Logo
< Partimizin düşünen önderleri savaşan neferleri -II

“Tereddütsüzce yürüdüğün bu kavgada bir direnç çiçeği olup açtın...”


Ateş Saçan Yürekli yoldaşıma...

 

“Tereddütsüzce yürüdüğün bu kavgada bir direnç çiçeği olup açtın...”

 

“Aynı yalınlıkta ölmek isterim
Kırda bir çiçek gibi sakin, gösterişsiz
Mum yerine yıldızlar parlasın üstümde
Yeryüzü uzansın altımda sessiz
Ben aydınlık ve özgürlük delisiyim
Varsın hainleri gizlesinler soğuk bir taş altında
Dürüstçe yaşadım ben,
Karşılığında
Yüzüm doğan güneşe dönük öleceğim.”

Yaşanılan ne varsa yoldaş sıcaklığındaydı...
Paylaşılan ne varsa devrim sevdasıylaydı...
Ateş saçan yüreğinden yükselen direniş türküsü güneşe,
Habip’e, Ümit’e kavuşabilmek için seslendiriliyordu...

Üç mevsimi devirdi direniş... Dile kolay üç mevsimi gezdi...

Büyük direnişinizin tarihi zulmün zindanlarında sonbaharın sararan yapraklarıyla merhaba dedi. 19 Aralık’ta tipiye ve yağan kara inat, ateş sıcaklığında içimizi ısıttı. Ardından o hep çok sevdiğin kır çiçeklerine göz kırptı. “Bizsiz olmaz bu bahar” dedirten direngenliğe selam durdu bütün gelincikler...

Seni yazabilmek satırlara kalemim yettiğince, anlatabilmek seni şiir sadeliğinde... Söylemek seni türkü sıcaklığında... Biliyorum zor iş bir tufanın seyrini tutabilmek. Dökebilmek kağıtlara ateşin rengini. Seni yazarken ellerim yanacak. Konuşurken senden, her söz bir yerde yetersiz kalacak.

Kış aylarının soğuk günlerinde bir görüş kabininde tanışmıştım seninle. Deneyimlerinin ışığında benim zayıf yanlarıma çok acımasızca vurmuştun. Çok geçmedi, kısa bir süre sonra deneyimlerini, yaşamını, çocuğunuz gibi sakındığınız, emek emek büyüttüğünüz partimizi senden senin yanıbaşında öğrenmeye başladım. Bu şekilsiz demir parçası, senin ve yoldaşların büyük özverisi ve sabrıyla şekilleniyordu.

Her yeni güne senin öğreticiliğinle, yoldaş sıcaklığıyla başlıyorduk. Yaşamın, anlatımların, sıcaklığın, şekillenmesi gereken demiri çekiç olup dövüyordu.

Cezaevinde yaptığımız ilk konuşmada beni eleştirmiş, bunun yanında da yeniden doğrulabilmem için güç vermiştin.

Devrimci olmaya başladığın ve günümüze kadar gelen yıllarını şöyle bir geriye dönüp değerlendirdiğinde; “Hayatımın son 10 yılı dolu dolu geçti. Devrim ve sosyalizmin tarihsel inancıyla dolu dolu 10 yıl işçi sınıfının, emekçilerin iktidarını kurmak için yola koyuluşumun 10 yılı... Bundan sonra ne kadar yaşarım bilmem. Fakat aynı sadelikte ve inançla son nefesimi vereceğim” diyordun.

Örgütlülüğünün ilk aylarında tutsak düşmüştün. Buca Cezaevi’nde kısa bir tutsaklıktan sonra mücadeleye daha ileriden katılmak için hiç vakit kaybetmedin. Aile evinden de bu yüzden ayrılmıştın. Emekçi bir ailenin çocuğuydun. Kendi ailenin yaşadığı ekonomik sıkıntılar canını sıkıyordu. Bir çıkış olmalıydı. Sadece kendi ailen adına değil, tüm işçi-emekçilerin kurtuluşu olmalıydı. Ailen ilk başta bu düşüncelere onay vermediği için ayrılmak zorunda kaldın. Ailenden bahsederken büyük bir gurur sarıyordu seni. Onları çok seviyordun. Sohbetlerimizde onlardan sıkça bahsediyordun. Her ne kadar uzun seneler ayrı kalsanız da paylaşımlarınız çok güzeldi. Senin devrimci duruşun, direngenliğin onlara büyük güç veriyordu.

