Logo

EKİM I. Genel Konferansı Bildirisi


EKİM I. Genel Konferansı Bildirisi

 

(Mart 1991)

Mevcut tüm örgütlerimizin seçilmiş delegeler temelinde tam ve geniş bir temsiline dayanan EKİM I. Genel Konferansı yapıldı. Hareketimiz bu aşamaya dört yıla yaklaşan zorlu bir gelişme süreci içinde ulaştı. Dört yıl önce sınırlı sayıda komünistin Türkiye devrimci hareketinin geleneksel ideolojik-politik platformundan köklü bir kopuşuyla başlayan süreç, ideolojik, politik ve örgütsel bir gelişme bütünlüğü içinde ilerleyerek, EKİM’e gerçek manada bir siyasal hareket kimliği kazandıran bir aşamaya vardı. Konferansımız bu süreci bir ilk oluşum dönemi olarak değerlendirmekte, yeni doğan bir siyasal hareket için yeni olmanın güçlükleriyle dolu bu dönemin asgari bir başarıyla geride bırakıldığını, EKİM’in onu partiye yakınlaştıracak yeni bir gelişme dönemine girdiğini tespit etmektedir.

‘80’li yılların ortası ve onu izleyen ilk yıllar, Türkiye devrimci hareketi için, 12 Eylül’le başlayan gerileme ve karmaşanın hala sürdüğü bir dönemdi. Yenilginin sersemletici etkisi henüz bütünüyle atılamadığı gibi, yenilgi ortamında boyveren ve onun sonuçlarından beslenen liberal tasfiyeci akımın yarattığı güçlü kan kaybı da bir türlü durdurulamamıştı; tersine, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da başlayan yeni dönemin gerici-liberal rüzgarı tasfiyeci süreçlere taze kan sağlamakta, devrimci hareketin yaşadığı kargaşayı arttırmaktaydı. Yenilginin ortaya çıkardığı gerçekler geçmişin halkçı teori ve programlarına olan inançları sarsmış, fakat bunları marksist dünya görüşü temelinde aşma yeteneği gösterilemediği ölçüde, bu durum, bir ideolojik belirsizlik, ya da daha da kötüsü bir ideolojik kargaşa etkenine dönüşmüştü. Oysa aynı dönemde toplumda yeni bir devrimci canlanışı haber veren ilk kıpırdanışlar işçi hareketi şahsında kendini ortaya koymaktaydı. Tüm belirtiler, Türkiye’nin, odağında işçi sınıfının bulunacağı yeni bir devrimci döneme girmekte olduğunu işaretlemekteydi.

Geçmişin küçük-burjuva ideolojik-politik platformundan marksist-leninist bir kopuş, hem devrimci hareketi kolay bir yenilgi ve dağılmaya götüren bir niteliği aşmak, ve hem de, yeni bir döneme girmekte olan işçi hareketinin teorik, politik ve örgütsel ihtiyaçlarına denk düşecek bir yeni yöneliş içine girebilmek demekti. Yenilginin uyarıcı sonuçları bir yandan, gelişmekte olan işçi hareketinin olumlu baskısı öte yandan, ileriye doğru bu tür bir sıçrama için uygun bir zemin oluşturmaktaydı.

EKİM, bu ortamın bir ilk ürünü olarak doğdu ve bu ihtiyacın somut bir karşılığı oldu. Türkiye’nin nesnel devrimci olanaklarından ve gelişmekte olan işçi hareketinden de aldığı manevi güçle, o güne kadar hep liberal tasfiyeci bir konuma geçişin bir manivelası olarak kullanılagelen geçmiş eleştirisini, ilk kez devrimci bir temelde yapmayı başararak marksist-leninist bir platforma ulaştı. Yalnızca iç ve uluslararası liberal tasfiyeci dalgaya karşı değil, yanısıra, geçmişin yanlışlığı pratik içinde kanıtlanmış küçük-burjuva halkçı platformuna tutunmakta ısrar edenlere karşı da, marksist-leninist bir alternatif olarak çıktı ortaya.

Konferansımız, içten ve dıştan birbirini güçlendirerek esen tasfiyeci rüzgarlara direnerek ve bir yenilgi ve dağılma ortamının içinden, bütünüyle yeni (marksist-leninist) bir ideolojik çizgiye dayanan, farklı (proleter) bir sınıf yönelimi içine giren, yeni bir anlayış ve mücadele kültürüyle donatılmaya çalışılan kadrolara dayalı, her geçen gün daha çok sayıda sınıf bilinci kazanmış işçi önderini saflarında toplayan bir marksist-leninist proleter sınıf örgütü çıkarmayı başarmış EKİM’i, onu yaratan tarihsel ortamı ve toplumsal-siyasal dinamikleri, böyle değerlendirmektedir.

Konferansımız, EKİM’in katettiği bu mesafenin ve ulaştığı gelişme düzeyinin ifadesi olduğu kadar, onun bugün artık yeni bir döneme girdiğinin de bir göstergesidir. Partileşme sürecinde bir kilometre taşıdır.

***

Konferansımız, Türkiye’de ve dünyada, çelişkili görünmekle birlikte birarada ele alındıklarında anlamlı bir bütün oluşturan, bir dizi önemli olay ve gelişmenin paralel yaşandığı bir zaman diliminde gerçekleşti.

