Logo
< Sınıf hareketinin dünü, bugünü ve imkanları / 2

Kavranması gereken halka


D. Taylan

Emperyalist-kapitalist sistemin aşamadığı ekonomik kriz pandemi koşulları ile birlikte iyice çığırından çıkmış oldu. Daha pandeminin ilk döneminde Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) tarafından 1929 buhranından daha derin bir kırılma beklentisinin dile getirildiği bu durumu emperyalist-kapitalizm yoğun para basarak, böylece dolaşım döngüsünü ayakta tutarak geçiştirmeye çalıştı. Öyle ki dünya çapında son iki yılda karşılığı olmadan basılan para miktarının 30 trilyon doları bulduğu ifade ediliyor. Bunun yarattığı yıkımı ise, dünyanın dört bir yanında işçi ve emekçiler tırmanan enflasyon oranları ile birlikte hayat pahalılığı ve yaşam koşullarının ağırlaşması biçiminde ödüyorlar.

Gelinen aşamada sistemin merkez ülkelerinde bu tablo faiz artırımı ile ve karşılığı olmayan paraların üçüncü dünya ülkelerine aktarılarak “ulusal” altın rezervlerinin güçlendirilmesi yolu ile dizginlenmeye çalışılıyor. Yani, “sınırları aşan”, dördüncü endüstri devrimini müjdeleyen emperyalist kapitalizm, varlığını ulus devlet sayesinde güvence altında tutan tekelci kapitalizmi daha da güçlendirmekten başka bir şey yapmıyor. Dünyanın dört bir yanında pandemi ile birlikte servet-sefalet uçurumu açısından yansıyan tablo bu gerçeği yalın bir şekilde ortaya koyuyor.

Bu tabloda, AKP’nin kapitalist sistemin temel işleyiş mekanizmalarını bile hiçe sayan bir süreci örgütlemesi nedeniyle, dünya çapındaki çok boyutlu kriz sürecinin en ağır faturasını Türkiyeli işçi ve emekçiler ödemek zorunda kalıyorlar.

Tablonun tersine çevrilebilmesi ise ancak sınıfsal bir karşı koyuşun örgütlenebilmesi, işçi sınıfının genel grevi eksen alan bir mücadele hattı ile burjuvazinin ve sermaye devletinin karşısına çıkabilmesi ile, yani birleşik, kitlesel, siyasal ve militan bir sınıf hareketinin inşa edilebilmesi ile mümkün.

Ne var ki Türkiye işçi hareketinin yüz yılı aşkın toplam birikiminin bu açıdan oldukça sınırlı olduğu bir gerçektir. ‘50’li yıllarla birlikte başlayan hızlı kapitalistleşme sürecinden itibaren ele aldığımızda bile, oldukça önemli direniş deneyimleri olsa da, bunların hemen tamamı mevzi direnişlerdir. Bu genel eğilimin dışında en belirgin örnek ise hiç kuşkusuz, 50 yılı aşkındır aşılamayan bir eşik olarak, Türkiye işçi sınıfının bugüne kadarki en önemli eylemi olan 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’dir. Birleşik işçi hareketinin önemli deneyimleri olarak, 15-16 Haziran Direnişi’nin yanına 1989 Bahar Eylemleri ile 2015 Metal Fırtınası’nı dahil etmek mümkün. Politik birer genel grev denemesi olarak ise ‘70’lerde yükselen işçi hareketinin önemli uğrak noktalarından olan faşizme ihtar eylemlerini ve DGM boykotlarını düşünebiliriz.

Bugün bu tarihsel deneyimlerden öğrenmek, oralardan gerekli dersleri çıkarabilmek özel bir önem taşıyor. Çünkü mevcut hali ile Türkiye işçi sınıfının mevzi direnişler üzerinden yaşanan sorunlara bir yanıt üretebilmesi mümkün değil.

Bu değerlendirme elbette mevzi direnişlerin önemini yadsımıyor. Ancak bu direnişleri birleşik bir işçi hareketinin kaldıraç noktaları olarak değerlendiremediğimiz bir durumda, sınıf hareketinde köklü bir dönüşüm yaşanmayacağı da açık. Oysa kapitalist sistemin yaşandığı tıkanma, bizi vakit kaybetmeden bu köklü dönüşümü yaratma sorumluluğu ile karşı karşıya bırakmış durumda. Krizin yalnızca ekonomik faturası değil, yarattığı moral ve manevi dejenerasyon süreci de, bu açıdan vakit kaybetmeye tahammülümüz olmadığını gösteriyor.

