Logo

İşçi hareketi tarihinden kesitler - II


 

İşçi hareketi tarihinden kesitler - II

 

6.) 1970-80 dönemi: Toplumsal Muhalefetin
Gelişimive İşçi Hareketi

12 Mart Faşist darbesi devrimci önderleri katletmiş, yüzlerce devrimciyi cezaevlerine doldurmuş, ilerici aydın ve sendikacılara her türlü baskıyı uygulamış ve tüm bu uygulamalarıyla toplumsal muhalefeti kısa bir süre için de olsa susturabilmişti. Ama kısa bir süre için...

Tarihin saati 1974'ü gösterdiğinde, toplumsal muhalefet bu kez çok daha güçlü ve çok daha yaygın bir biçimde ülkeyi kaplayacaktı. İşçi eylemleriyle başlayan hareketlilik kısa sürede tüm emekçi katmanları, yarı-proleter kitleleri kucaklayan bir toplumsal muhalefet haline dönüşecekti.

Gelişen toplumsal muhalefet iki rengi içiçe taşıyordu; biri Ecevit mavisi, diğeri '71 devrimcilerinin kızıllığı. '70'li yıllara CHP, daha farklı bir görünümle çıkıyordu. Tekelci sermayenin devlet üzerinde artan hegemonyasından rahatsız olan orta sınıflar, bu dönemde Ecevit şahsında "sola" açılıyorlardı. CHP, "Emek En Yüce Değerdir!", "Sömürüye Son!", "Toprak İşleyenin, Su Kullananın!" vb. sloganları eşliğinde halkçı bir propaganda çizgisi izliyordu. Bu çizgisiyle de '60'larda 27 Mayıs'ın estirdiği rüzgarın benzerini '70'lerde bir başka biçimde estiriyor ve hoşnutsuzlukları artmış kitleler üzerinde etkili oluyordu.

Bir bütün olarak sol hareket '70'li yıllara güç ve prestij sahibi olarak girmiştir. Bu dönemin başlarında gerek reformist kanat, gerekse devrimci akımlar, ilk başlarda, örgütlenmekte zorluk çekecek kadar kitlesellik kazandılar.

'70-'80 döneminde, başını yine özel sektör işçilerinin çektiği bir dizi işçi eylemi yaşandı. Ekonomik krizin derinleşmesi ve siyasal krizin sık sık hükümet değişikliklerini zorunlu kılması nedeniyle, kitlesel işten atılmaların yoğunlaşmasına bağlı olarak, kamu sektöründe çalışan işçiler de '70'li yılların ikinci yarısından itibaren hareketlenmeye başladılar. '70'li yıllar aynı zamanda işçi eylemlerinin politik bir karakter kazanmaya başladığı yıllar oldu. Bu yıllarda yeniden kutlanmaya başlanan ve her biri sosyalizm şiarlarının yükseltildiği kitle gösterilerine dönüşen 1 Mayıs'lar, DGM'lere karşı yürütülen mücadele, İTÜ'de faşistlerce öldürülen devrimci öğrencilere sahip çıkmak amacıyla gerçekleştirilen faşizme ihtar eylemleri, DİSK'te örgütlü işçiler tarafından gerçekleştirilen önemli politik işçi eylemleriydi.

Aynı dönemde döneminde işçi hareketi daha militan bir karakter de kazanmaya başladı. Dönem boyunca ve özellikle de 1978 sonrası, pek çok kez işçi eylemlerinde devlet güçleriyle çatışmalar yaşandı. Fabrika işgalleri 1978 sonrası işçi hareketinin en tipik eylem biçimleri arasındaydı. TARİŞ direnişi ise bu eylemlilik sürecinin en son, en büyük ve en etkili halkası oldu.

1978'li yıllara kadar işçi eylemlerinin önüne açık bir engel olarak dikilmeyen DİSK, işçi hareketindeki militanlaşma ve düzen dışılaşma eğilimine paralel olarak, 1978-80 döneminde açık bir grev kırıcı rol oynadı. "Kendiliğindenci eylemlere hayır" gerici şiarı altında kendi inisiyatifini aşmaya başlayan eylemlere karşı düşmanca bir tavır sergiledi. DİSK içindeki devrimci odakları dağıtma çabasına yöneldi vb.

TARİŞ direnişi, yalnızca bu dönem militan işçi hareketinin son halkası değil, aynı zamanda DİSK'in ihanetçi yüzünün en açık biçimde kendini gösterdiği bir direniştir de. Yığınsal işten çıkarmalara ve fabrikalardaki faşist kadrolaşmaya tepki ile eyleme geçen TARİŞ işçileri uzun bir süre fabrikayı işgal ettiler, devlet güçleriyle çatıştılar. Ama sonunda yenildiler.

1970-80 dönemi sınıf mücadelesinin keskinleştiği, sosyalizm fikrinin yığınlar arasında güç kazandığı bir süreç olarak yaşandı. Bu dönemde işçiler, şehrin ve kırın yarı-proleter ve küçük burjuva unsurları devrimci bir politizasyon yaşadılar. Şehrin aydın küçük burjuva kesimlerinin sosyalizme eğilimleri arttı. Devrimci fikirler polis ve ordu içerisinde de yayıldı. Polis teşkilatı Pol-Der'li ve Pol-Bir'li polisler olarak bölündü. 1978'li yıllarda, kapitalist devlet işletmelerinde çalışan işçiler de mücadeleye giderek daha kitlesel biçimde katılmaya başladılar.

Ne var ki eksik olan bir şey vardı; bu potansiyeli kucaklayabilecek ve sosyalist devrim mücadelesine kanalize edecek bir önderlik. Solun reformist kesimleri, zaten böyle bir bakıştan ve niyetten yoksundu. Reformist sol, sınıf mücadelesindeki bu yükselişi kargaşa ve provokasyon ortamı olarak niteliyordu. Onlar politikalarını devrim üzerine değil, demokrasinin korunması ve geliştirilmesi üzerine oturtmuşlardı. Bu amaçla da, tüm bu gelişmeler yaşanırken bütün dikkatlerini, "bujuvazinin anti emperyalist ve anti faşist özellikler gösteren ve sola açılan ulusal kesimleriyle" bir ulusal demokratik cephe oluşturulması sorununa vakfetmişlerdi.