Kapitalist-emperyalist dünya düzeninin özünde taşıdığı karmaşık çelişkiler, kendini Ortadoğu’da yıkıcı bir emperyalist savaş şeklinde somutlamış bulunuyordu. Böylece, sona eren soğuk savaş döneminin, yerini, gerici-burjuva propagandanın iddia ettiği gibi barış ve yumuşamaya dayalı bir “yeni düzen”e değil, tersine, serbest kalan ve keskinleşen iç çelişkiler zemini üzerinde yükselen yeni bir çatışmalar ve istikrarsızlıklar dönemine bıraktığı açığa çıktı. Körfez’deki emperyalist savaş, dünya ölçüsünde burjuva propagandanın dayanaksız ve aldatıcı hülyalarına aldanan yüzmilyonlarca insan üzerinde sarsıcı bir etkiye yolaçtı.

Aynı zaman dilimi, Doğu Avrupa’nın uzun yıllar kapitalist sistem dışında kalmayı başarmış son ülkesi olan Arnavutluk’ta olayların renginin netleştiği, bu ülkenin girdiği yeni yönelimin kesinleştiği bir dönem olarak yaşandı. Bu olay, uluslararası devrimci proletaryanın yüzyılımızın ilk yarısını kapsayan saldırı dalgasının kapitalist sistemden koparıp sosyalizm yoluna soktuğu Sovyetler Birliği ve tüm Doğu Avrupa ülkelerinde, bu ilk saldırıyla elde edilen kazanımların artık tümden kaybedildiğini göstermek bakımından sembolik nitelikteydi. Bu bir dönemin başarı ve kusurlarıyla kapanışıydı. Ama bir dönemi kapatan bu gelişmeye, dünya ölçüsünde, yeni bir dönemin, yalnızca kapitalist dünyanın iç çatışma ve istikrarsızlıklarıyla değil, bu dünyanın kendisiyle çatışan toplumsal-siyasal güçlerin devrimci kaynaşmalarıyla da karakterize olan bir dönemin, bir yeni devrimler döneminin başladığını haber veren olayların ilk örnekleri eşlik etti.

Türkiye’nin bu bağlamda ayrı bir yere sahip olduğu bu aynı zaman diliminde gerçekleşen bir dizi kitle hareketiyle bir kez daha açığa çıktı. Zonguldak madenci fırtınası, Türkiye işçi sınıfı tarihinin en kapsamlı, en yüksek katılımlı kitle grevleri ve direnişleri, Kürt halk kitlelerinin zaman zaman isyana varan sayısız gösterileri, tümü de bu aynı döneme sığdı.

Dünyada ve Türkiye’de son bir kaç ayın gündemini işgal eden bu olayların taşıdığı anlam ve önem ile Konferansımızın gündemini oluşturan teorik, siyasal ve örgütsel sorunların örtüşmesi, anlamlı bir rastlantının ifadesidir. Gündeminin kapsamı ve öneminden dolayı çalışmalarına bir zaman sınırlaması koymaktan kaçınan Konferansımız, bir dizi teorik, politik ve örgütsel sorunu ele alıp tartıştı, değerlendirmelere ve sonuçlara ulaştı. Günümüz dünyası, teorik ve taktik yönleriyle Türkiye devrimi, Türkiye işçi hareketi, Kürt sorunu ve Kürt ulusal hareketi, Türkiye sol hareketi ve komünist hareket, parti ve birlik sorunu, dünya sosyalizminin ve komünist hareketinin tarihsel deneyimleri, tüm bu sorunlar çerçevesinde EKİM’in gelişme süreci, bugünkü konumu, sorunları, görev ve hedefleri, ele alınan başlıca konular oldular.

* * *

* Sovyetler Birliği’ndeki yeni gelişmelerle birlikte Doğu Avrupa’nın yozlaşmış bürokratik rejimlerinin çökmesi, Sovyetler Birliği de içinde tüm Doğu Bloku’nu her bakımdan dünya kapitalist sisteminin bir parçası haline getirdi. Yüzyılımızın ikinci yarısına damgasını vuran Doğu-Batı kutuplaşmasının sonu anlamına gelen bu tarihsel önemde gelişme, dünya burjuvazisine kapitalizmin yeryüzü üzerindeki mutlak egemenliğini resmen ilan etme olanağı verdi. Ne var ki tam da bu gelişmenin kendisi, yarattığı sonuçlar ve önünü açtığı yeni süreçler yoluyla, kapitalizmin insanlık için bir çözüm olamayacağını, kapitalizmin mutlak egemenliğinin insanlık için yıkım demek olduğunu daha şimdiden göstermektedir. İnsanlık ve uygarlık her zamankinden daha fazla olarak kapitalist barbarlığın yıkıcı tehditi altındadır. Bir emperyalist haydutluk girişimi olan ve emperyalizmin kendi gerici çıkarları uğruna gerektiğinde klasik sömürgecilik yöntemlerine, müdahale, işgal ve savaşa başvurmaktan bir an bile geri durmayacağını gösteren Körfez savaşı, yeni dönem için bunun yalnızca bir ilk örneğidir. Kapitalizmin toplumların iç yaşamında yarattığı çok yönlü ve sürekli yıkımla birlikte ele alındığında, ilerici insanlığın yüzyıldır karşı karşıya kaldığı “sosyalizm ya da barbarlık” ikileminin bugün her zamankinden daha güncel hale geldiği görülecektir.

