Logo
< Partimizin düşünen önderleri savaşan neferleri -II

Aydın sorunu üzerine


 

Aydın sorunu üzerine

 

“Bugün halkının ve bütün ilerici insanlığın mutluluk ve barış mücadelesinin dışında kalan aydın, ya egemen sınıfın elinde basit bir araçtır, ya da havayı zehirlemekten başka bir şeye yaramayan kokuşmuş bir verimsiz ottan ibarettir.”*
N. Hikmet

Hatice Yürekli

Yaşadığımız toplumda aydın sorunu üzerine çok tartışıldığı bilinmekte. Toplumsal hareketliliğin giderek farklı sınıf ve katmanları da içine alarak gelişme işaretlerinin görüldüğü günümüzde, aydın sorununa ilkesel yaklaşımın önemi açıktır. İlkesel yaklaşımı sekter/dogmatik bakışla karıştırmamak gerekir. Gerçek aydın kimliği üzerinde açık bir fikre sahip olmak, bunun üzerinden bugüne bakmak, olanakları ise olabildiğince değerlendirmeye çalışmaktır burada sözkonusu olan. Kapitalizm, bir avuç tekelci grubun aşırı kâr hırsı sonucu, insan ve doğa yaşamını yıkımla yüzyüze bırakmaktadır. İnsanlığı yıkıma götüren bu sistemin gidişine dur demek ve köklü bir değişim eyleminde bulunmak, olmazsa olmaz seçenek olarak duruyor. Devrimin zorunluluğu ve bu zoru gerçekleştirecek maddi gücün -işçi sınıfının- devrime örgütlenip-hazırlanması öncelikli ve zorunlu olmakla birlikte, bu mücadelede, toplumun değişik katman, kategori ve sınıfsal kesimlerinin de belli bir mevzilenme içine çekilmesi gerekmektedir. Egemen sınıfı yıkacak ve yerine kendi iktidarını kuracak olan işçi sınıfı olmakla birlikte, o, bu mücadelesinde kendine dayanaklar da yaratacaktır. Bu yanıyla, yıkma/kurma diyalektiğinde aydınlara da önemli sorumluluklar düşmektedir. Özellikle de bugün, aydınların demokratik haklar mücadelesinde tutacağı önemli bir yer vardır. Toplumsal ilişkiler rastlantılar üzerine kurulmaz. Üretim ilişkilerinin karakteri, toplumsal/sınıfsal ilişkinin temelini oluşturur. Bilinç oluşumu ve şekillenmesi de bundan bağımsız değildir. Egemenler, üretim araçlarının sahibi olma konumu nedeniyle, toplumu yönlendirme/yönetme, demek oluyor ki boyun eğdirme sürecinde, belirleyici bir güç durumundadırlar. Toplumsal yapı eşitsizlikler üzerine kurulu olduğundan dolayı da, karşıtlarını yaratmakta ve bir mücadeleyi zorunlu kılmaktadır. Karşı duruşun geliştiği yer, egemenlerin baskıcı -açık fiziki zor ve terör- politikalarının da ortaya çıkmasını koşullar. Bu baskı politikasının bir ayağı da ideolojik zor ve sindirme yöntemleridir. Bunlar egemenlerin süreklileşmiş yönetim araçlarıdır. Bunun en temel nedeni ise, ezilen geniş emekçi kitlelerin düzen ve devlet gerçekliği konusunda bilinçlenmeleri ve bunun getireceği sonuçlardır. Sınıfsal eşitsizlik, baskı ve zor kitlelerde arayışa yol açar ve mücadele etme isteğini kamçılar. Bu nedenle, maddi üretim araçlarını ellerinde bulunduran kapitalistler, kitlenin bilincini çarpıtmanın ve dumura uğratmanın araçlarını yani entelekütel -ideolojik de denilebilir- üretim araçlarını tekellerinde bulundurarak, sınırsızca kullanırlar. Burada aydın unsuruna önemli sorumluluklar düşmektedir. Gerçek aydın çağın/sistemin sorunlarına bilimsel çözüm üretebilendir. Ürettiği çözümün arkasında duran, bunu toplumun geniş kesimlerine taşıyan, alternatif duruşu ve kimliği yeniden üretebilendir. Aydın olmak, sanıldığı gibi sadece çok okumuş olmak ya da tamamen bilimle uğraşıyor olmak değildir. Asıl olarak edindiği deneyim, bilgi ve birikimini toplumsal yaşamın değişmesine hasreden, gerçeğe, bilime ve gelişmeye karşı olanların sökülüp atılmasına hizmet edendir. Bunun gerektirdiği sorumlulukları yerine getiren, yolaçacağı bedellere göğüs geren; demek oluyor ki insan ve aydın olmanın asgari gereği onurlu bir duruşa sahip olandır. Kimliği ve kişiliğiyle özgürleşen ve özgürleştiren bir varoluş içerisinde olmak. Bu duruştan taviz vermemek, gerektiğinde Nazım gibi yıllarca ‘hapislerde yatmak’, ama asla teslim olmamak!.. Bakıyoruz bugünün Türkiye’sine böyle bir karşı koyuş içinde olan aydın neredeyse yok denecek kadar az. Sistem tüm aygıt, araç, kurum ve değerleriyle çürüdüğü yerde, bu çürüme kimliksel ifadesini en açık biçimde, yeteneği ve