Solun devrimci kanadı ise hem böyle bir perspektiften, hem de bu potansiyeli kucaklayıp ona önderlik edebilecek birikim ve çaptan yoksundu. Toplumsal tabanlarını ağırlıkla şehrin ve kırın yarı proleter unsurlarından, modern küçük burjuvaziden ve öğrencilerden bulan bu akımlar, uzun süre işçi sınıfına ciddi bir ilgi bile duymamışlardı. Ancak, 1978'den sonra, işçi hareketinin iyiden iyiye ivme kazandığı bir dönemde, kısmen de olsa sınıfa yöneldiler. Ne var ki, bu yönelim işçi hareketine küçük devrimci sendikaların alternatif gösterilmesi yüzünden sınıf hareketini bölücü bir özellik taşıyordu. Diğer taraftan bu politika sınıf içinde ciddi hiç bir karşılık bulamadı.

* * *

Kapitalist ekonominin bunalımı 1977 ve izleyen yıllarda giderek derinleşti.

"Bozulan ödemeler dengesi, yüzlü rakamlarla ifade edilmeye başlayan enflasyon, artan işsizlik, yükselen işçi hareketi ve toplumsal muhalefet, karların düşmesi, ülkeye bir iç savaş görüntüsünün hakim olması, yeni yatırımlar yapılamadığı gibi mevcut kapasitenin ancak %30'unun kullanılması, petrol krizinin yarattığı şok, 1980 öncesinin manzarasını oluşturuyordu.

“Bunalıma çareler daha henüz '77 Ecevit Hükümeti döneminde aranmaya başlandı. Ünlü 'kemerleri sıkma' politikası ilk kez Ecevit hükümeti döneminde telaffuz edilmeye başlandı. Ardından gelen Demirel hükümeti 24 Ocak kararlarını ilan etti. Fakat tüm bunlara rağmen, bu "istikrar tedbirleri" uygulanamıyordu. Uygulanmasının ilk şartı toplumsal muhalefetin susturulmasıydı." (EKİM I. Genel Konferansı, Değerlendirme ve Kararlar, s. 98-99, Eksen Yayıncılık)

Ve 12 Eylül 1980'de, devlet partisi ordu, sermaye sınıfının bu keskin kılıcı, düğümü çözmek için yine sahnedeydi.

7.) 1980-94 Dönemi: Yenilgiden Yeni Yükselişe

24 Ocak Kararları ve 12 Eylül faşist darbesi, bu birbirine bağlı iki olay, Türkiye kapitalizminin girmiş olduğu bunalımdan kurtulma çabasının iktisadi ve siyasi boyutunu simgeler. Kapitalist düzenin bunalımdan çıkış için uyguladığı politika geniş bir kapsama sahiptir. Zira bu politikalar aynı zamanda uluslararası kapitalist işbölümündeki değişimlere göre kapitalist düzenin kendini reorganize etme çabalarıdır da. Türkiye kapitalizmi bu yeni işbölümüne bağlı olarak yeni bir birikim modeline, sermaye çevrelerinin ifadesiyle, “ihracata yönelik kalkınma modeline” yönelmektedir.

'80'li yıllara gelindiğinde, Türkiye kapitalizmi, kendini döviz kıtlığı biçiminde dışa vuran bir kaynak krizi ile yüzyüzeydi. Bunalım Türkiye kapitalizminin ithalat kapasitesini azaltıyor, özellikle yatırım malları ve ara mallarının ithalatında ciddi bir tıkanma yaşanıyordu. Bunun anlamı ise sanayi üretiminin neredeyse durma noktasına gelmesi, iflasların ve işsizliğin artmasıydı. '80’lerin Türkiye'sinde mevcut üretim kapasitesinin ancak %30’u kullanılabiliyordu. Sermaye devletinin temsilcilerinin yeni dış borç kaynakları bulma çabası da bir sonuç vermiyordu. Zira hem Türkiye hayli borçlanmış bir ülkeydi, hem de azgelişmiş kapitalist ülkelerin pek çoğunun dış borçlarını ödeyemez bir duruma düşmüş olması nedeniyle uluslararası planda bir “borç krizi” yaşanmaktaydı.

Uluslararası sermaye çevreleri yeni dış borç vermek için bu türden tüm azgelişmiş ülkelere benzer bir dayatmada bulunmaktaydı; ekonomilerini ihracata yönlendirmeleri. Bu tür ülkeler ekonomilerini ihracata yönelterek, kendileri gibi borç ödeyemez duruma düşmüş diğer azgelişmiş ülkelerle rekabet edecekler, bu kördöğüşü rekabette ihracatını artırmayı başarabilenler, kaynak-döviz sorununu çözme konusunda da bir mesafe almış olacaklardı. Böylece gerekli ithalatı yapabildikleri gibi, emperyalist merkezlere olan borçlarını da ödeyebilir duruma geleceklerdi.

Peki bu ülkelerin ihracat kapasitelerini, diğer bir deyişle rekabet kapasitelerini artırmaları nasıl mümkün olacaktı? Çünkü bu ülkeler gelişkin bir teknolojiden yoksundular ve süreklilik kazanmış bir kaynak sıkıntısı ile yüzyüzeydiler. Bu nedenlerle üretim maliyetlerini aşağıya çekerek rekabet güçlerini artırmaları çok zordu. Aşağıya çekilebilecek tek maliyet kalemi ise işçi ücretleriydi. Dolayısıyla bu ülkelerin hangisi ücretleri en alt düzeye indirebilirse, o diğerlerine karşı rekabet üstünlüğü sağlayabilmiş olacaktı.

24 Ocak, bu yönelimin iktisadi manifestosu oldu. Ne var ki bu iktisadi politikalar olağan parlamenter yöntemler eşliğinde uygulanamazdı. Düşük ücret politikası için dönem hükümeti, Toplu Sözleşme Koordinasyon Kurulu vb. gibi düzenlemelere gitti, ama başarılı olamadı. Oy kaygıları, büyüme dönemine has politikalardan kriz politikasına geçişte zorluk ve tüm bunlardan çok daha önemlisi yaygınlaşan grev ve direnişler, devrimci hareketin gücü vb. sermayenin bu saldırı politikasını önemli ölçüde sınırlamaktaydı. Bu politikalar ancak 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğü koşullarında uygulanabilmiştir.