Doğu Avrupa’daki çöküşün dolaysız sonuçlarından bir diğeri, başlıca emperyalist güçlerin kendi aralarında bir ölçüde bastırılmış kalan çelişkilerinin hızla açığa çıkması oldu. Muazzam askeri gücüyle kendini kapitalist dünyanın rakipsiz egemeni olarak göstermek çabasındaki ABD’nin karşısında, iktisadi güçleriyle çoktan, siyasal güçleriyle gitgide ve askeri güçleriyle muhtemelen uzak olmayan bir gelecekte, başa güreşme iddiasında iki yeni emperyalist rakip var şimdi: Avrupa’da Almanya ve Pasifik’te Japonya. Emperyalistler arasında, dünya kapitalizminin yıllardır yaşadığı bunalımın da etkisiyle, sertleşerek süren iktisadi rekabet, bugün artık belirgin bir biçimde siyasal alana yükselmiş bulunuyor. Örneğin Almanya liderliğindeki Avrupa, ABD’nin siyasal ve askeri vesayetinden kurtulmak isteğini bugün artık somut çabalara dönüştürmüş bulunuyor. Uzak Asya’da siyasal etkinliğini günbegün geliştiren Japonya, bağımsız ve etkili bir askeri güç olmak için hummalı bir çaba gösteriyor. Rekabetin sertleşmesine yolaçan dünya kapitalizminin iktisadi bunalımı, sertleşen rekabetin tersten etkisiyle daha da ağırlaşacaktır. Bunalımın yıkıcı etkisini sınırlamaya yönelik olarak sürdürülegelen emperyalistler arası geleneksel işbirliği ise, sertleşecek rekabet koşullarında artık daha güç gerçekleşebilir bir iş olacaktır.

Bu etkenler birarada, Batılı kapitalist ülkelerde işçi sınıfı ve çalışan kitleler için yaşam koşullarının kötüleşmesi, bu temel üzerinde sınıf çelişkilerinin keskinleşmesi anlamına gelir. On yıllardır kendi işçi sınıfını uysal bir uzantısı haline getirmeyi başarmış emperyalist burjuvazinin önümüzdeki dönemde bunda giderek zorlanması beklenmelidir. Öte yandan, Doğu Avrupa’daki çöküntü ve kapitalizmle tam bütünleşmenin gitgide daha çok açığa çıkan sonuçları, Doğu Avrupa halklarının yaşamını derinden etkilemekte, çelişkileri uyarmakta, hoşnutsuzluğu artırmaktadır. Dünya gericiliğinin taşıdığı beklentilerin tersine, Sovyetler Birliği de içinde Doğu Avrupa, kapitalist sistemin zorlanacağı başlıca alanlar arasındadır. Kapitalizm bu ülke emekçilerine bir şey veremediği gibi geçmiş kazanımlarını da yoketmektedir. Yeni burjuvazi tarafından gerici bencil amaçlarla körüklenen milliyetçilik, şovenizm ve bunun yolaçtığı gerici milliyetçi çatışmalar, Doğu Avrupa halklarının kapitalizme geçişle birlikte yüzyüze kaldığı bir başka yıkıcı, yer yer felaket tehlikesi taşıyan sonuç olmaktadır.

Bunalım, toplumsal iskikrarsızlık, askeri yönetimler kısır döngüsü içinde bunalan Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkeleri, özellikle de bu kıtaların “orta kuşak” olarak tanımlanan kapitalist yönden nispeten gelişmiş ülkeleri, güçlü devrimci dinamiklere sahiptirler ve yeni bir devrimler döneminin öncelikli alanlarıdır. Çözümsüz sorunların, zengin ve karmaşık çelişkilerin bir yoğunlaşma alanı olarak Ortadoğu, devrimci imkanları bakımından bugün için dünyanın en göze çarpan bölgesidir. Türkiye’nin bu coğrafyada ve bölgenin modern sınıf ilişkileri ve dolayısıyla işçi sınıfı bakımından en gelişmiş ülkelerinden biri olarak yeralmasının, biz Türkiyeli komünistler için kuşkusuz ayrı bir önemi ve anlamı vardır.

* Son otuz yılına iki devrimci yükseliş ve bunların önünü kesen iki karşı-devrim dönemi sığdırmış olan ve şu an üçüncü bir devrimci yükselişin içinde bulunan Türkiye, emperyalist sistemin zayıf halkalarından biridir, bir devrim ülkesidir. Türkiye’nin temel iktisadi, sosyal ve siyasal gerçeklerinin marksist-leninist tahlili devrimimizin proleter sosyalist niteliğini ortaya koymaktadır. EKİM’in devrimimizin karakterine ilişkin bu temel görüşü, devrimci gelişme sürecimizin ortaya çıkardığı bugünkü olgularla da doğrulanmaktadır. Toplumsal çatışmanın karşıt kutuplarında net bir şekilde iki temel sınıf, proletarya ve tekelci burjuvazi yeralmakta, olayların seyri, tüm öteki sınıf ya da katmanların toplumsal çatışmanın bu ana eksenine göre mevzileneceğini devrimci gelişmenin henüz bu oldukça geri düzeyinde bile göstermektedir. İşçi sınıfı devrimimizin yalnızca devrimci öncüsü değil, büyük gövdesiyle temel toplumsal gücüdür de. Türkiye işçi sınıfı, kentin ve kırın geniş bir kitle oluşturan emekçi katmanlarını arkasına almayı başardığı ölçüde, devrimimize kendi sınıf damgasını vuracak, devrimin zaferi proletaryanın devrimci sınıf iktidarı ile taçlanacaktır.

