Logo
< Marks'tan Lenin'e emeğin korunması sorunu

Moral yozlaşmanın yaygınlaşması ve "emeğin korunması" uğruna mücadelenin artan önemi


İşçi sınıfı ile emekçi kuşakların fiziki ve moral yozlaşmaya maruz kalmaları, kapitalist üretim ilişkilerinin tarih sahnesine çıkmasıyla başlayan köklü bir sorundur. Sorunun kapsamı, derinliği ülkeden ülkeye, ya da kapitalizmin gelişim aşamalarına göre farklılıklar göstermekle beraber, hiçbir zaman ortadan kalkmamıştır. Kapitalizmin "birikim yasası" sorunu yaygınlaştırırken, sınıf çatışmalarının keskinleştiği, emekçilerin örgütlü bir sınıf olarak sermaye egemenliğinin karşısına dikildiği dönemlerde ise sorun, asgari düzeye iner.

"Kandan ve ateşten harflerle yazılan tarih"

Kapitalizmin emekçileri yozlaştırıp tüketmesi, henüz ilkel sermaye birikimi döneminde acımasız bir hal almıştı. Bu konuda köle ticareti, sömürgecilik, yağma, emekçilerin zorla mülksüzleştirilmesi akla ilk gelen örneklerdir. Özellikle mülksüzleştirme sorunu; kapitalistlerin parayı sermayeye çevirmek için gereksinim duyduğu -üretim ve geçim araçlarından yoksun olduğu için emek gücünü satmak zorunda olan- emekçilerin el altında bulunması açısından vazgeçilmezdi. Marks, kapitalistlerin, bu amaca ulaşmak için ne kadar vahşileştiklerini şu sözlerle dile getirir: "... Ve onların mülksüzleştirilmesini anlatan bu öykü, insanlık tarihine, kandan ve ateşten harflerle yazılmıştır." (Kapital, Cilt 1, çev. Alaattin Bilgi, s. 679, Sol Yayınları)

Kuşaklar boyu devam eden çetin sınıf savaşımları sayesinde işçi sınıfı, kapitalistlerden belli hakları söke söke almıştır. Birçok ülkede komünistlerle organik bağ içinde gelişen işçi hareketini bastıramayan burjuvazi ekonomik, sosyal, siyasal alanlarda tavizler vermek zorunda kalmıştır. Ağır bedellerin ödendiği bu mücadele sürecinde proletaryanın sınıf bilici gelişmiş, ekonomik-sosyal alandaki kazanımlar sonucu, yaşam standartlarında nispi bir düzelme olmuştur.

Büyük Sosyalist Ekim Devrimi'nin zaferinden sonra toplumsal devrim korkusuna kapılan burjuva sınıflar, kapitalist sistemin krizinin de derinleşmesiyle faşizme başvurdular. Kızıl Ordu'nun faşizmi ezerek ikinci emperyalist paylaşım savaşına son vermesi, ardından da "sosyalist blok"un Sovyetler Birliği önderliğinde kurulması, sistemin efendilerini derin kaygılar içine sürükledi. Avrupa işçi sınıfının komünist partilere verdiği yaygın desteği de hesaba katan emperyalist ülkeler burjuvazisi, -nesnel koşulların da uygun olmasıyla- "sosyal devlet" adı altında, (azgın bir anti-komünist propaganda eşliğinde) geçmiş dönemlere nazaran nispeten daha geniş kapsamlı ekonomik-demokratik haklara, yaklaşık çeyrek yüzyıl tahammül etti. Emperyalist-kapitalist sistemin 1970'li yıllarda krize girmesiyle "sosyal devlet" demagojisi adım adım terk edilmeye başlandı. Son yıllarda ise işçi-emekçilerin kazanımlarını hedef alan saldırılar azgın bir hal almış bulunuyor.

Emekçi sınıfları diri tutan mücadelenin kendisidir

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında kapitalistleşme sürecinin hızlandığı bağımlı ülkelerde durum farklıydı. Zira bu ülkelerde "sosyal devlet"in esamesi bile okunmuyordu. Ancak sınıf çatışmalarının sert olması, işçi sınıfı ile emekçilerin mücadelesini politik boyutlara taşımıştır. Palazlanma sürecinde olan orta kuşak kapitalist ülkeler burjuvazisi, bu mücadeleleri, faşist cuntaları işbaşına getirerek -belli bir dönem için- bastırabilmiştir.

1980'deki 12 Eylül askeri faşist darbesine kadar Türkiye'de de benzer bir süreç yaşanmıştır. O dönemde işçi-emekçi hareketinin kitlesel, militan, dinamik gelişimi devrimci hareketin güçlenmesine zemin sağlarken, devrimci hareketin gelişip serpilmesi de sınıf hareketinin politikleşmesini hızlandırmıştır.

