Logo
<  Kürt sorununda son gelişmeler/4: Aldatmaca ve gerçek

Kürt sorununda son gelişmeler/3: “Düşük yoğunluklu demokrasi”


Kürt sorununda son gelişmeler/3

 

“Düşük yoğunluklu demokrasi”

H. Fırat

“Demokratik cumhuriyet” ambalajlı
“düşük yoğunluklu demokrasi”

“Demokratik cumhuriyet” sorunu, daha doğrusu söylemi, Öcalan’ın İmralı savunmalarında ve izleyen açıklamalarında hayli geniş bir yer tutuyor. Kendince demokrasi üzerine teori yapıyor; “demokrasi”, “demokratik değerler”, “demokratik sistem”, “demokrasinin sorunları çözme yeteneği” üzerine konuşup duruyor. İlk savunmasında idealize edilmiş bir burjuva demokrasisinin erdemleri üzerine koca bir demokrasi edebiyatı var. Bunda Leslie Lipson isimli bir burjuva yazarının ‘60’lı yıllara ait “Demokratik Uygarlık” isimli kitabının önemli bir payı olduğunu, ilhamını ve temel fikirlerini ordan aldığını da daha baştan kendisi söylüyor.

Bunların ciddiye alınır bir teorik-ideolojik değer taşıdığını, bunlar üzerine ideolojik mahiyette bir tartışma yürütmenin bir gereği ve yararı olduğunu zannetmiyorum. “Demokratik cumhuriyet” adı altında sözü edilenin gerçekte ne olduğu, ne anlama geldiği, bugün giderek çok daha çıplak, gözle görülebilir biçimde ortaya çıkıyor. “Demokratik cumhuriyet” gibi geleneksel solun bilincinde hayli köklü ve çekici bir yeri olan bir kılıfa büründürülerek piyasaya sürülse de, gerçekte sözkonusu olan, ABD’nin dünya ölçüsünde “düşük yoğunluklu savaş”ın tamamlayıcı bir parçası olarak dayattığı “düşük yoğunluklu demokrasi” aldatmacasından başka bir şey değil. Bunun özü ve esası ise, sistemle uzlaşmaya, giderek onunla birleşmeye mecbur edilmiş siyasal güçlere siyasal sistemde yer açmak, onları düzenin icazetine teslimiyet temelinde sisteme entegre etmek, böylece muhalif kimliklerini tümden tüketip bitirmektir.

Bu tartışmayı buna rağmen belli bir ilgi göstermek gerekiyorsa, bu, ya cahil ya da düpedüz ikiyüzlü bir takım devrimci eskilerinin de katkılarıyla, “demokratik cumhuriyet” söylemi ekseninde sıradan yurtsever kitlede yaratılmaya çalışılan yanılsamalardan dolayıdır.

“Düşük yoğunluklu demokrasi”: Strateji ve uygulama

Türk devleti yıllardır Kürt halkına, Kürt halkının haklı ulusal mücadelesine karşı, emperyalizmin, özellikle de ABD emperyalizminin tam desteğinde “düşük yoğunluklu” bir kirli savaş yürütüyor. Gelişmeler bu kirli savaşın gelinen yerde önemli bir başarı da sağladığını gösteriyor. Fakat bu yeterli değildir; Kissenger’in formüle ettiği “ez ve çöz” formülüne değinirken de ifade ettim, emperyalizmin çözüm projeleri her zaman bir bütünlük oluşturur. Bu çerçevede “düşük yoğunluklu savaş” kavramını tamamlayan bir başka kavram daha var. Bu “düşük yoğunluklu demokrasi”dir. Kavramı kuşkusuz emperyalistler kullanmıyor, ama ona içeriğini veren strateji ve uygulama tümüyle emperyalistlere ait. “Düşük yoğunluklu savaş”ın amacı tam da sonuçta “düşük yoğunluklu demokrasi”ye varmaktır.

Bunu sadece gerilla hareketlerine karşı bir strateji olarak da düşünmemek gerekir. Toplumsal muhalefetin güç kazandığı ve bir devrimci yükseliş biçimini aldığı birçok bağımlı ülkede, ABD desteğinde gündeme gelen askeri faşist darbeleri izleyen kirli yoketme savaşı da, sonuçta kendi çapında ve türünde bir “düşük yoğunluklu savaş”tır. Toplumsal muhalefet dizginlenip örgütlü devrimci hareket ezildikten ve devlet yapısında gerekli kurumsal ve hukuksal faşist düzenlemeler yapıldıktan sonra, kontrollü bir biçimde girilen süreç de “düşük yoğunluklu demokrasi” sürecidir. Bizde 12 Eylül faşist darbesini izleyen dönem, bu iki sürecin birbirini nasıl izlediğine canlı biçimde tanıklık eder. İşçi ve emekçi hareketi dizginlenip devrimci hareket ezildikten sonra, genel seçimler, parlamento ve güdümlü partiler sahnenin önplanına konulur. Arka planda ordu eksenli kontr-gerilla çekirdeği herşeyi çekip çevirir. Yaratılan kurumsal ve yasal çevrçeve zaten bu amaca ve işleyişe fazlasıyla uygundur. Brezilya’dan Arjantin’e, Uruguay’dan Şili’ye, Pakistan’dan Güney Kore’ye birçok ülkede defalarca olan budur.

Fakat bunun bir de güçlü gerilla hareketleriyle yüzyüze olan ülkelerde uygulanan daha kendine özgü bir versiyonu var. “Düşük yoğunluklu demokrasi” kuşkusuz bu gibi durumlara daha uygundur. Gerilla hareketlerine karşı izlenen “düşük yoğunluklu savaş”a izafeten kullanıldığı ve gerçekte bu savaşı tamamlayan, onu tüm sonuçlarına götüren bir politika ve uygulama olduğu için.