Devrimimizin ana yedeklerinden biri olarak Kürt ulusal hareketi, kendi sınırları içinde burjuva-demokratik bir nitelik taşıyor olmakla birlikte, kaderi Türkiye devriminin kaderiyle sıkı sıkıya bağlıdır. Yalnızca teorik gerçekler değil, yalnızca tarihsel deneyimler de değil, bizzat bugünün Türkiye ve bölge gerçekleri, ulusal sorunun, köklü ve kalıcı bir çözüme, sömürgeci burjuvazinin sınıf egemenliğinin tasfiyesiyle ulaşılabileceğini gösteriyor. Dolayısıyla, Kürt sorunu, Türkiye devrimini geriye çekmeye ve geri bir kapsamda tanımlamaya gerekçe olamaz. Tersine, gerek bu sorunun köklü ve kalıcı çözüm ihtiyacı, gerekse Türkiye devriminin temel toplumsal-siyasal dinamiklerinin gücü, Kürt ulusal sorununu, kendi nesnel karakterine rağmen kendinden ileri bir devrim sürecinin, proleter devrim sürecinin bir bileşeni olarak ele almayı gerekli ve zorunlu kılıyor.

* Odağında proleter kitlelerin bulunduğu günümüzün kitle hareketi, bugünkü biçimiyle henüz bir iktisadi ve siyasal haklar mücadelesi olarak gelişmektedir. Bu onun bugünkü politik ve örgütsel gelişme düzeyinin de bir göstergesidir. Ne var ki, Türkiye devriminin kaderi, proleter ve emekçi yığınların bugün için iktisadi ve siyasal haklar temeli üzerinde gelişen hareketinin, sermaye iktidarını devirme, bugünkü çıplak burjuva sınıf egemenliğini tasfiye etme mücadelesine, yani proletaryanın sosyalist iktidar mücadelesine bağlanıp bağlanmayacağına bağlıdır. Bu devrimci hedeflere bağlanamayan her devrimci eylem süreci, kendi başına anlamlı olamayacak, kaçınılmaz olarak kısırlaşacak, düzen kanalları içinde sıkışıp eriyecektir.

Konferansımız, siyasal gericiliğin hüküm sürdüğü bir ülke olan Türkiye’de, temel demokratik siyasal haklar uğruna mücadelenin taşıdığı özel önemin bilincindedir. Dolayısıyla, komünistler, işçi ve emekçi kitleleri demokratik siyasal istemler uğruna tutarlı bir mücadeleye yöneltmekten, bu mücadele içinde işçi sınıfı ve emekçi kitleleri siyasal bakımdan eğitmekten bir an bile geri duramazlar. Ama bu, sermaye iktidarının devrilmesini kolaylaştırmak, bu temel amaç için mücadele olanaklarını artırmak, bütün demokratik öğeleri, kurumları ve özlemleri bu temel amaç uğruna seferber etmek içindir. Kapitalist bir ülke olan Türkiye’de, siyasal gericiliğin temel toplumsal tabanı egemen sınıf olan burjuvazidir. Bir öteki ifadeyle, demokratik siyasal hakları elde etmenin ve kullanmanın önündeki asıl engel burjuvazi ve onun siyasal sınıf egemenliğidir. Bu, burjuvazinin devrilmesi ve siyasal iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi mücadelesi içinde ele alınmayan bir “demokrasi mücadelesi”nin, reformcu bir perspektife düşmeye ve dolayısıyla düzen içinde boğulmaya mahkum olduğu anlamına gelir.

Kapitalist bir toplumda, demokrasi mücadelesi ile sosyalist devrim ilişkisi, reform-devrim ilişkisinin/diyalektiğinin kendini gösterdiği temel alandır. Burjuvaziyi devirme stratejisinden koparılmış, kendi başına bağımsız bir strateji, bir sözde devrim aşaması ve programı haline getirilmiş bir demokrasi mücadelesi, gerçekte burjuva toplumun tam demokratikleşmesi amacından öte bir anlam taşımaz. Bu ise proletaryanın dünya görüşü ve sınıf konumundan bakıldığında reformist-liberal bir konumu ifade eder.

* 12 Eylül saldırısıyla işçi sınıfının 20 yılda biriktirdiği hak ve kazanımları bir hamlede tırpanlayan ve onu ağır yaşam koşullarına mahkum eden Türk burjuvazisi, tam da bu yolla, Türkiye işçi sınıfını tarihinin en büyük atılımına hazırlamış oldu. İşçi sınıfının son yıllarda sürekli güçlenerek ve yaygınlaşarak sürmekte olan hareketliliğini toplu olarak değerlendiren Konferansımız, geçmiş onyılların deneyim ve birikimi üzerinde yükselen bugünkü işçi hareketinin, kendi gelişme tarihinin en ileri safhasına ulaştığı görüşündedir. Her yenisi bir öncekini aşan kesikli dalgalar halinde ilerleyen işçi hareketi gelişme çizgisini sürdürecektir. Kendi gücüne güven, birlik ve dayanışma bilinci ve pratiği, eylem potansiyeli, yasal çerçeveyi aşma isteği ve yeteneği, politikleşme eğilimi, sayıları sürekli çoğalan geniş bir öncü işçiler kuşağı, tüm bunlar işçi hareketinin olumlu ya da güçlü yanlarıdır.

Nedir ki, tüm bu üstünlüklerine, geçmişe göre sağlanan tüm bu ilerlemelere rağmen, işçi hareketinin bugünkü düzeyi henüz geri bir gelişme safhasının ifadesidir. İşçi sınıfı hala sendikal mücadele ve örgütlenmenin son derece dar çerçevesi içindedir. Politik bilinci çok zayıf, politik eylemi çok geridir. İktisadi istemler ve büyük ölçüde kendisiyle sınırlı dar demokratik siyasal istemler uğruna mücadelenin ötesini, henüz yeni yeni ve ancak en gelişmiş kesimlerinde zorlayabiliyor. Kendi dışına bakamıyor, nesnel bakımdan öncü konumuna sahip bir sınıf olarak, toplumun öteki emekçi ve ezilen kesimlerinin çıkarlarına henüz sahip çıkamıyor. Pratikteki nispi ileri konumuna rağmen, burjuva bilincin güçlü etkisi altındadır. Yasaları aşan, belli zamanlarda işlevsiz kılan bir eylem yeteneği kazanmış olmakla birlikte, henüz ihtilalci gelenekler geliştirebilmiş değil, vb. Ve kuşkusuz, işçi sınıfı hareketinin nedenleri kendisini aşan asıl eksikliği ise, öncü işçi kuşağı ile birleşmeyi başarabilmiş bir devrimci sınıf öncüsünden (partisinden) hala yoksunluğudur. Partiden yoksunluk, devrimci sınıf önderliğinden yoksunluk demektir.

