Logo
< Partimizin düşünen önderleri savaşan neferleri -II

“Alnı kızıl yıldızlı baş secdeye varmaz”!


Hatice Yürekli yoldaşa...

 

“Alnı kızıl yıldızlı baş secdeye varmaz”!

 

Yaşayacaksan onun gibi yaşa
Öleceksen onun gibi öl...

“hasret uzadı
yitirdik şarkılarıı ,
ve sustu dudaklarımız”
“bir kırmızı karanfil büyüdü
yırttı dudaklarımızı,
dişlerimizin arasından”

Başlangıcı hatırlıyor musun? Suskundun. Bir şeylere karşı koymanın o büyük heyecanı. Korkuyla karışık bir şeyler uyandıran bu coşku. Amacın değildi bu heyecan, o bir sonuçtu. Hatırladın mı şimdi. Hadi hatırla. Yola ilk koyulduğun günleri;

“bir şeyler yapmak
yani uzatmak günü
yani unutmak bir öncekini
çiçek açmak meyve vermek doğurmak yani
marşlara bulvarlara sabahlara doğurmak
eli bayraklı doğurmak-yani ağzı ateşli
yeni sokaklar açmak yeni ayaklara yani
tutup bir ucundan çevirmek kentleri kentlere ve herşeylere”

Hatırladın değil mi? Hedefimiz değiştirmekti dünyayı. Daha ilk adımda insan bundan büyük ne isteyebilir. Yüzündeki o inancı hiç göremedim. Çünkü seni ilk defa Kızıl Bayrak’ın sayfalarında duran fotoğrafından tanıdım. Daha sonra da dinledim. Habip’e, Ümit’e olduğu gibi sana da yetişemedim. Şimdi daha önceki 15 can gibi acını hissediyorum yüreğimde.

Sana yetiştim sayılır aslında mektuplarından, direnişçilerin isimleri arasındaki isminden ve sadece yazmak istedim. Sadece yazmak senin öykünü yoldaş sıcaklığında. Ölümsüz olduğun için yazıyorum bu mektubu. Kavgamızın yolunu aydınlattığın için. Direnişin o eşsiz güneşlerinden biri olmak için sarfettiğin direngenliğin için.

benim bildiğim şarkıları
sen de bilirdin eskiden
ellerinde kim bilir,
kaç bin karanfil taşıdın
kim bilir hangi dağa sevdalı,
hangi uçuruma hasrettin.
Karanfil miydi,
Menekşe miydi,
Kasımpatı mıydı sevdiğin
En çokta nelere gülerdin kim bilir...”

İlerlerdin durmadan. Daha da bilinçlenerek, daha da güçlenerek, örgütlenerek. Okudun amansızca bitmeyen bir susuzlukla. Belki de bazen tek isteğindi bir gül olması.

“bir gül olsun istedim, yarınlara varsın çocuklar,
yoksa nasıl büyür, yarınları yağmalanmış çocuklar”

Çocuklara bir gül bırakmaktı belki tek derdin. Ya da yarınları sağlamca kurabilmek. İlk sözcüğünden beri insanlığın belki de sadece paylaşımı çoğaltabilmek. Atıldın kavganın en önüne, devrimci partinin saflarına. Kollektif yaşam derdin ya, paylaşımı çoğaltmak için...

“hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek
yarin yanağından gayrı her şeyde
                                          her yerde
                                           hep beraber!
                                               diyebilmek
                                                             için”

Öyle ipe sapa gelmez hayallerin olmadı senin. Paris’te şarap içmeyi istemedin mesela ya da lüks bir arabanın arka koltuğunda yolculuk etmeyi... Güzel giysiler de umurunda değildi senin, pahalı eşyalar da... Yalnızca gerçekten daha gerçek bir hayalin vardı senin. Yaratacağımız dünyada yaşabilmek. İşçi sınıfının yaratacağı toplumda yaşamak.

“yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine”

Umudunu koyup yastığına, girdin kavganın en alevli yalımlarına. Tuttun yoldaşlarının ellerinden. Yüreğini de koydun ortaya. Haydi dostlar kardeş sofrasına dedin. Belki de bir sevdiğin vardı bilmiyorum. Can yoldaşın yani. Belki de sen ona böyle seslenebilmek isterdin;

“hangimiz ilk önce
nasıl
ve nerede ölürsek ölelim,
seninle biz
                   birbirimizi
ve insanların en büyük davasını sevebildik
                                          -dövüştük onun uğruna-
‘yaşadık’
       diyebiliriz”

Bir fabrikadasın şimdi. Hayatı işliyorsun ilmek ilmek. Sınıftan öğreniyorsun. Umudu tutup bir ucundan yaşayalım diyorsun. Yanında sınıfdaşların karşında bir avuç asalak, ekmeğini taştan çıkartıyorsun. O büyük günü yaratacak ellerinle varediyorsun, üretiyorsun.

