurmuş, demeye getiriyorlar. Acaba? Bir sorun ancak bu denli saptırılıp basite indirgenebilir.

Kapitalist-emperyalist dünya sistemi her yerde, özellikle de sitemin bağımlı ülkelerinde hayatı işçi sınıfı ve emekçilere için cehenneme çeviriyor. “Yeni dünya düzeni” dünyanın işçi sınıfına ve emekçilerine tarihin en büyük saldırısıdır. Öte yandan, bu azgın saldırı, mücadeleyi de mayalayacaktır ve mayalıyor da zaten. Dünyada proleter hareketlerin ve halk isyanlarının yeni bir dönemi başladı bile. Latin Amerika ülkelerinde yaygın genel genel grevler yaşanıyor. Her yerde sosyal mücadeleler yeniden alevleniyor. Başka türlü olabilir mi? Bir kısım burjuva yazarlar bile, vahşi kapitalizm dönemine geri dönüldü, demek zorunda kalmıyor mu? Kapitalizm sosyal devleti tasfiye etmiyor mu? Bu emekçilere verilmek zorunda kalınmış tavizlerin tasfiyesi anlamına gelmiyor mu? Bu vahşi kapitaliz dönemine dönüş anlamına gelmiyor mu? Bu sadece sert sosyal mücadeleleri mayalar. Burjuvazi bunun önünü sadece gericilikle, terörle, beyaz terörle alabilir.

Ama Öcalan iddia ediyor ki, dünyada bir kalkınma, refah ve barış dönemi başlamıştır. Zamanında Gorbaçov’unki ne kadar gerçekse, bu da o kadar gerçek. Biliyorsunuz, Gorbaçov da yıkılışa böyle gitti. Artık emperyalizim militarist olmaktan çıkmıştır, kapitalizm bilmem ne olmaktan çıkmıştır. Ama arkasını gördük. Dehşetli bir militarizm oldu değil mi? NATO dünya polisi oldu, savaşlar Avrupa’nın göbeğine kadar geldi.

Sorunun özü ve özeti şu: Kürt sorununda ABD’nin diliyle konuşuluyor, ABD’nin çözümü savunuluyor. Talabani Öcalan’a, dünyada devrimler dönemi bitmiştir, yapılacak tek şey ABD önderliğindeki “yeni dünya düzeni”ne, piyasa ekonomisine ve ona dayalı demokrasiye razı olmaktır, diyordu. Öcalan o zaman bunu ihanet olarak nitelendiriyor, Talabani bizi ihanete çağrıyor, diyordu. ?imdi çok daha kötü koşullarda Talabani’yle aynı konuma düşüldü. Talabani’nin hiç değilse bir pazarlık gücü var, bir takım masalara oturuyor. Amerika’ya gidiyor masa var, Türkiye’ye geliyor masa var, Londra’ya gidiyor masa var. Türkiye’deki Kürtlerin bir masası var mı? Kürtler bir yerde taraf mı?

Ne var ama? Kürt halkının oluşmuş bir devrimci-demokrat bilinci var, uyanışı var, istemleri ve bunun ağırlığı var. ?imdi bu törpüleniyor işte. Gösterilen sınırsız teslimiyete dayanılarak bu birikimi eritmek var iken, bu rejim Öcalan’ı niye idam etsin ki? Siz devletin salt basit bir kinci duyguyla hareket edebileceğine inanıyor musunuz? Burjuvazi kendi düzeninin gerçek çıkarları konusunda o kadar kör mü? Kinini zaten fazlasıyla kustu, teslimiyetin sağladığı moral atmosferi en iyi biçimde kullanarak, yürüttüğü azgın şovenist kampanyalarla Öcalan’ı gerçekte kırk kere idam etti. Yaşarken öldürdü, rejime yaşayan ölü lazımdı, bu yapıldı ve önemli ölçüde başarıldı.

