Logo

Cezaevi ve Zindan Direnişi süreci üzerine değerlendirmeler - Alaattin Karadağ


Cezaevi ve Zindan Direnişi süreci üzerine değerlendirmeler - Alaattin Karadağ

 

Sevgili yoldaşlar,

Öncelikle gözaltı sürecini kısaca özetleyeyim. Mitingden bir gün önce bir yoldaşla görüşecektik. Ona materyal verip mitingde yapacağımız faaliyeti konuşacaktık. Fakat yoldaştan kaynaklı bilmediğim bir nedenden o gün görüşemedik. Ertesi gün ben de materyalleri alıp iki ayrı yoldaşa bölüştürerek alanda yapmak yoluna gittim. Miting çıkışı daha önce çalıştığım fabrikadan ilişki kurduğum bu işçi arkadaşla gözaltına alındık. Alanda on dakika kadar bir çekişmeden sonra orada attığımız sloganların ardından bizi gözaltına alabildiler.

Apar topar Bozkaya TMŞ’ye yumruk ve tekmeler eşliğinde beşinci kata çıkardılar. O esnada arkadaşla kısa bir süre yalnız kaldık. Ona; "kesinlikle verilen hiçbir kağıda imza atmamamız ve hiçbir şekilde ifade vermememiz" gerektiği üzerine bazı söylemlerim oldu, zira benim yanımdayken benim tavrımdan etkileniyordu. Aldıkları esnada benim slogan atmam üzerine o da atmıştı. Bunu gören polisler bizi ayrı ayrı hücrelere koydular. Bunun ardından peşpeşe işkence seansları başladı. Dört buçuk gün süren bu işkence seanslarında şunları yaptılar; psikolojik işkence, yoğun olmak üzere saç yolma, tokat-tekme-yumruk atma, haya burma, çıplak vaziyette soğuk suyun ve pervanenin altında tutma" vb.

İlk günden bu uygulamaları protesto etmek için açlık grevine gittim, su dahi içmedim. Verilen hiçbir tutanağa imza atmadım. Dört buçuk günün ardından İzmir DGM’ye çıkarıp bizi tutukladılar ve Buca Cezaevine götürdüler. DGM’ye götürmeden önce işkence görmemiş raporu almak için Yeşilyurt devlet hastanesine götürüldük. Hastane önünde işkencecileri teşhir etmek için "İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!" sloganını attım. Etraftakiler şaşkın gözlerle bakarken, polisler yumruklayarak minibüse attılar beni. TMŞ’den de çıkarırlarken yaklaşık on kişilik bir gazeteci grubu bekliyordu. Onları inlerinde yenmenin, partimizin geleneğine layık olmanın gururuyla zafer işareti eşliğinde "Yaşasın devrim ve sosyalizm!" sloganını attım.

Gözaltındayken polisin en çok üstünde durduğu, kuşların sahiplenilmesi ve … adlı şahsın genel ve özelde verdiği ifadeler üzerineydi. Ayrıca polisin; "Seni daha önce tespit etmiştik, sen hücre karşıtı eylemlere de katılıyordun, seni daha genel bir şekilde almayı düşünüyorduk. Ama adeta sen gelin beni alın dedin. Artık kısmet bugüneymiş…" vb. beyanatları oldu.

Ayrıyeten önemi bir hatama vurgu yapmak istiyorum. Miting esnasında kuşlamaları yaptıktan sonra birbirimizi denetler tarzda kimseyle konuşmadan ayrılmamız gerekirdi. Benim üzerimde bir miktar kuş kalmıştı. Boşa atmayayım, geri götüreyim düşüncesiyle cebimde bırakmıştım. Bir diğer noktaysa miting alanına doğru kortejlerin kenarında yürürken 25-30 yaşlarında biri gelip birleşik metal-iş’in kortejini sordu. Ben yerini belirtmeme rağmen benimle birlikte yürüyüp sohbet etmeye devam etti. Yanımda diğer arkadaş ta vardı. Metal işçisi olduğunu, Pınarbaşı taraflarında BMC’de çalıştığını söyledi. İşyeriyle ilgili sorulara kestirmeden cevap veriyordu. O esnada onun bir sivil olabileceğinden kuşkulandım ve yanından ayrıldım. Ayrılırken de arkamdan durup bakıyordu. Bunun gözaltına alınmamla bir ilgisi olabileceğini düşünüyorum.

