Logo
<  Yaklaşan emperyalist savaş ve devrimci gençliğin görevleri

Ortadoğu’da toplumsal muhalefet ve siyasal akımlar


Kaderi birbirine perçinlenen bölgenin ezilen halklarıyla
emekçi sınıfları devrimci direniş mevzilerinde buluşmalıdır!

Ortadoğu’da toplumsal muhalefet ve siyasal akımlar

 

M. Dağlı

Emperyalistlerle işbirlikçilerine karşı biriken kitlesel tepkiler, “sol dalga”nın yükseldiği Latin Amerika veya pekçok devrimci direniş odağının canlılığını korumakta olduğu, yeni direniş mevzilerinin de oluştuğu Asya ile sınırlı değil. Bölgemiz Ortadoğu’da da diğer kıtalardakine benzer bir tepkiden bahsetmek mümkündür. Verili durumdaki temel fark, diğer kıtalardaki toplumsal muhalefet bugün daha çok reformist çizgideki sol-sosyalist parti ya da örgütlerin saflarına akarken, bölgemizde bu akışın önemli oranda siyasal islamcı akımlara doğru oluşudur. Bu fark kuşkusuz önemlidir. Dahası yakın gelecekte bölge halklarının emperyalist-siyonist saldırganlığa karşı yükselmesi kaçınılmaz olan mücadelesini ciddi sorunlarla yüzyüze bırakma olasılığı da yüksektir.

Siyasal islamcı akımlar, yapıları gereği
emperyalist güçlerle uzlaşmaya müsaittir

Bölgemizin ezilen halkları ile emekçi yığınlarının ABD emperyalizmine ile İsrail siyonizmine duyulan tepkide dışa vuran anti-emperyalist, anti-siyonist öfkelerinin islamcı akımlara doğru akmasının tarihsel ve güncel pek çok sebebi vardır. Ancak bölgedeki sol-sosyalist akımların ABD-İsrail-işbirlikçi rejimler koalisyonu tarafından yürütülen sistemli saldırılarla zayıflatılmış olması, buna karşın dinci akımların çalışmalarına göz yumulması, bu tablonun oluşmasındaki temel faktörlerden biridir. ABD ile bölgedeki suç ortaklarının geliştirdiği “yeşil kuşak” projesi de zaten bu amaca oturuyordu, daha baştan bunu öngörüyordu.

Arap dünyasında komünist hareketi konu alan bir incelemede komünist akımların dün tutmakta olduğu yeri bugün dinci akımların alması olgusu şöyle tespit edilmektedir: “…Çoğu ülkede sözkonusu dinci hareketler, zamanında komünistlerin beslendiği toplumsal tabana oturmuş ve eskiden komünistlerin savunmakta olduğu, Batı ve İsrail karşıtı mücadele, devlet eliyle işleyen bir ekonomi ve eşitlikçi toplumsal adalet gibi hedefleri kendi programlarına katmış bulunmaktadırlar…” (Arap Dünyasında Komünist Hareket/Tarık Y. İsmail, Şubat 2006, Kapı Yayınları, Çev: Kemal Sarısözen).

Militan mücadele geleneği olan toplumsal kesimlerden beslenen dinci akımların bir kısmı, tabandan gelen basınçla kısmen dönüşüme uğrayarak sistemin denetimi dışına çıkabilmiştir. Geçici olması kaçınılmaz olan bu olgu, bu sınırlı değişim bile emperyalist-kapitalist düzenin egemenlerini rahatsız etmiş, bu çerçevede Hamas, İslami Cihat, Lübnan Hizbullah vb. hareketler, “terörist örgütler” listesine alınmıştır.

Komünistlere saldırırken zorbalıkta sınır tanımayan gerici koalisyonun (ABD-İsrail-işbirlikçi rejimler) dinci akımlara karşı izlediği taktik, yok etmeği değil (zira gerici devletler, istisnai durumlar dışında her zaman bu tür hareketlere ihtiyaç duyarlar), düzen içine çekerek ehlileştirme ve denetim altına almayı esas alıyor. Bu taktikten istenen sonucun elde edilmesi, özellikle bazı akımlar şahsında kolay olmayabilir. Bundan dolayı gerici koalisyon, kimi zaman zora başvursa bile bazı tavizler vererek ehlileştirme yoluna gidecektir.