Bu gibi durumlarda, “düşük yoğunluklu savaş”la devrimci gerilla hareketlerine karşı ABD’nin tam desteğinde bir kirli savaş yürütülüyor. Bu savaşın amacı, daha önce de ifade etmiştim, direnen devrimci güçleri yorarak ve umutsuzluğa düşürerek sistemle uzlaşmaya razı etmektir. Bu savaş her yerde bu amaca hizmet etti. El Salvador’da buna hizmet etti, Guetamala’da buna hizmet etti, Peru’yu buraya sürüklemeye çalıştılar ve belli başarılar elde ettiler, başka bazı ülkeler benzer şeyler yaşandı. Filistin hareketinin yaşadığı da bunun kendine özgü bir biçimi oldu. Filipinler’deki hareketi yıllardır bunun içine çekmeye çalışıyorlar. Şimdi Kolombiya’daki gerilla hareketini buna mecbur etmeye çalışıyorlar.

Devrimci güçler sistemle uzlaşmaya razı edildikleri bir noktada, bu kez devreye “düşük yoğunluklu demokrasi” giriyor. Barış ne temelde yapılacak? Güya demokratik ve sosyal reformlar temelinde. Bu akımlar aynı zamanda sosyal adaletsizliğe karşı başkaldıran akımlar oldukları için, demokratik reform vaatlerinin yanısıra işin içerisine bir takım toplumsal reform vaadleri de giriyor. Ama bildiğiniz gibi, üç gün sonra toplumsal reform lafları unutuluyor. Bu şaşılacak bir durum da değil; zira bu ülkelerde onyıllardır ve bugün hala, sürekli İMF reçeteleri, İMF’nin ve Dünya Bankası’nın “yapısal (bugün buna “küresel” deniliyor) uyum” programları uygulanıyor. Borç batağında yüzen, yapısal ve devresel ekonomik bunalımların pençesinde nefessiz kalan bu bağımlı ülkelerde, halk lehine toplumsal reformlar yapmak mümkün değil. Herşey bir yana, bu İMF politikalarının mantığına aykırı. Bu ancak mevcut sisteme, onun temsil ettiği güç ilişkilerine vurulacak köklü darbelerle olanaklıdır ki, “düşük yoğunluklu savaş”ın başarısı ve onu izleyen teslimiyet süreci, zaten bunun başarılamadığının bir ifadesi ve itirafıdır.

Sistemin kendini koruduğu sürece dünya ölçüsünde hangi reformları yaptırmaya çalıştığını ise, örneğin Türkiye’deki son sosyal yıkım saldırıları üzerinden görmek mümkün. Benzer saldırılar, “küresel uyum” politikalarının bir gereği olarak bugün hemen tüm dünyada uygulanmaktadır.

Sonuç olarak, işin toplumsal reform kısmı tam bir aldatmaca, tam bir yalan ve kandırmaca oluyor.

Siyasal reform kısmına gelince, işte bu, tam da “düşük yoğunluklu demokrasi” oluyor. Bu akımlar niçin savaşıyorlar? Toplumsal adaletin yanısıra, baskıcı rejimlere karşı bağımsızlık ve siyasal özgürlük için. Güya bu ikinci isteme bir karşılık verilerek demokratik bir takım düzenlemeler temeli üzerinde sistemle uzlaşma ve bütünleşme zemini oluşturuluyor. Ama burada “demokratik düzenlemeler” iddiası tam bir aldatmaca oluyor. Mevcut siyasal yapı genellikle faşist askeri rejimlerle oluşturulmuş siyasal ve hukuksal kurum ve uygulamalara dayanıyor. Bu kurumlara, başta askeri ve bürokratik aygıt olmak üzere, hiçbir biçimde dokunulmuyor. Düzeni ayakta tutan, devrimci güçlere ve toplumsal muhalefeti karşı kirli ve kuralsız bir savaş içerisinde tahkim edilmiş olan temel yapılara hiçbir biçimde dokunulmuyor. Sadece, düne kadar devrimci olan güçler uzlaşmayı kabul ettikleri noktada, başta seçimler ve güdümlü bir parlamento, içi boş bir takım biçimsel uygulamalar demokrasi adı altında devreye sokuluyor. Düne kadar rejimin muhalifi olan yasadışı güçleri sistemin içine alabilecek bir takım düzenlemeler yapılıyor. Ve aldatıcı bir takım adımlarla, biçimsel temsili demokrasi, parlamento seçimleri ve benzeri yollarla, güya demokrasiye geçiliyor.

İşte buna, bu süreçleri yakından izleyen bazı ilerici aydınlar, yerinde bir ifadeyle “düşük yoğunluklu demokrasi” diyorlar. Bu çok kontrollü aldatıcı bir politik düzenleme. Nihayetinde gerilla hareketleri uzlaşmayı kabul etseler bile, toplumda sömürü sürüyor, yoksulluk sürüyor. İMF politikaları sosyal çelişkileri sürekli derinleştiriyor. Kitleler mücadele etmek istedikleri zaman, bu baskı aygıtları harekete geçiriliyor ve sosyal mücadeleler, işçi ve emekçilerin hak arama mücadeleleri yeniden bloke ediliyor.