Buca'ya götürüldüğümüzde acemiliğimden ve fiziki olarak bitkin olmamdan kaynaklı bizleri ayrı ayrı koğuşlara koydular. Ben ikimizin aynı koğuşa götürüleceğimizi sanıyordum. Ben Yeni Bölüm 3, diğer vatandaşsa Eski Bölüm15’te kalıyordu. Aynı koğuşta kalmış olsaydık kendisi açısından durum çok daha farklı olurdu. Zira gözaltı esnasında yan yana geldiğimizde benim aldığım tutumdan o da etkileniyordu. Mahkeme esnasında DGM’nin altındaki hücrede kısa süreli konuşmalarımız oluyordu. Ben konuşmamda; kendisinin zayıf davranmakla nelere yol açtığını, her ne pahasına olursa olsun direnilmesi gerektiğini, senin şahsında işçi sınıfının, halkların haklı davasının yargılandığını, bugün işkencecilerin, karakolların, cezaevlerinin neye-kime hizmet ettiğini, F tipi cezaevleriyle nelerin hedeflendiğini, ölüm orucu tarihsel anlamı vs.’nin yanısıra, ülkede ve dünyada yaşanan gelişmelerle anlatıyor, düzenin koruyucu kurumlarını (DGM, polis, asker, işkenceciler vb.) yakından tanımasını sağlamaya çalışıyordum. Nitekim kendisi de yaşayarak görüyordu. Bu anlattıklarımdan etkileniyordu tabii, poliste zayıf davrandığına dair pişman olduğunu, dışarıya çıktığım takdirde mücadeleye devam edeceğini söylüyordu. Polislerle birlikte arabayla hem daha önce çalıştığımız fabrikaya gitti, hem de kendi ablasının çalıştığı işyerine götürdü.

Benim ÖO başlamam duygusal olarak epey etkiledi. Bunu kendi avukatı da ifade etti. Benim tüm anlatımlarıma ve ÖO’nun tarihsel arka planını-önemini tam anlamıyla anlamasa da; ben seni dışarıdan görmek istiyorum, sen bize dışarıda lazımsın, vb. diyebiliyordu. Bulunduğu koğuş adlilerin yoğun olarak kaldığı, aynı zamanda PC’den bağımsız birkaç kişi kalıyordu. Bizden sonra İzmir’de TKP/ML’den birkaç genç, yanılmıyorsam beş kişi tutuklandı. İlk duruşmalarında birisi dışında hepsi serbest bırakıldılar. Onlar da bizim arkadaşın tutulduğu koğuşa götürülmüşlerdi. Bu onun için de iyi olmuştu. Bu gençler şubede direnmemişlerdi. Şubede beni “öve öve bitirememişler” gençlere. Bildiğim her şeyi anlatıp bülbül gibi konuştuğumu, onun için serbest bırakıldığımı vb. anlatmışlar. Tabii gençler inanmamışlar. Nitekim sonradan gençlerden biri mektup yazarak tanışmak istediğini söyledi. Arkadaş da gözaltına alınmamız, direnmem ve ÖO’na başlamam üzerine bol bol sohbet etmişler.

Bana gelince. Buca girişinde diğer siyasetlerden insanların ilgiyle karşılamaları beni epey coşkulandırmıştı. Zira bu duyguları daha önce hiç tatmamıştım. Sürecimle-dışarıyla ilgili sorular, tanışmalar… Her bir insan ayrı bir dünya, ayrı bir hazine gibiydi...

Şubede dört buçuk gün tutmuşlardı. İlk götürüldüğümde açlık grevine başladım. Ama benimki öyle ilginç bir eylem oldu ki, deneyimsizlikten kaynaklı ÖO’nu bile aşmıştı. Su ve şeker dahi almıyordum. Bunun arkasındaki mantık işkencecilerden hiçbir şey almamak ve hiçbir şekilde muhtaç olmadığımızı hissettirerek, iletişime geçmemekti. Tuvalet ihtiyacımı dahi hücrede yere yapmıştım. İkinci defa yaptığımda bunlar kokudan hissettiler ve yumruklamaya başladılar. Fiziki olarak bitkin düşmem, yanıma bıraktıkları şekerli suyu içmemem üzerine, sandalyeye oturtup zorla içirmeye başladılar. Ben de olabildiğince üzerlerine tükürdüm. Öyle bitkin düşmüştüm ki DGM salonunda bayıldım.

Buca'ya gelir gelmez oradaki arkadaşlara Açlık Grevi’ne devam etmek istediğimi söyledim. Onca işkenceden sonra, üstelik gelir gelmez genç yaşımda kendi inisiyatifimle hareket etmem onları şaşırtmıştı. "Biraz dinlen, toparlan, ondan sonra devam edersi vb" dediler. Ben de böyle yaptım. Kısa bir süre sonra 34 gün süren süresiz açlık grevine başladım. ÖO’na başlamadan önce vücudumu, dayanma azmimi daha iyi tanımak, süreci daha yakından ve uzun solumak için oldukça önemli bir deneyimdi.

Cezaevine gelir gelmez TİKB’liler bana sıcak davrandılar. Kendi kaldıkları hücrelerden birini bana verdiler. Koğuşlar yanyana dizilmiş hücreler biçimindeydi. Ben kendi ayaklarımın üzerinde durmaya, kendi inisiyatifimle hareket etmeye başladıktan sonra bana karşı tavırları değişti. Bu tavır değişiminin altındaki nedenler esası itibariyle Bergama ve Ulucanlar cezaevlerinde onlardan bize olan geçişler ve onlara yönelttiğimiz ideolojik eleştiriler. Zira bunu yer yer dillendiriyorlardı. DHKP-C’li arkadaşlar 4, 5, 6, 7’inci koğuşlarda kalıyorlardı. 19 Aralık sonrasına kadar 2 ve 3’ncü koğuşlarda kalan MLKP, TİKB ve diğer bağımsızlarla iletişime geçmiyor, bunların çatılardan attıkları toplara cevap bile vermiyorlardı. (Bergama operasyonu sonrasından beri Buca’da koğuşlar arası iletişim yasaktı.)