Burada 1 Ağustos’ta Başkanlık Konseyi’ne yazılmış mektup var; Kuzey Irak’taki varlığımızı devlet kendisi için bir tehdit değil, tersine bir güvence olarak algılayabilmeli, diyor. Yani biz TC’nin oradaki kolu gibi olabilmeliyiz, devlete bu güveni verebilmeliyiz, demek istiyor. Devletin zaaflarından yararlanmak bir yana, zayıf yanlarını gidermek için elimizden geleni yapmalıyız, diyor. Daha neler neler... Özetle rezalet diz boyu, utanç verici bir durum. Ve bunun adı “büyük barış”!

Bu uzun mektup kazasız belasız İmralı’dan çıkıyor, Zagroslar’a gidiyor, Başkanlık Konseyi’ne ulaşıyor. Neden? Çünkü bu mektubun gitmesine ve istenen şeylerin gerçekleşmesine ihtiyacı var devletin. Bu anlamda devlet işin içinde. Ama devlet işi alttan alta kendi planı doğrultusunda, kendi platformunda götürmekle yetiniyor. İşin içinde ama, işin içindeymiş gibi görünmemeye özel bir özen gösteriyor. Ve Öcalan da bunu teyid ediyor, buna mektupta özel bir tarzda değiniyor; devletin bizimle hiçbir pazarlığı yok, olamaz da, devletten böyle bir şey de beklememek lazım, hakkımız da yok bunu beklemeye, diye özellikle belirtiyor.

Aslında gizli bir görüşme süreci kuşku olmasın ki var. Devlet Öcalan’ın önüne kendi koşulların ve planını koymuş, uygulatıyor. Bu çok mu ağır bir iddia? Sanmıyorum. Kendi güçlerini devletin gücü sayanların, bir yerlerdeki varlıklarını devlet için güvence olarak görenlerin devletin planı doğrultusunda davranmaları niye şaşırtıcı olsun ki? Kaldı ki Öcalan’nın kendisi, daha Temmuz ayında, idam kararından hemen sonra, devlet katına yazılmış bir mektubunda sorunu tam da böyle ortaya koyuyor. Ne diyor bu mektupta? Devlet duruma ilişkin tutumunu bir an önce netleştirsin, planını yapsın, bu plan içinde benim payıma düşeni tanımlasın, kendi payıma düşen neyse ben de onun gereklerini yapayım, diyor. Zaman geçiyor, benim bugün bir etkim ve denetimim var, yarın kaybedebilirim bunu, bu nedenle devletin zaman kaybetmemesi gerekir demeyi de ihmal etmiyor.

Hani hizmet edilen devlet “demokratik devlet” olacaktı? Oysa bu sözler bildiğimiz kontra devlete söyleniyor. “Öcalan, ben devletin hizmetine girerim dedi, ama yarının demokratik devletini kasdetti, bugünkü devleti değil” diyordu özürcü takımı. Dosdoğru bugünkü devlete seslenen Temmuz tarihli bu mektup bile gerçeğin ne olduğunu tüm açıklığı ile göstermeye yetiyor.

Çevik Bir önce Amerika’ya, sonra İmralı’ya boşuna gitmiyor ki. Devlet bu işin içinde. Ama devlet kendi platformunu uygulattırıyor, en ufak bir taviz veriyormuş gibi görünmemeye de özel bir itina gösteriyor. Devlet hala denk geldikçe “terörist elebaşı”, “bebek katili” dilini kullanıyor. Çünkü 15 yıllık bir emekle yaratılmış onurlu kimliğin çiğnenmesi ve ezilmesi gerekiyor. Kazanılan moral değerlerin yok edilmesi gerekiyor. Bütün mesele bu, zaman da bunun için tüketiliyor.

Başkanlık Konseyi, gerektiğinde PKK adını terkederiz diyor. PKK adı zaten artık kendileri için bir yük haline gelmiş. Çıkışındaki ilkeleri ve amaçları tümden terketmiş, işçilerin, emekçilerin davasıyla, sosyal kurtuluş sorunuyla bağını tümden kesmiş, artık böyle bir sorunu kalmamış birileri için bu isim gerçekten artık bir yük, bir fazlalıktır. Buna rağmen sürdürürlerse, bu ancak bu adın geçmişteki büyük saygınlığını kullanmak için olabilir.