12 Eylül askeri faşist diktatörlüğü döneminde işçi ve emekçilere pek çok cepheden bir saldırı politikası yürütülmüştür. Ücretler düşürülmüş, işçiler kıdem tazminatı, emeklilik, sigorta hakkı vb. gibi tüm cephelerden ciddi hak kayıplarıyla yüzyüze kalmışlardır. Bu dönemde uygulanan politikalar aracılığıyla sermayenin 1979’da %42 olan milli gelir içindeki payı, 1989’da %68’e çıkmış; ama aynı süreçte işçilerin milli gelir içindeki payı %33'ten %14’e geriletilmiştir.

12 Eylül rejimi, işçi ve emekçilere dönük saldırılarında yalnızca kısa dönemli politikalarla yetinmemiş, burjuva normları açısından bile demokrasiyle en küçük bir ilgisi olmayan '82 Anayasası ve çeşitli yasaklarla işçilerin örgütlenme, grev ve toplu sözleşme vb. haklarını tümüyle sözde haklar haline getirmiştir. DİSK kapatılmış, işçiler çeşitli baskı ve yöntemlerle sendikalarından ayrılmaya zorlanmış, tümüyle örgütsüz bırakılmışlardır. Burada özel olarak belirtilmesi gereken bir nokta da şudur: 1980’den sonra kapitalist devletin KİT’lere ilişkin politikalarında köklü değişiklikler olmuştur. Geçmişte ithal ikameci birikim modelinin motoru olan KİT’ler, bu yıllardan sonra düşük ücret politikalarında motor rolü oynamışlardır. Düşük ücret politikasının dolaysız sonucu olarak KİT işçilerinin yaşam ve gelir düzeylerinde hızlı bir düşüş yaşanmıştır.

İşçi sınıfı 12 Eylül’ü suskunlukla karşıladı. Bazı bölgelerde ve fabrikalarda çeşitli açık ve gizli direnişler olmasına karşın 12 Eylül rejimine karşı kaydadeğer bir direniş gösterilememiştir. Bu sessizliğin içiçe geçmiş pek çok nedeni vardır. İşçi sınıfı, bu dönemde bir bütün olarak davranma imkanından büyük ölçüde yoksundu. 12 Eylül’ü siyasal ve sendikal alanda ciddi bir bölünmeyle karşıladı. Buraya dek anlatılanlardan çıkarılabileceği gibi kendi içinde kamu ve özel sektör düzeyinde, düzen içi sağcılık ve düzen içi solculuk ekseninde önemli bir bölünmüşlük yaşıyordu. Bu bölünmüşlük sendikal alanda Türk-İş ve DİSK nezdinde yansıyordu. Bu, direnişi zorlaştıran önemli bir etkendi. İkinci olarak, işçi sınıfı yorgun ve moralsizdi. Zira 1978-80 arası dönemde işçi eylemlerinde genel bir yoğunlaşma ve yükselme sözkonusuydu ama işçi sınıfı öndersizlikle de doğrudan bağlantılı olarak bu dönemde pek çok eylemde yenilgiyle yüzyüze kalmıştı. DİSK eylemlere önderlik etmek bir yana, açıktan eylem kırıcı bir rol oynuyor; devrimci hareket ise doğan önderlik boşluğunu perspektif, hazırlık ve önderlik yeteneği açısından doldurabilecek konumdan hayli uzak bulunuyordu. İşçi sınıfı bu açıdan da 12 Eylül rejimine karşı bir direniş örgütleyecek pozisyondan uzak gözüküyordu.

Tüm bunlara eklenebilecek bir kaç önemli etken daha var: İşçi sınıfı içinde 12 Mart’ın yarattığı “şüphe”ler bir yana, ordu hakkında pratik deneyimle elde edilmiş bir tecrübe, bir açıklık sözkonusu değildir. Aksine tüm toplum nezdinde varolan yanılsamalar işçi sınıfı içinde de küçümsenmeyecek bir etkiye sahiptir. 27 Mayıs, “hak getiren” bir askeri darbe olmuş, uzun süre sınıfın en ileri kesimlerinin mücadelesi bile “27 Mayıs’ın sağladığı anayasal hakların fiiliyatta uygulanmasını" gerçekleştirmek çerçevesini aşamamıştır. 12 Mart bu alanda belli şüpheler yaratmakla birlikte, bu faşist askeri darbenin işçi sınıfı açısından yarattığı tahribat sınırlı ve kısa süreli olmuştur. Neticede kısa süre sonra DİSK açılmış, işçiler ücret kayıplarını hızla telafi edebilmiştir. İlan edilen genel “af”la pek çok devrimci, ileri işçi, ilerici sendikacı ve aydın cezaevlerinden salıverilmiştir. Kısacası 12 Eylül’ün anlamı işçi sınıfı tarafından bu etkenler nedeniyle yeterince kavranamamıştır.

Bu süreçte politik önderlikten yoksun olmanın da son derece belirleyici ve özel bir rolü söz konusudur. Belirttiğimiz gibi, 1978-80 döneminde hareket DİSK’i aşmaya başlamıştır. Aştığı oranda da DİSK’in eylem kırıcı rolü daha iyi kavranabilmiştir. Bu gelişim sınıf hareketinde açık bir önderlik boşluğu yaratmış ve bu boşluk devrimci sınıfsal bir temelde doldurulamamıştır. Öte yandan bir bütün olarak sol hareketin işçi sınıfına dönem boyunca taşıdığı “bilinç” temelde 27 Mayısçılık ve Ecevit halkçılığı çizgisini fazlaca aşamamıştır. Kapitalizmden yalıtılmış bir “anti-faşizm” ve sermaye devletini hedeflemekten uzak, yalnızca sivil faşist güçlere karşı bir “can güvenliği” talebi 1970’li yıllarda yürütülen faaliyetin temel ekseni olmuştur. Bu bakış sermaye devletine karşı savaşta işçileri donatmak bir yana, “can güvenliği”ni sağlamak için yönetime el koyduğunu ilan eden 12 Eylül rejimine karşı onları “bilinç” düzeyinde silahsızlandırmıştır da...