Şu farkla ki, her demokrasiye geçiş oyunu, mevcut düzene 5-10 yıl, yerine göre 10-15 yıl zaman kazandırıyor. Ağır bir askeri faşişt terör rejiminin ardından, kitleler, nihayet demokrasinin yeniden kazanıldığı aldatmacasıyla bir takım şeylere katlanabilir hale getiriliyorlar. Askeri rejimler ya da kirli savaş rejimleri, yerlerini güya demokratik rejimlere bıraktığı için, bu yeni sözde demokratik rejimlerin kredisiyle, sistem 5-10 yıl da böyle götürüyor işleri. Sonra ne oluyor? Sistem sürekli çelişkiler ürettiği için, bu da sosyal mücadelelere yolaçtığı için, yeniden bu sosyal mücadeleleri dizginlemek ve ezmek için gereken neyse o yapılıyor. Bu biçimsel demokratik görüntünün ihtiyacı yanıt veremediği yerde, yeniden açık ya da son zamanlarda bizde olduğu gibi örtülü askeri darbeler, yeniden askeri müdahaleler gündeme geliyor ve gelecektir. Ağır ve çözümsüz toplumsal sorunlar, bunların yeniden yeniden şiddetlendirdiği çelişki ve çatışmalar köklü bir altüst oluşla, yani bir devrimli çözülmedikçe, bu kısır döngü böyle sürüp gider, gidiyor.

Brezilya örneğinde olduğu gibi, ‘60’lı yıllardan ‘80’lerin ortasına kadar askeri rejimler hüküm sürüyor. 20 sene boyunca bu faşist rejimler sayesinde toplumun bütün devrimci damarları kurutulmaya çalışılıyor. Bu arada devlet aygıtı, siyasal, idari ve hukuksal sistem her açıdan tahkim ediliyor. Sonra da demokrasiye geçiş oyunu başlıyor. Sözde demokratik rejimler adı altında, görüntüde kalan biçimsel düzenlemelerin gerisinde, özünde aynı kalan sistem hükmünü sürdürüyor. Bu arada ordu perde arkasında tüm dizginleri elinde tutuyor. Brezilya ve Şili’den Pakistan’a, Arjantin’den Filipinlere ve elbette bu arada Türkiye’ye kadar, durum ve uygulama özünde ve esasında budur. Bu demokrasicilik oyunu kredisini ve imkanlarını tükettikten sonra da, alternatifi yeniden askeri rejimler, bunun çıplak biçimleri, ya da ‘90’lı yıllarda Peru’da Fujimori darbesiyle gündeme getirildiği gibi, bunun biraz daha kendine özgü örtülü biçimleri oluyor.

Bugün Brezilya’da toprak için mücadele eden köylüler kurşunlanıyor. Arjantin’de özelleştirmeye karşı mücadele eden işçi ve emekçiler kurşunlanıyor. Bu ülkelerde askı rejimlerden miras baskı aygıtları olduğu gibi duruyor, özgürlükler tümüyle iğreti ve biçimsel kalıyor. Emekçiler bunları kendi sosyal hak mücadeleleri için kullanmadıkları sürece, bir takım özgürlükler var gibi görünüyor. Ama ne zaman ki o haklar kullanılıyor, rejim de gerçek yüzünü tüm çıplaklığı ile gösteriyor. “Düşük yoğunluklu demokrasi”, bu açıdan bir tür kontrollü yumuşama anlamına geliyor. Ne zaman ki kontrolü zorlayan gelişmeler oluyor, yani emekçilerin mücadeleleri yükseliyor; olduğu gibi korunan aygıt ve kurumlar tüm çıplaklığı ve acımasızlığı ile devreye giriyor.

Bugün İmralı’daki Öcalan’ın önerilerinde herhangi bir kurumsal yeni düzenleme tartışması var mı? Yalnızca fiilen zaten kazanılmış bulunulan bazı çok sınırlı hakların yasallaştırılması temennisi var. İstenen bu yasal düzenlemelerin sınırı da, Öcalan’ın son savunmasında özenle altını çizdiği gibi, Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın geçen Nisan ayında yaptığı konuşmada dile getirdiği yasal değişiklikler talebini hiçbir biçimde aşmıyor.

“Ez ve Çöz”: Bütünlüklü strateji

Gerçek demokratik kurumsal düzenlemeler, her zaman işçi ve emekçilerin devrimci mücadelelerine, onların devrimci atılımlarına dayanır. Böyle devletten anlayış ve barış dilenmekle herhangi bir demokratik düzenleme ve kurumlaşma gerçekleşmez. Eğer Kürt halkının dili ve bir takım hakları bugün kabul edilebiliyorsa, bu dünkü dişe diş mücadeleler sayesindedir. Kürt halkının büyük devrimci atılımı sayesinde kazanılmış, zaten fiilen elde edilmiştir. Çok çok onlara hukuki bir biçim verilecektir. Ama verilmese ne olur ki, zaten kazanılmış şeyler. Bu saatten sonra kim Kürt halkının dilini yasaklayabilir ki? İyi ama, bir halkın varlığının kabulü ve dilinin serbestliği Türkiye’nin inkarcı koşullarında bir anlam taşısa bile, bunun kendi başına demokratik cumhuriyetle ne alakası olabilir?

Evet, gerilla hareketlerine karşı “düşük yoğunluklu savaş”ın sonucu, “düşük yoğunluklu demokrasi” oluyor. Peki bu sisteme neden gerekli? Şunun için gerekli: Daha önce de hatırlatmıştım, emperyalizmin akıl hocaları, ünlü stratejistleri diyorlar ki, ezmekle yetinmeyeceksiniz, teslim alacaksınız, düzenin çerçevesine razı edeceksiniz ve sisteme entegre edeceksiniz; zira sisteme entegre edemediğiniz sürece, o güçler yarın için potansiyel bir yeni mücadele kaynağıdır. Yani alıp mücadeleci kimliğini eritmeniz ve düzenle bütünleştirmeniz lazım. İşte “düşük yoğunluklu demokrasi” bunun için gerekli. Bu şimdi “yeni dünya düzeni”nin demokrasisi, geri ülkeler için düşünülen demokrasi. Çeşitli yerlerde, özellikle Latin Amerika ülkelerde gündeme getirilen demokrasi bu.