Kürt günlük basınında birileri hala “Türk solu sosyal şoven, kemalist” vb. deme şaşkınlığını sürdürüyorlar. Bu tam bir komedi, gerçekten bir garip şaşkınlık örneği. Siz kime kemalist diyorsunuz, dört dörtlük kemalistler artık sizsiniz, bunu bilmiyor olabilir misiniz? “21. yüzyıl manifestosu”nu göklere çıkaran bu aynı adamlar, bu manifestonunun baştan sona bir Kemalizm savunusu olduğunu bilmezler mi? Bu işin Cumhuriyet dönemi Kürt isyanlarının haklı demokratik yönünü bile inkar edecek noktalara vardırıldığını bilmiyor olabilirler mi?

Peki bu durumda kim kime “kemalist” diyor, kim kime “sosyal şoven” diyor? Öcalan, Mustafa Kemal’in büyüklüğü o zamandan belli, diyor. Cumhuriyeti kuranlara sadakat, bayrağa sadakat, Mustafa Kemal’e sadakat, devlete sadakat, kurulu düzene ve statükoya sadakat, tüm bunlar “21. yüzyıl manifestosu”nun en temel unsurlarından bazıları değil mi? Artık Kürt basınında Türk devletini eleştirmek bile problem haline gelmiş. Ama bu basında birileri, üstelik başyazı sütunlarında, hala kalkıp devrimcileri ciddi ciddi “şoven” olmakla, “kemalist” olmakla suçlayabiliyorlar. Bu tutum tam bir şaşkınlık ve ciddiyetsizlik örneğidir.

Bu aynı sütunlarda TÜSİAD övgüsünden geçilmiyor ama. TÜSİAD övgüsüyle ilerici bir şey üretmek mümkün mü? Dünden bugüne son otuz yılda, Türkiye’de her türlü gericiliğin, saldırının, melanetin gerisinde her zaman TÜSİAD yok muydu? Bugün sosyal güvenlik yasasını, özelleştirmeyi dayatan, tahkimi isteyen TÜSİAD değil mi? ?imdi kıdem tazminatını kaldırılmasını gündeme getiren, zamları otomatiğe bağlayan bu aynı TÜSİAD değil mi? Ordu yanlızca TÜSİAD’ın bütün bu istemlerinin gereklerini yerine getiriyor, onun kokuşmuş düzenine bekçilik yapıyor. Pisliğin kaynağı TÜSİAD’ın kendisi. Yani işbirlikçi tekelci burjuvazinin sınıf egemenliği. Siz bu sınıf egemenliğine sahip çıkacaksınız, ama bu sınıf egemenliğini uygulayanları suçlu bulacaksınız. Efendiye değil de, efendinin bekçilerine düşmanlık yapıp, ilericilik, hatta hatta devrimcilik yapacaksınız. Kaldı ki artık bu da yapılmıyor, bu düne kadarki tutumdu, artık bu yapılmıyor, dahası birileri bunu yapıyor diye problem oluyor. Dünün günah keçisi ordu bugün artık en büyük, en kararlı “demokrasi dinamiği.” Bunu Perinçek değil, “21. yüzyıl manifestosu” böyle söylüyor.

Yargıtay Başkanı’nın konuşmasının ardından TÜSİAD “demokratikleşme dalga dalga yayılıyor” diyormuş, Özgür Politika’nın başyazısı böyle başlayıp böyle bitiyor. Biliyorsunuz, bu “dalga dalga demokrasi” Susurluk’tan sonra da gündeme geldi. O zaman TÜSİAD’ın estirdiği demokrasi rüzgarının ömrü kaç gün sürdü, hatırlayan var mı? Sonra ne oldu bu rapor? Bir kitap olarak bile basılmadı, teksir baskı olarak bir takım yerlere verildi. Çünkü kalıcı olmaması gerekiyordu, Susurluk sonrasında atılmış o anlık bir sis bombasıydı bu. Ortalığı arzu edilen yönde karıştırdı; kitleleri aldatmaya hizmet etti, Susurluk pisliğinin gerisinde bizzat tekelci burjuvazinin o kanlı ve kirli sınıf çıkarlarının bulunduğu gerçeğinin görülmesine set çekti; dahası, EMEP’e “demokratik devlet”, birilerine “demokratik anayasa” açılımı yaptırdı, ÖDP’yi ve HADEP’i görülmemiş ölçüde heveslendirdi, demokrasi hayallerine boğdu ve sonra da hayal olup uçtu. İşlevini gördü ve tozlu raflara kaldırıldı.