Elleri insan eli değil onların, bedenleri insan değil. İnsana ait ne varsa onların değil. Sömürüyor bir avuç asalak. Kin duyuyorsun. Sonra bunun da adını koyuyorsun. “Sınıf kini” diyorsun. Gün gelecek kusacağız elbet kinimizi burjuvaziye diye haykırıyorsun. Sen bir öncüsün. Komünist bir öndersin. Öğretiyorsun hayatı üreten ellere kavgayı üretmeyi. (“yitirdiğin her şeyde kazandığın bir şeyler var; kazandığın her şeyde biraz yitirdiklerin. Bu yüzden birileri hep ısınıp dururken dinmez üşümelerin...”)

Öldü, diyorlar sana usulca, o eskidendi, sosyalizm öldü diyorlar. Bir hayalmiş diyorlar. İnanmıyorsun. Kızıyorsun. Kızıyorsun. Hayır diyorsun (“çünkü sen soluğumuzsun, nasıl yaşardık ölseydin”)...

Tutsak düşmek de var ya kavgada. Sen de tadıyorsun bu duyguyu. İşkence tezgahlarında şaşkına çevirirken düşmanı, umudun daha da gür, kinin daha da derin. Haykırıyorsun suratlarına;

“vur bana, döv beni!
Yükseliyor çığlıklar
Alevler gibi.
Bas tekmeyi bacaklarımın
                               arasına
Ölsün diye
doğmamış çocuklarım
boca edince üstüme
buz gibi suyu,
imzalarım kağıdı
diye bekle”

Ulaşabiliyorken insanlık gezegenler ötesine, silahı sadece vücudu olan bir kişinin beynindeki patikaya ulaşamadı ‘insanlık’. Zindanda düşman inanç şaşkını. Çünkü o inanmamış hiçbir gerçekliğe.

“yaşın cinsiyetin kimliğin ne olursa olsun
düşerse bir gün yolun işkencehanelere
tükür kardeşim dilini yüzlerine”

O büyük tarihsel anın kapısındasın işte. O en büyük kavgaların verildiği, direnişlerin ölümlerle yalçınlaştığı. Kavga başlıyor işte. Susun. Duyulacak yalnız onların sesi. En güzel isyanındasın işte yaşam denen mevsimin. Mevsimleri devirip direnişinle bu günlere gelmişsin. Ölüm Orucundasın yoldaş. Alnında kızıl bandın, yanında yüreğinde parti bayrağın. O ne büyük bir onur öyle. O ne büyük bir gün öyle. Bir umut iklimi giriyor düşünceme; “alnı kızıl yıldızlı baş secdeye varmaz”. Kazanmak bu kadar güzel mi anlatılır. Mevsimleri devirdin işte. Mevsimleri devirdin direnişin ile. 180’li günlerde. Öyle de inatçısın ki, o kadar gerçeksin ve yaşıyorsun ki, yaşama sarılmaktasın dört elle.

Geldi işte o gün. Sıra neferinin uyuduğu o gün. Kazanmanın o korkunç gerçekliği yanı başında bu kadar yakın. Sen değil miydin Eylül’de mavi bir gülümseme, sen değil miydin ilkbaharda kırda menekşe, sen değil miydin Hiroşima’da sakat doğan küçük kız, sen değil miydin Hitler Almanya’sında yakılan, işkencehanelerden geçirilen. Sen değil miydin karanlığımıza aydınlık olan. Sen değil miydin Habipler’den, Ümitler’den devraldığın şanlı bayrağa leke sürdürmeyen. Teslim olmayan, teslim alınamayan...

Düşünsene bir görkemi. Kendi yaptığı hapishanelere iş makineleri ve bombalarla saldırmış, yakmış, yıkmış, işkence tezgahlarından geçirmiş, tek kişilik hücrelere atmış yine de teslim alamamış. Sen değil miydin o. Sen değil miydin 1917’de Rusya’da burjuvaziyi deviren. Senin mayanda direngenlik, yalansızlık, yalınlık yok mu...

İşte ateşin korla aydınlandığı o an. Yüreğimize düşüveren çiğ damlası. O korkunç acı. Ağlayamamak ve ağlamamak. Bir ses böldü türküleri, bir ses parçaladı karanlığı: “Hatice Yürekli” de ölümsüzleşenler kervanına katılmış.

Bu sesi tanıyor insanlık. Bu ses tanınıyor. Bu sesteki tonu biliyor insanlık. Ta eski Yunandan biliyor insanlık. Sınıf savaşımlarından. İlkel komünal toplumdan kapitalist topluma bu ses yankılanıyor.

Bu ses, bu ses; sesimiz. Haticemiz. Yüreğimiz. Partimiz TKİP’miz!..

Bir kavga yoldaşın...


Üste