Buradan bakıldığında, “demokratik cumhuriyet” üzerine tüm tartışmalar, kitleleri sersemletmeye yönelik gerçek bir aldatmacadır. Bu meselenin gerçekte ne olduğunu ‘80’li ve ‘90’lı yılların dünya deneyimleri bütün açıklığı ile göstermiştir. Bu mesela Latin Amerika’da yaşandı, El Salvador’da yaşandı, Guatemala’da yaşandı. Filipinler’de ve Kolombiya’da deneniyor.

Kolombiya daha önce de yaşandı. Bu ülkedeki bazı gerilla hareketleri’90’lı yalların başında sistemin içine alındılar. Bu ülkede M-18 isimli gerilla hareketi, başka bazı gerilla hareketleri ile anlaştılar ve onları sisteme entegre ettiler. Ama başka bazı akımlar direndiler. ‘89’daki yıkılışın etkisiyle, onlar da yarı yarıya güç kaybettiler, partiler bölündü, ordular bölündü, bir kısmı gidip teslim oldu. Ama kalanlar direndiler. Toplum sosyal çelişkileri sürekli üretip keskinleştirdiği için çatışma da sürüyor, dolayısıyla devrimci akımları besleyen bir toplumsal zemin var. Şimdi sistem onları da yıldırarak teslim almaya çalışılıyor. Ama o kadar güçlü bir hareket var ki, halihazırda başa çıkamıyorlar. Ve sonuçta onları uzlaşmaya razı ederek sistemin içine almak çok da kolay olmuyor. En azından şimdilik durum bu.

Ekmek vermeyenler demokrasi verebilirler mi?

Emekçilere iktisadi ve sosyal haklarını vermedikçe, demokrasiyi de veremezsiniz. Metropollerde bir parça demokrasi var. Neden? Bir parça ekmek verebiliyor. Dikkat edin, ekmeği kıstığı zaman demokratik hakları da kısmak zorunda kalıyor. Biz bunun soyut teorisi üzerine neden tartışalım ki, hayat hergün önümüzde değil mi? Emperyalist metropollerde eğer sistem emekçilerin bir takım haklarına katlanmak zorunda kalıyorsa, bu ona bir parça ekmek verebildiği içindir. Kaldı ki emperyalist metropollerdeki sistem de işin özünde demokratik bir sistem değil, bu ülkelerde de “demokratik cumhuriyet” yok. Bu ülkelerde yalnızca emekçilerin bir takım siyasal hakları ve özgürlükler yasal açıdan var. Ne var ki burjuvazi kendi emekçilerine iktisadi ve sosyal taviz verebildiği sürece bu haklara katlanabiliyor. Ve dikkat edin, iktisadi ve sosyal haklara saldırıların gündeme geldiği yerde, demokratik haklar da o saldırıdan payını alıyor. Çünkü bu bir ihtiyaç haline geliyor; siz işçinin elinden kazanılmış hakkını almak için de onun hareket kabiliyetini sınırlamak zorundasınız. Buradaki uyum kuşkusuz mutlak bire bir değil. Ama olayın mantığında, ekmeği kısanın özgürlüğü de kısması var ve sonucu sınıflar çatışması belirliyor. Tüm toplumların deneyimi bunu gösteriyor.

Şimdi Kürtlerin dili tanınacağı, bazı sınırlı kültürel hakları verileceği için Türkiye’ye demokrasi gelecekmiş! Bu mümkün mü? Sistem emekçiyi durmadan daha ağır bir yoksulluğa, işsizliğe, açlığa, siyasal hak yoksunluğuna mahkum etmek peşinde. Sistem, emekçilere 12 Eylül kayıplarını geri vermek bir yana, son 40 yılın arta kalan kazanımlarını da budamaya kalkıyor. SSK’yı gömdüler, emeklilik yaşını 60’a çıkarttılar, prim gün sayısını 7 bine çıkartılar, böylece emeklilik hakkını gaspettiler. Türkiye’de en kesintisiz çalışan işçinin 6-7 yıllık primi olduğu söyleniyor, peki 7 bin prim günü neyle doldurulacaktır? Kesintisiz 30 sene çalışacaksınız ki 7 bin işgününü doldurabilesiniz. İş yok ki, neyle dolduracaksınız? Dolayısıyla emeklilik hakkı fiilen ortadan kalkıyor. Bu saldırıları İMF ve Dünya Bankası’nın direktiflerini harfiyen uygulayarak gerçekleştiren sistem, aynı zamanda devleti de sürekli tahkim ediyor. Son 20 yılın tüm düzenlemeleri ve tedbirleri, faşist devlet aygıtını tahkim etmeye yöneliktir. Bu elbette boşuna değil.

“Düşük yoğunluklu demokrasi” nedir? 12 Eylül’den sonra Türkiye’de uygulanan neyse, “düşük yoğunlukla demokrasi” de tamı tamına odur. Biçimsel bir parlamenter rejim, depolitizasyona dayalı göstermelik seçimler, güdümlü bir partiler rejimi, tam denetime alınmış medya ve üniversiteler, DGM’lerle birleştirilmiş güdümlü bir yargı, denetim altına alınmış sendikalara biçimsel bir hareket kabiliyeti vb., vb. Özetle dizginlerin her alanda tam olarak elde tutulması. Ordu sahnenin arkasında hazır bekliyor, en ufak bir kontrol dışı gelişmeye müdahale edecek konumda bekliyor olmanın ötesinde, işleri gerçekte hep o yönetiyor, politikaları o belirliyor. Türkiye’de ordunun istemediği herhangi bir adım atılabiliyor mu rejim cephesinde? İşte, ezdikten sonra verdikleri demokrasi bu oluyor. Bu ise işin aslında örtülü bir yarı-askeri faşist rejim. Ve bu, dünyanın birçok bağımı ülkesinde böyle, bunun Türkiye’ye özgü bir yanı yok.