Hatırlarsınız, geçen Nisan ayında Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın konuşması üzerine ortalığı yine demokrasi hayalleri kapladı. Mesele ne? Adam diyor ki, artık ulusal hukukla yetinemeyiz, bize evrensel hukuk gerekli. Nereden doğuyor bu ihtiyaç? Avrupa’ya entegrasyon, genel olarak “yeni dünya düzeni”ne entegrasyon, emperyalist merkezlerin belirlediği uluslarası hukukun içine girmeyi gerektiriyor, burada aşılması gereken bazı problemler var, mesele bu. Mesela tahkim yasası böyle gerekçelendirildi. Ecevit, teknoloji değişti, ekonomi değişti, hukuk da ona göre değişmek zorunda, diyor. Artık ulusal hukuk bir engel oluşturuyor, uluslararası tahkim böyle gerekçelendiriliyor.

O zaman da bir “demokrasi dalgası” edebiyatı vardı. Sonra ne oldu? Üç gün sonra o da unutuldu. Arkası ne oldu, biliyor musunuz? Arkası Öcalan’a karşı o azgın “bebek katili” kampanyaları oldu. Oysa bu iğrenç kampanyayı yürüten o aynı medya Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın konuşmasını “demokratik açılım” olarak güya hararetle selamlamıştı. Özgür Politika’nın şimdi reklam ettiği “dalga”nın ömrü bunun kadar bile olmayacak.

Nisan’da Anayasa Mahkemesi Başkanı’nı yekvücut destekliyorlardı, şimdi Yargıtay Başkanı’nın konuşması karşısında birinci ve ikinci cumhuriyetçiler olarak bölündüler. Adam demokrasi adı altında gerçekte tarikatlara özgürlük istiyor. Amerikan demokrasisi övüyor, Kıta demokrasisi değil Anglo-Sakson demokrasisi, diyor. Farkı nedir? Farkı Fransız devrimidir, farkı 1848 Devrimleridir. Kıta Avrupa’sında devrimler işçi ve emekçilerin büyük tarihsel atılımlarıyla yapılmıştır. Radikal demokrasi adımı burada devrimlerle olmuştur. Kıta demokrasisi kusurludur diyor ve Fransa örneğini veriyor. Neden peki? Çünkü kıtada Jakobenler varmış, diktatörlük varmış, zamanında gericiliğe karşı amansız mücadele varmış! Jakobenlerin uçurduğu o keller uçmasaydı monarşiler ve feodalizim tasfiye olur muydu, kilisenin sınırsız gücü kırılır mıydı, ortaçağ taasubu son bulur muydu? Dünya ölçüsünde demokrasinin tarihsel-toplumsal temelleri oluşur muydu?

Dünyada ulusal kurtuluş mücadelelerine itilim veren iki büyük evrensel devrim vardır. Biri 1789 Fransız Devrimi, öteki 1917 Ekim Devrimi’dir. Tarihin iki büyük evrensel devrimidir bunlar; ilki devrimci burjuvazinin, ikincisi devrimci proletaryanın damgasını taşımıştır, ikisinin de etkisi dünya çapında olmuştur. Gerçek birer yeni çağ açan devrimlerdir bunlar. Fransız Devrimi dünyanın dört bir yanında ulusal özgürlük düşüncesini, ulusal devlet fikrini, toplumsal özgürlük fikrini mayalamıştır. Bu büyük devrim tarihte çok büyük bir ilerlemedir ve yüzyıldan fazla bir süredir gerçek mirasçısı artık işçi sınıfıdır. Bolşevikler kendilerini Jakobenlerin mirasçısı sayarlardı; bu, işçi sınıfının kendini büyük Fransız Devrimi’nin en radikal atılımların mirasçısı saymasıyla aynı şeydir.