Dinci akımların hem en köklüsü, hem de yaygın sayılabilecek bir kitle desteğini arkasına alabilen Mısır’daki Müslüman Kardeşler ve onun çizgisinde olan örgütlerin, halihazırda ABD-AB emperyalistleriyle ilişkileri zaten var. Nesnel konumu gereği bugün Filistin direnişinin simgesi haline gelen Hamas’ın da, Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün gibi has Amerikancı rejimlerle ilişkileri iyi. Hatta bu gerici rejimlerden ciddi miktarda maddi yardım da alıyor. Dahası Batı’da eğitim gören bazı Hamas liderlerinin ABD ve AB ile belli ilişkiler içinde olduğu da söylenmektedir. Zaten devrimci akımların etkisizleştirilmesi için türlü kirli yöntemlere başvuran emperyalist-siyonist güçlerle bölgedeki işbirlikçileri, gerici rejimlere tepki duyan emekçi yığınların önünde rejime “muhalif” olarak sadece islamcıları bırakarak, bu akımların güçlenmesinde temel önemde bir rol oynamaktadırlar.

İslamcı akımları, gerici koalisyon için vazgeçilmez kılan başka önemli sebepler de var. Emperyalist güç odakları, “terörle savaş” tezini bu akımları örnek göstererek gerekçelendiriyorlar günümüzde. Siyonist İsrail, aynı gerekçeye dayandırdığı “güvenlik sorunu”nu bahane ederek, barbarca saldırılarına devam ediyor. Bölgedeki gerici rejimler ise, işçi sınıfı ve emekçilerin en basit demokratik hak arama mücadelesini bile devlet zoruyla bastırırken, kökten dinci örgütlerin varlığını bu faşizan politikaya dayanak sayıyorlar. İslamcı akımlar ise bu döngü içinde güçleniyorlar. Büyük Ortadoğu Projesi için “ılımlı islam”a ihtiyaç duyan emperyalist-kapitalist sistemin siyasal islamcılardan vazgeçmesi sözkonusu bile olamaz. Ancak bu akımları denetim altına almak, başka bir ifadeyle “ılımlı islamcı” çizgiye çekmek için her tür çabayı sarf edecektir. Bu çabayı, islamcı akımların “AKPli’leştirilmesi” şeklinde ifade etmek de mümkündür.

Arap halkları saflarında anti-emperyalist,
anti-siyonist bilincin güçlenmesi

Elli yılı aşkın süredir Filistin topraklarını gasp etmek için Filistinlileri katleden veya sürgüne gönderen savaş makinesi İsrail devleti, Arap halkları nezdinde her yönüyle teşhir olmuş ve haklı olarak derin bir nefret uyandırmıştır. Siyonist İsrail’i her platformda himaye eden, silahlandıran, nükleer silah deposu haline gelmesi için olanak sağlayan, mali yönden finanse eden, yanı sıra günümüzde Irak halklarına karşı ağır suçlar işleyen ABD emperyalizminden de, en az İsrail kadar nefret edilmektedir.

Bu nefretin gerçek mahiyetine bir örnek verelim: “Mısır halkında ABD’ye büyük tepki var. Bir Amerikalı yetkili, ‘Biz, bazı sivil kuruluşlara para verip rejim değişikliği yapmalarını istiyoruz’ deyince, açıklama ters tepmişti. Keza, hatalı biçimde tutuklanan Eymen Nur (el ğed Partisi), halktan büyük destek gördü, 66 bin kişi üyelik için başvurdu. Fakat ABD Nur’a sözlü destek verince, üye sayısı 22 bine düştü.” (Faik Bulut, Cumhuriyet Strateji Eki, 25 Temmuz ‘05). Bu örnek, henüz belirgin bir anti-emperyalist bilince dayanmasa bile, sadece Mısır’da değil fakat bölge halklarında ABD karşıtlığının gerçek mahiyetini ortaya koymakta ve vardığı boyutu göstermektedir.

