Logo
< Partimizin düşünen önderleri savaşan neferleri -II

Düşmanı ininde yendik!


Düşmanı ininde yendik!

Yeni savaş alanında karşı karşıya

(Nisan 1995 tutuklanması…)

Düzene karşı ihtilalci illegal temelde faaliyet yürüten bir hareketin saflarındaki bir devrimcinin bir gün gelip de düşmanın eline düşmesi kaçınılmazdır. Ben de bir gün polisle karşı karşıya geleceğimi biliyordum ve bu anlamda karşılaşacaklarıma karşı hazırlıklıydım. Düşman karşısında tavır konusunda en küçük bir tereddüt taşımıyordum. Beni teslim alma çabasıyla yapacakları bütün zulme karşı, yoldaşlarımı, hareketimizi, ideallerimizi savunacaktım onların karşısında. Bana herşeyi yapabilirler, hatta infaz bile edebilirlerdi. Ona da hazırdım. Çünkü sınıfsız-sömürüsüz bir dünya için verdiğimiz mücadelenin haklılığına inanıyor, hareketime ve yoldaşlarıma bağlılığım oranında netleşiyordum.

Kapının büyük bir gürültüyle çalınıp kırılmasıyla 15-20 polisin içeriye dalması bir oluyor. Tedirginler, sinirliler ve bağırıp çağırıyorlar. Biz (Hatice Yürekli ve Habip Gül-Red.) ise rahat ve soğukkanlı karşılıyoruz onları. Kafamızdaki soru işareti ise eve nasıl ulaştılar. Yakalandığımız ana kadar özel olarak dikkatimizi çeken birşey olmamıştı. Eve girdikleri andan itibaren artık düşmanın elinde olduğumuzu ve bizim için yeni bir mücadele alanının açıldığını düşünüyorum. Direnecek ve tek bir çöp tanesi bile vermeyeceğiz. Onlar evde arama yaparlarken bir ara yoldaşla göz göze geliyoruz. Tavrımızın netliğini pekiştiriyor bu temas. Evde işleri bittikten sonra dışarı çıkarılıyoruz. Yoldaşın slogan attığını duyuyorum ve ben de katılıyorum ona. Dayak, küfür ve hakaretlerle arka sokakta bekleyen polis otosuna bindiriliyoruz. Kafalarımıza birer mont örtüp kafamızı bastırıyorlar. Bir süre sonra yola çıkıyoruz. Slogan atarak başlattığımız direnişi, şubede ifade vermeme biçiminde sürdürecek ve düşmana gereken cevabı vereceğiz.

Gözaltına alınmamdan itibaren açlık grevine başlıyorum ve cezaevine gelene kadar  sürdürüyorum. Şubedeyiz. İlk olarak kimlik kaydı yapıyorlar. Taşıdığım kimlik sahte olduğu için, kimlikle ilgili sorulara cevap vermememin dikkat çekebileceğini düşünerek soruları cevaplıyorum. İsim, soy isim, ana adı vb. soruların ardından sıra köye gelince duraksıyorum ve bundan sonra yöneltilecek sorulara cevap vermeyeceğimi söylüyorum. Gerekeni ancak savcıya çıkarıldığımda söyleyeceğimi belirtiyorum. Burada bir hatamı teslim etmem gerekiyor. O da, taşıdığım kimliğin en azından üzerindeki bilgileri eksiksiz olarak ezberlemem gerektiği. Kimliğimin açığa çıkmasına bu neden olmasa da bu noktadaki sorumsuz tutumumu kabul ediyorum. Odadan çıkarıldıktan kısa bir süre sonrda bana asıl kimliğimle hitap etmeye başlıyorlar, ben de reddediyorum. Bu arada üzerimden çıkanları taşıdığım kimliğe uygun olarak imzalıyorum. Bir de daha sonra, avukata vekalet verme üzerine bir yazı yazıp imzalıyorum. Bunu yaparken el yazımı alma amaçlarını bilmekle birlikte, eğer avukat gelirse işkenceyi tehsir edebileceğimi düşünerek -ne safça bir düşünüş!- Ercan Kanar için yazıyorum. Bunların dışında hiçbir şey imzalamadım.