Buca’dan çıktıktan sonra örgütlü mücadeleye İstanbul’da devam ettin. Tekstil fabrikasında işçi olarak çalıştın. Sendikal faaliyette, grevlerde, iş yavaşlatmalarda işçi arkadaşlarınla omuz omuza, öncü ve örgütlü bir işçi olma bilinciyle hareket ediyordun. 1995 yılında yine bir operasyonda tutsak düşmüştün. Bu sefer Bayrampaşa Cezaevi’ndeydin. Buradaki tutsaklığın da kısa sürdü. En son ‘98 yılının Aralık ayında son kez tutsak düşüyordun.

İlk örgütlenmeye başlayan insan nasıl heyecanlıysa, sende bu heyecan sürekli hissediliyordu. Yaşamının sonuna kadar da kavganın o kızgın alevinde ilk günkü gibi yanmaya devam ettin. Nazım Usta’nın “Aslolan hayattır” cümlesini sıkça vurguluyordun. “Aslolan hayattır. Aslolan iyiyi, kavganın sıcaklığını son nefese kadar taşımaktır. Hem de bir an bile tereddüt etmeden” diyordun. Mahkemede yaptığın siyasi savunmanda da sermaye sınıfına olan öfke, partili olmanın verdiği gurur kendisini çok net ortaya koyuyordu. Düzenin itirafçılık, ajanlaştırma politikasına karşı yaptığın savunma düşmanın suratına bir tokat gibi iniyor, ihanetin ve korkunun kaleleri birer birer yıkılıyordu.

Yaptığın işlerde korkunç sabırlıydın. Aceleciliğime çok kızardın. Yaptığın işleri son güne bırakmadan, sakin sakin, ayrıntıları gözden kaçırmadan bitirirdin. Günlük yaşamında oldukça titiz, düzenli ve disiplinliydin. “Günü planlamadan yaşayan birisi asla devrimci olamaz. Günü planlı yaşamayan, yarının o görkemli yapının planını nasıl yapabilir ki?” diyordun.

Sosyalizme inancın ve bağlılığın rengi nasıl kızılsa, yaşanılan paylaşımlar da bu tarzda, öyle yürekten ve sınırsızca, öyle sade ve katıksızdı. Sabahlara kadar seni rahat bırakmaz, kafama takılan en ufak soruyu sorardım. Havalandırma ve malta işgalinin olduğu günler seninle, yıldızları seyretmenin, hayaller kurmanın tadı ise bambaşkaydı.

Gün 26 Eylül’dü. Güneş 26 Eylül’e bir başka doğuyordu. Eli kanlı cellatlar Ulucanlar’ı kan gölüne çeviriyorlardı. Siyasi bayanlar koğuşunda barbarların “teslim olun” diyen iğrenç davetine karşı sesin yankılanıyor barikatın başında; “Siz devrimcilerin, komünistlerin teslim olduğunu nerde gördünüz. Asıl siz teslim olun!” sloganı zılgıtlarla yükseliyordu göğe. Sabahın dördünde başlayan bir direnişin senfonisi besteleniyordu. Notaları kanımızla yazılan, ON’larla halaya durulan bir direnişin ezgisi sarıyor bütün şehri.

Barikatın ön saflarındasın... Tekstil fabrikasında yarını dokuyan proleter ellerin şimdi eli kanlı cellatlara karşı çelikten bir yumruk. Hülya “Buca’yı geçtik arkadaşlar, yoldaşlar” diyerek Buca’nın direniş saatini geçtiğimizi müjdeliyor. Direniş türküleriyle kutluyoruz bu müjdeyi ve doğan yeni günü böyle selamlıyoruz. Silah tarakalarının sesine inat, biz marş söylüyoruz. Seninle göz göze geldiğimde gülümseyen gözlerinle karşılaşıyorum.

Birbimize kenetlenme vakti geldiğinde, omuz omuzaydık. O an son kez olduğunu düşünüp sımsıkı sarıldım sana. Ne büyük mutluluktu. Az sonra eli kanlı cellatların kanımızı akıtacaklarını bilmek, duyduğum mutluluğu zerre kadar etkilemiyordu.

Hepimiz yaralı ve kan kaybediyorduk. Bu haldeyken işkenceler devam ediyor, taramalı silahların sesleri ise hiç durmuyordu. Gecenin geç saatlerinde hücrelere atılmıştık. Ulucanlar’da 26 Eylül’de başlayan direniş 26 gün boyunca hücrelerde devrimcilerin başeğmezliğiyle sürdü. Günler sonra ilk fırsatta yanına gelmiş ve sana bir kez daha sımsıkı sarılmıştım. İşte o an söylediğin “Sonuna kadar, zafere kadar götüreceğiz yoldaş, sana güveniyorum” deyişin hala kulaklarımda. Zorla hücrelerimize kapatılmıştık tekrardan. Söylediklerin kulaklarımda çınlıyor, seni görebilmenin mutluluğu ile bir çocuk gibi uçuyordum.