Daha çok eylem içinde bilinçlenen, sınıf olduğunun farkına varan emekçilerin ufku, mücadelenin siyasal boyuta taşınmasıyla genişler. Artık kapitalistin fabrikasında üretim sürecine katılmanın yanı sıra, düşünsel aktivitelere duyulan ilgi de artmaya başlar. Bu ise proletarya saflarında hem okumak/izlemek açısından, hem de bu alanda üretim yapmak açısında sanata, edebiyata duyulan ilgiyi arttırır.

Mücadele dönemleri, aynı zamanda sanat/edebiyat alanında üretim yapan orta sınıflara mensup kişilerin en azından bir kısmının emekçilerin safında yer almasını sağlar. Örneğin 1970'li yıllarda müzikten sinemaya, edebiyattan karikatüre, resimden heykele kadar geniş bir yelpazede üretim yapan sanatçıların azımsanmayacak bir kesimi, sınıfsız-sömürüsüz bir dünya uğruna verilen mücadeleyi desteklemiştir. Bu ortam düşünsel hayatın emekçiler arasında da canlı olmasını sağlamış, böylece düzenin işçi-emekçi kuşakları yozlaştırma çabası önemli ölçüde boşa düşürülebilmiştir.

Kırılma dönemi ve sonrası

"24 Ocak Kararları" diye adlandırılan "ekonomik istikrar paketi"nin uygulanabilmesi için, Amerikancı generaller 12 Eylül 1980'de faşist darbe gerçekleştirdi. Toplumsal muhalefeti şiddetle ezen sermaye iktidarı, yüzbinlerce ilerici-devrimci insanı tutuklayıp işkence tezgahlarından geçirdi. İşçi-emekçileri öncüsüzleştirerek korku ve yozlaşmanın karanlığına itmeğe çalıştı. Egemenler, korkuya bağlı bireyciliği yaygınlaştırarak, zulme başkaldırma, hak alma mücadelesi, dayanışma gibi değerleri gözden düşürmek istedi. Bu konuda belli başarılar da elde ettiler.

Sermaye devletinin boğucu ablukasına rağmen, darbe öncesinin mücadele deneyimini yaşamış işçi kuşağının öncülüğünde sınıf hareketi yeniden kitlesel boyutlara ulaşabildi. Korku, apolitizm, örgütsüzlük, bireycilik vb. gibi emekçileri çürüten çarpık eğilimler, '87'de başlayan, '89 "bahar eylemleri" ile kitleselleşen sınıf hareketi sayesinde bir yere kadar kırılabildi.

Sınıf hareketi 91'de, sendika ağalarının ihanetinin de katkısıyla, Mengen'de kırıldı. "Sosyalist blok"un dağılmasının ardından yaşanan bu ikinci yenilgi, geleneksel devrimci akımlar arasında tasfiyecilik sürecinin alabildiğine yayılması ile yeni boyutlara ulaştı. Bu aşamadan sonra da sınıf hareketinin belli çıkışları oldu, ancak bunların hiçbiri Mengen öncesi düzeye ulaşamadı. Semt emekçilerinin tepkisi ise Gazi direnişi ile en ileri noktaya ulaştı, ardından düşüşe geçti. '96 1 Mayıs'ı, hemen peşinden '96 Ölüm Orucu sürecinin yarattığı olumu hava, devrimci akımlar tarafından yeterince değerlendirilemediği ölçüde kısa sürede dağıldı. Cezaevi katliamları, Ulucanların ardından gelen 19 Aralık saldırısı ile doruğa çıktı. Kürt hareketinin köklü bir konum ve tutum değişikliği ile düzenle işbirliğine yönelmesi bu tabloyu tamamladı.

İMF reçetelerinin biri bitmeden diğerini uygulamaya koyan işbirlikçi sermaye düzeni, Kasım 2000 ve fiubat 2001 krizleri ile derin bir sarsıntı geçirdi. Bu krizler döneminde milyonlarca işçiyi kapı önüne koyan kapitalistler, faturayı işçi-emekçilere ödetmekte zorluk çekmediler. Zira devrimci hareketin devlet terörüyle zayıflatıldığı, sınıf hareketinin ise dibe vurduğu bir dönemde gündeme gelen saldırı karşısında emekçiler bir anlamda çaresiz kalmışlardır.

Yozlaşmanın alabildiğine yayılması için uygun zemin...