Emperyalist-siyonist güçlerin bölge halklarını hedef alan saldırılarının daha da pervasız bir hal alma yönünde ilerlediği bilinmektedir. Filistin, Irak işgallerine İran ve Suriye’nin eklenebileceği, “tüm seçeneklerin masada” olduğu savaş kundakçıları tarafından tekrarlanıp durmaktadır. Irak işgali sırasında, Bush yönetiminin “tek yanlı” dış politikaya geçiş yaparak diğer emperyalistleri yok saymasından dolayı, emperyalist güç odakları (ABD-AB) arasında oluşan çatlağın, şimdilik giderilmiş olması, bölge halkları açısından durumu daha da tehlikeli hale getirmektedir.

“Batılı emperyalistlerin ABD önderliğinde yeniden biraraya gelmelerinin ilk lanetli sonucu, İran’a karşı gündeme getirilmesi planlanan savaş olacak gibi görünüyor. Böyle bir savaş üzerine gitgide daha çok konuşuluyor ve bunun nükleer silahların da kullanılacağı bir savaş olacağı bizzat savaş komplocularının hizmetindeki kalemler tarafından açıkça dile getiriliyor. Bu yönde yoğun hazırlıkların, planlamaların ve tatbikatların yapıldığı da biliniyor.” (EKİM, başyazı, sayı: 244, Ocak 2006)

Batılı emperyalistlerin ABD önderliğinde biraraya gelişlerinin lanetli sonuçları görülmeye başladı bile. Almanya’nın Münih kentinde Avrupalı müttefiklerini toplayan Bush yönetiminin savaş kurmayları, emperyalist-kapitalist sistemin vurucu askeri gücü NATO’nun Ortadoğu’da “aktif görev” üstlenmesi için hazırlıklara başladılar. Toplantıya ev sahipliği yapan Almanya başbakanı Angela Merkel, “NATO’nun AB ve ABD açısından ortak yeni tehditlerin tartışıldığı, siyasi ve askeri kararların koordine edildiği bir platform haline gelmesini ve İsrail’in var olma hakkını tanımayanların Almanlardan hoşgörü beklememesini” istediğini belirtiyordu. Görüldüğü gibi artık AB’li emperyalistler de “İsrail’in var olma hakkı” için savaş örgütü NATO’nun Ortadoğu halkları üzerine salınması konusunda Washington’daki neo-faşist ekiple aynı fikirde birleşiyor.

ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, daha ilk toplantıda batılı müttefiklerine önemli bir hatırlatmada bulunuyor:“Eğer güvenliğimizi sağlayacaksak askeri harcamaları artırmalıyız. ABD ulusal gelirinin yüzde 4’lere varan bir oranını savunma giderlerine harcıyor. Oysa çoğu NATO ülkesinin bu harcamaları yüzde 2’ye bile varmıyor” diye konuşan Rumsfeld, emperyalizmin savaş aygıtı NATO’nun her yönden güçlendirilmesi için, batılı emperyalist müttefiklerine kasalarını açmalarını telkin ediyor.

Emperyalist güçlerin dünyanın dört bir yanına saldırı düzenleyebilecek yeteneklere kavuşturmak için NATO’yu tahkim etmeleri, öncelikle Ortadoğu halklarını tehdit etmek anlamına geliyor. Bu şartlarda islamcı akımlar “ılımlı” çizgiye çekilse bile, bölge halklarının emperyalist-siyonist saldırganlığa duyduğu tepki artmaya devam edecektir. Dahası şimdiye kadar perde arkasından suç ortaklığı yapan AB emperyalistleri de bu tepkiden paylarına düşeni almaya başlayacaklardır. Artık ABD’nin bu demokrat maskeli suç ortakları da teşhir olacak, bundan böyle “insani” maskeler ardına saklanarak bölge halklarının karşısına çıkamayacaklar. Bu gelişme ise anti-amerikancı bilincin anti-emperyalist bilince evrilmesi sürecini hızlandıracaktır.