Filistin ve Kürdistan: Kürt halkı özgürlük
 için devrime mahkumdur

Rejim Kürt hareketini en ağır bir kirli savaşla, bir “düşük yoğunluklu savaş”la bastırmış; verebilecekleri “düşük yoğunluklu demokrasi” kapsamında şeyler olabilir ancak. Başka bir şey vermeyecek, veremez de Güya Türkiye’de zaten varolan demokrasiye Kürt halkına ilişkin bir takım kırıntılar eklenecek. Kürt halkının o büyük öfkesini, o ulusal hak arayışını dizginlemek için bu gerekiyorsa, yapar bunu. Neticede onun için maddi bir kuvvete dönüşmüş dinamiklerin eritilmesi, çok büyük emekler ve fedakarlıklarla yaratılmış maddi ve manevi devrimci birikimin tasfiyesi önemli.

Biz, böyle giderse bu Filistin’den beter bir ihanet olacak dedik ve öyle de oluyor, oraya doğru gidiyor. Filistinlilerin hiç değilse pazarlık gücü vardı. 1948 tarihli Birleşmiş Milletler antlaşmalarına göre Filistin devleti diye bir devlet, Filistin toprağı diye bir toprak vardı. Artı, arkasında Arap halkları, onların basıncıyla Arap ülkeleri vardı. Bunların hepsi işbirlikçi rejimler kuşkusuz, ama Arap halkları Filistin sorunu ve Filistinlilerin hakları konusunda titizlik gösterdiği sürece, işbirlikçi Amerikancı rejimler Filistin davasına ikiyüzlüce de olsa sahip çıkmak zorunda kalıyorlardı. Bu yüzden İsrail’i tanımayı reddediyorlardı. Filistin Kurtuluş Örgütü’ne maddi ve mali yardım vb. yapıyorlardı. Filistin ve FKÖ, hiç değilse buradan gelen bir pazarlık gücüne sahipti.

Kürt halkının Filistin halkının sahip olduğu bu türden avantajları da yok. Tek gerçek avantajı devrimde ısrar olabilirdi, bunun dışında bir şansı yoktu. Deyim uygunsa, mazlum Kürt halkı devrime mahkumdu. Filistin’de hiç değilse ortada bir pazarlık masası herşeye rağmen vardı. Kürdistan’da yaşanan ise tek taraflı bir teslimiyet. Hareket eritildikten, moral açıdan yenilgiye uğratıldıktan, bugüne kadarki birikimi politik ve manevi açıdan erozyona uğratıldıktan sonra, yapılabilecekler en fazla ne olabilir? “Kürt realitesi”ni kabul çerçevesinde en fazla; Kürt diline yasal olarak da serbestlik tanımak, radyo-televizyon dili olarak kullanımına rıza göstermek, bu arada belki üniversiteler bünyesinde bir-iki Kürt Enstitüsü kurmak, belediyeler üzerinden biraz inisiyatif alanı tanımak, vb. Yani bazı hak kırıntıları.

Bunları tanımak, bu sistemin siyasal yapısında herhangi bir değişiklik anlamına gelmiyor. Ama sistem alır, bunları “demokratik cumhuriyet” diye sunar; cumhuriyetimiz hep vardı, hep güçlüydü, demokratik yönü biraz zayıftı, onu da çözdük, der. Kitleleri aldatmak için bunu neden iyi bir olanak olarak kullanılmasın ki? Herşeyi demokrasi adına tartışmıyorlar mı? TÜSİAD bu ülkede “Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri” adı altında raporlar yayınlamıyor mu?

Sistem dünya ölçüsünde yığınları “demokrasi” koduyla aldatıyor. Sosyalizme karşı kapitalizm zafer kazandı demiyorlar, totaliter rejimlere karşı demokrasi zafer kazandı diyorlar. Burjuvazinin dilinde demokrasi eşittir kapitalizm, eşittir piyasa ekonomisi. Ama dosdoğru kapitalizm demiyor burjuvazi, kapitalizm demenin emekçilerin bilincinde ne anlama geleceğini iyi biliyor.

Neden “demokrasi” deme ihtiyacı duyuyor? Çünkü emekçiler yüzyıldır bu sistemin kendisine karşı da demokrasi için mücadele etmişler. Emekçilerin bilincinde demokrasi pozitif anlam yüklüdür. Genel olarak tarihte, ezilenlerin tarihinde de, 20. yüzyıl tarihinde de, yani emperyalizm çağında da demokrasi mücadelesi ezilenler için bir ileriye doğru yürüyüş olmuştur. Bu durumda sistemini niye demokrasi olarak sunmasın ki? Ne dediklerine dikkat edin; totaliterizme karşı demokrasi, devletçi ekonomiye karşı pazar ekonomisi üstünlük kazandı diyorlar, burjuvazinin sınıf egemenliği ya da kapitalizm zafer kazandı demiyorlar. Bunu yalnızca “yeni dünya düzeni” yazarları, seçkinlere hitap eden yazar ve düşünürler söylüyorlar. Ama kitelere hitap eden popüler propaganda; totalitarizm karşısında demokrasi, devletçi ekonomi karşısında piyasa ekonomisi diyor.

“Yeni dünya düzeni” ne getirdi?