26 gün boyunca işkenceler sürdü. Erkek arkadaşları da kurşun yaraları olmasına rağmen hücrelere atmışlardı. Bütün işkencelere inat bizler tek bir şeyin acısıyla sarsılıyorduk. Habip’siz Ümit’siz, ON’larımızsız yola devam edecektik...

Açlık grevimizin talepleri kabul edilip de koğuşa geçtiğimizde bizim için zorlu bir süreç başlamıştı. Her şeyi yeni baştan, sıfırdan oluşturmak gerekiyordu. Eski haklarımızı yeniden kazanmalıydık. Bunun yanısıra sermaye sınıfının hücre saldırısı gündemdeydi. Yeni katliam hazırlıklarını barbarlar büyük bir pervasızlıkla seslendiriyorlardı. Bu yüzden öncesinde genelde konuşmadığımız bir konu olan şehitlik mertebesini katliamdan sonra konuşur olmuştuk. Geçmişe dönüp, Ümit yoldaşla partinin ilk şehidi olma konusundaki tartışmalarımızı, Ümit’in 27 yaş ısrarını hatırlıyorduk. Ve sen Ümit olmaktan, Habip olmaktan bahsediyordun. Yaşamları ve sergiledikleri direnişle partimizin özü ve özeti olan yoldaşlarımızın ilk ardılı, partinin ilk kadın şehidi olmaktan bahsediyordun. Ümit’in ısrarcı 27 yaş vurgusu kadar iddialı olmasa da, bunu sıkça vurguluyordun. Ve sen de sözünü tuttun.

Haziran aylarından bir gün havalandırmadan içeri bir başka mutlulukla, gülümsemeyle girdin. TKİP Programı ve Tüzüğü elindeydi. Gözlerindeki tufan görülmeye değerdi. Dakikalarca herkese sarılıp durdun. O anı resmetmeyi o kadar çok isterdim ki. İşte tam da o günlerde partiye ve sosyalizme sevdalı Ateş Saçan Yüreğimizi *, faşizmin hücre saldırısını, yaşamı hücreleştirmeye çalışılan milyonlarca işçi ve emekçi adına püskürtmede barikatın yine ön saflarında olma sevinci sarmıştı. Ölümüne direnilerek, hücre hücre erirken bedenler, saldırı püskürtülecekti. Güneşi büyük bir coşkuyla tilili çekerek selamlıyordun.

Alın bandı törenini anlatıyordun mektubunda. Kısa ve tok bir konuşmayla kendi alın bandını kendin takmıştın. Partinin bayrağına leke sürdürmeden, hep yukarıda taşıyacağını belirtiyordun. Sizleri eyleminizden vazgeçirmeye gelen birçok heyete kararlılığınızı, hücre saldırısının mutlaka püskürtüleceğini belirtiyordunuz.

Eli kanlı sermayenin faşist devleti 19 Aralık’ta bir kez daha kanlı yüzünü gösterdi. Katliam içeride ve dışarıda sürdürülürken, içeridekiler adına direnişin mekanı değişmişti sadece. Ölüm Orucu hücrelerde ve hastanelerde sürdürülüyordu artık. Sizin mekanınız da Numune Hastanesi’nin mahkum koğuşu olmuştu. Bilinçlerde direniş gücünden hiçbir şey yitirmeden sürüyordu. Devletin oyunları da, direnişi “bitirme” çabaları da nafile bir şekilde devam ediyordu. Adalet Bakanlığı’nın seni ve Hülya’yı Ölüm Orucu Direnişi’ni bırakmanız koşuluyla şartlı tahliye edeceği haberi iki müsteşar tarafından sizlere iletilmişti. Dudaklarınızda alaycı bir gülümsemeyle direnişiniz karşısında küçüldükçe küçülen barbarlara gereken yanıtı vermiştiniz. Devletin oynadığı bu oyuna karşı, “Ölümüne direnecek, hücre saldırısını püskürtmede kendi üzerimize düşeni yapacağız, bedelse bedel, cansa can. Bu saldırı mutlaka püskürtülecek. Biz kazanacağız” diyordunuz.

Cellatlar kozlarını her zaman böyle açıktan oynamıyordu. Sen bütün oyunlara, alçalmalara inat, geriye düşenlere bakmadan kararlı adımlarınla yolunda ilerliyordun. Direnişe en ufak bir söz söyleyeni tereddütsüzce mahkum ediyordun. Son nefesine kadar bu tarihsel görevi yerine getirebilmenin mutluluğu içindeydin.