Sami Selçuk sistemin adamı, şimdi “ikinci cumhuriyetçilik”, Amerikancılık para ediyor, diye Amerikancılık yapıyor, hepsi bu. Ecevit gibi bir gerici nasıl sarılıyor dikkat edin; Yargıtay Başkanı’nın konuşması çok önemli, çok iyi değerlendirelim, diyor.

Bunlar toplumu aldatma, manüple etme, toplumun devrimci-demokratik dinamizmini kırma, gerçek siyasal özgürlük arayışını kırma manevraları. Demokrasi mücadelesi bu ülkede çok önemli bir mücadele; sosyal devrim mücadelesinin en önemli manivelalarından biridir bu mücadele. Ama siz statükoya dayalı demokrasi mücadeleleri ya da hayalleri yayarsanız, devrimci dinamikleri de o ölçüde kırmış ve törpülemiş olursunuz.

Dilimizi, kavramlarımızı ve terimlerimizi alıyorlar bizden ve içini boşaltıp dejenere ederek kendi ihtiyaçlarına uyarlıyorlar. Dikkat edin, her konuşan “sivil toplum örgütleri” diyor. Neymiş bu sivil toplum örgütleri? Gülmeyin ama, TÜSİAD da bu sivil toplum örgütleri içinde, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği de. ‘60’larda ve ‘70’lerde “demokratik kitle örgütleri” kavramı vardı, emekçi örgütlerini ve emekten yana örgütleri nitelerdi. Bunlar her yerde emekçi örgütleriydi ya da emekçilerden yana örgüt ve kuruluşlardı. İşte 12 Eylül ortamında ve sonrasında tutup bu kavramı, “demokratik kitle örgütleri” kavramını unutturmak için, “sivil toplum örgütleri” aldatmacasını dayattılar. Artık ilerici-gerici ayrımı gözetmeksizin, emek ya da sermaye yanlısı ayrımı gözetmeksizin, her türlü örgüt ve oluşum bu ad altında eşitleniyor. Düşünün ki buna en kodaman sermaye örgütleri de giriyor. Ve artık demokratik muhalefet değil, sözde sivil muhalefet var ve bu sözde sivil muhalefet en büyük hizmeti devletin kendisine veriyor. “Beşli sivil inisiyatif”i hatırlayın. Burjuvazi demokrasiyi her zaman devrime karşı kullanmıştır, demokrasi kavramı üzerine her türlü aldatmacaya başvurmuştur. Sami Selçuk’un konuşmasından sonra “demokratik cumhuriyet” de demeye başladılar.

Öcalan’ın ve Öcalan özürcülerinin en büyük tahribatlarından biri de kavramların içini boşaltmak, onları sistemin kavramları haline getirmek, buna uygun bir yeni içerikle tanımlamaktır. Bu ülkede devrimcilerin 30 yıldır, sosyalist ideolojiye de dayanarak gerekçelendirmeye çalıştıkları o devrimci-demokrat cumhuriyet düşüncesi, bir anda, ABD’nin ve Türkiye’deki işbirlikçi oligarkların egemenliğindeki bir düzenin siyasal biçim haline getirildi. Kürtlere dil özgürlüğü ve bir takım kültürel hakları tanınacak, böylece Türkiye’deki düzen artık “demokratik cumhuriyet” olacakmış. Bu tam bir ideolojik dejenerasyon ve silahsızlandırma girişimi. Zaten en yıkıcı, tahrip edici etkisi de bir yerde burada.

- Abdulah Öcalan’ın “demokratik cumhuriyeti” ile Türkiye devrimci hareketin demokratik cumhuriyeti arasında bir fark olduğunu söylediniz...

Fark değil, tam bir uçurum olduğunu söyledim. Demokratik devrimin soyut olarak alındığında devrimci bir içeriği var, çünkü kurulu düzenin yıkılmasına dayalı bir devrimi anlatıyor bu. Öteki kurulu düzenin biçimsel ıslahından ibaret. Emperyalizme bağımlı, tekelci burjuvazinin sınıf egemenliğine dayalı haliyle kurulu düzenin kendi içinde rötuş edilmesinden ibaret.