Krizle beraber, sadece açıklanan resmi rakamlara göre, iki milyon işçinin zorla üretim dışına sürülmesi, zaten yaygın olan işsizliği muazzam boyutlara ulaştırdı. Öyle ki, işçinin emek gücünü satın alacak kapitalist bulması neredeyse imkansız hale geldi. Milyonlarca insan iş bulma umudunu yitirdiği için iş aramaktan bile vazgeçti. İşçi-emekçi semtleri adeta işsizlerle dolup taştı. Sermaye sınıfının zorbalığına karşı gereken direnişi gösteremeyen işçi sınıfı, krizin ağır faturasını fiziki ve moral yozlaşmanın kucağına sürüklenerek ödemeye mahkum oldu.

Bu koşullar, kapı önüne atılmayan işçiler üzerinde de ağır bir basınca dönüştü. İşsiz milyonlar, kapitalistler tarafından, çalışan işçinin tepesinde "demoklasin kılıcı" gibi sallandırıldı. Bunun pratikteki yansıması; "Ne olursa olsun işimi kaybetmemeliyim. Bu koşullarda işsiz kalırsam bir daha ne zaman iş bulabileceğim belli değil. O halde patronun tüm dayatmalarını sineye çekmeliyim" şeklinde oluyordu.

Bu şartlar, işçi sınıfını çok yönlü bir kıskaç altına alan bir kısır döngüye yol açtı. Kapitalistlerin dayatmaları kabul edilince reel ücretler düştü. Ücret kaybını gidermeye çalışan işçi, 8 saat yerine 12-14 saat çalışmaya başladı. Bu ise fabrika önündeki işsizlerin bekleyişini kalıcı hale getirdi. Kapitalistler, üretim sürecinde iliklerine kadar sömürdükleri işçileri "fedakarlığa" çağıran "duygulu" konuşmalara daha sık başvurmaya başladılar. İşleri iyi durumdakiler dahil olmak üzere, sömürücü asalak takımının tümü, kokuşmuş düzenlerinin kaçınılmaz sonucu olan krizden yakınmayı alışkanlık haline getirdiler.

Son yıllarda üretimde "patlama" olduğu, ihracat rekorlarının kırıldığından söz ediyor kapitalistler. Ancak üretimdeki bu artışa rağmen istihdam edilen işçi sayısında bir artış söz konusu değil. İşte "saygın" holdinglerin bu "üstün başarı"ları tam da bu vahşi sömürü sayesinde mümkün oluyor.

"Kurban"lar işçi-emekçi ailelerin çocuklarıdır

Bu şartlarda çalışma sürecine katılmaya hazırlanan gençlerin durumu ise daha da vahimdir. Zira iş deneyimi olan yığınla işsizin bulunduğu yerde patronlar, deneyimsiz gençleri kolay kolay işe almazlar. İşe alınacak kadar "şanslı" olan gençlerin ücretleri ise bazı sektörlerde asgari ücretin yarısına kadar düşebiliyor. Yani işçi-emekçi çocukları iş bulsa da bulmasa da çoğunlukla belirsizliğe itilmiş, sisli bir gelecekle karşı karşıya bulunuyor.

Eğer bu sorunlar devrimci sınıf hareketinin güçlü olduğu bir dönemde yaşanmış olsaydı, bu gençlerin azımsanmayacak bir bölümü anti-kapitalist mücadelede yer alacaklardı. Bunun olmadığı yerdeyse, altlarındaki zemin son derece kaygan olmaktadır. İşte kriz sonrası yıllar tam da böylesine uğursuz koşullara denk düşüyor.

Kaygan zeminler üzerinde rotasız gemi gibi dolaşan genç kuşakların azımsanmayacak bir kesimi, düzenin tuzaklarına boylu boyunca uzanmaktadır. Son yıllarda sık sık dile getirildiği üzere işçi-emekçileri kemiren başlıca sorunlar; yaygın içki kullanımı; balli-tiner-esrar bağımlılığı; gasp-hırsızlık-cepçilik; çetecilik-mafyacılık-kumar; uyuşturucu-kadın pazarlama, fuhuşun emekçilerin yaşam alanlarının ta içine kadar yayılması; bıçak-silah taşımanın sıradanlaşması ve bu silahları birbirlerine karşı çok kolayından kullanmaları; herşeye rağmen emekçiler arasında varlığını sürdüren insani değerlerin bireyci-çıkarcı ilişkilerin ikame edilmesi, bunun sonucunda yabancılaşmanın yaygınlaşması...