Reformist ve devrimci kanatlarıyla geleneksel sol hareketin 12 Eylül sırasındaki tutumları, “önderlik” niyet ve kapasiteleri hakkında ibret verici bir tablo oluşturmaktadır. TKP, faşist yada askeri diktatörlük adını yakıştırmayıp, “askersel devrim” dediği 12 Eylül rejimi karşısında daha başından itibaren “hayırhah” bir tutum almıştır. 12 Eylül rejiminin faşistlere ve ülkücü bozkurtlara yönelik şiddetini tasvip edip alkış tutmuş, SSCB ile ilişkilerin iyileştirilmesi yolunda telkinlerde bulunmuştur.

Bu aynı dönemde DİSK’in yöneticileri de Cunta'nın “teslim ol” çağrısına büyük bir sadakatle, Selimiye önünde kuyruklar oluşturarak yanıt vermekteydi. Geleneksel sol hareketin en kitlesel yapılanması olan Dev-Yol ise, perspektifindeki zayıflıklarla doğrudan ilgili olarak, 12 Eylül rejimi karşısında tümüyle hazırlıksız ve dirençsizdi. Dışardan bakıldığında heybetli görünen bu yapı 12 Eylül rejimi tarafından bir kaç ay içinde hemen tümüyle çökertildi. Kurtuluş, Cunta'yı izleyen günlerde, bir paniğin ve ne yapacağını bilememenin göstergesi olarak “ricat” kararı aldı. Önce ilişkiler gevşetildi ve sınırlandı, sonra ('82’deki kısır toplanma çabasının da başarısızlığa uğramasıyla) bugüne kadar sürüp gelen bir örgütsüzlük ve tasfiye süreci içinde yuvarlandı. TDKP, 1981 Nisan’ında merkezi bir darbe yiyerek büyük ölçüde çökertildi. Kısa bir süre sonra bu örgütte 1987’ye kadar süren bir örgütsüzlük ve faaliyetsizlik dönemi başladı.

Bu kolay yenilgi, hiçbir biçimde olağan ya da tesadüfi değildir. Bu sonuç, mevcut hareketlerin perspektif zayıflıkları, birikim ve tecrübe azlığı, bunlarla bağlantılı olarak, siyasal önderlik yeteneklerinden yoksun olmalarıyla doğrudan ilişkiliydi. Bu alandaki zayıflıklar kendini ilk kez, 12 Eylül karşısında bir direniş hattı oluşturulamaması ve kolay bir çöküş yaşanması biçiminde göstermiyordu. 1978-80 dönemi ve özellikle Tariş direnişi bu gerçeği çok açık bir biçimde ortaya koymuş bulunmaktaydı. Bir iki istisna dışında, “yakın bir devrim” beklentisi içinde olan bu yapıların hiçbiri, gerçekte buna uygun bir taktik-politik-askeri hazırlığa sahip değildiler. Çimentepe, Gültepe gibi önemli semtleri de kucaklayan Tariş Direnişi'nde silahlar ve barikatlar vardı. Ama bunun anlamını kavrayacak ve buna uygun bir önderlik düzeyi gösterecek bir örgüt yoktu. Sermaye Tariş’i ilk ciddi saldırısında kolay bir biçimde mağlup etti. Bu direniş burjuva iktidara hem sınıf hareketinin ulaşmış bulunduğu tehlikeli boyutu, hem de tüm devrimci hareketin bu direnişe önderlik edecek bir hazırlıktan yoksun olduğunu gösterdi. Sermaye devletinin kendine güveni arttı. Ardından Çorum ve Fatsa saldırıları geldi. Devrimci hareket daha bu süreçte tüm mevzilerinden sökülüp atılmaya başlandı.

İşte 12 Eylül bu sürecin ardından geldi ve çok zorlanmadan başarı kazandı. 1984 yılına kadar, ülkeye kendi karanlığını hakim kılmayı başardı. Hemen hiç bir direnişle karşılaşmadan kendi programındaki bütün düzenlemeleri gerçekleştirdi.

1980-84 dönemi, ciddi ücret ve hak kayıplarına rağmen işçi hareketi açısından tam bir suskunluk dönemi olarak yaşandı. Sınıf saflarında yenilgi psikolojisi egemendi. Düzenin yürüttüğü yoğun ideolojik kampanya, yenilginin hakim kıldığı umutsuzluk atmosferi sınıf saflarında da küçümsenmeyecek oranda yankısını buldu. Depolitizasyon, atomizasyon, bireycilik, şans oyunları, içki ve kumar alışkanlığı mücadeleden uzak ve mücadele konusunda umutsuz sınıf bireyleri arasında yaygın bir eğilime dönüştü. Gelir ve yaşam düzeyindeki düşüşü sınıf mücadelesi aracılığıyla telafi etmek yerine, bireysel “telafi” yöntemleri denendi. Diğer aile bireylerinin işe girmesi, ikinci bir işte çalışma, çocukları okuldan çekerek masrafları kısma vb. gelir azalmasına gösterilen tepkinin ana biçimi oldu.

Hareketsiz ve suskun geçen bu 4 yılın ardından, işçi hareketinde ilk kıpırdanışlar 1984 yılından itibaren görülmeye başlandı. 1987-91 döneminde ise Türkiye işçi sınıfı tarihinin en yaygın eylemlilik sürecini yaşadı. Netaş greviyle başlayan süreç Zonguldak madenci eylemiyle doruk noktasına ulaştı. Bu eylemlilik sürecinin sonunda sendikalar göstermelik de olsa bir genel grev kararı almak zorunda kaldılar. 1991’den bugüne kadar uzanan süreçte ise işçi hareketinde mevzi eylemlerin hakim olduğu bir nisbi durgunluk dönemi yaşanmaktadır.

1987-91 eylem sürecinin ve '91-'94 nispi durgunluk sürecinin hemen hemen tüm özellikleri, komünist yazında ayrıntılı sayılabilecek bir tarzda ortaya konulmuştur. Biz burada '87-'94 eylemlilik sürecinin özelliklerine yalnızca özet olarak değinmekle yetineceğiz.

Bu eylemlilik sürecinin en önemli özelliklerinden biri yaygınlığıdır. '87’den sonraki sınıf hareketliliği neredeyse sınıfın tümünü kucaklayan bir özellik göstermiştir. Hatırlanacağı gibi geçmiş dönemlerde hareket daha ziyade özel sektör işçilerini kapsamaktaydı. Bu ise sınıf mücadelesinin gelişimi açısından ciddi bir dezavantaj oluşturmaktaydı.