- Ama kapitalist bir ülkede, burjuvazinini sınıf egemenlik koşullarında demokrasi mücadelesi ancak sosyalist cumhuriyet şiarına bağlanabilir. Oysa geleneksel devrimci hareketin burada bir açmazı, çok belirgin bir tutarsızlığı var. Eğer doğru ele alınmazsa, bu korkunç bir tuzağa dönüşür.

Bu ayrı bir tartışma konusu. Biz bunun eleştirisini 10 küsur senedir yapıyoruz, bu eklektik bir düşünce; oradan ya EMEP’in demokratikleşme programına düşülür ya da TKİP’nin sosyalist devrim perspektifine sıçrama yapılır. İşin bu yanı ayrı bir sorun. Bu bir ara yer, burada durmak, burada kalmak olanaklı değil. Tüm deneyim de somut olarak bunu gösteriyor.

Ama hiç değilse sol akımlar bu ara yerde durdukları sürece devrimci kalıyorlar, düzene karşı duruyorlar. Ben vakit olursa eğer, daha sonra bu mesele üzerinde ayrıca duracağım. PKK gerçekte kendi özgü bir biçimde Kürdistan’ın DHKP-C’si, TİKB’si ya da MLKP’si idi. PKK geçmişte ve ‘90’lı ilk yıllara kadar buydu. PKK programını alın bakın, devrimci-demokrat hareketin geleneksel programının bir benzerini bulursunuz. Tek fark bunu devrimin ilk aşamasında ulusal sorun eksenine oturtması. Ama PKK programı ve Manifestosu bunu anti-emperyalist, anti-sömürgeci ve anti-feodal bir devrimci çerçeve olarak ortaya koyuyor. Bu da kendine özgü bir demokratik halk devrimi programı.

TDKP, Devrimci Yol, Kurtuluş, TKEP, devrimci-demokratik programa sahip bu örgütler, zaman içerisinde toplumun demokratikleşme programına, düzeni kendi içinde ıslah etme programına, yani reformizme kaydılar. Şimdi buna bir de PKK eklendi.

Türkiye gibi bir ülkede o devrimci-demokrat programda durulamıyor. Bu program ya toplumsal devrim olarak ya da mevcut toplumun kendi tabanı üzerinde demokratikleşmesi programı olarak değişmek zorunda. Bu ikisinin arasında durulamadiğine şimdi PKK yeni bir kanıt oluşturuyor.

Türkiye’de program sorununun bu gerçek ikili alternatifinden kimse kaçamaz. Kurtuluş’un İmralı duruşmaları dönemi yayını bu açıdan çok ilginçtir. Ya kapitalizm ya sosyalizm, ya burjuva demokrasisi ya sosyalist demokrasi, bunun arası yoktur, diyebiliyor. Bu çerçevede Öcalan’a saldırıyor. Ya burjuva demokrasisi ya sosyalist demokrasi, ortası yok bunun, küçük-burjuvazi ortayı bulmayı çalışır, ama bulamaz, diyor.

Peki bunu ona söyleten ne? Öcalan’ın teslimiyeti seçtiği bir yerde, devrimi savunmak mantığı ve ihtiyacı Kurtuluş’a bunları söyletiyor. Ama sorunu böyle koymakla gerçekte kendi programını çökerttiğinin farkında bile değil. Ya kapitalizm ya sosyalizm diyor, arası yok bunun. Aynen şöyle; ya burjuva demokrasi ya sosyalist demokrasi, arası olmaz bunun, ara yol aramak küçük-burjuvazinin arayışıdır vb., vb. Bunları söyleten ne? diyeceksiniz. Söyleten teslimiyetin kendisi. Teslimiyetin karşısında devrimi savundunuz mu, o savunu size işte bunları söyletir. Burada bir teorik tutarlılık yok. Aslında burada Kurtuluş payına ideolojik anlamda bir iflas var. Ama Öcalan teslimiyeti karşısında devrimi ancak böyle savunabiliyorlar.