ABD-İsrail ve batılı müttefiklerinin saldırganlığına karşı biriken mücadele dinamiklerinin, özellikle bölgenin emekçi yığınları ve gençliğin saflarından akan güçlerle beslenmesi kaçınılmazdır. Bu dinamiklerin, dinci akımlar eliyle “Müslüman-Hıristiyan çatışması” eksenine kayması (ki karikatür krizi tam bu noktada uğursuz bir rol oynuyor) engellenebilirse, Arap komünist parti ve örgütlerinin yeniden güçlenebilmesi açısından muazzam olanaklar doğacaktır. Elbette bu noktada, herşeye rağmen ayakta kalmayı başaran ilerici-devrimci akımların, devrimci politikalarla sürece müdahale etmede göstereceği kararlılık ve inisiyatif önemli bir rol oynayacaktır.


Arap ülkelerinde ilerici-devrimci
hareketlerin toparlanma çabaları

Son yıllarda Ortadoğu’yu, daha özel planda Arap ülkelerini radikal dinci akımlarla özdeşleştiren ve sanki başka türlüsü olamazmış gibi izlenim yaratmaya çalışan bir söylem tutturuldu. Bu söylemin yaygınlaşmasında, dünyadaki haber akışını denetleyen büyük medya tekellerinin payı belirleyicidir. Zira medya patronları, emperyalist saldırganlık ve savaş politikasını “uygarlıklar çatışması” teziyle kamufle etmeye çalışan güçlerin dolaysız suç ortaklarıdır aynı zamanda.

Oysa siyasal islamcı akımların güçlenmesi daha çok son 15-20 yılda belirgin bir hale geldi. Dini ideolojiyi temel alan akımlar, elbette geçen yüzyılın başından beri Ortadoğu’da mevcuttu. Ancak Mısır gibi bir-iki örnek dışında bu akımlar toplumsal-siyasal mücadele planıında öne çıkamamışlardır. Buna karşın Arap ülkelerindeki sol-sosyalist akımlar, birinci emperyalist paylaşım savaşından sonra toplumsal hareket içinde yerini almışlar, Komünist Enternasyonal’in de katkılarıyla Arap ülkelerinin çoğunda komünist partiler kurulmuştur. Başlangıçta toplumsal planda geniş ve etkili bir yer kaplamamakla birlikte, aydınların bir kesiminden destek alan bu partiler işçi sınıfı içinde belli ölçüde yer bulabilmiş, ilk sendikal çalışmaların oluşmasında da önemli rolleri olmuştur. Önceleri manda yönetiminin, ardından da gerici despot rejimlerin ağır baskılarına maruz kaldıkları halde, ikinci emperyalist paylaşım savaşından sonra önemli bir güç olabilen komünist partiler, Arap milliyetçisi akımlarla birlikte, toplumların siyasal yaşamında etkili bir taraf olmuşlardır. (Milliyetçi akımlarla ve ardından burjuva milliyetçi iktidarlarla ilişkilerde doğru devrimci bir çizgi izleyememelerinin bu akımların kitleler nezdinde güç ve itibar kaybetmlerinde temel önemde bir rol oynadığını, onları bugünkü güçsüzlük durumuna iten temel etkenlerden birinin de bu olduğunu şimdilik parantez içinde belirtmiş olalım).

Bir-iki istisna dışında Sovyet çizgisini izleyen bu akımlar, (Nasır döneminde kendini fesheden Mısır Komünist Partisi dışında) taşıdıkları pek çok zaafa rağmen, Sovyetler Birliği’nin ‘91’deki çöküşüne kadar varlıklarını sürdürdüler. Dünyanın her yerinde olduğu gibi bu bölgededeki komünist partiler de (ki genellikle artık yalnızca adları komünistti, gerçekte reformist revizyonist çizgide partilerdi bunlar), sözkonusu çöküşün ardından ciddi bir dağılma/tasfiye sürecine girdiler. Dağılma sürecinin yolaçtığı iç ayrışmada öne çıkan üç eğilimden biri, herşeye rağmen marksist-leninist dünya görüşünü savunmaya devam etmiştir. Diğerleri, TKP örneğinde olduğu gibi “yolun sonuna gelindi”ğini savunup sahneyi terkedenler ile, “komünist ideolojiyi yeni döneme uyumlu hale getirmek gerek” diyenlerden -yani kapitalist sistemin kabul edeceği bir kimliğe bürünmek gerek demek istiyenlerden-oluşuyordu. Birinci eğilimde olanlar, geçen sürede belli ölçülerde toparlanabilmiş, yeniden sosyalist veya komünist parti adıyla yola devam etme iradesi gösterebilmişlerdir. Taşıdıkları birçok temel önemde yapısal zaafa rağmen, önemli bir miras bırakan Arap komünist partileri, bölgesel olarak ortak hareket etme eğilimi güçlü bir miras da bırakmışlardır. Bu miras, sınırsız bir saldırganlıkla bölge halklarının üstüne çullanan ABD ve müttefiklerine karşı, kaderleri birbirine perçinlenen ezilen halklarla emekçi yığınların birleşik devrimci direnişinin örülebilmesi için uygun bir zemin oluşturmaktadır.