Dünün nispeten hareketsiz kesimini oluşturan kamu sektörü işçileri, 1980 sonrasında işçi hareketliliğinin ana gövdesini oluşturmakta, başını çekmektedir. Bu sınıf hareketliliği açısından son derece önemli bir gelişmedir. Zira sınıfın bu kesimi geçmişte, işçi sınıfının burjuva düzenle bağı en kuvvetli, bir sınıf olarak davranma kavrayışı en zayıf olan kesimiydi. Kamu sektörü işçisindeki bu hareketlenmenin nedeni, düşük ücret politikasından dolaysız olarak etkilenmeleri ve devletin kapitalist niteliğiyle ilk kez bu denli dolaysız biçimde yüzyüze gelmeleriydi. Saldırıdan tüm işçiler büyük bir zarar görmüştü. Kapitalist devlet sınıfın farklı bölümleri arasında politika değişikliği yapacak esneklik imkanlarını yitirmişti ve sınıfın tümüne aynı acımasız yüzüyle saldırmaktaydı. Sınıfın yasal mücadele kanalları aşağı yukarı tümüyle tırpanlanmış, işlevsiz hale getirilmişti. Mevcut yasal düzenlemeler tek tek mevzi direniş ve grevlerle başarı elde edilmesini büyük ölçüde imkansızlaştırmıştı. Bu durumun işçi hareketi açısıdan iki önemli sonucu oldu. Birincisi; işçi sınıfı her eyleme çıkışında yasal alanı ihlal eder hale geldi. Hemen tüm eylemlerde mevcut yasaları fiilen çiğnedi ve boşa çıkardı. '87-'91 dönemi eylemliliklerinde yasadışılık en genel özelliklerden biri oldu. İkincisi; bu durum sınıf içinde genel eylem isteğini yaygınlaştırdı, sınıf dayanışmasının önemi konusunda işçiler açısından önemli bir eğitim olanağına dönüştü. “İşçiler Elele Genel Greve!” sloganı '87-'94 eylemliliklerinde yükseltilen en temel şiar oldu.

Eylemler başlangıçta, “Açız!” sloganıyla başlamıştı. Bu slogan işçi eylemlerini motive eden temel nedenleri en açık biçimde gösteriyordu. Ne var ki işçiler daha ilk adımda “açlıkları” ile 12 Eylül rejimi ve onun izleyicisi ANAP rejimi arasında belirli belirsiz bir bağ kuruyorlardı. Bu süreçte yaşanan eylemlerde 12 Eylül ve ANAP karşıtı bir karakter açık bir biçimde görülebiliyordu. Bu, yasal sınırların son derece dar olması gibi bir faktörle birleşince, işçi eylemlerine daha ilk adımda zayıf da olsa bir politik karakter kazandırıyordu.

Bu dönemin işçi hareketinin önemli özelliklerinden biri de, hiç bir burjuva partinin dolaysız bir etkisi ve yönlendirmesi altında olmamasıdır. Önemli oranda çeşitli burjuva partilere oy veriliyor olmasına karşın, bu durumun işçi hareketi üzerinde herhangi bir bölücü rolü söz konusu değildir. Türkiye kapitalizminin dönemsel eğilimlerine ve krize bağlı olarak, tüm burjuva partilerin tek bir program etrafında toplanmış bulunması olgusu, bu partilere güvensizlik duygusunu besleyen en önemli etken olmuştur. Bilindiği gibi geçmiş dönemde işçi hareketi burjuva partiler arasında bölünmüştü, işçi sınıfının çeşitli kısımları çeşitli burjuva partilere belli bir umutla bakabiliyordu.

Bölünmüşlük geçmiş dönemde sendikal örgütlülük alanında da mevcuttu. Başta DİSK’li işçiler olmak üzere, sendika bürokrasisine karşı belli bir güven sözkonusuydu. Eylemlerde atılan değişmez sloganlardan biri, “Yaşasın DİSK!” sloganıydı. Oysa '80 sonrası işçi hareketi bu açıdan da önemli değişiklikler yaşamaktaydı. Özellikle Türk-İş’in 12 Eylül rejimi karşısında takındığı açık işbirlikçi tutum, Cunta hükümetine bakan vermesi, "Anayasa’ya evet" kampanyası yürütmesi vb. işçiler nezdinde Türk-İş bürokrasisinin gerçek kimliğini açığa çıkaran olaylar oldu.

”Kahrolsun Sendika Ağaları!” sloganı başta olmak üzere, sendika bürokrasisinin sermaye sınıfına uşaklığını teşhir eden sloganlar işçi eylemlerinde çok sık duyulmaya başlandı. İşçiler pek çok kez 'sendika basma’ eylemi gerçekleştirdi.

Bu dönem işçi hareketi açısından belirtilmesi gereken bir diğer önemli özellik ve gelişme; işçi hareketinin kendi dışındaki toplumsal kesimlere de belli bir ilgi göstermeye başlamasıdır. Bu gelişme kendini daha çok kamu çalışanları ile ortak mücadele isteği biçiminde göstermektedir. Aynı duruma Kürt ulusal sorunu açısından bakıldığında, işçi sınıfının henüz bu soruna genel kitlesiyle sahip çıkmaktan uzak olduğu söylenebilir. Ne var ki yine '91-'94 döneminde, ileri işçiler şahsında Kürt ulusal sorunu daha sık tartışılır ve “Kirli Savaşa Son!” şiarı mücadele talepleri arasında yer alır olmuştur. Henüz cılız bir biçimde de olsa işçi eylemlerinde, “Kürt ulusuna özgürlük” talep eden sloganlar duyulur hale gelmeye başlamıştır.

Buraya kadar anlatılanlar, '80 sonrasında işçi sınıfının önemli değişimler yaşadığını, kendi güncel ekonomik ve demokratik çıkarları doğrultusunda bir bütün olarak davranabilme yeteneği kazandığını göstermektedir. İşçi hareketi, burjuva partiler ve sendika bürokrasisi karşısında daha bağımsız bir tutum sergilemekte, bu anlamda bağımsız bir siyasal eylem sürecine girme olanakları da çoğalmış bulunmaktadır. Ne var ki, geçmişe göre daha yaygın ve kitlesel olmasına karşın, '80 sonrası işçi hareketinin politizasyon ve militanlık açısından geçmiş dönem işçi eylemlerinin düzeyine henüz ulaşmamış bulunduğu da bir gerçektir.