Slogan atmamız o kadar zorlarına gitmiş olmalı ki, gelip gidip söylüyorlar. İlk işlemler bittikten sonra, diğer yoldaşlarla dört gün boyunca birlikte tutulduğumuz genişçe bir salona götürülüyoruz. Gözlerimiz bağlı ve her birimiz bir köşede sürekli ayakta tutuluyoruz. Psikolojik baskı, tehdit, küfür, aşağılama, kaba dayak oradaki yaşamımızın bir parçası. Perşembe günü bir odaya alıyorlar ve gözlerimi açıyorlar. Üç dört işkencecinin gözleri üzerimde. Masadaki bir albümde benim daha önce şubede çekilen bir fotoğrafım var, soruyorlar: Bu kim? Tanımadığımı söylüyorum. İnsan kendi resmini nasıl tanımazla başlayan bir söylev dinliyorum. Herşeyi bildikleri, konuşmaktan başka çarem olmadığı vb. doğrultusundaki konuşmaları bitince tekrar soruyorlar. Ben taşıdığım kimlikteki ismimi söylüyorum. Tekrar yerime getiriyorlar. O gece askıya alıyorlar. (Askıya almadan önce soyunmamı söylüyorlar. Korktuğumu düşünmemeleri için giysilerimi kendim çıkarıp yere bırakıyorum.) İlk önce panikleyerek ayaklarımı hareket ettiriyorum, sonra duruyorum. “Konuşacak mısın?” diye soruyorlar, “hayır” cevabını veriyorum. Bir süre sonra indiriyorlar, kollarımı hareket ettirmeye çalışıyorlar.

Daha sonra tuvalete götürülerek çıplak olarak tazyikli suya tutuluyorum. Tazyikli suyu özellikle cinsel organıma ve diğer hassas bölgelere tutuyorlar. Bir süre devam ediyor bu ve bitiriyorlar. Orada biraz bekletiyorlar, soğuktan iradem dışı titiriyorum. Tekrar yukarı çıkartıp geniş olduğunu düşündüğüm bir salonda bir süre ayakta bekletiyorlar. Giysilerimi getiriyorlar ve tekrar yoldaşlarımın olduğu salona indiriliyorum. Sözlü ve fiili cinsel tacize sürekli maruz kalıyoruz. Kadınların en hassas noktaları olduğu düşüncesiyle buradan yüklenmeye çalışıyorlar. Tüm çirkinliklerine tepkisiz kalmak onları çılgına çevirmeye yetiyor.

İşkencenin her aşamasında yoldaşlarımı, özellikle dışardaki yoldaşlarımı düşünüyorum. Kurtuluşu için mücadele ettiğimiz işçileri ve emekçileri düşünüyorum. Çalışma yürüttüğümüz işçi-emekçi semtleri geliyor gözlerimin önüne. Yoldaşlarıma, sınıfa karşı sorumluluğum gereği direnmek duruyor önümde, başka bir seçenek yok. İşkenceciler ve ben karşı karşıyayız. Orası gerçekten bir savaş alanı. Çok küçük bir açık, bir tarafın üstünlüğü ele almasına yol açabilir. Kendimi sürekli denetliyorum; iyiyim.