Atılım Öcalan teslimiyetine karşı bir süre sonra kendi “demokratik cumhuriyet”ini manşet yaptı. Ne diyor? Emperyalizmin hükümranlığı yıkılacak, tekelci burjuvazinin sınıf egemenliği yıkılacak, bütün mal varlığına el konulacak, bürokratik militarist aygıt parçalanıp dağıtılacak, yerine işçi sınıfının ve emekçilerin sovyetik iktidarı geçecek, vb., vb. Bu durumda geriye çok fazla bir şey de kalmıyor zaten. Kala kala sosyalist devrimi kendi içinde ilerletmek kalıyor.

Demek istediğim şu neticede. Teslimiyete karşı direnişi, düzene karşı devrimi savunuda ısrar ederlerse, sosyalist devrime çıkmak zorundalar. Bütün kaygıları şu; peki demokrasi mücadelesi ne olacak? Demokrasi mücadelesi bütün bir önemini koruyacak. Ama bütün mesele şudur ki; demokrasi mücadelesi, kapitalist bir ülkede sosyalizm mücadelesinden ayrılamıyor artık. Bugün Avrupa’da da hala bir demokrasi mücadelesi var, yarın daha önemli bir biçimde gündeme gelecek. Avrupa’da ırkçılığa karşı mücadele bir demokrasi mücadelesidir, savaşa karşı mücadele bir demokrasi mücadelesidir, militarizme karşı mücadele bir demokrasi mücadelesidir, emekçilerin haklarını kısıtlamaya karşı mücadele bir demokrasi mücadelesidir, kadın hakları için hala sürdürülmekte olan mücadele bir demokrasi mücadelesidir. Bu mücadele yarın daha bir anlam kazanacak.

Ama bu mücadele sosyalizm mücadelesinin bir parçasıdır, ayrı bir demokratik cumhuriyet mücadelesi olmayacak bu. Demokrasi mücadelesi sosyalizm mücadelesi ile birleşecek ve sosyalist cumhuriyet uğruna bir mücadele olarak gelişecek. Orada artık demokratik cumhuriyet, sosyalist bir cumhuriyet olacak.

Türkiye devrimci hareketinin 30 yıllık devrimci-demokrat cumhuriyet düşüncesi bir eklektik düşünce, ama hiç değilse örgütler ve şahıslar bu eklektik düşünce çerçevesinde kaldıkları sürece herşeye rağmen devrimci kalıyorlar. Çünkü o, kendi iç teorik tutarsızlıklarına rağmen, düzene bir karşıtlığı tanımlanıyor. Yani emperyalizme bağımlılığa son verilecek, emperyalizmin egemenliği yıkılacak, işbirlikçi burjuvazi iktidarı yıkılacak, mevcut militarist bürokratik aygıt yıkılacak... Sorun böyle formüle ediliyor ve deniliyor ki; bunu işçi sınıfı ve emeçi halk yıkacak. Bu düşünce korunduğu sürece de devrimci kalınıyor. Ne var ki zaman içinde bu düşünce korunamıyor. Bu eklektik düşünce yapısı ya geriye doğru ya ileriye doğru aşılmak durumuda, bu ara konum erimek, son bulmak durumunda. Eriyor zaten, arada fazla bir şey kalmadı, PKK da gitti. Bu sürecin yeni şehitlerini de göreceğiz. PKK eklentisi durumundaki bazıları bu arada düzen içiliğe doğru saf değiştirebilirler pekala.

Kurtuluş Öcalan’ın teslimiyetine karşı çıkıyor; ama bu karşı çıkışta belirgin bir tutarsızlık da var. Öcalan’a birçok şey için, savundukların doğru da, niye bu kadar geç savundun, diyor. Kurtuluş yurtseverlik kavramını bile terketti, artık bu toplumun siyasal kültüründe yanlış çağrışımlarla yüklü “vatansever”lik kavramını kullanıyor. Kurtuluş şimdilerde “vatansever” oldu, arkasını birlikte göreceğiz, bu “vatanseverlik” onu nereye götürecek. Kürt hareketine nerdeyse bu vatan bölmekten vazgeçtiniz, iyi de ettiniz, ama bu iş için biraz yanlış bir yer seçtiniz, demeye getiriyor.