Sınıf hareketiyle bağı olan, sınıf mücadelesinin gelişme ihtiyaçlarına yanıt verme yeteneğine sahip bir örgütlenme düzeyine, bir partili mücadele düzeyine ulaşılmadığı sürece, işçi hareketinin eylem ve örgütlenme düzeyinde bir nitelik değişimi söz konusu olmayacaktır. '80 sonrası işçi hareketinin en temel zayıflığı hiç kuşkusuz bu alandadır.

8.) Değerlendirme ve Sonuçlar

1. İşçi hareketi 1908'den bu yana belli bir süreklilik gösteren bir geçmişe sahiptir. Cumhuriyet öncesi tarihi ile cumhuriyet sonrası tarihi arasında, birbirinden bütünüyle yalıtılmış bir süreç sözkonusu değildir. Ama bu tarihi gelişimde işçi hareketi açısından daha sonraki süreçte önemli olumsuzluklara kaynaklık edecek ciddi kopukluklar ve zedelenmeler vardır.

Türkiye işçi sınıfı, Türk burjuvasizisinden daha önce oluşmuş bir sınıftır. Osmanlı burjuvazisi daha çok komprador levanten kesimlerden oluşmaktadır. Türkiye işçi sınıfının Türk burjuvazisinden daha önce oluşmuş ve dolayısıyla daha güçlü bir sınıf olması, bu kadarıyla bir avantaj gibi görülebilir. Ne var ki, yaşanan gelişme tam aksine işçi hareketi açısından bu durumu bir dezavantaja dönüştürmüştür. İşçi sınıfının sınıfsal sömürü ile ”yabancı tahakkümü” arasındaki ilişki ve farklılıkları doğru bir temelde kavramasını zorlaştırmıştır. İşçi sınıfı daha çok birinci tür sömürüyü, ikinci tür sömürünün doğal bir uzantısı olarak görmüştür. Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın rüzgarının da etkisiyle işçi sınıfı burjuvaziye karşı mücadele etmekten çok, yabancı tahakkümüne karşı mücadele etmiştir. Bu onu kendi ulusal burjuvazisine yakınlaştırmıştır. Kendi iç bölünmesindeki özellikler de bu süreci besleyen bir diğer önemli etken olmuştur. Yabancı uyruklu gayri müslim işçilerle, Türk ve müslüman işçiler arasındaki farklı ücret ve çalışma koşulları, bu süreci hızlandırmış, kuvvetlendirmiştir.

2. Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında işçi sınıfı nicel ve nitel açıdan zayıf bir konumdaydı. Hem sınırlı sayıda işçi vardı, hem de işçileşme süreci yeniydi. İnşaat, tramvay, liman, tütün, gıda, maden vb. gibi sınıf mücadelesinin ve sınıf bilincinin gelişimi açısından elverişsiz sektörlerde yoğunlaşmıştı. Tüm bunlara yukarıda belirttiğimiz iç bölünme, vasıfsızlık, yabancı sermayenin etkisi gibi faktörler eklendiğinde, işçi sınıfının Ulusal Kurtuluş Savaşı'nda bir sınıf olarak devrime katılmak ve bir devrim tecrübesi kazanmak açısından önemli bir birikim elde edemediği sonucuna ulaşmak mümkündür. Bu, Avrupa işçi sınıfının burjuva devrimleri döneminde bir sınıf olarak elde ettiği deneyimden Türkiye işçi sınıfının yoksun olması anlamına gelir. Özellikle Avrupa işçi sınıfı, yalnızca burjuva devrimin mirasına değil, peşisıra, burjuvaziye karşı yürütülen bir dizi proleter devrimci mücadele tecrübesine de sahip olmuştur. Burjuva devriminden 1848’li yıllara kadar Avrupa, bir çok devrim ile sarsılmış, işçi sınıfı tüm bu mücadelelerin içerisinde ve hatta önünde yer almıştır. Kısacası Türkiye işçi sınıfı hiçbir devrim yaşamamış, onun tecrübelerini bir sınıf olarak biriktirememiştir. Bu, önemli bir tecrübe ve birikim eksikliği demektir.

Türkiye işçi sınıfının oluşum sürecinin bir başka özelliği; gelişim sürecini dünya genelinde ve ülke özelinde nispeten istikrarlı bir kapitalist gelişmenin yaşandığı bir tarihsel kesitte gerçekleştirmiş olmasıdır. Bu onun mücadelesini ve politizasyonunu engellemese bile, (kapitalizmin esneme imkanlarına bağlı olarak) bu mücadelenin düzen içinde tutulabilmesi imkanlarını artırmıştır. Çok daha önemlisi, sermaye, sınıfın farklı bölümleri karşısında farklı politikalar uygulayabilmiş, böylece sınıfın bir bütün olarak karşısına dikilmesini önemli ölçüde dizginleyebilmiştir. Sermaye iktidarının bu imkandan yararlanarak, KİT işçileri ile özel sektör işçileri arasında uyguladığı ayırımcı politika, sınıf içinde deneyim ve bilinç düzeyi açısından ciddi eşitsizlik ve kopukluklar doğurmuştur. Bu nedenden dolayıdır ki, özel kapitalist işletmelerde çalışan işçiler arasında bağımsız mücadele süreci son derece hızla gelişirken, devlet işletmesinde çalışan işçiler arasında uzun süre en gerici sermaye partileri önemli bir etkinlik alanı bulabilmiştir.

Hükümet partilerinin genellikle sağ sermaye partileri olması, KİT'lere toplumsal bilinç açısından en geri kesimlerden, hatta '70’li yıllarda yoğun bir biçimde MHP tabanından işçi devşirmek gibi bir sonuç doğurdu. Bu durum, büyüme döneminin ve izlenen birikim modelinin imkanlarına bağlı olarak, işçi haklarının nispeten barışçıl bir tarzda elde edilebilmesiyle birleşince, bu işletmelerdeki işçilerin bilinçlenme sürecini oldukça yavaşlattı.

4. İşçi sınıfının oluşum süreci ve gelişim özellikleri hakkında altı çizilmesi gereken bir başka nokta da, Türk burjuvazisinin sınıfa yönelik izlediği politikalardır. Zira Türk burjuvazisinin, bu alanda başlangıçtan itibaren uluslararası burjuvazinin deneyimlerini gözeten “sınıf bilinçli” bir yaklaşımı vardır.