Bizler dışarıda kendi payımıza hücre saldırısını püskürtmede içeridekiler gibi olamadık. Bu yüzdendir ki, direnişin her yeni günüyle sizlerle ayrılık vakti biraz daha yaklaşıyordu.

Ölüm Orucu Direnişiniz üç mevsim geride bıraktı. Üç mevsimdir yaşam adına, yaşamak adına edilmeyen hemen hemen hiçbir cümle kalmadı. Sizlere direnişi bırakın, yaşamanız gerek diyorlardı. Yaşamak adına teslimiyeti adres gösteriyordu çürümüş ve kokuşmuş platformlar. Yaşamayı nefes almak olarak değerlendiren bu cesetlere sizler, “Sizin ölüm dediğiniz bizim zafere göz kırpışımızdır aslında” diyordunuz.

Duymak istemediğimiz ve bizi bir o kadar sarsan haberini hastane bahçesindeyken öğrendik. Güneşin yolunu adımlıyordun akşam saatlerinde. İçeriden direnişçilerin sloganlarını duyduk ilkin; “Hatice Yürekli ölümsüzdür!”, “Devrim şehitleri ölümsüzdür!” ?imdi öldü mü diyecektik sana? Yo hayır! Güneşe yürürken ardından birçok öğrenci, o görkemli yapının yoldaşlarını bırakarak gidene öldü denilebilir mi hiç? Annesinden ayrılan bir çocuk, evladından ayrılan bir ana, gözbebeği sarsılan bir yoldaşın olarak, ne kabul edebilirim, ne de anlatabilirim seni soranlara.

Bak herkes senin başeğmeden taşıdığın sevdayı konuşuyor şimdi. Bu sevdayla uğurlanmalıydın son yolculuğunda. Tek vasiyetindi Ümit’in yanına defnedilmek. Eğer olmazsa, nerede defnedilirsen edil, bir devrimci gibi uğurlanmak. Ve seni öyle uğurladık güneşe. O hep sevdiğin “görüş kabininde” türküsüyle selamladık seni.
Habip ve Ümit’in izinde gideceğim diyordun. Dediğini yaptın Ateş Saçan Yürek. Senin yüreğinden saçılan sosyalizmin o kızıl ateşi bizlere yol gösterecek. Nasıl kahroluyorsak Habip’siz ve Ümit’siz savaşacak olmamıza, bir de sensiz savaşmak acı veriyor. Toprakla buluşuyorsun şimdi ve yürüyorsun güneşin izinde. O hep dilinden düşürmediğin;

"Su bendini yıkar bir gün
gece gündüze çıkar
Yürü bildiğin yolda
Ölümden öte ne var" marşını söylüyorsun.

Tereddütsüzce yürüdüğün bu kavgada bir direnç çiçeği olup açtın ve o şimdi yeşeriyor. Senden sonra sevdalı bir savaş türküsü söyleniyor senin adına. Bu türküde sen ve senle daha da bilenen öfkemiz, daha da harlanan isyanımız yükseliyor güneşe, İŞİTİYOR MUSUN?

Artık seninle sabaha kadar süren sohbetlerimiz olmayacak. Omuzuna yaslanıp ağlayamayacağım. Yıldızları voltada izlerken söylediğimiz o güzelim ezgileri sensiz söyleyeceğim. Tekstil fabrikasında elleri nasır tutan yaşamını dinleyemeyeceğim. Fakat seni konuşacak yoldaşlar. Seni anlatacak işçi arkadaşların. Seni söyleyecek şimdi en güzel ezgi.

Sana elveda demedim, demeyeceğim. Yaşamının sadeliğinde ve kızıllığında karşılayacağız güzel günü. Devrim halayında omuz tutup Enternasyonal’i hep birlikte söyleyeceğiz. Faşizmin zindanlarında kan ve canla yazılan büyük görkemli direnişte,

“Kaç güneş sönerse
sönsün içimizde
Hep aydınlıkta yakalayacağız ölümü...
Ya şafak sökerken
Ya güneş yükselirken
Sizin sesinizi haykıracağız
Biz kazanacağız!
Biz kazanacağız!”

F. Çiğdem

* Ateş Saçan Yürek, Ümit Altıntaş yoldaşın Ulucanlar’da beraber yatarken Hatice Yürekli yoldaşa taktığı isimdir. Hatice Yürekli bu isimle (Ateş S. Yürek biçiminde kısaltarak) Kızıl Bayrak’a yazılar yazmıştır...


Üste