Türkiye işçi sınıfının en temel ve acil ihtiyacı, ideolojik ve örgütsel bağımsızlığının bir ifadesi olarak öncü örgütüne, komünist sınıf partisine kavuşmaktır. Komünistler tüm çabalarını işçi hareketinin bu en temel ve en acil ihtiyacına yöneltmelidirler. Teorik boyutu marksist-leninist teori ve ilkelerle aydınlanmış sağlam bir marksist program ve taktikler demetine kavuşmak olan bu görevin, pratik ve örgütsel boyutu ise, işçi sınıfı hareketiyle politik ve örgütsel bağları geliştirmek, sınıfın en ileri, en devrimci öğeleriyle birleşmektir. Bu sonuncusu işçi hareketine pratik müdahale çabası içinde, onu politik ve örgütsel yönden geliştirmek çabası içinde başarılabilir; ve bu başarı, görevin teorik boyutunu sağlıklı bir temelde geliştirmenin de uygun maddi zeminini oluşturur. İşçi sınıfının ileri ve öncü kesimlerini kazanmak ve bir bütün olarak sınıf hareketinin politik-örgütsel gelişmesinde mesafe katetmek, sağlam bir teorik temel ve doğru bir çizgiye sahip olmak kadar, işçi hareketinin kendi dinamik gelişiminin ortaya çıkardığı olanakları en iyi şekilde değerlendirmek ölçüsünde olanaklıdır. Bu, işçi hareketinin gelişme seyrini doğru kavramayı, bu seyre başarılı bir müdahale için gerekli taktiklere ve özgül siyasetlere sahip olmayı gerektirir. Sınıf hareketinin dar sendikal hareket/örgüt zeminini parçalamak, işçilerin dikkatini, bilincini ve eylemini temel toplumsal ve politik sorunlara yöneltmek komünistler için politik-pratik müdahale alanındaki en acil görevdir.

* Ulusal sorun, toplumumuzun kapsamlı ve karmaşık sorunlarından biridir. Temel haklardan yoksun bırakılan ve ulusal baskı altında tutulan çok sayıda azınlık milliyetin varlığı yanında, Türkiye’de ulusal sorunun asıl kapsamını Kürt sorunu oluşturmaktadır. Devrimimizin çözmekle yükümlü bulunduğu temel sorunlarından biri olan Kürt sorunu, Kürt ulusal hareketinin son yıllardaki başarılı gelişimi ve ulusal uyanış ve başkaldırının kazandığı kitlesel boyutlar sayesinde, kendini bugün tüm toplumun, giderek tüm dünyanın gündemine sokmayı başarmıştır. Türkiye’de ve dünyada olayları etkileme gücüne sahip tüm mihraklar, Kürt sorununda yeni politikalar oluşturmak ve Kürt ulusal hareketini kendi konumlarına ve çıkarlarına uygun tarzda etkilemek, yönlendirmek çabası içindedirler. Emperyalist dünya ve onun desteğine sahip Türk burjuvazisi, hareketi dizginleme, kontrol altına alma ve giderek zararsız hale getirme doğrultusunda yeni planlar ve politikalar geliştirmektedir. Öte yandan, Kürt halk kitlelerinin önlenemeyen devrimci ulusal direnişi ile devrimci ulusal hareketin zorlu mücadelelerle kazandığı mevziler, Kürt burjuvazisini de ulusal sorunu kendi konumundan bir olanak olarak değerlendirmeye, buna ilişkin politikalar geliştirmeye gitgide daha belirgin bir biçimde yöneltmektedir.

Bu koşullarda, Türkiye işçi sınıfının politik temsilcileri olarak komünistlerin, ulusal soruna ilişkin ilkesel ve pratik tutumlarını en net şekilde ortaya koymaları, Kürt sorununa ilişkin politikalarına pratik bir gerçeklik kazandırmaları her zamankinden ayrı bir önem kazanmış bulunuyor.