Ben geldikten kısa bir süre sonra PC’li arkadaşlara top attım. Onlar da, özelde aynı platformda olmamızdan, daha önce O. ve S.’nin kendi koğuşlarında kalmayı tercih ettiklerinden dolayı sıcak davrandılar ve sürekli karşılık veriyorlardı. Bu kadar kısa bir sürede ilişki kurmamızı diğer siyasetler (…) hoş karşılamadılar. (…)

Sonrasında ise ben PC’li arkadaşların olduğu koğuşa geçmek için iki defa dilekçe verdim, fakat idare kabul etmedi. (…) Cezaevi deneyimsizliğimden kaynaklı olarak avukat bürokratik işlemlerde eksikliğinin olması kadar doğal bir şey olamazdı. Dışarıdaki yoldaşlarla bağ kuramamak, kendi avukatımızın yerine ukala bir avukatın gelmesi, sorunları ancak yaşayarak aşmama neden oluyordu. (…) Parti olarak bizim, siyasi poliste, mahkemede, zindanda tam direniş sergileme tutum-geleneklerimiz var. Olabildiğince bu geleneklerin gereğini yerine getirmem hassasiyeti ve telaşı içerisindeydim. Bizim kendi avukatımızın görüşe gelmesini dört gözle bekliyordum. Bu konuyu avukatla sürekli konuşuyor, İzmir’deki yoldaşlara haber gönderiyordum. Yazdığım yazılardan sadece bir tanesini (gözaltındayken yaşadığım süreci anlatan bir yazı), o da ancak onca sohbetten sonra aldı. Avukat bu sorunları konuşmamak için de üç-dört görüşmeden ancak birine beni çağırıyor, beni ilgilendiren haberleri …’la gönderiyordu. Bunun üzerine tepki gösterdim; "Örgütlü, partili bir insanım, benim ilgilendiren konu ve haberleri …’ın bilmesi gerekmiyor. Bu ona inanıp inanmamakta değil, bizim kendi ilkelerimiz ve tutumumuzdur. Ben …’ın iradesi altında değilim" vb. konuşmuştum. O da "kendisinin örgütlü olmadığını, genel olarak devrimci değerlere saygı duyduğunu, baskı altında olamayacağını" vb. söyledi.

Bu olaydan sonra görüşmelere bir-iki defa arka arkaya çağırdı, ama sonra tutumu değişmedi. F tipinde iki görüşme dışında gelmedi. Yerine davamla bir ilgisi olmayan bir avukatı iki defa göndermişti. Aynı koğuşta kaldığımız bağımsız birine benim kim ve nasıl biri olduğumu sormuş. Dışarıda kardeşime …’ın etkisinde olduğumu, onlar gibi radikal devrimci olacağımı vb. diyerek sözde uyarıyordu.

Böylesi bir ortamda adeta sinir krizleri geçirirken düzene, sekter devrimciliğe (somutta … şahsında) uzlaşmacı reformist politikacılara (somutta … şahsında), bağımsız kalıp da sağı solu herkesi eleştiren ukala bağımsızlara, tasfiyeci-teslimiyetçilere kinim daha da artıyor, daha da bileniyordum. Buna karşı her zaman net bir direniş çizgisi sergilenmesi gerekiyordu.

 

Ölüm Orucu direnişinin benim için anlamı

ÖO direnişi her şeyden önce yeniden doğmaktır. Umudu, direnci, sevdayı hücre hücre eriyen bedenlerimizle yeniden var etmektir. F tipi cezaevi saldırısıyla teslim alınmak istenen toplumun özneleri devrimci güçler şahsında tüm toplumun direnme umudunu, geleceğe yönelik olan inanç ve özlemleri öldürmek, öncüsüz bırakmaktır. Katliamlarla bir teslimiyetçilik, bir muğlaklık yaratmak, yıkım programlarını rahatça hayata geçirmektir. Bu yıkım ve katliamlar Türkiye’nin AB’ye giriş sürecinde bizzat ABD, AB’li emperyalistlerin dayatmaları ve destekleri doğrultusunda olmuştur.

Dışarıdayken 99 Ulucanlar katliamı sonrasında Habip yoldaşı İzmir işçi-emekçilerine yeterince anlatamamanın, hak ettiği görkemli cenazeye katkı sunamamanın burukluğu vardı içimde. Herşey ani olarakgelişmişti ve biz ilimizde inisiyatif gösterememiştik. Kendi cephemden bu boşluğun acısını pratik faaliyetlerle doldurmaya; kuş, afiş, bildir, yazılama vb.’ne olabildiğince yoğunlaşmaya çalıştım. 2000’de hücre karşıtı ve Ulucanlar katliamının yıldönümü kampanyalarında çalışmalar doruğa ulaşmıştı. Derken 20 Ekim 2000’de SAG ve ÖO gündeme geldi.