Öcalan da savunmasında aynen böyle söylüyor. Kapitalizm sosyalizme üstünlük kazandı demiyor, sağ ve sol totalirizme karşı demokratik sistem üstünlüğünü kanıtladı ve zaferini ilan etti, diyor. Bu tam da anti-komünist bir dildir, bu soğuk savaş dilidir, soğuk savaş dilinin ‘90’lı yıllara uyarlanışıdır. Bu Amerika’nın dilidir.

“Yeni dünya düzeni” ne getirdi? Amerikan emperyalizminin sistem dışı her varlığa, her sese karşı hoyratça bir müdahalesini. Körfez savaşını getirdi, Balkan savaşını getirdi, Somali ve Haiti’ye müdahalesini getirdi. Başka ne getirdi? Halklar arasında boğazlaşmaları getirdi; kardeşlik bitti, etnik ve dinsel boğuşmalar ve boğazlaşmalar boyverdi. Başka ne getirdi? Büyük sosyal yıkım projeleri getirdi. Emekçilerin 40 yıllık kazanımlarının metropol ülkelerde bile budanmasını getirdi. Batının işçi sınıfı ve emekçileri 40-50 yıllık kazanımlarını kaybettiler. Ekonomik-sosyal haklara saldırılar tam da Sovyetler Birliği’nin yıkılışının ardından hız kazandı. Kısacası, “yeni dünya düzeni” dünya ölçüsünde iktisadi, sosyal ve politik anlamda tam bir gericilik ve sosyal-kültürel yıkım getirdi.

Böyle bir dönemde demokratik sistem üstünlüğünü kanıtladı, yüzyılın sonuna zaferle giriyor, denilebilir mi? Bunu dediğiniz zaman, Amerika’nın diliyle konuşuyorsunuz demektir. Zaten Amerika’nın diliyle konuşuluyor ve mesajlar da dosdoğru ABD’ye gönderiliyor. Ama bu emekçilerden, Kürt halkından, iyiniyetli ve saf bir takım ilericii insanlardan gizleniyor.

“Demokratik cumhuriyet” burada kitleleri aldatmaya yönelik içi boş bir söylemdir. Gerçekte sözkonusu olan, kirli savaşın kirli demokrasisidir. Bu demokrasi, ezilerek teslimiyete mecbur edilenleri sisteme entegre etmek için sunulan aldatıcı bir takım sözde haklardan oluşuyor. Ve sistemi yeniden zorlamaya kalktığınız, teslimiyetten direnişe geçtiğiniz her noktada, düzenin bütün baskıcı kurumları ayaktadır ve sizi ezmek için anında harekete geçerler.

Kolombiya’da uzlaşmayı, düzenin icazetini seçen kaç tane eski gerilla lideri öldürüldü. Aynı şey El Salvador’da yapıldı. Bu ülkelerde gerilla hareketlerinin çok sayıda kadrosunu katlettiler ve onlar hiçbir şey yapamadılar. Çünkü direnen güçler silahsızlandırılırken, kendi aygıtları olduğu gibi kaldı. Ne yapıyorlar? Kirli savaş için özel olarak oluşturulmuş birkaç paramiliter örgütü dağıtıyorlar. Diyelim ki, yarın Kürdistan’da savaş bittiğinde Özel Tim dağıtıldı. Ne olacak ki? Devletin bütün temel faşist kurumları olduğu yerde duruyor. Diyelim ki, koruculuk dağıtıldı; zaten bir ihtiyaçtan doğmuş, gerilla hareketi bitmiş, devletin ihtiyacı olmaktan çıkmıştır, bu nedenle dağıtır da. Kaldı ki, dağıtır mı, yoksa başka bir şeyin içine mi alır, onu da henüz bilmiyoruz.

“Demokratik cumhuriyet”le birlikte Türk ordusunun gücünde, siyasal ve sosyal yaşama müdahalesinde bir değişiklik mi olacak? Böyle bir şey mi talep ediliyor. Devlet ne için var? Bir sınıfın başka bir sınıfı egemenlik altında tutması için var. Alt sınıflar mevcut statükoya, sömürüye, mülkiyet düzenine razı oldukları sürece elbette mesele yoktur. Ama onu zorlamaya kalktıkları her noktada, o aygıt , bunu dizginlemek ve gerektiğinde ezmek için vardır. Burjuvazinin demokrasisi emekçiler için diktatörlüktür, gerisi koca bir yalandır. Tarih boyunca ezenler ve ezilenler için aynı anlamı ifade eden bir demokrasi olmamıştır.

Demokrasi mücadelesi her yerde kurulu düzene karşıdır

Demokrasi mücadelesi her yerde kurulu düzeni hedef alır. Bu 1640’larda feodal İngiliz monarşisidir, 1789’da feodal Fransız monarşisidir. 1848’de onun yerini almış olan “Temmuz monarşisi”dir. Rusya’da çarlık monarşisidir. 20. yüzyılda ezilen uluslar için emperyalizm ve onların komprodor-feodal işbirlikçileridir. Emperyalist ülkelerde bu mücadele tekelci sermayenin egemenliğine karşıdır. Demokrasi mücadelesi ve “demokratik cumhuriyet” hep bir kurulu düzeni hedef alır. Ve dikkat edin, burjuvazinin sınıf egemenliğini kurduğu batılı kapitalist ülkelerde, daha yüzyılın başında, demokrasi mücadelesi artık sosyalist mücadelenin bir parçasıdır. Zira demokrasi uğruna mücadele sosyalist cumhuriyet uğruna mücadelenin bir parçasıdır. Orada demokrasi için mücadele, kurulu düzene karşı mücadele genel sorununun bir parçasıdır.