EKİM‘in ulusal soruna, somutta Kürt ulusal sorununa ilişkin ilkesel ve pratik tutumu başından itibaren açık ve nettir. Marksist-leninist dünya görüşüne, uluslararası devrimci proletaryanın tarihsel deneyimlerine dayanan ve proletaryanın sınıf konumunun ifadesi bu tutum, iki yönlü bir görevde ifadesini bulmaktadır. Komünistler her türlü ulusal eşitsizliğe ve baskıya karşıdırlar; Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının, ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkının kesin ve kararlı savunucularıdırlar. Bu çerçevede, Türk şovenizmine, sömürgeci egemenliğe ve ulusal baskıya karşı kararlı bir mücadele içindedirler. Türk burjuvazisinin sömürgeci egemenliğine karşı Kürt ulusunun en temel ve meşru hakları uğruna savaşım yürüten devrimci Kürt ulusal hareketini içtenlikle desteklemektedirler. Komünistlerin ulusal soruna ilişkin ikili görevinin bir yönü budur. Öteki yön, proletaryanın iktidar savaşımında belli bir devletin sınırlarını kendine esas almak ilkesinden hareketle, bu belirli devletin sınırları içinde yeralan tüm ulus ve milliyetlerden işçilerin çıkar ve amaç birliğini, bu temel üzerinde ortak sınıf örgütlenmesini ve mücadele birliğini savunmak ve gerçekleştirmekte ifadesini bulur. Bu, en meşru ulusal haklar adına yürütülüyor olsa bile, işçi sınıfının mücadele ve örgüt birliğini bozmaya, sınıfın bilincini dar ulusal istemlerle sınırlamaya yönelik her türlü ulusal dargörüşlülüğe ve milliyetçi çabaya karşı tavizsiz bir mücadele anlamına gelir. Bu, proletaryanın temel devrimci sınıf çıkarlarının bir gereğidir. Ulusal ilke ve amaçlardan değil, sınıfsal ilke ve amaçlardan hareket eden, haklı ve meşru da olsa ulusal istemleri kendi başına bir amaç olarak değil, proletaryanın temel sınıf çıkarlarına ve amaçlarına bağlı olarak ele alan, her türlü ulusal dargörüşlülüğe, ulusal sınırlılığa karşı olan marksist-leninist konumun bir ifadesidir.

Ezilen ulusun meşru hakları, ulusal baskıya ve eşitsizliğe karşı haklı mücadelesi ile, proletaryanın temel devrimci çıkarları ve hedefleri arasındaki ilişkiyi doğru kurmak, ulusal soruna ilişkin marksist tutumun ve görevin bu ikili yönünü birlikte ele almak ve belli somut koşullarda doğru bir biçimde bağdaştırmakla olanaklıdır.

Konferansımız, ulusal soruna ilişkin marksist-leninist tutum ve politikaya gerçeklik kazandırmak yolunun, işçi hareketini bu sorunda tutarlı bir politik tutuma yöneltmekten geçtiğinin bilincindedir. İşçi hareketinin bugünkü politik geriliği ve burjuva bilincin genel etkisi, onu Kürt sorunu ve Kürt halkının haklı mücadelesi karşısında kayıtsız ya da edilgen kalmaya ittiği ölçüde, Kürdistan’da alt sınıflara dayalı olarak gelişen devrimci ulusal hareket yalnız kalmakta, bu onu Kürt üst sınıflarıyla birleşmeye ve dahası, örneğin din gibi geri ve gerici ideolojilerden yarar ummaya itmektedir. Gelişen işçi hareketi, Kürt sorunu karşısında, Kürt ulusunun meşru hakları ve haklı mücadelesi alanında tutarlı bir politik tutum almayı başardığı ölçüde, ulusal sorunun yarattığı devrimci birikimi yedeğine almayı, onu burjuvaziyi devirme mücadelesinin bir dayanağına dönüştürmeyi de başarmış olacaktır. Farklı milliyetlerden proletaryanının sınıf birliğinin gerekliliği üzerine, ya da örneğin ulusal dargörüşlülüğün ve ezilen ulus milliyetçiliğinin sakıncaları hakkında soyut sözlerle yetinmek ve oyalanmak yerine, bugün için komünistlere düşen asıl görev, proleter kitleler içinde, her konuda olduğu gibi ulusal sorun konusunda da devrimci bir bilinç ve daha da önemlisi devrimci bir pratik tutum geliştirmektir. Kürt ulusal hareketinin kaderini proleter devrimin kaderine bağlayabilmenin de, Kürt sorununda köklü ve kalıcı bir çözüme ulaşabilmenin de en kritik halkası, bu canalıcı ve ertelenemez görevde somutlaşmaktadır.

* Türkiye tarihinde modern sınıflaşmanın ileri boyutlar kazandığı ve toplumu sarsan büyük hareketliliklerin yaşandığı son 30 yıl, bu nesnel-toplumsal zeminle de bağlantılı olarak, Türkiye sol hareketi için yeni bir dönem olmuştur.

‘60’lı yıllarda sol adeta yeniden doğdu, tarihinde ilk kez olarak kitleselleşti ve toplumun gündemine girdi. Ne var ki, orta sınıf aydınlarından sola kitlesel akışın ideolojik baskısı, Kemalizmin yedeğinde kalan eski TKP’nin reformist mirası ve dünya ölçüsünde revizyonizmin etkisi, birarada, ‘60’lı yılların Türkiye solu için, düzen çerçevesini ve kurumlarını aşamayan bir burjuva sosyalizmi dönemi olarak yaşanmasına yolaçtı. Burjuva sosyalizminin yeniden doğuş dönemine bu egemenliği, Türkiye solunun sonraki yıllarına, şimdilerde artık açıkça ve tümüyle bir düzen öğesi haline gelmiş güçlü bir reformist kanat miras bıraktı.

‘60’lı yılların sonuna doğru gitgide radikalleşen kitle hareketlerinin uygun zemini, bu hareketlerin içinden yetişen ve alt sınıflardan gelen genç devrimcilerde (uluslararası devrimci akımın da etkisiyle) radikal bir politik şekillenişle birleşince, reformist gelenekten devrimci bir kopmanın olanakları oluştu. Bu devrimci kopma, tüm 70’li yıllara ve solun büyük bir kesimine damgasını vurdu. Öte yandan, devrimci akımın bu etkili varlığının yanısıra, esas olarak da devrimci yükselişin baskısı ve bu baskı altında reformist politikaların iflası, bu aynı yıllarda solun reformist kanadından bazı kopmalara ve solun devrimci kanadının bu kopmalarla güçlenmesine yolaçtı.