Partimizin ve içerideki yoldaşların yaptıkları açıklama ve yazılar süreç üzerine epey bir açıklık ve duygu yoğunluğu yaratıyordu. Partimiz bu süreçten olabildiğince güçlü çıkmalıydı. Habip ve Ümit yoldaşların bize devrettiği bayrağı dışarıda en yükseklerden taşımalı, kitle-sınıf çalışmasında olabildiğince derinleşip, bu direnişin anlam ve önemini sınıfa anlatmalı, desteğini almalıydık. Günler ilerleyip ölümler yaklaşırken, bizim ildeki çalışmalarımız genel propaganda-ajitasyonu geçemiyordu. Şüphesiz bizim faaliyetimizin il’de tek illegal faaliyet olması, açık alan çalışmalarını bile aşan bir tempoyla yaygın yapılması çok önemliydi. Sürecini bütünü düşünüldüğü zaman çok daha büyük bir enerji sarf edilmeliydi.

Derken 19 Aralık katliamı ve Hitler faşizmini bile aşan dehşet görüntüleri geldi… Bunun karşında aynı zamanda TV ekranlarını işgal eden, insanda hayranlık yaratan direniş, halay, feda eylemleri görüntüleri… O esnada keşke ben de yoldaş ve siper yoldaşlarımın yanında, aynı sade ve kahramanlıkta, aynı kulvar ve barikatta olup dövüşseydim vb. karışık duygu yoğunluğunu yaşıyorum. 19 Aralık’ta katledilenlerin fotoğrafları sosyalist basında yayınlandığında, her biri bir güneş parçasıydı adeta benim için. Katliamdan sonra ilk tepkiler gösterildi. Dışarısı için bir suskunluk fesadı başlarken, içerisi için çok daha genel bir direniş sözkonusuydu. Günler ilerleye dursun, ilk mermi 21 Mart’ta Cengiz Soydaş’tan geldi. Şehitlerimizin üzerine her gün bir yenisi eklenirken, dışarıda bir şey yapamamanın yoğun burukluğunu ve ağırlığını yaşıyorduk. Hiçbir yoldaşa mektup dahi yazamamıştım. Korkunç bir ağırlıktı bu. Sonra yazarak görecektim ki, insan gerçekten yeter ki istesin ve bu uğurda gereken çaba, emek ve fedakarlığı gösterdikten sonra yapamayacağı hiçbir şey yoktur.

Bu karışık duygu yoğunluğuyla 14 Nisan 2001’de gözaltına alındım. İlk alınır alınmaz sonuna kadar direnmekte hiçbir tereddüdüm yoktu. Adeta ÖO’na şubeye gelir gelmez başlamıştım. O esnadaki gücümü partimden, yoldaşlarımdan almıştım. İşkence seansları başladığında canım yoldaşlarım bir bir karşıma dizildiler. Habip mavi gözleriyle "sakın ha kendini bırakma!" diyerek yanımdan geçmişti. Ardından Ümit, Hatice, Muharrem zafer gülüşleriyle bir bir yanımdan geçiyorlardı. Buca’ya gittikten sonra Hatice yoldaşın şehit düştüğü haberi gelmişti. İçimi tarif edilemez bir kin ve coşku kaplamıştı. Zira Hatice yoldaşla birlikte kısa süren bir bölge çalışmamız olmuştu. Apayrı bir coşku ve duygular yaşatmıştı, ondan çok şey öğrenmiştim. Dışarıda kendi ellerimle gömmek, ismini tırnaklarımla duvarlara kazımak isterdim. Devrettiği bayrağı, kızıl bandı ben almalıydım. Onun gibi başı dik sonuna kadar taşımalıydım.

Hiç beklemeden AG’ye başladım. Asıl hedefimse ÖO gibi görkemli bir direnişte yüreğimi tutuşturup yer almaktı. Safları sıklaştırmalıydım. Düşenin devrettiği bayrağı yükseklerden devralmalıydım. Süreç zor bir süreçti ve başka bir alternatif de sunmuyordu. Ya bu sürece göğüs gerecektim ya da diğerleri gibi düşecektim. Yıllardır verilen emeğin karşılığı burada meyvesini veriyordu. Bu süreçte şehit de düşebilirdim, sakat da kalabilirdim, organlarımı bir bir bitirerek bitkisel bir hayata düşebilirdim. Benden önce yola çıkanların son durumları sürekli basına yansıyordu. Hiçbirinin benim için önemi yoktu. Tek önemli olan şey partinin ve devrimin çıkarlıydı. Etimle kanımla partimi büyütmek, bulunduğum direniş mevzisinden partimin bayrağını dalgalandırmak boynumun borcuydu. Nitekim eksiğiyle fazlasıyla buna uygun davranmaya çalıştım. Daha çok … ile mektuplaştığım için bu konuyu ona defalarca açtım ve ekiplerde yer almak için soluğumu ve yüreğimi tutmuş hazır kıta beklediğimi söyledim. Dışarıdaki yoldaşlara da (İzmir) bu konuyu aktardım ve 6. ekipte kervana katıldım. Her an R…, M… ya da başka bir yoldaşın şehit düştüğü haberi gelebilir diye yüreğim hep avuçlarımda kaldı.