Kapitalizmin iğrenç bataklığında yeşeren bu sorunlara ek olarak bir de şöyle bir sorun var. İşçi-emekçi gençlik içinde asgari düzeyde politik bilinci olan, düzenin sömürü, baskı ve zulmüne tepki duyan, ancak şu veya bu nedenlerden dolayı mücadeleye aktif olarak katılamayan bir kesim var. Genelde devrimcilere yakın duran, kimi zaman eylemlere de katılan bu gençler, çevrelerinin sorunlara tepkisiz kalmasını, mahalledeki arkadaşlarının bataklık içinde çırpınışını gördükçe ruhsal dengelerini koruyamaz hale geliyorlar. Yakın çevrelerinde günden güne büyüyen sorunlara müdahale edemeyen bu gençler ciddi psikolojik sorunlar yaşamaya başlıyor. Psikolojik rahatsızlıklar nedeniyle ilaç kullanan gençlerin sayısında muazzam bir artış var.

Yozlaşmanın "alt kültür"ü

Gençlerin bir kısmı, üretim sürecinde yer aldıktan sonra işsiz kalmış, bu durum uzayınca iş aramaktan vazgeçenlerden oluşuyor. Bir kısmı marjinal işlerde kısa süreli olarak çalışıyor. Bazılar ise, üretim sürecine katılmadan, doğrudan bataklığın içine sürüklenmiştir.

Yukarıda bahsi geçen sorunların hiçbiri yeni değil elbet. Çünkü, "Burjuvazi üstünlüğü ele geçirdiği her yerde... insan ile insan arasında, çıplak öz çıkardan, katı 'nakit ödemen'den başka bir bağ bırakmadı. Dinsel tutkuların, şövalyece coşkunun, dar kafalı duygusallığın en ilahi vecde gelmelerini, bencil hesapların buzlu sularında boğdu..." (K. Marks, F. Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, çev. Muzaffer Erdost. s.112. Sol Yayınları)

Mesele bu çirkefin hızla yaygınlaşıp, derin bir girdap gibi işçi-emekçi çocuklarını içine çekmesidir.

Gelinen yerde sorunun devasa boyutlara ulaşmasında, bu kirli işlerden nemalanan kolluk kuvvetlerinin -özellikle polis/jandarma-özel bir rolleri var. Bir de kolluk kuvvetleriyle organik bağ içinde olan, kirli işlerin profesyonelleri var. Bunlar, emekçilerin yaşam alanlarından, kirli işlerini görebilecek gençler devşirmek için çaba harcıyor. Ağlarına düşmeye hazır gençleri "işe çıkararak" yetiştiriyorlar. Amacı belli olmayan şiddetin genç beyinlere şırınga edildiği bir ortamda, belinde silahla dolaşan "abiler"in gençleri etkilemesi hiç de zor olmuyor. Günübirlik yaşayan, geleceği karanlık gören gençler için, bir "güçlü"ye sırtını dayamak cazip olabilmektedir. Bu ise aynı kirli işi yapanların giderek kümeleşmesini beraberinde getiriyor. Böylece "alt gruplar"ın "alt-kültür"leri oluşuyor.

Gasp, hırsızlık, uyuşturucu satışı, çek-senet tahsili vb. işlerden ele geçen para, asgari ücretle kıyaslandığı zaman, artık böyleleri için çalışmak, "aptalca" bir iş olarak görülmeye başlıyor. Hele 350 milyon için bir ay çalışmak, üstelik disiplinli bir şekilde, onlar için hiç de akıl kârı değil. İşler her zaman "yolunda" gitmediği için bu çevrelerde faydacılık, çıkara dayalı "arkadaş"lıklar, kısacası asalakça bir şekilde yaşamak en "akıllıca iş" oluyor. Kapitalizmin üretim süreci dışına ittiği gençleri çeken çirkef alanları böylece günden güne yaygınlaşıyor.

"Emeğin korunması" uğruna mücadelenin anlamı ve önemi

Kapitalizmin temel yasalarından biri, servet ile sefaleti zıt kutuplarda biriktirmesidir. Tarihin hiçbir döneminde sermaye birikimi günümüzdeki boyutlara ulaşmamıştı. Aynı şey açlık, sefillik ve ölüme mahkum edilen yoksulların sayısı için de geçerlidir. İki milyar insanın günde bir dolarla geçinmek zorunda olduğu dünyamızda, 200 şirketin serveti 2.5 milyar insanın gelirini aşıyor. Marksizmin kutuplaşma teorisinin korkunç boyutlarda bir doğrulanmasıdır bu.