Ortadoğu’da, Sovyet çizgisindeki komünist partilerinin yanı sıra, Türkiye’dekine benzer devrimci-demokrat akımlar da vardı. Bunlar, Türkiye ile birlikte İran, Lübnan ve Filistin sol-sosyalist akımları içinde etkin güçlerdi. Devrimci-demokrat akım, ABD-İsrail ve başta Türkiye olmak üzere bazı gerici bölge devletlerinin gözü dönmüş şiddetiyle büyük oranda ezilmiştir.

Devrimci-demokrat akımlar, üç temel dönüm noktasında kırılma yaşadılar. 1975-82 Lübnan iç savaşı, İsrail’in Beyrut işgali ile Lübnan-Filistin devrimci hareketi, 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesiyle Türkiye devrimci hareketi ağır darbeler almıştır. İran’da ise, 1979’da faşist şah Rıza Pehlevi iktidarını deviren siyasal devrimden bir süre sonra inisiyatifin Mollalar tarafından ele geçirilmesi ile, devrimde aktif rol oynayan İran devrimci hareketinin fiziki tasfiye süreci başlamıştır. Birkaç yıla yayılan bu süreçte, yüzbinlerce devrimci, mollaların vahşi şiddetine maruz kalmıştır. ABD emperyalizmi, İran devrimi ile Ortadoğu’daki en önemli işbirlikçisini kaybederek ağır bir darbe almıştır. Ancak İran devrimi, aynı zamanda siyasal islamcı akımların bölge çapında güçlenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Gerek mollaların iktidarı ele geçirmesinin yarattığı etki, gerekse de mollaların “rejim ihracı” adına islamcı akımları maddi-manevi yönden desteklemeleri, bölgede her biçimiyle islamcı akımların yaygınlaşmasına önemli katkıda bulunmuştur.

Devrimci akımın etkisizleştirilmesi, ABD’nin “yeşil kuşak” projesinin hayata geçebilmesinin en temel adımıydı. Başka bir ifadeyle, siyasal islamcı akımın güçlenmesi için, devrimci akımların etkisizleştirilmesi gerekiyordu. Tam da bunun için ABD ve suç ortakları devrimci hareketin üstüne sınırsız bir şiddetle saldırdılar. Bu faşist saldırganlık, islamcı akımının doğmasını değil ama önün açılması ve güçlenmesi için temel kilometre taşlarından biri olmuştur. Elbette özellikle ‘80’lı yıllarla birlikte dünya çapında devrim dalgasının düşmesi, ardından Sovyetler Birliği’nin dağılması, bu gelişmelerin birleşik etkisi altında sol-sosyalist akımın zayıflaması da islamcı akımın güçlenmesini pekiştirmiştir. Türkiye’de ise bunun önünü, devrimci akımları ezen, kitleleri yoksulluğun ve çaresizliğin girdabına iten (böylece onları dinsel gerici akımların kucağına iten) ve bunu dinci ideoloji ve kurumları devlet eliyle güçlendirmekle birleştiren 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğü açmıştır.