- “Siyasal çözüm”, otonomi eksenli bir çözüm olarak savunuluyordu, Abdulah Öcalan Avrupa’da iken...

Doğru. PKK’nın şimdiki açılımlarının Avrupa’yla fazla bir alakası yok, PKK’nın bütün açılımları ABD’ye uygun. İmralı savunması, bütün bir ideolojik içeriği ile, ABD planı çerçevesinde bir savunma. Türkiye Balkanlar, Ortadoğu, İç Asya’da hakettiği konumu alacaktır kısmı da ABD çözümünün bir parçası. Çünkü ABD Türkiye’yi bu bölgede bir müdahale gücü olarak değerlendirmek istiyor. Dolayısıyla PKK Başkanlık Konseyi ve Abdullah Öcalan Türk devletinin bu heveslerine seslenirken, gerçekte ABD’nin bölgesel ihtiyaçlarına da seslenmiş oluyor. Bu ABD’nin planı. ABD, Özal’dan beri, Kürt meselesine bu tür bir çözümü zorluyor.

Zaten PKK de uygun bir biçimde dokunduruyor Avrupa’ya; siz çözmediniz, o zaman ABD çözsün. Mesele bu, bütün özü özeti bu, Öcalan daha açık davransa, söyleyeceği bu. Bu meseleyi ancak ABD çözebilir, bütün deneyimlerimizin gösterdiği şey bu, kendimiz çözmek istedik çözemedik, Türk halkıyla çözmek istedik çözemedik, Avrupa’yla çözmek istedik çözemedik, gördük ki bu iş ancak ABD’yle çözülüyor, diyeceği bu.

18 Mayıs seçimlerini değerlendiriyor Duran Kalkan, 18 Mayıs seçimlerinin sonuçları ileri bir adımdır, diyor. Neden? Çünkü milliyetçiler başa gelmiş, çünkü yayılmacılar gelmiş, çünkü Türkiye kabuğuna sığmıyor artık; Türkiye ve kendilerini eski statüko içinde tutanlar seçimlerde elendiler, tabi ki MHP ile DSP kazanacaktı, diyor. Dehşet verici söyledikleri. Boşuna konuşmuyor ama, kendi hesabı var. Diyor ki, evet büyüdünüz, yayılmak zorundasınız, yayılmak hakkınız, ama içerde bir engeliniz var, bu engeli çözün ki yayılasınız. İçerdeki Kürt sorununu çözün, Kürtlerinde bütün bir desteğini alın arkanıza, ondan sonra kolayca yayılın. Türk devletinin yayılmacı hevesleri okşanarak, sözümona Kürt sorununa “demokratik çözüm” aranıyor.

Öcalan savunmasında açık bir biçimde Kuzey Irak’taki Kürt ve Türkmen sorununa müdahale etmek Türkiye’nin en doğal hakkıdır, bunun yadırganacak bir yanı yoktur, diyor. Türkiye onlara hamilik yapmak zorunda, kendi içindeki Kürt sorununu bizim önerdiğimiz biçimde çözerse, bunu çok daha rahat bir biçimde kazanır. Söylediği bu.

“Demokratik cumhuriyet” üzerine teorik ve tarihsel bir çerçevede enine boyuna durmak mümkündü, ama bunun gerekli olduğunu sanmıyorum. Bu kadarı karşı karşıya olduğumuz meseleyi bütün bir açıklığıyla zaten ortaya koyuyor. Kaldı ki “demokratik cumhuriyet” gibi çekici bir etiketle ortaya sürülenin gerçekte ne olduğu artık çıplak gözle görülür biçimde yaşanıyor.

“Demokratik cumhuriyet” üzerine bu kadarı yeter. Artık demagoji ve aldatmaya en masait konuya, barış sorununa geçebiliriz.


Üste