Özellikle 15-16 Haziran, Bahar Eylemleri ve Metal Fırtına üzerinden düşündüğümüzde, bu üç önemli eylemden gerekli dersleri çıkarabilmek ise, içinde boy verdikleri koşulları, dinamiklerini ve yol açtığı sonuçları doğru kavrayabilmek ile mümkün.

***

15-16 Haziran Direnişi, işçi sınıfının hızlı kapitalistleşmenin yıkıcı sonuçlarına karşı, 1960’ların başında Saraçhane Mitingi ile başlayan tepki ve mücadelesinin zirve noktasıdır. Bu hızlı kapitalistleşme süreci, kendisini temelde ithal ikameci bir sanayileşme politikası üzerinden ifade ediyordu. Normal koşullarda ithal ikameci politikanın işçi sınıfı payına daha elverişli koşulları yaratması beklenir. İşçilerinin üretici olduğu kadar tüketici de olduğunun bilincinde olan burjuvazi, bunu gözeterek belli ekonomik tavizler vermek yoluna gidebilir. Ancak burjuvalaşmaya çalışan Türkiye’nin türedi kapitalistlerinin ilkel birikimi en sert biçimi ile hayata geçirmeye yönelmesi, bu dönemde Türkiye işçi sınıfının da ciddi bir karşı refleks örgütlemesi sonucunu doğurmuştur.

Düşük ücret ve yoğun sömürü politikası bu dönemde yoğun bir sınıf çatışmasını beraberinde getirmiş, bu çatışmanın yarattığı örgütsel mevzinin (DİSK) saldırıya uğraması ise burjuvazinin yüreğine korku salan o görkemli direnişe yol açmıştır. İşçi sınıfının proleterleşme sürecinin henüz ilk evrelerinde olmasına karşın ortaya koyduğu bu direniş iradesi oldukça önemlidir ve büyük oranda direnişin birleşik karakterinin yol açtığı bir sonuçtur.

Sendikal önderliğin direniş sırasındaki pasifist ve bir aşamadan sonra ihanetçi tutumuna karşın eyleme geçen sınıf bölüklerinin içinde dönemin TİP’i içinde kendisini ifade eden belli oranda bir politikleşmiş işçi kitlesinden bahsedebiliriz. Eylemin başlangıcından kırılma noktalarına ve sendikal ihanete rağmen direnişi işyerlerinde sürdürme çabasına kadar yaşadığı evrelere, bu politik öncü müdahalelerin önemi ve ancak yetersizliği üzerinden yaklaşmak faydalı olacaktır.

***

1989 Bahar Eylemleri açısından ise söz konusu olan, artık ithal ikameci sanayileşme politikasının geride bırakıldığı, neo-liberal dünya düzenine uyum sağlamaya çalışan ihracata dayalı bir ekonomi politikasının yürürlükte olduğu bir dönemdir. 24 Ocak Kararları ile işareti verilen ve 12 Eylül faşizmi ile uygulamaya sokulan bu yeni ekonomik politikanın işçi sınıfı açısından karşılığı 12 Eylül öncesinde yürüttüğü mücadeleler ile elde ettiği tüm kazanımların gasp edilmesidir. Özelleştirmeler ve yoğunlaşan sömürüye eşlik eden hak gaspları, yaşanan eylemli sürecin temel hareket noktasıdır.

Eyleme geçen sınıf kitleleri içinde, örgütlülükleri dağıtılmış olsa da ‘70’li yılların sınıf mücadeleleri içinde yetişmiş bir politikleşmiş işçi kesimi vardır. Bu kesimin başardığı en anlamlı iş, sendikal ve politik örgütlenme mevzilerinin yokluğu koşullarında işyerlerinde taban inisiyatifine dayanan örgütlenmeler yaratmalarıdır. Bu başarı, eylemler sırasında alt kademe sendikacılar üzerinden sendika şubeler platformları vb. adımların atılmasını sağlamıştır. Yaşanan neo-liberal dönüşüm sürecinde devletin önemli bir aktör olarak sahnede olması karşısında bu politikleşmiş işçi kesiminin önemli bir başarısı da devletin bu uğursuz rolüne bilinçli bir tutumla karşı çıkmasıdır. Bu eylemli sürecin Körfez Savaşı ile kesintiye uğraması ise bir zaaf alanı olarak değerlendirilebilir.