Marks bu durumu şöyle saptar: "Toplumsal servet, işleyen sermaye, bu sermayenin büyüme ölçüsü ile hızı, ve dolayısıyla, proletaryanın mutlak kitlesi ve emeğin üretkenliği ne kadar büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar büyük olur. Sermayenin genişleme gücü ile, emrindeki emek-gücünün genişlemesi de aynı nedene bağlıdır. Bunun için, yedek sanayi ordusunun büyüklüğü, servetin potansiyel enerjisi ile birlikte artar... Ensonu, işçi sınıfının düşkünler tabakası ile yedek sanayi ordusu ne kadar yoğun olursa, resmi yoksulluk da o kadar yaygın olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak genel yasasıdır..." (K. Marks, Kapital, Cilt 1, Çev. Alaattin Bilgi, s.613)

Komünist partiler, emeğin korunması uğruna mücadeleye her zaman özel bir önem vermişlerdir.* Bu mücadelenin bir yönü işçi sınıfının fiziki ve moral yozlaşmadan korunması, öteki yönü ise tam da bu mücadele içinde onun kendi gücünün bilincine erişmesi, bu arada kapitalizmin sonuçlarına karşı mücadeleden onu yıkma mücadelesine geçmesinin kolaylaştırılmasıdır. Nitekim partimizin programında bu istemler uğruna mücadele tamı tamına bu amaç çerçevesinde gerekçelendirilir: "TKİP, işçi sınıfının fiziki ve moral yozlaşmadan korunması, kendi kurtuluşu uğruna verdiği mücadelede savaşma gücü ve yeteneğinin yükseltilmesi için, ayrıca şu istemler uğruna mücadele eder:..." (TKİP/Program-Tüzük, Eksen Yayıncılık, s.48)

İşçi sınıfının ekonomik, sosyal ve demokratik haklar (reformlar) uğruna mücadelesini, ki emeğin korunması uğruna mücadele demektir bu, devrimcilik adına küçümseyen çarpık tutum ve yaklaşımlar da olmuştur. Oysa TKİP Kuruluş Kongresi'nin program sorunu üzerine tartışmalarında ayrıntılı olarak ortaya konulduğu gibi (buna ilişkin en önemli bölümleri burada yazımıza ek olarak ayrıca sunuyoruz), bilimsel bir marksist parti programının üç temel bölümünden birini oluşturmaktadır bu sorun ve mücadele.

"Emeğin korunması"na ilişkin istemleri teorik olarak kapitalist düzen yıkılmadan da gerçekleşebilir. Bu istemlerin reform olarak nitelenmesinin ve marksist parti programlarında taktik bölümün içinde ifade edilmesinin nedeni de budur. Dolayısıyla marksist partiler hiçbir zaman bu istemleri stratejik hedef saymamışlar, tersine bunlar uğruna mücadeleyi işçi sınıfının siyasal iktidarı ele geçirmeye dayalı devrimci stratejik mücadelesinin "reformlar" bölümü olarak ele almışlar ve tam da bu sayede, bu istemler uğruna mücadeleyi işçi sınıfının devrimci iktidar mücadelesinin kaldıraçlarından biri haline getirmişlerdir.

Yedek sanayi ordusu ile bu ordunun bir parçası olan işçi-emekçi çocukları arasında fiziki ve moral yozlaşmanın yaygınlaşması bugünün Türkiye'sinde gözle görülen bir olgudur. Bu ise emeğin korunması uğruna verilen mücadelenin güncel önemini arttırıyor. Sosyalist devrimi gerçekleştirme stratejik hedefi gözardı edilmeden, ancak yeni olguları da hesaba katan taktik politika çerçevesinde bu alandaki mücadeleyi daha da güçlendirmek göreviyle karşı karşıyayız.

* "Lenin'in Engels'ten yararlanarak yaptığı sınıflama çerçevesinde, sınıf mücadelesinin üç temel alanından biri ekonomik mücadele alanıdır. Ama bu, dar ücret mücadelelerine ya da toplusözleşme dönemlerinde koparılacak bazı bazı sosyal haklara indirgendiği için, gereğince anlaşılamıyor ve bu nedenle küçümsenebiliyor. Soruna, bir takım kırıntılar için mücadele temel bir mücadele alanı olabilir mi yüzeyselliği ile bakılabiliyor. Oysa bakıyoruz, bu alan, "emeğin korunmasına ilişkin talepler" başlığı altında, marksist parti programlarının üç temel bölümünden biri olarak ortaya konulabiliyor. Klasik programlarda, teorik bölüm, siyasi bölüm ve emeğin korunması bölümü olarak sınıflandırılan üç temel bölümden birini oluşturuyor bu."

(Sınıf Çalışmasının Sorunları/TKİP Kuruluş Kongresi Belgeleri, s.24, Eksen Yayıncılık)