Orada bulunduğum süre zarfında üstünlük hep bendeydi. İşkenceyi belli bir yerde durdurmalarında benim başından itibaren takındığım kararlı tutumun belirleyici bir rolü oldu. En ufak bir taviz göremeyen düşman, çaresizlikle seansını bitirmek zorunda kaldı. Artık benden pek fazla bir şey de istemiyorlardı (!); zaten herşey ortadaydı, kimliğim açığa çıkmıştı, üzerimde ifadeler vardı (daha önceki bir operasyonda üzerime verilen ifadeleri bana okutmak istemişlerdi), örgüt evinde yakalanmıştım, bana sadece kimliğimi kabullenmek düşüyordu, vb... Sorgularının ana eksenini bu oluşturuyordu. Onlar da, ben de şunu çok iyi biliyorduk. Eğer kimliğimi kabul edersem gerisi de gelecek, öncelikle ilk adımı atmak gerekiyor. Kimliğim açığa çıkmış olsa bile, ilke olarak kabul etmemem gerektiğini biliyor ve her soruşlarında üzerimdeki kimlikten başka birşey söylemiyordum. Sahte kimlikle yakalanan ilk insan olmadığımı, açığa çıkmış bir şeyi kabul etmenin çözülme olmayacağını, yine direnmeye devam edebileceğimi söyleyerek, adım atmamı bekliyorlardı. Her papaz sorgusuna aldıklarında tartışmaya çekmeye çalışıyorlar, direnişimin nedenini anlamak istiyorlardı(!) Bu sorguların sadece birinde, o da çok sınırlı bir tartışmaya girdim. Niye direndiğimi soran papaza; “Siz işkencecisiniz, ben de devrimciyim. Sizin göreviniz işkence yapmak, benimki de direnmek. Burada işkence altında tutulmayı protesto ediyorum, kesinlikle konuşmayacağımı” dedim ve sustum. Bir de Hasan Ocak’ın gözaltında kaybedilmesinden yola çıkarak bir kaç şey söyledim. Bu konuda da, “gerçi bunları siz de çok iyi biliyorsunuz, bunları size niye söylüyorum ki” diyerek konuşmak istemediğimi belirttim. Her konuşturmak istediklerinde önünü kesip, konuşmak istemediğimi, onları da zorunlu olarak dinlediğimi söyledim. Onlar da bunu kabul etmişlerdi zaten. “Tamam sen konuşma, ben seninle konuşmak istiyorum” diyordu papaz. Beni titizlikle inceliyordu. Onlarca konuya giriyor, çıkıyor, ilgimi uyandırmak istiyordu. Gözlerim sabit bir noktada, dinliyordum. Etnik kökenimi öğrenmiş ve aynı kökenli bir sorgucu bile çıkarmışlardı karşıma.

Bir gün beni birlikte alındığımız yoldaşın sorgusuna aldılar. Asıl kimliğimi kabul etmem için zorluyorlardı. Yoldaş da beni taşıdığım kimlik üzerinden tanıdığını söyledi. Tekrar bana dönüp, sordular, aynı şeyi söyleyince dışarı çıkardılar. Ertesi gece tekrar askıya aldılar. Gündüz ve akşamki dayak fasıllarından dolayı sol kolum ve omuzumu hareket ettiremiyordum. Askıya aldıklarında eklem yerlerinden gelen kütürdeme sesiyle birlikte, bedenim aşağı doğru sarktı. Kolların bedenimi taşıyacak durumda değildi. Bu arada küfür ve tehditler de devam ediyordu. Ardından götürüp aşağıya bıraktılar. Ertesi gün yine sürekli ayaktaydım. Hakaretler, küfürler, cinsel tacizler ve kaba dayak devam ediyordu. Çök-kalk hareketi yaptırmak istiyorlar, ben yapmıyordum. Zorla yaptırmaya çalışıyorlar ve bir süre sonra bırakıyorlardı. Arada ismimi sormayı da ihmal etmiyorlardı. Cevabım hep aynıydı.

Cumartesi gecesi tuvalete götürüp soyunmamı söylediler. Üzerime su döküyor ve sürekli cinsel tacizde bulunuyorlardı. Zayıflık ifadesi olabilecek hiçbir tepki göstermedim. Elle tecavüze varan bu seans yarım ya da bir saat kadar sürdü. Gerçi bana o kadar uzun geldi ki. Ama bir yerde biteceğini biliyorum, bitti de. Benden bir şey alamayacaklarını anlayınca giyinmemi söylediler.Bir kaç saat sonra tekrar suya aldılar. Bu kez kendim soyunmadım. Çünkü artık korkmadığımı biliyorlardı. Kendileri soydular ve aynı işkenceyi tekrarladılar. Benden tepki alamayınca götürüp bir kenara bıraktılar.

Papaz sorgusuna alındığımda ilk soru ismin ne oluyordu. Ben de aynı cevabı veriyordum. Bana asıl ismimle hitap ediyorlar, ben de kimliğimdeki ismimi söyleyip düzeltiyordum. O zaman kimliğini ispatla diyorlardı. Kaç kardeşsin, ailen kimdir? Ben de aileme zarar gelmesini istemediğim için onlarla ilgili hiçbir şey söylemeyeceğimi belirtiyordum. Benden örgütsel bilgi de istemediklerini söylüyorlar, sadece kim olduğumu ispatlamamı istiyorlardı. Cevap vermeyince sorgucunun sinirden dudaklarının titrediğini görüyordum. Bağırıyor, küfür ediyor, tehditler savuruyor, daha doğrusu çaresizlikten ne yapacağını bilmez durumda saldırganlaşıyordu. “Sen bilime inanmıyorsun, parmak izlerinden açığa çıktı kimliğin, hala neden kabul etmiyorsun, senin kafandan sorunun mu var?” deyip umutsuzlukla evet dememi bekliyorlardı...