Bilindiği gibi, uluslararası işçi hareketinin gelişim sürecinde sendikalar, sınıf mücadelesinin doğrudan ürünü olarak ortaya çıktı. Bu gelişim sürecinin bir sonucu olarak devrimci ve komünist hareketle yakın bağları oldu. Çeşitli değişiklikler yaşanmakla birlikte, çok uzun bir süre boyunca bağımsız mücadele örgütleri olma özelliklerini korudular. Gelişmiş kapitalist ülkelerde bu durum ancak İkinci Emperyalist Savaş ertesinde kesin bir biçimde değiştirildi. Sendikalar içinde sermayenin güdümü ve yönlendirmesi daha belirleyici hale geldi.

Türkiye işçi sınıfı tarihinde bu türden bağımsız işçi örgütlerine Cumhuriyet öncesi dönemde, 1908 ve 1914-21 eylemlilikler sürecinde rastlamak mümkündür. Cumhuriyet tarihinde ise DİSK’in 1967 yılındaki kuruluşuna kadar, devletten bağımsız bu tür bir örgütlenmenin mevcut olmadığını, (1946 yılında bu tür örgütlenmeler kuruldu ancak kısa süre yaşayabildi) görürüz.

Bunun en önemli nedenlerinden biri, Türk burjuvazisinin daha ilk adımda, işçileri kendi denetiminde örgütlemesi ve bu örgütler vasıtasıyla işçi hareketini disipline etmeye, denetlemeye çalışmasıdır. İşçi sınıfının Cumhuriyet'in başlangıç dönemindeki milliyetçi eğilimlerini de bu açıdan bir imkana dönüştüren kemalist burjuvazi, bu işçi örgütlerini sınıf içinde kemalist ideolojinin eğitiminin yapıldığı üslere dönüştürebilmiştir. Aynı bilinçle, kendi denetimi dışında hiçbir işçi örgütlenmesine izin vermemiş, bu örgütleri çeşitli yöntemlerle ezmeye, yoketmeye çalışmıştır.

1924 yılında kurulan Amele Teali Cemiyeti, 1946 yılında kurulan bir dizi yerel sendika bu türden işçi örgütlenmeleridir. Türk burjuvazisinin tavrı, bunları daha ilk adımda ezmek olmuştur. 1967’de kurulan DİSK de benzer yöntemlerle etkisizleştirilmeye çalışılmıştır. Ama bu kez mücadelenin dinamikleri çok daha güçlü olduğu için, Türk burjuvazisi bu çabasında uzun bir süre başarı kazanamamıştır.

5. Türkiye’de işçi sınıfının “haklarını” elde edişi belli özgünlükler taşır. Nitekim bu özgünlük nedeniyledir ki, yıllardır Türkiye’de hakların “yukarıdan mı verildiği, yoksa aşağıdan mı alındığı” ekseninde yoğun bir tartışma yürütülmektedir ve daha uzun süre de yürütülecek gibidir. Bu tartışma yürütüldüğü biçimiyle abartılıdır ve dolayısıyla yanlış bazı sonuçlar üretebilmektedir. Zira hakların yukarıdan verildiğini iddia eden yaklaşımlar, sınıf mücadelesinde yılların oluşturduğu birikimi boşa sayan, sadece hakların somut olarak elde edilmesini önceleyen, konjonktürdeki hareketlilik düzeyini esas alan yaklaşımlardır. Vardıkları sonuç ise “ihsan” teorisidir. Türkiye işçi sınıfının geriliği içeriği üzerine oturan, bildik, yılgın küçük burjuva aydın edebiyatıdır. Hakların aşağıdan mücadeleyle alındığı görüşünü savunanlar ise işçi hareketliliğini abartmakta, böylece hakların elde edilişindeki özgün süreci yok sayarak yanlış bir zeminde tartışmakta ve sonuçta gerçekleri daha da anlaşılmaz hale getirmektedirler.

İşçi sınıfının geçmiş kazanımlarını elde edişinde yılların sınıf mücadelesiyle oluşmuş birikimin ve sözkonusu konjonktürlerdeki sınıf dengelerinin doğrudan etkisi vardır. Burjuvazi sınıfın mücadelesinden ve işçiler ve emekçiler içerisinde o anda biriken tepki ve eylem düzeyinden bağımsız olarak hakları durup dururken, “ihsan” etmiş değildir. Özgünlük şuradadır ki, bu hakların elde edilmesini önceleyen günlerde şiddetli bir sınıf mücadelesi yoktur. Dolayısıyla “haklar”, burjuvazinin sıcak bir çarpışma pratiği ile geriletilmesi sonucunda elde edilmemiştir. Kısacası “haklar”ın elde edilmesi sınıf mücadelesinin birikimine, mevcut konjonktürlerdeki sınıf dengelerine, arayışlara ve patlama dinamiklerine dolaysız bağlı olduğu için "aşağıdan" ama bu birikim henüz patlamaya dönüşmeden (ve bunun önünün kesilmesi perspektifiyle de) verildikleri için "yukarıdan" elde edilmişlerdir. Bu sürecin bu şekilde gerçekleşmesini besleyen etmenlerden biri; Türk burjuvazisinin gerek kendi, gerekse uluslararası burjuvazinin deneyimlerine dayanan bir bilinçle hareket edebilmesidir. İkincisi; işçi haklarının aynı zamanda burjuvazinin iç mücadelesinin bir sonucu olarak elde edilmesidir. Üçüncüsü de; iç pazara dayalı sermaye birikim sürecinin ve bu süreçte kapitalist ekonominin nispeten istikrarlı bir büyüme grafiği izlemesinin bu tür politikalara imkan sağlamış olmasıdır.

Nitekim bu özgün gelişme, hakların alınması konusunda işçi sınıfının zihninde 27 Mayıs’ın, Ecevit halkçılığının özel bir yer edinmesini sağlamıştır. Ve bu durum uzun bir süre sınıfın kendi gücünün ve rolünün farkına varmasını zorlaştırmış, şu yada bu burjuva fraksiyona bel bağlama gibi çarpık bir bilincin gelişmesini beslemiştir.