F tipi cezaevlerinin İzmir cephesi 19 Aralık sonrasında, 2 Ağustos’ta hayata geçirildiği için psikolojik yoğunluklu fiziki saldırılarla geçti. "Ha bugün ha yarın götürecekler" düşüncesi-beklentisi insanlarda ataleti, beklemeci ruh haline sokuyordu. Zayıf insanların sabrı ve değerlerini yitirdiği tablo karşısında kimileri de düşmana sığınıyordu. 19 Aralık ve sonrasında 8’i aşkın … düşmana sığınmıştı (kimileri 19 Aralık esnasında, kimileri de görüşe giderken. Bu arada hastanede ÖO’nu bırakıp da hain ilan edilenleri saymıyorum). Benim kaldığım koğuşta 3 bağımsız tip de adli koğuşlara gitmek için dilekçe vermişlerdi. Bu gelişmeler Buca’daki atmosferi epeyce geriyordu. İnsana müthiş bir psikolojik savaş verdirtiyordu. Direniş ve teslimiyetçilik, kahramanlık ve ihanet içiçeydi. Ölüm ile ölümüne yaşamı savunmak ince bir şeritle ayrılıyordu. Adli koğuşa giden bağımsızları … etkinliği ve yönlendirmesiyle "… gibi düşmana sığınmamaları” adına dilekçeleri hazırlatıldı, idareye verildi. … ile ikide bir sorun yaşamamak için …’lilere koğuşlarına geçmek istediğimi belirtmiştim. Onlar da "idareye karşı iyi olamayacağını, çözmek gerektiğini vb." vurgulamışlardı. Kendi elleriyle, üstelik devrimci bir koğuştan adli bir koğuşa gidecek olanların dilekçelerini hazırlatıp idareye vermek aykırı olmuyor da, ben devrimci bir insan olarak kendi koğuşlarına geçmem idareye kötü bir izlenim bırakacakmış! (…)

Kırıklar F tipine getirilen gardiyanlar Ege bölgesindeki tüm hapishanelerden olmakla birlikte Isparta, Burdur, Ermenek, Erzurum ve Kütahya cezaevlerinden de getirilmişti. Buralardan kaşarlanmış başgardiyan ve müdürleri atamışlardı. Belli başlı tipler dışında görevli olan gardiyanlar sürekli değişiyor, yerlerine yeni-deneyimsiz gardiyanlar da geliyordu. Yeniler fırsat buldukları esnada bizimle diyaloga geçmeye çalışıyorlardı. Sayıma geldikleri esnada "kaçıncı günün, ne içiyorsun, biz bir gün aç kalsak feleğimiz şaşar, midemiz kazınır, siz nasıl bu kadar dayanıyorsunuz" vb. sözlerle hayranlıklarını dile getiriyorlardı. Gardiyanlar sayım esnasında ayağa kalkmıyoruz diye saldırdıklarında yüzlerine karşı haykırdığımız "İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!" ya da "Devrimci tutsaklar teslim alınamaz!" şiarlarımız, direngen tavrımız karşısında yüzleri soluyor, kimilerinin rengi atıyordu. Amaç teslim almak olunca her şey mübahtı. Dilekçeler alınmıyor, mektuplar gecikmeli veriliyor-alınıyor (kimi mektuplar hiç verilmiyor, veremeyeceklerine dair bir de açıklama yapıyorlar), hücre kapıları on günü aşkın bir süre açılmıyordu. Bütün bunlardan sonuç alamadıklarını gördükçe kuduruyorlardı. Bu sefer hücreden hücreye sürgünler başlatılmıştı. (Bu süre içinde tam 7 tane hücremi değiştirdiler.) Özellikle ÖO’çularını diğerlerinden ayırıp tecrit ederek, teslim almayı hedefliyorlardı. Diğer F tiplerinde her bir ÖO’çusunun yanına bir refakatçi verilirken bizse uzun bir süre tek olarak tutulduk. Hastaneye götürülmeden kısa bir süre önce tek kişilik hücrelerde yanyana getirildik.

İdare kısa süreli aralıklarla değişik politikalar izliyordu. Birkaç gün saldırganlaşıyor, sonrasında ılımlı bir hava yaratmaya çalışıyorlardı. Gece yüksek sesle müzik dinlettirip, koridorlarda tuhaf sesler çıkarıyorlardı. Bergama cezaevinden ismini hatırlayamadığım bir sosyolog, Buca’dan da getirdikleri birkaç kişiyle cezaevi izleme heyeti oluşturmuşlardı. Önceki deneyimlerinden hareketle ilk günlerde herkesi değişik sorular içeren (memleket, doğum tarihi, meslek, ne zaman gözaltına alındığı ve kaç yıl ceza aldığı, ilgi alanları, kiminle kalıp kalmamak istediği vb) bir teste tabi tuttular. Bu testler üzeriden yeni düzenlemeler yaptılar, ona göre politika geliştirdiler. Bazı zayıf unsurları daha da zayıf olanların yanına, birbirleriyle daha önce bazı sorunları yaşayanları aynı hücrelere koyuyorlardı. Bu aynı cezaevi izleme heyeti gelen giden posta, mektup, gazeteleri, çatılara takılan topları izliyor, sansür uyguluyor ve bunun üzerinden politikalarını geliştiriyorlardı. Arada bir bütün hücreleri dolaşıyorlardı. Slogan attığımızda, türkü-şiir-marş söylediğimizde gardiyan ve askerlerin bazıları ilgiyle dinlerken, bazıları da kudurup küfür ediyorlardı. Askerlerin bazıları Kürtçe-Türkçe türkülere eşlik ediyor, ortalık sessizken Grup Yorum’dan, Ahmet Kaya’dan türküler söylüyor, ıslıklarla tekrarlıyorlardı. Kimi zamanı bazıları kulelere çıkıp ilgiyle dinliyorlardı.