Savaş sonrasında Alman monarşisi çökünce, hain sosyal-demokratlar “demokratik cumhuriyet” ilan ediyorlar. Orada “demokratik cumhuriyet”, gerçekte sosyal devrimin önünü kesmek için atılmış bir karşı-devrimci adımdır. Rusya’da ise tam tersine ileriye bir adımdır. Zira çarlığın yıkılması eski sistemin ortadan kalkmasıdır. Lenin; Çar Ramonov ailesi tarafından temsil edilen soylular iktidarı yıkılmıştır, iktidar burjuvazinin eline geçmiştir, bu kelimenin tarihsel ve bilimsel anlamıyla bir demokratik devrimdir, ileriye bir adımdır, diyor.

Ama “demokratik cumhuriyet” Almanya’da aynı anlama gelmiyor. Almanya’da monarşik bir kılık altında gerçekte Alman tekellerinin, Birinci Dünya Savaşı’nı yürüten Alman emperyalist burjuvazisinin sınıf iktidarı var. Orada “demokratik cumhuriyet” karşı-devrimci bir adım oluyor. Bildiğimiz Weimer Cumhuriyeti Almanya’da sosyal devrimi engellemenin bir imkanı, bir aracıdır. Sosyal devrimin yolunu kesmek işlevi görmüştür. Orada devrim sosyalist cumhuriyete varmak zorunda, ama demokratik cumhuriyetle bunun yolu kesiliyor. Oysa Rusya’da demokratik cumhuriyet, Ekim Devrimi’nin önü açıyor. Dolayısıyla, “demokrasi mücadelesi” ya da “demokratik cumhuriyet” şiarı, toplumların tarihsel-toplumsal gelişme düzeyinden, egemen düzenin toplumsal-sınıfsal karakterinden koparılarak tartışılamaz.

Jakobenlerin kurduğu “demokratik cumhuriyet”, Fransız monarşisi şahsında temsil edilen feodal sınıfların iktidarının devrilmesi anlamına gelmiştir. Ve dikkat edin, bunun iki yönü vardır. Bir, kurulu sınıf egemenliği yıkılıyor. İki, bu egemenlik toplumun ezilen sınıflarının gücüyle, yani bir devrim yoluyla yıkılıyor. 1848’de Temmuz Monarşisi Paris işçilerinin büyük devrimci atılımıyla devriliyor. Orada artık kapitalizmle yüzyüze oldukları için, işçiler Temmuz Monarşisi’ni devirdiklerinde, bunu “toplumsal cumhuriyet” uğruna yaptıklarına inanıyorlar. Oysa ortaya çıkan gerçekte demokratik bir burjuva cumhuriyetidir.

Rusya’da “demokratik cumhuriyet”, Bolşevik asgari programın üç şiarından ve talebinden biridir: “Topraklar köylülüğe”, “8 saatlik işgünü” ve “demokratik cumhuriyet”. Ama o günün tarihi koşullarında Rusya’da “demokratik cumhuriyet”, kurulu egemen sınıf iktidarının, Çarlık şahsında temsil edilen feodal soylular iktidarının yıkılması anlamına geliyor. Kim yıkacaktır bunu ve yerine kimin iktidarını koyacaktır? Burada en kritik soru bu. Bu ülkede yıllardır herkes “demokratik cumhuriyet”i İki Taktik üzerinden tartışmıyor mu? Peki İki Taktik neyi tartışıyor? Nedir İki Taktik’in savunduğu: “Devrimci işçi-köylü iktidarı”, “Devrimci-demokratik halk iktidarı”. Devrim feodal soylular iktidarını yıkacak. Kimdir devrimci güçler? İşçi sınıfı ve köylülük. İşçi sınıfı önderliğinde köylülük yıkacak, bu arada burjuvazi tarafsızlaştırılacak, yerine işçi-köylü diktatörlüğü kurulacak. Oradaki “demokratik cumhuriyet” bu.

Çin’de “demokratik cumhuriyet” nedir? Emperyalizm kovuluyor, Çan Kayşek’in feodal-komprodor diktatörlüğü yıkılıyor, yerine “demokratik cumhuriyet” kuruluyor. Bu marksist litratürdeki devrimci içerikteki demokrasidir. Nerede “demokratik cumhuriyet” kurulmuşsa, kurulu düzenin yıkılmasıyla kurulmuştur ve bunu kurulu düzenin ezilenleri yapmıştır.

İmralı’daki savunmada önerilenin kabul edilmesiyle, Türkiye’den ne yıkılacak ve yerine ne kurulacak? ‘90’lı yıllar dünyada gericilik dalgasının egemen olduğu yıllardır. Buna rağmen kalkıp, dünya ölçüsünde demokrasi dalgası yaşandı, Türkiye de bundan payını aldı demek, emperyalizmin dilinden konuşmaktır, “yeni dünya düzeni”nin “düşük yoğunluklu demokrasi”sini savunmaktır. Bu teorik eleştiriyi bile gerektirmiyor.

PKK Başkanlık Konseyi adına Osman Öcalan 1 Eylül’de ne dedi? Bütün sorumluluk ve inisiyatif ABD’nindir, ABD’ye büyük bir görev düşüyor! ABD çözümünü arayanlar, biliniz ki onun demokrasisini arıyorlar. ABD yeri gelir faşist askeri darbe yapar, yeri gelir “düşük yoğunluklu demokrasi”ye geçmeyi teşvik eder. ABD emperyalizmi savaş sonrası dönemde kendine bağımlı bütün ülkeleri zaten hep böyle yönetmiyor mu?