Bununla birlikte, çok sayıda örgütün toplamından oluşan solun bu devrimci kanadı, gerek toplumsal ortamı ve dayanakları, gerek burjuva sosyalizminin değişik biçimlerde süregelen ideolojik etkisi, gerekse de uluslararası ideolojik kaynakları dolayısıyla, kendi öznel iddiaları ne olursa olsun, küçük burjuva sosyalizmini aşamadı.

Türkiye solu 12 Eylül dönemine, ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda şekillenen ve ‘70’li yıllar boyunca solun reformist ve devrimci kanatlarını oluşturan bu iki ana akımla girdi. Kendi özsel zayıflıkları ve karşı-devrimin baskısı bu iki akımı bir çözülme ve tasfiye sürecine soktu. Küçük çaplı bazı karşıkoyuşlar ve kopmalar dışında tutulursa, solun geleneksel reformist kanadı ruhunu düzene teslim etti ve sol içindeki tarihine böylece bir son verdi. Onlardan boşalan yeri bu kez devrimci kanadın bünyesinde yaşanan çözülme ve tasfiye süreçlerinin ortaya çıkardığı yeni reformist akım ve çevreler doldurdular. Öte yandan, demokrasi ve sosyalizmi bulanık bir biçimde içiçe taşıyan çelişkili yapısıyla devrimci hareket, ‘80’li yıllar boyunca yaşadığı çözülme ve iç ayrışmayla, yalnızca geriye dönük olarak reformizmi değil, ileriye yönelik olarak proleter sosyalizmini de besleyecek olanaklara sahipti. EKİM, bu tür bir dinamiğin ürünü olarak, devrimci hareketin bir dizi alanda kendine özgü üstünlükleri olan belli bir kesiminden kopmayla oluştu. Fakat dört yıla yaklaşan gelişme süreci içinde devrimci hareketin çok değişik gruplarından kopan yeni unsurlarla birleşmeyi de başardı bu arada. (Konferansımızın kendisi aynı zamanda bu çeşitliliğin de yansıdığı bir platform oldu.)

Bugün devrimci harekete bir bütün olarak bakıldığında, Türkiye’nin son derece uygun nesnel ortamına rağmen, devrimci grupların politik ve örgütsel planda bir kısırlık, ideolojik planda ise bir belirsizlik ve bunalım içinde oldukları görülmektedir. Ana sorun geçmişin yüklerini atamamak, marksist temellere dayalı devrimci bir ideolojik yenilenmeyi başaramamaktır. Eski teorik-politik görüşlere olan güven yitirilmiş, ama bunlar aşılamamıştır. Bu zaaf örgütsel kargaşayı beslediği gibi, olayların kendiliğinden itmesiyle girilen “sınıf yönelimi”nin sağlıklı bir zemine oturmasını da olanaksız kılmaktadır. Böylece ‘80’lerin son bir kaç yılında girilen “toparlanma” heyecanıyla bir ölçüde yatıştırılan ya da öyle görünen iç tartışma ve arayışlar, şimdilerde yeniden yoğunlaşmaktadır. Bu sağlıklı bir gelişmedir. Zira ‘80’lerin ortasından farklı olarak, Türkiye’nin bugünkü nesnelliği, iç arayışları büyük ölçüde ileriye yöneltecek özelliklere sahiptir. Bu bağlamda EKİM’e düşen sorumluluklar da büyüktür. Zira EKİM, bu arayışları etkileme, ileriye yönelişleri hızlandırma ve ileriye çıkmayı başaracak öğelerle birleşme yeteneğine ve olanaklarına sahip tek örgüttür bugün için.

* Komünistler ve sınıf bilincine erişmiş işçiler için bugün en acil sorun partileşmektir. İşçi sınıfının marksist-leninist temellere dayalı partisini gecikmeksizin yaratmak, Türkiye’de olayların bugün ulaştığı düzey ve izlediği seyrin de dayattığı bir görevdir. Gelişme dinamizmini sürdüren işçi hareketi, bugün müdahale ve önderlik yeteneğine sahip bir devrimci öncüden yoksunluğun zayıflıklarını yaşıyor.

Konferansımız partileşme sürecini, birbirine kopmaz şekilde bağlı, organik olarak içiçe geçmiş bir teorik, politik ve örgütsel gelişme süreci olarak kavramaktadır. Kendi geçmişimizden olduğu kadar, uluslararası komünist hareketin tarihsel geçmişinden birikip bugünün komünistlerine miras kalan sorunların yanısıra, günümüz dünyasının ve Türkiye’sinin yaşadığı karmaşık sorunların bir ihtiyaç haline getirdiği teorik atılım, partileşme sürecinin esas halkasıdır. Başarılı ve sağlıklı bir politik ve örgütsel gelişim ancak bu tür bir atılımla güvence altına alınabilir. Partileşmeye varacak bir politik ve örgütsel gelişimin ise temel alanını işçi sınıfı, esas içeriğini sınıfın öncü kesimiyle birleşmek ve sınıfın kitlesiyle bağları geliştirmek oluşturmaktadır.

Bugüne dek esas olarak birbirlerinden kopuk gelişen Türkiye devrimci hareketi ile işçi sınıfı hareketi, parti güçlerinin biriktiği iki ayrı alandır. İşçi sınıfının önemli bir kesimi sosyalizm fikriyle yüzyüze gelmiş öncü kuşağı ile, devrimci hareketin bünyesinde saklı duran ve ileriye çıkma eğilimi taşıyan marksist potansiyel, birarada partinin temel potansiyel güçlerini ifade etmektedirler. Bu potansiyel güçleri harekete geçirmede ve partileşme süreci içinde birleştirmede, ideolojik ve örgütsel bir konum kazanmış komünistlerin çabası özel, hatta belirleyici bir önem taşımaktadır. Komünistler için esas olan sınıfın ileri öncü kesimlerini kazanmaktır. Deneyimler gösteriyor ki teorik gelişme gücüyle de birleştirilmiş bu tür bir çaba ve başarı, devrimci hareketin bünyesinde proletarya sosyalizmine yönelme eğilimindeki öğeleri ileriye çekmeyi, kazanıp birleştirmeyi kolaylaştırmaktadır.