Hastaneye 18 Ocak günü avukat bahanesiyle ( 3 MLKP’li ve ben) götürülmüştük. Bizimle birlikte hastanede 5 PC, 3 MLKP, 1 PKK-DÇS, 1 TKP(ML), 1 MLSPB’den bağımsız biri ve ben olmak üzere 12 kişi olmuştuk. (…) Biz hastaneye gelmeden kısa bir süre önce de …’den bir bayan (…) tedaviyi kabul etmişti. Burada da büyük bir irade savaşı sözkonusuydu. Şehitlerimizin cesetleri üzerinden böyle aşağılık bir hesap yaparak sürece dahil olanlar insanda bir tiksinti yaratıyordu. Biz hastaneye geldikten 3 gün sonra … tahliye oldular. Onlardan birkaç hafta sonra da … tahliye oldular. Geriye ben ve bir MLKP’li (onun gününün az olmasından, ben ise muayeneyi kabul etmediğimden) kalmıştık.

Mahkum koğuşunun iç güvenliğine gardiyanlar, dış güvenliğine de jandarma bakıyordu. Gardiyanlar iki vardiya şeklinde çalışıyordu. Gelenler genelde F tipindekiler oluyordu. Çoğunlukla ılımlı, saygıyla yaklaşıyorlardı. Normalde asker tarafından koridorda birbirimizle konuşmamız yasaklanmıştı. Biz de tuvaletlerde birbirimizle konuşuyorduk. Gardiyanların bazıları görmelerine rağmen bir şey demiyorlardı. Tuvalet ve banyo ihtiyacımızı karşılayıp döndükten sonra koğuş kapılarının kilitlenmesi durumu vardı. Fakat bazı gardiyanlar kilitlemiyorlardı.

F tipinden gelenler genç ve deneyimsizdi. Zaman zaman (bizim de iletişimimizle) hal hatır soruyor, sohbet ediyorlardı. Bir defasında yeni gelen birisine Kırıklar’da bir değişiklişini olup olmadığını sormuştum, cevabını verdikten sonra şöyle demişti; "Siz farklı insanlarsınız, o attığınız toplar sayesinde (çatıya takılıp da topladıklarını kastediyor) mektup yazma alışkanlığımız oldu. Fakat sizler gibi duygularımızı yazıya dökemiyoruz." Bir bayan gardiyanla ise daha önce tuvalet ve banyo giriş çıkışlarında sürekli sohbetlerimiz oluyordu. Filistin halkıyla dayanışmak amacıyla bir dakikalık ışık söndürme eylemleri başlatılmıştı. Kaldığımız koğuşun ışıklarını kapatarak ona seslendim; "Filistin halkıyla dayanışmak amacıyla bir dakikalık karanlık eylemi başlatıldı. Sen de bize katıl dayanışmanı yap." O da "iyi de düğmeler burada değil, askerin yanında" dedi. Ben de, "bul bir tane söndür" diye yanıtladım. Benim yan koğuşta kanserli bir adli kalıyordu. Bayan gardiyan onun kapısını açarak ışığı söndürdü ve gülerek bana seslendi…

Asker-komutan içeriye çok karışıyordu. Bu aynı bayan gardiyanla Sefa adındaki bu komutana çok sinirleniyordu, bunu bize de söylüyordu. Biz de "askerin işi dış güvenlik, iç güvenliğe karışma hakkı yoktur, iç işler sizden sorulur, onları savcıya şikayet edebilirsin" vb. diyorduk. Sabahın birinde komutan gardiyana gelip bağırmıştı. Bu da bizim anlattıklarımızda güç alarak karşılık verdi. Komutan, kolundan-saçından tutup atmak istedi, kendisi de  "terbiyesiz, şerefsiz, aşağılık herif!" vb. bağırdı. Komutanı cezaevi ve bölge savcısına şikayet etti. Bayanı F tipine geri götürdüler, komutanı ise Buca cezaevine sürdüler. Bu arada askerlerden bazıları refakatçi-ailelerimize ılımlı-saygıyla yaklaşıyorlardı. Askerin bir tanesi nöbet tutarken kaldığımız koğuşun penceresin önünden geçip dönüyordu. Bu esnada bize bakarak Grup Yorum’un türkülerini söylüyordu.