Demek ki, Ortadoğu’daki muhalefeti “kökten dinci” akımlarla özdeş sayan, dahası sanki bu durum hep böyleydi izlenimi yaratmaya çalışanlar, yakın tarihi utanmazca çarpıtıyorlar

Komünist partilerle diğer sol-sosyalist akımların şiddetle ezilmesi, dinin bu toplumlar üzerindeki geleneksel etkisiyle birlikte ele alındığında, islamcı akımın güçlenmesi şaşırtıcı değildir. Daha da önemlisi, radikal islamcı akımların kitleler tarafından desteklenmesinin, emperyalist-kapitalist sistemin ürünü olan çelişkilerin keskinliğini de göstermesidir. Demek oluyor ki, halklar sistem karşısında radikal mücadele yolunu tercih eden akımları destekliyor. Bu doğal, hatta kaçınılmaz. Zira ABD-İsrail ile suç ortaklarının bölge halklarını hedef alan vahşi saldırılarının süreklilik ve yaygınlığı koşullarında, düzen karşısında radikal mücadeleyi seçen örgütlerin güçlenmesinin anlaşılmayacak bir tarafı yoktur.

Emperyalist saldırganlığı “uygarlıklar çatışması” şeklinde sunmak isteyenler başta olmak üzere tüm gerici güçler bu geçici durumun devam etmesi için ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar. “Karikatür krizi” olayında görüldüğü üzere gerici güçler, din temelli çatışmaların yayılması için çaba harcıyorlar. Ancak pek iç açıcı sayılmayan bu tabloya rağmen, Arap komünist partilerinin ayakta durduğu, dahası bölgesel düzeyde bir mücadele programı oluşturmak için yeniden bir araya gelme hazırlığında olduklarını öğreniyoruz. Irak işgaline karşı yapılan etkinliklere katılmak üzere Türkiye’ye gelen Irak Komünist Partisi yetkilisinin açıkladığına göre, bölgedeki tüm yurtsever, ilerici-devrimci güçleri birleştiren bir cephe oluşturulmuştur.

 “… Arap ülkelerindeki tüm devrimci ve yurtsever güçler Arap Demokratik Özgürlük Hareketi isminde bir cephe oluşturdular. Bu cephe demokratik, yurtsever ve komünist unsurları bir araya getirdi. İlk hedefi Arap ülkelerinde demokratik rejimler kurmak ve emperyalizme, emperyalizmin yeni açılımlarına ve diktatörlüğe karşı mücadele etmek ve bunu geliştirmek. Bu hareketin bir amacı da diğer uluslararası devrimci hareketlerle köprüler kurmaktır. Genel merkezi Lübnan’dadır. Yakında bir kongresi olacak. Temel bildirgesini bu kongrede ilan edecek. Bu cephe Körfezden, Atlas Okyanusu’na kadar olan tüm bölgeleri kapsıyor. İçinde Irak da, Suriye de, Filistin de var...” (Sosyalist Barikat, Şubat 2006, sayı: 38/2)

Emperyalist-siyonist güçlerle bölgedeki işbirlikçilerinin bölge halkları üzerine çullandığı ve pervasız saldırıların giderek ivme kazanacağı gözönüne alınınca, halkların kader birliğinin taşıdığı önem daha iyi anlaşılır. Bölgedeki emekçi yığınlarla ezilen halkların bu kadar birliğini mücadele alanlarına taşımasının önemi ise yeterince açıktır. Bu anlamda Arap Demokratik Özgürlük Hareketi’nin kurulmuş olması özellikle anlamlıdır. Hem siyasal islam çizgisi dışında az-çok tutarlı bir ilerici anti-emperyalist, anti-siyonist alternatifin ortaya konulması, hem de ilerici-devrimci akımların bu sayede giderek güç toplayıp, emekçiler nezdinde gelecek vadeden birer alternatif olarak kabul görmesi açısından önemli bir adımdır. Bu alanda atılacak somut adımlar, bölge haklarının din temelli bir çatışmanın içinde tüketilmesinin önüne geçebilmek açısından da büyük bir önem taşıyacaktır. Geçmişin ciddi zaaflarıya hesaplaşabilmiş ilerici-devrimci güçler önderliğinde gelişecek bir anti-emperyalist direniş, saldırgan batı emperyalizminin kendi işçi sınıfı ve emekçilerini “uygarlıklar çatışması” tezi ile sersemletmesinin de önüne set çekebilecek en etkili yol olacaktır. Emperyalist-siyonist güçler, gerici despot rejimler, dinci akımlar döngüsünün (ki bu döngüde her durumda emekçiler kaybediyor) kırılması için, bu alternatifin geliştirilmesi zorunludur.