6. İşçi sınıfının dünü ve bugününü anlamak açısından özellikle belirtilmesi gereken bir başka etmen de, sınıfın mülksüzleşme ve politikleşme düzeyi ve bunun zihinlerde geçirdiği evrimdir. Her şeyden önce altı çizilmesi gereken husus şudur: “Türkiye işçi sınıfı mülksüzleşerek fabrikaya dolmuş bir kitleyi değil, fabrikanın içinde iken süreç içinde mülksüzleşmiş bir kitleyi temsil etmektedir. ” (EKİM 1. Genel Konferansı, Değerlendirme ve Kararlar, s:146) Daha önce belirttiğimiz gibi, Cumhuriyet'in başlangıç dönemlerinde mülksüzleşme düzeyi geri olduğu için işçilik özendirilerek teşvik edilmiştir.

İşçi sınıfının sayısal olarak çoğaldığı, içinde henüz hayli küçük bir kesim de olsa ikinci kuşak işçilerin varolmaya başladığı '60’lı yıllarda bile işçi sınıfının büyük çoğunluğu kırla bağlantısını koruyordu. Kentlerde çalışan işçilerin %40’ı genellikle yılın küçük bir kısmında işçilik yapıyordu. İşçilerin ağırlıkla toplandığı sektörler bu yarı köylü, yarı işçi özelliği besleyen, gıda, maden, inşaat vb. gibi sektörlerdi. İşçiler büyük çoğunlukla küçük ve dağınık işletmelerde çalışıyorlardı. Bütün bunlar Türkiye işçi sınıfının o tarihlerdeki proleterleşme düzeyinin geriliğini göstermektedir.

Bu tabloda son 20 yılda, ama özellikle son 10 yılda önemli değişiklikler yaşanmıştır. Bugün 500-600 bin işçi 1000 veya daha fazla işçi çalıştıran işletmelerde, 400 bin civarında işçi de 2000 veya daha fazla işçi çalıştıran işletmelerde çalıştırılmaktadır. Bugün artık ücretlilerin tarımdan elde ettikleri toplam gelirleri yalnızca % 5-8 gibi bir orana sahiptir. Bu oran kentsel bölgelerde ise %0.8 gibi çok düşük bir rakamdır. Çeşitli araştırmalara göre, kırla toprak sahipliği anlamında ekonomik bağı olan işçilerin, toplam işçi sayısına oranı %4 ile %8 arasında değişmektedir.

Avrupa işçi sınıfının tarihi ile karşılaştırıldığında bu alanda önemli bir farklılık görülmektedir. Avrupa’da işçi sınıfı zorla mülksüzleştirilmiş bir kır kökenli kitleyi de içeriyordu. Kitlesel mülksüzleştirilmenin yarattığı tepki ve nefret, işçi sınıfının saflarının kır kökenli ama devrimci mücadeleye yatkın bir kitleyle genişlemesi anlamına gelmekteydi. Nitekim bu durum, ilk oluşum döneminde işçi sınıfı içinde anarşist, anarko-sendikalist vb. radikal sınıf eğilimlerinin ciddi bir güç bulmasının en önemli nesnel zemini olmaktaydı. Türkiye’de  buna benzer bir süreç ancak '50 ve daha çok '60’lı yıllarda başladı. '70 ve özellikle '80’li yıllarda ise yoğunlaştı. Ne var ki '60’lı yıllarda mülksüzleşerek fabrikalara dolmuş kitle açısından bu süreç, fabrika içine bir radikalizasyon taşıma biçimine dönüşmedi. Fabrikaya girmek, bu mülksüzleşmiş kitle için Avrupa’daki gibi fabrikada son derece kötü ücret ve koşullarda, çok uzun süreler ve açık bir baskı altında çalışmak anlamına gelmiyordu. Tersine, fabrikaya girebilmek iyice yoksullaşmış bu kitle için azımsanmayacak düzeyde ve istikrarlı bir gelir elde etmek demekti. Bu yüzden '60’lı ve '70’li yıllarda mülksüzleşerek şehre dolan ama işsiz kalan kitleler önemli bir radikalleşme süreci içerisindeyken, fabrikalara girebilenler işinden gelir elde etme sevinci ile işini kaybetme korkusunu birlikte yaşıyorlardı. Bu kitlenin sınıfa belli bir radikalizasyon taşımadığı gibi, tersine sınıf hareketini geriye çekici bir etkide bulunduğu da söylenebilir.

Bu gelişim süreci, işçi sınıfının siyasal davranışlarında da  yankısını bulmuştur. Devletin sınıf karakterinin kavranmasındaki zaaf, ”baba” devlet imajı, burjuva partilerden ve “yukarıdan” bekleme tavrı, bağımsız öz örgütlülük deneyiminin zayıflığı, devrimci mücadele deneyimindeki zayıflık ve bütün devrimci mücadele yöntemlerine yabancılık, hakların reformcu, uzlaşmacı yollarla elde edilebileceği vb. vb., bir kısmı bugün artık aşılmaya başlamışsa da, işçi sınıfı içinde yer edinebilmiş önemli yanılsamalardır.

Tüm bunlar konusunda sınıfı aydınlatabilecek, bu tür yanılsamaları etkisizleştirebilecek tek güç ise komünist bir siyasal örgütlenme olabilirdi. Ne var ki, işçi sınıfının oluşum ve mücadele sürecinin en önemli özelliği, onun tüm tarihi boyunca bu tür devrimci, komünist bir siyasal örgütle hiç tanışmamış olmasıdır.

Geleneksel sol hareketin sınıfa ilgisi, bir iki istisnasıyla son derece sınırlıdır. Yukarıda özetlediğimiz gibi bir ilginin söz konusu olduğu durumlarda ise, bu, burjuva ideolojisinin etkisinden işçi sınıfı hareketini uzaklaştıracak içerikten yoksun bir müdahale olmuştur.

Eğer işçi sınıfı hareketi böyle önemli bir eksiklikle yüzyüze olmasaydı, bugün işçi hareketinin de, sol hareketin de tarihi kuşkusuz başka türlü yazılacaktı. Bu önemli etken gözetilmeden ve anlaşılmadan işçi sınıfının bazı önemli zayıflıkları neden aşamadığı, ve çok daha önemlisi nasıl aşacağı doğru bir temelde anlaşılamaz.

(Kızıl Bayrak, Sayı:5, 6, 7, Ağustos-Eylül 1994)


Üste