Manisa’dan ÖO’nu bırakıp tedaviyi kabul eden iki .. bayan getirmişlerdi. Bir 6, diğeri ise 7. ekiptendi. 6. ekipten olan bıraktığı için pişmandı ve hala değerlerini içinde taşıyordu. Diğeri ise tamamen kusmuştu. Her ikisi de dışarıda hain ilan edilmişlerdi. Gelir gelmez … ile ilişki kurmuştuk. Onun için bir güneş gibi doğmuştuk. Uzun süredir tecrit altında tutuluyordu, komutan da ÖO’na girdiğine dair pişman olduğunu dedirtmeye çalışıyordu. Onunla tuvalette ilk konuştuğumda utancından yüzüme bakamıyordu. ÖO’na başlarken kendi yoldaşlarının ona verdikleri bazı el işlemeli hediyeleri bana vererek; "ben bunlar layık değilim, bu değerlere sahip çıkamadım, layık olanlar almalı bunu" vb. Ben de verdiği eşyaları geri vererek; "bunları Manisa’dan buraya getirdiğine göre, yüreğin bir devrimci-bir ÖO’çusu karşısında hala titriyorsa, o değerler hala senin içinde saklıdır. Süreç çok zorluydu, çetindi-çetrefilliydi, her şey yaşanabilirdi. Yaptığın şey şüphesiz kolay affedilecek bir şey değil. Politik anlamını da biliyorsun. Böylesine görkemli bir direnişte direnişi bırakıp dökülenlere, devlete spekülasyon yapma zemini yaratanlara geçek-devrimci bir parti net bir tutum almak zorundadır. PC’nin aldığı tutum ayrı bir mesele. Önemli olan bu tutumundan senin dersler çıkarmandır. Yarın dışarı çıktığında bunun acısını teorik birikimini-düzeyini geliştirerek, dışarıda sesimiz-soluğumuz olarak, daha azla insanı devrim davasına kazanarak çıkarabilirsin. Her şey olabilir. Ama hiçbir zaman devrim davasına küsmemelisin. Yalnız başına da kalabilirsin, tecritte de olabilirsin, devrim davasından kopmadığın müddetçe özne yine de sensin, belirleyici sensin…" vb. oldu.

Gözleri parladı ve kucakladı beni. Kendisini toparladığını gören komutan, gardiyanlara emirler yağdırarak iletişimimizi kesmeye çalıştı. Gardiyanın birisiyle kavga ettim, geri adım attılar. Gazeteleri kendileri koğuştan koğuşa veriyordu, kapıları ihtiyaç dışında sürekli kilitli tutmaya başladılar. Biz de banyoda bir yer belirleyip onun üzerinden notlaşmaya başladık. Onu ve MLKP’li arkadaşı benden bir hafta önce tahliye etmişlerdi.

Tahliye edecekleri gün var olan hareketlilikten tahliye için geldiklerini anlamıştım. Daha önce pek konuşmadığımız, ama uzaktan ilgiyle bizi izleyen bir başka bayan gardiyan yanıma gelerek; "Sana güze bir haberim var, bu haberi komutanda önce ben vermek istedim. Tahliye oldun, ne düşünüyorsun, ne hissediyorsun" diye sordu. "Benim tahliye olmamla hangi sorun çözüldü ki? Şu anda F tiplerinde insanlarımız tecrit edilmiş durumdalar. F tipi cezaevleri ve katliamlarla bizler şahsında tüm toplum teslim alınmak istenmektedir. Ben halkımın, işçi sınıfının bir öncüsü olarak mücadele ettiğim müddetçe, F tipi hücreler hala bir tehdit unsuru olarak kalacaktır. Biz ölüme o kadar meraklı insanlar değiliz ki, sonuçta ölmek istiyorsak şayet, gider bir yerlerden atlar, yaşamımıza son veririz. Devlet bizleri işte böyle sakat bırakırken, diğer taraftan da yüz üstü bırakıyor" dedim. O da devamında "Ama böyle ölerek hak elde edemeyiz ki. Kaç gündür seni izliyorum, ama bugün ama yarın düşeceksin diye. Ali Çamyar ve Tuncay Yıldırım için çok üzüldüm. Onlar bizim için birer kayıp. Mücadele şeklini başka yollardan vermek gerekiyor. Hani diyor ya Nazım ‘sen yanmasan ben yanmasam’ diye, hayır, yanacaksak hep birlikte yanalım, tek tek değil. Neyse aslında benim buraya girmem yasak, kendine dikkat edersin, yazın da bozuk senin, yazını da düzelt" dedi. Ben daha da sohbet etmek istedim fakat ortamı değildi. Hastaneye ziyaretime gelebilirsen sevinirim daha fazla konuşma imkanımız olur dedim, fakat gelmedi.

Bir başka nokta, adli tutukluların bize karşı duydukları ilgi ve saygıları. Gerek kimi gardiyanlara aldığımız tavır, kimileriyle diyalogumuz, günlük yaşam tarzımız, o esnadaki fiziki görünüşümüz karşısında derin bir saygı duyuyorlardı. Biz hiçbir şeyi onlardan esirgemiyorduk; gazete, su, çay vb. Tuvalette karşılaştığımızda hem eylemimiz hem de genel sorunlar üzerine sohbet ediyorduk. Kimileri bizden güç alarak gardiyanlara tavır alıyor, "bu gardiyan, askerlerin, devletin hakkından ancak siz gelebilirsiniz" vb. bize diyebiliyorlardı.