Partimizin programı, daha başlangıç bölümde, “Kapitalizmin uluslararası karakteri, proletaryanın devrimci sınıf mücadelesine de uluslararası bir karakter kazandırır. Bütün ülkelerin proletaryasının tarihi eyleminin yöneleceği nihai hedef ortaklığı buradan gelir…” (TKİP/Programı Tüzük, s.15) saptamasını yapmaktadır. Enternasyonal dayanışmanın bir gereği olarak Arap Demokratik Özgürlük Hareketi veya bölgede onun benzeri oluşumların, emperyalizme ve diktatörlüğe karşı tutarlı bir mücadele çizgisi izlediği sürece desteklenmesi gerekmektedir.


Türkiye işçi sınıfı ve devrimci hareketine
düşen sorumluluk

“Kapitalist toplum daima ucu bucağı olmayan bir dehşettir.” (Lenin)

Günümüzde bölgeye şöyle dönüp bakanları bile, Lenin’in sözünü ettiği gerçeği görüp dehşete kapılabilirler. Çünkü Ortadoğu, kapitalist emperyalizmin bir şiddet ve savaş döngüsü olduğu teorik gerçeğinin çarpıcı görünümünü sunmaktadır. Bu tabloda bölge halklarının ödemek durumunda kaldığı bedelin ağırlığı ise ek bir açıklama gerektirmeyecek kadar açıktır. Bu dehşet tablosunun kendisi, ezilen halklarla emperyalist-siyonist saldırganlar arasındaki uzlaşmaz çelişkilerin şiddetlenmesinin kaçınılmaz olduğunu göstermeye yetiyor.
Türkiye’deki egemenlerin, bu çatışmada gözü dönmüş saldırganlar safında yer alması, Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerinin, komünist ve devrimci hareketinin geleceğini yakından ilgilendirdiği gibi, onlara büyük sorumluluklar da yüklemektedir. Hem egemenlerin bu suç ortaklığını engellemek, hem de bölgenin halkları ve ilerici-devrimci hareketleriyle devrimci enternasyonal dayanışmayı yükseltmek sorumluluğu durmaktadır önümüzde. Türkiye işçi sınıfının nicel ve nitel gelişmişlik düzeyi ile bununla bağlantılı olarak ilerici-devrimci hareketin -bölge ülkeleriyle kıyaslandığında- sahip olduğu avantajlar, bu sorumluluğu ayrıca önemli kılmaktadır.

Belirtmek gerekiyor ki, Türkiye’deki gelişmeler bölge ülkeleri tarafından, belirgin bir ilgiyle izleniyor. Sadece egemenler, aydın ve entelektüeller tarafından değil, aynı zamanda bölgenin ilerici-devrimci güçleri ile halklar tarafından da Türkiye’ye aynı ilgi gösteriliyor. Dolayısıyla işçi-emekçi örgütleri veya ilerici-devrimci hareketlerin enternasyonal dayanışmayı geliştirmek yönünde harcayacakları çabalar çok kolayından yankı bulacaktır. Bu yönde atılacak somut adımlar, hem bölgedeki anti-emperyalist, anti-siyonist güçlerin eylem birliğini örmeğe, hem de ilerici-devrimci akımların gelişimine katkıda bulunacaktır.

Bölgenin ezilen halkları ile emekçi yığınları arasında bu güçleri temsil eden ilerici-devrimci ve komünist akımlar tarafından örülecek güçlü bir enternasyonal dayanışma ağı sadece güncel mücadelenin bir kazanımı olmayacak, hem Türkiye hem de bölge devrimlerinin başarısı için olmazsa olmaz olan emekçi sınıfların bölgesel kader birliğinin sağlanması yönünde de atılmış temel önemde bir adım olacaktır.