***

2015 Metal Fırtınası ise kendisini önceleyen bu iki eylemli sürece göre büyük oranda farklılıklar taşımaktadır.

Birincisi, Türkiye kapitalizmi ‘90’lı yıllarla birlikte hızlandırdığı neo-liberal dönüşüm sürecini büyük oranda tamamlamış, dünya kapitalizmi ile bütünleşmesinde ve buna paralel olarak burjuvazinin sınıf kimliğinin inşasında gelişkin bir aşamaya ulaşmış durumdadır.

Metal Fırtınası’nda harekete geçirici bir temel dinamik olarak, sınıfın ihanetçi sendikal çeteler yolu ile denetim altında tutulması olgusu, sınıfın genel bir sorunu olmanın ötesinde bu alanda özel bir politikanın ürünüdür. Öte yandan sömürünün maskelenmesi, kapitalizmi kendisinden önceki ekonomik sistemlerden ayıran temel özelliklerden biridir. Ve Metal Fırtınası ile harekete geçen işçi bölüklerinde tepkinin daha yoğun olarak kapitalistlere değil de aidatlar yolu ile elini doğrudan cebine atan sendikal ihanet şebekelerine yönelmesinin böyle de bir mantığı vardır.

Dahası, Metal Fırtınası’nda harekete geçen işçi bölükleri, 15-16 Haziran’da (1970) yeni işçileşen sınıf bölüklerinden ya da 1989 Bahar Eylemleri’nde geçmişin birikimini taşıyan politik işçi bölüklerinden tamamen farklıdır. Artık tartışmasız bir sınıf bilincine sahip olan Türkiye burjuvazisi bu alanda işçilerin daha en baştan, endüstri meslek liselerinde resmi ideoloji ile eğitilmesini özel bir yönelim olarak hayata geçirmiştir.

Buna rağmen Türkiye kapitalizminin bel kemiğini oluşturan işletmelerde haftalara yayılan bir fiili grev örgütlenebilmişse, hiç kuşkusuz buradaki en önemli faktör politik müdahalenin belirleyici gücüdür. Ve Metal Fırtınası’nın Türkiye işçi hareketi açısından taşıdığı özel önem, halen yeterince anlaşılamasa da, tam da buradadır. İşçi sınıfının bin bir yasal cendere ile kuşatılmış en etkili silahı, en yaygın ve en uzun süreli biçimde ve fiili olarak hayata geçirilebilmiştir. Kendisini şekillendiren tüm olumsuz koşullara rağmen, bu eylem kapasitesi Metal Fırtınası’nın Türkiye işçi sınıfının geleceğine bıraktığı en önemli mirastır.

Diğer yandan, hareketin öncü işçilerini de kesecek şekilde ciddi bir siyasal bilinç geriliği taşımasına karşın, doğrudan eylemin içinde Fabrikalar Arası Kurul (FAK) gibi önemli bir mevzi de yaratılabilmiştir. Sermaye devletinin Metal Fırtınası karşısında estirdiği hukuk teröründe, Fabrikalar Arası Kurul’u terör örgütü olarak tanımlaması bu yanıyla boş bir hezeyan değildir.

Bahar Eylemleri’nin ardından büyük oranda geride kalan sınıfın bağımsız inisiyatifini örgütleyen bu mekanizmalar, birleşik bir sınıf hareketinin de en önemli mayasıdır. Birçok faktöre bağlı olarak oldukça kısa bir süre varlığını sürdürebilmiş olsa da FAK, Metal Fırtınası’nın önümüzdeki dönem işçi hareketine bıraktığı en önemli miraslardan biridir.

Tüm bu eylem süreçlerinden ortak bir ders çıkarmak gerektiğinde, bir kez daha bakılması gereken yer, politik önderliğin tayin edici rolü ile birlikte bu önderliğin harekete geçen işçi bölüklerinde sınıf bilincini ne ölçüde geliştirebildiğidir. Sınıf hareketine birleşik, kitlesel, militan ve siyasal bir sınıf hareketi yaratma perspektifi ile gerçekleştirilecek politik müdahale kadar, o güne kadar hareketin ileri-öncü öğelerinin tutarlı bir devrimci sınıf çizgisine kazanılması, bugünün en acil ihtiyacı ve günün kavranması gereken halkasıdır.


Üste