Etkilendiklerini gören asker (komutan) iletişimimizi kesmeye çalışıyordu (onlar tuvalet-banyoya giderken bizi göndermeme, biz giderken de onları göndermeme). Yukarıda bahsettiğim komutanla tartışan bayan gardiyan bizden gazete isteyen adli birisine gazeteyi götürürken "daha devrimci gazete yok mu, bu sizden epey etkilenmeye başladı, yakında belki o da ÖO’na başlar" diyerek gülmüştü. Mahkemeler esnasında Buca’dan birçok adli tutukluyla bir araya gelme imkanı olmuştu. F tipinden geldiğimi ve ÖO’nda olduğumu duyduklarında ilgiyle soru soruyorlardı. Ben da F tiplerini, ÖO’larını, yeni L tiplerini genel gündemle birlikte anlatıyordum.

 

SONUÇ OLARAK

Cezaevi süreci bir yıl sürdü. Ama yoğun derslerle dolu dolu geçti. Bu süreç benim için çok öğreticiydi. Eksikliklerimi, zaaflarımı, hatalarımı, üstünlüklerimle birlikte daha da yakından gördüm. Partimi etimin bir parçası olarak kendime çok daha yakın hissettim; gözüm, kulağım, kanım, nefesim herşeyimdi. Partimizin programını her geçen gün daha da güncelleşip görkemleşirken, 25-30 yıllık devrimci yapıların programatik olarak nasıl da çöktüğünü, iflas ettiğini, üstelik üst kadroları üzerinden daha da yakından tanıma şansım oldu. Bunları daha önce bilmeme rağmen, belki onlarca kitap dahi okusam bu kadar şeyi kavratamazdı. Yaşayarak görmek çok daha bambaşka, daha da öğreticiydi.

Cezaevi öncesi süreçte olanaklar var olmasına rağmen teorik birikimimi geliştirememiştim. İçeride bunun eksikliğini yakıcı bir şekilde hissettim. (Şüphesiz bu o dönem bölgede yaşadığımız sorunlardan ayrı düşünülemez.) Kendimi partimizin bir militanı, bir parçası tanımlamama, bu kadar yıldır parti saflarında olmama rağmen hala birçok kitabımızı, aynı zamanda marksist-leninist klasiklerin büyük bir kısmını okumuş değilim. Komünist bir militanın taktik-günce politikada ustalaşabilmesi, yaratıcı olabilmesi için teorik birikimimizi, klasikleri içselleştirmesi hayati bir önem taşımaktadır. Yani F tipi cezaevleri süreci, oradaki ortam ve olanaksızlıkları ve her an gözaltına alınıp bu hücrelere atılabilme durumunu göz önünde bulundurursam; partimden ve yoldaşlarımdan alacağım güçle teorik birikim ve düzeyimizi klasiklerle birlikte içselleştirme, kavrama, taktik güncel politikada ustalaşma-yaratıcı olma gibi bir görev ve sorumluluk duruyor önümde. Ayrıca örgütlü mücadele içerisinde yetişen genç yoldaşların her an bu hücrelere atılabileceklerini göz önünde bulundurursak; teorik birikimlerini geliştirme, militan bir tutum alma-direnme reflekslerini etkin kılmalarını sağlamalarına özel bir önem vermeliyiz. Habip yoldaşla birlikte bir çığır açan partimizin önemli bir direnme geleneği ve birikimimiz var. Bu konuyu PYO-MYO ve bir takım broşürlerle eğitim konusu yapmalıyız. Herkesten önce bu süreçte direniş içerisinde yer alan yoldaşlara büyük görevler düşmektedir.

Düzen çözümsüzdür. Her geçen gün devrim ordusunu büyütmekte, geliştirmektedir. Düzenin çürümüşlüğünü, devrim-karşı devrim çatışmasını bu kadar yakından, bu kadar net yaşadıktan sonra komünist siyasal mücadele içerisinde yer almaktan başka bir alternatif olduğunu düşünmüyorum. Yıkılmayan mahkum olan Türkiye Cumhuriyeti topraklarında kitleleri birleştirecek iktidar adayı, devrim kurmayı tek parti partimizdir, Türkiye Komünist İşçi Partisi’dir!..

Emperyalist ve yerli tekellerce yapılan F tipi cezaevi saldırısına karşı başlatılan ÖO direnişi ve eylemlilikler yeni bir sürece girmiştir. Devrimci hareket önemli bir mevzisini yitirmiştir. Bedeller çok büyük olmuştur. Ve herşeyden önce biz ideolojik-politik zaferimizi 19 Aralık’ta kazandık. Bu görkemli direniş tarihte ve kitle hareketinde hakkettiği yeri er ya da geç alacaktır. Bu bereketli topraklar bağırlarına aldığı direnç çiçeklerini kat be kat aşan devrimciler yetiştirecektir. Buna inancımız sonsuzdur.

Bu bilinç ve inançla tekrar gözaltına alınıp hücrelere atılsam, tekrardan böylesine görkemli bir direnişle karşı karşıya kalsam, hiç tereddüt etmeden bedenimi ölüme yatırırım. Bir kere partimle bu sevdayı yaşadım ben, bundan artık ölümene de olsa vezgeçemem.

Ümit yoldaşın partimizin kongre kapanış konuşmasında dediği gibi; “artık uğrunda tereddütsüz savaşacağımız, tereddütsüz öleceğimiz, gözbebeğimiz gibi koruyacağımız partimiz var.”

Umutla, dirençle, sevgi ve bağlılıkla...

Nurettin

7 Eylül ‘02


Üste