Sonraki günlerde bir ara şeflerin odasına alındım. Kimliğimi kabul etmezsem ailemi, daha doğrusu ailelerimizi getireceklerini söylediler. Kararlıydım, kendi ailemi de getirseler tanımayacaktım. Ertesi gün 40-45 yaşlarında, taşıdığım kimlikteki kişinin babası olduğunu söyleyen bir adamla yüzleştirdiler. Bana sordular, tanımadığımı söyledim. Adam da beni tanımadığını söyledi. “Tabi tanımazsın, senin baban değil ki” dediler kudurup hırçınlaşan işkenceciler. Daha sonra beni sorgulayan polislerden biri başka bir odaya aldı. “Hala mı iddia ediyorsun, işte adam seni tanımıyor, açığa çıktı kimliğin, o kadar belge var elimizde”. Tekrar adımı sordu. Cevabım aynı. O kadar sinirlenmişti ki, bunun kendi babasını getirteceğim diyerek, beni odadan çıkarttırdı. Bu arada başka bir polis “bu kendi babasını da tanımaz” diyerek, kararlılığımı teslim etmek zorunda kaldı. Yukarı çıkarıp tekrar aşağıya indirdiler. Yine bir odaya aldılar, bu sefer göz bağını açmadılar. Sesinden yüzleştirilen adamın polis olduğunu anladığım işkenceci sürekli bağırıyor ve kim olduğumu soruyordu. Değişmeyen kararlı tavrım karşısında çaresizleşen zavallı sorgucu, göğsümü yumruklayarak, beni süründüreceğini, asıl gece benimle hesaplaşacağını söyleyerek, tehditler savurarak gönderdi. Bu arada benim kafamdan sorunum olduğunu, beni Bakırköy’e gönderip delilerin içine atacağını söyledi. Tekrar hücreye çıkardılar ve bir daha sorguya almadılar. Benden bir şey alamayacaklarını anlamışlardı çünkü. Yenildiler.

Sonraki günlerde genç bir işkenceci, masum bir papaz olarak karşımdaydı. Belki bir saat konuştu. İnandığım bir dava uğruna direndiğim için bana saygı duyduğunu söylüyordu. Ama yanlış yoldaydım, keşke onun düşüncelerini savunan biri olsaydım, bunu o kadar çok istiyordu ki. Herşeye rağmen beni takdir ediyordu... İşkencecilerin ne kadar kişiliksiz ve zavallı yaratıklar olduğunu düşünüyor, onlara karşı duyduğum kin ve nefretim daha da artıyordu.

Süremiz dolduğunda DGM’ye götürüldük. Orada da savcıya ve hakime ifade vermeyeceğimi, suçlamaları reddettiğimi söyledim ve taşıdığım kimlik üzerinden imzaladım. Hakim kendini savunma ihtiyacı duymuyor musun diye sordu. Kendimi yargılama sürecinde savunacağımı ve işkencecilerle ilgili suç duyurusunda bulunacağımı söyledim...

Onlar bu kokuşmuş düzenin birer zavallı bekçi köpekleriydiler. Ben ise onların karşısında bir işçi sınıfı devrimcisi, bir komünist olmanın onurunu taşıyan bir sıra neferiydim. Tutuklanıp cezaevine gönderilirken, bulunduğum saflara ve taşıdığım onura layık olmayı başarmanın mutluluğunu yaşıyordum. Zindan benim için yeni bir mücadele alanı olacaktı, bunu düşünüyor, kendimi buna hazırlıyordum.

Düşmanı her alanda yeneceğiz!
Yaşasın EKİM, yaşasın devrim,  yaşasın sosyalizm!

Hatice Yürekli (E . S.)
(Ekim, sayı: 122, 1  Haziran ´95)


Üste