Geleneksel solun “Demokratik cumhuriyeti”

Biz marksistler, “demokratik cumhuriyet”i kurulu düzenin yıkılmasından ve yerine kurulu düzeni yıkan sınıfların devrimci iktidarının kurulmasından ayrı düşünemeyiz. Marksist literatürde bunun dışında bir “demokratik cumhuriyet” yoktur. “Demokratik cumhuriyet” her yerde toplumun ezilen sınıflarının devrimci atılımıyla ve kurulu egemen düzeni yıkmasıyla gerçekleşmiştir.

Ama ne olmuştur, Fransa’da feodal monarşiyi Fransa’nın baldırı çıplakları, köylüleri, işçi ve emekçileri yıkmıştır da, iktidara burjuvazi gelmiştir. Çünkü henüz emekçi sınıflar iktidarı alacak durumda değiller. Ama burjuvazi orada egemen sınıf değil, burjuvazi orada “üçüncü tabaka” diye bilinen tabakanın bir parçası. O tabakanın içinde yeni yeni şekillenen işçiler, zanaatçılar, köylüler ve burjuvazinin kendisi var. Devrimi burjuvazinin önderliğinde emekçi sınıflar yapıyorlar, ama iktidara burjuvazi yerleşiyor. Çağ burjuvazinin çağı, o çağda devrimler burjuvazinin sınıf egemenliğinin önünü açıyor.

Sonra bunun yerini işçi sınıfının ve köylülüğün demokratik diktatörlüğü ya da “demokratik cumhuriyet” alıyor. Yüzyılın başında bütün geri ülkeler için sözkonusu olan bu. Ve nihayet gelişmiş kapitalist toplumlarda “demokratik cumhuriyet”, gerçekte artık “sosyalist cumhuriyet” demektir. Bu toplumların “demokratik cumhuriyet”i, gerçekte sosyalist bir cumhuriyet olacaktır. Çünkü “demokratik cumhuriyet” her zaman militarist bürokratik aygıtın ortadan kaldırılması, yerine emekçi sınıfların aktif katılımcı yönetici iktidarının geçmesi demektir. Kapitalist bir ülkede bu sosyalist bir demokrasiyle, kapitalizmin yıkılıp yerine sosyalizmin kurulmasıyla olabilir. Burada bir siyasal özgürlükler mücadelesi alanı vardır, fakat bu kapitalizme karşı mücadeleden ayrı değildir. Bunlar son olarak “Demokrasi ve Devrim” başlıklı kitapta genişçe ele alınmış sorunlar. Yeterince tartışılıp açıklığa kavuşturulmuş sorunlar bunlar.

Öcalan’ın İmralı’da koyduğu programa niye itiraz ediliyor, Türkiye solu 30 yıldır zaten “demokratik cumhuriyet” için mücadele etmiyor mu? deniliyor. Evet, bizim halkçı dediğimiz akımlar 30 yıldır ve hala da “demokratik cumhuriyet” için mücadele ediyorlar. Ama onların tanımladığı “demokratik cumhuriyet”, ortaya koydukları çerçeveye göre, kurulu düzenin ve emperyalist hükümranlığın yıkılmasına dayanıyor. Biz her zaman onların programları soyut planda devrimcidir dedik. Çünkü bu ülkede bir emperyalist egemenlik, bu emperyalist egemenliğin dayanağı olan bir işbirlikçi burjuva iktidar var; kimileri buna işbirlikçi burjuvazinin ve toprak ağalarının iktidarı diyor. Onlar bunun yıkılmasına dayalı bir demokrasiyi savunuyorlar. Böyle bir demokrasinin ancak sosyalist bir demokrasi olacağı ayrı bir sorun. Buradaki teorik eklektizmi ve tutarsızlığı bir yana koyuyorum, bunlar on küsur yıldır eleştirip sergilediğimiz tutarsızlıklar. Ama sorunun özü şu ki, Türkiye devrimci hareketi 30 yıldır toplumun ezilen sınıflarının devrimci iktidarına dayalı bir “demokratik cumhuriyet” hedefi güdüyor. Bugünki düzenin biçimsel ve aldatıcı bazı rötuşlarla “demokratik cumhuriyet” olarak sunulması 30 yıldır bu ülkenin reformistleri tarafından bile kabul edilebilir bir şey olmamıştır.

Türkiye sol hareketinin literatüründeki “demokratik cumhuriyet” “devrimci halk iktidar”dır, “devrimci işçi-köylü iktidarı”dır, “devrimci işçi-köylü diktatörlüğü”dür. Bu cumhuriyet emperyalist egemenliğin ve onun dayanağı olan işbirlikçi rejimin yıkılmasıyla kurulacaktır, böyle gerekçelendiriliyor. Böyle bir “demokratik cumhuriyet”in temel toplumsal kuvvetleri nasıl tanımlanıyor? İşçi sınıfı önderliğinde köylülük, öteki emekçi katmanlar, artı bazıları milli burjuvazi diyor ya da demiyor. Bu “demokratik cumhuriyet”in Öcalan’ın savunmasındaki “demokratik cumhuriyet”le ya da Öcalan özürcülerinin “demokratik cumhuriyet”iyle bir ilgisi var mı? Apayrı bir şey bu. Ama “demokratik cumhuriyet” diye kodlamışlar ya, armutu alıyor adını elma koyuyor, sonra da hepimizin istediği elma değil mi? diyorlar. Güya böylece meseleyi çözüyorlar. Bu tam bir düzenbazlık, tam bir ideolojik aldatmaca. Ve bu bile bile, kasten yapılıyor. Neden? Bir teslimiyetin üstünü örtmek; Kürt halkını, onun devrimci unsurlarını teslimiyete razı etmek için. Türkiye devrimci hareketinin teslimiyet karşısında gösterdiği ideolojik direnci kırmak için.


Üste