birikimiyle kendini düzenin efendilerine satan ‘aydın’lardan ortaya çıkarıyor. Gerçek aydın salt sınıfsal kökenine bakılarak değerlendirilemez. O esasta hangi sınıfın ideolojisini benimsiyor ve ona göre kendini var ediyorsa, öyle değerlendirilir. Tabi ki bu çürümüş sistemin egemenlerinin sınıfsal çıkarlarına göre ve onların çizdiği sınırlarda hareket edenlere gerçek aydın denemez. Tam tersine, onlar bilinçli bir şekilde karanlığı yaşamayı tercih etmektedirler. Örneğin susurluk medyasının köşelerini tutmuş hemen hemen bütün yazarlar, bu kategoriye girmektedirler. Burada ‘hümanist’ olanlarına haksızlık yapıldığı düşünülebilir. Nitekim, hümanizm sınıf gerçeğini atlayan, sınıfsal çelişkileri gözardı eden, yani düzen gerçekliğinin tam kavranamamsı anlamına gelen bir bakış, sistem sınırları içinde kalmaya mahkum olan bir muhaliflik düzenidir. Toplumsal sorunlar karşısında tutumunu işçi sınıfının temel çıkarları ve ezilen emekçi yığınların taleplerine göre belirleyemeyenler, düzen sınırları içinde kalır, burjuva ideolojisinin ince bir yansıması olurlar. Diğer yandan, burjuva sol-sosyalist konumda olan liberal kesim de kendini aydın kategorisine almaktadır. Bunlar yaşadıkları ideolojik kargaşa ile ne sınıfa, ne de topluma faydalı olabilecek konumda değildirler. Durdukları yer itibariyle bu böyledir. Bunlar içinde tek tek insanlar çıkar da, toplumsal mücadelede yerlerini alırlar, bu ayrıca değerlendirilebilir bir durumdur. Doğa ve toplum yaşamına gerçek bir bilimsel kavrayış üzerinden yaklaşan, sorunları bilimsel/eleştirel bir tarzla ele alan ve insanlığın kurtuluşu demek olan sosyalizm için cesaret ve tutkuyla mücadele eden, var oluşunu bu temelde gerçekleştiren aydınlar da, sayıları bugün için az olmakla birlikte, kuşkusuz var. Bugün bilimle uğraşan, edindiği bilginin gücüyle varlığını devam ettiren bir dizi ‘aydın’a rastlamak mümkün. Bilimsel içeriğiyle bakıldığında, bunların bizim anladığımız aydın kategorisine girmeyen ‘aydınlanmış’ bireyler olduğu da bir gerçek. Bunlar içinde tüm yetenek ve kapasitelerini burjuvazinin hizmetine sunanları dışta tutarsak, gerçekten samimi, ilerici, muhalif -henüz devrimci olamayan- kimliğe sahip olan bireyler de var. Bu kesime yaklaşımda nasıl bir yöntem izlenmelidir? Bu kesimi reddetmeli, küçümsemek mi, yoksa yapabileceklerinin sınırlarını zorlamak mı gerekmektedir? Yani toplumsal mücadelenin ileri bir bileşeni haline getirmeye çalışmak mı? Reddetmek ve küçümsemek kuşkusuz kolaycı ve yıkıcı bir yaklaşım olacaktır. Düşünce, eylem ve yaşam biçiminde bir tutarlılık içinde olmayanlar için söylenecek fazla bir söz yoktur. Ama gerçekten samimi olanlarla yolumuzu kesiştirmeyi de bilebilmeliyiz. Örneğin; Cumhuriyet gazetesi köşe yazarı Oral Çalışlar’a yazdığı bir mektupta F (hücre) tipi cezaevine karşı mücadelede yerini almaya hazır olduğunu söyleyen balerin Zeynep Tonbay gibi. Zeynep Tonbay yazdığı mektubun bir yerinde şöyle diyor: “Ben F tipi cezaevlerine karşı yapılacak eyleme katılmak ve gönüllü olarak çalışmak istediğimi belirten 6. kutuyu işaretliyorum (X). Bana bu konuda yardımcı olabilir misiniz lütfen?... “ Herkesten devrimci/sosyalist olmasını beklersek, bu tutumla mücadeleyi toplumun geniş kesimlerine mal edemeyiz. Bugün mücadelenin önemli bir sorunu haline gelmiş olan ‘hücre tipi cezaevi’ sorununa karşı duyarlılık önemli bir ölçektir de. Bu soruna karşı duyarlılığını ortaya koyan ilerici potansiyeli ortaya çıkarmak ve olabildiğince katkılarından yararlanmak gerekmektedir. Buradan hem kendine aydın ve ilerici diyenlere bir çağrı yapmış oluyor, hem da partinin bu iki potansiyeli devrimci mücadelenin bir bileşeni haline getirmek çerçevesinde yapılması gerekenleri işaret etmiş oluyoruz. İçinde bulunduğumuz dönem, sermayenin çok yönlü saldırılarına karşı, toplumun bir çok kesiminden seslerin de yükseleceğine tanıklık edecektir. Parti bu süreci ileri doğru değerlendirme ve örgütlemede üzerine düşeni yapabilmelidir... ------------------ * Sanat ve Edebiyat Üstüne, Nazım Hikmet, Hazırlayan Aziz Çalışlar, Evrensel Kültür Kitaplığı


Üste