Bütün bunlar birarada, partileşme sürecinin, komünistler için aynı zamanda bir birleşme süreci olduğu anlamına gelir. Konferansımız, Türkiye’nin bugünkü özgün koşullarında birlik sorununu parti sorununun ayrılmaz bir parçası olarak ele almaktadır. Bu konuda buraya kadar söylenelere ek olarak, daha önce EKİM tarafından değişik vesilelerle dile getirilen, ne var ki somut birlik girişimlerimiz sırasında anlamı ve önemi zaman zaman yeterince gözetilmeyen, üç temel noktayı yeniden vurgulamayı gerekli görmektedir.

1) Devrimci hareketin değişik kesimleri kök aldıkları geleneğe bağlı olarak, ilk ideolojik şekillenişlerini, ya modern revizyonizmin, ya çağdaş popülizmin, ya da ikisinin birarada etkisi altında yaşamışlar, sonraki evrimlerine rağmen bu etkiyi değişik düzeylerde bugüne dek taşımışlardır. Bu nedenle, ancak bu ideolojik geçmişle marksist-leninist temellere dayalı bir hesaplaşma eğilimi ve çabası içinde bulunan kişi, çevre ve örgütler, bizim için, “grup kaynaklarından bağımsız olarak, proleter sosyalizminin güçlerini oluştururlar ve birlik perspektifimiz içinde yer alırlar.”

2) “Birlik sorunu sözkonusu olduğunda, ... net ve kararlı bir sınıf yönelimi, ayrı ve özel bir önem taşır. Zira gerçek komünistlerin birliği kadar, hatta bundan da önemli ve acil olan komünistlerin sınıfla birliğidir. Komünistlerin birliği, komünistlerin sınıfla birliği sorununa ve sürecine bağlı ele alınmalıdır. Bu hem birliği kolaylaştıracak, hem de kalıcı ve sağlıklı kılacaktır. Sınıf hareketiyle kararlı ve militan bir birlik kurma çabası içinde değil de, aydın ya da sınıf dışı çevre ve örgütlerin görüşme diplomasisine, bu nedenle de kaçınılmaz olarak ideolojik uzlaşma ve tavize dayalı olacak bir birlik istemi, kolay gerçekleşemeyecek, gerçekleşse bile ne sağlıklı ne de uzun ömürlü olabilecektir.”

3) “Hüphe yok ki parti birliği, temeli bu olmakla birlikte asla ideolojik-politik bir ortak kimlikte birleşmekten ibaret değildir. Parti yanısıra mücadele ve örgüt birliği demektir. Mücadelenin ve örgütlenmenin ilkelerinde ve pratiğinde anlaşmak, birleşmek ve kaynaşabilmek demektir.”

* Düzenin karşı karşıya bulunduğu çözümsüz sorunları netleştiren iktisadi ve politik olayların genel seyri, işçi sınıfı, Kürt halk kitleleri ve toplumun öteki bazı yoksul katmanlarındaki hareketlenmeler, bu olayların ve bu hareketlenmelerin gözle görülür hale getirdiği Türkiye’nin devrimci olanakları, Türk burjuvazisini işi sıkı tutmaya, baskı ve teröre dayalı temel politikalar yedeğinde, onları tamamlayacak bir biçimde bazı yeni taktikler ve yöntemler izlemeye yöneltmiş bulunuyor. Aslında yeni olmayan fakat gitgide inceltilen bu taktiklerle güdülen hesap, kitle hareketlerinin önünü almak, kitlelerdeki mücadele potansiyelini bu taktikler çerçevesinde açılan düzen içi kanallarda boğmak, ve son olarak, kitle mücadelelerini devrimcileştirmenin ve iktidar hedefine yöneltmenin güvencesi olan komünist ve devrimci hareketi tecrit edip ezmektir. Konferansımızın çalışmalarını sürdürdüğü günlerde ilk öğeleri açıklanan “Kürt reformu” ve 141-142. maddelere ilişkin değişiklik planı, bu çerçevede bir anlam taşımaktadır. Bu yeni girişimin en belirgin hedefi, gerek Türkiye genelinde gerekse Kürdistan’da solun reformist ya da reformizme eğilimli kesimleri düzen legalitesi içine alınıp ehlileştirilirken, devrimci çözümlerde ve iktidar perspektifinde, bunun bir gereği olarak da ihtilalci örgütlenme ve yöntemlerde ısrar eden kesimleri tecrit edip ezmeyi kolaylaştırmaktır.

Ehlileştirme planlarının içyüzünü yığınlar önünde açığa çıkarmak, gerçekte baskı ve terör politikalarının tamamlayıcı öğeleri olan bu “reformlar”ı sözde düzenin bir yumuşaması olarak sunma eğilimi ya da çabası içinde olan reformist-legalist odakları teşhir etmek, kendilerini tecrit edip ezmek gerici politika ve çabalarını boşa çıkarmak, komünistlerin ve devrimcilerin bugünkü en önemli taktik görevleri arasındadır.

Bu politikaları boşa çıkarmanın bir boyutu da, ihtilalci örgütlenme ve mücadele biçim, araç ve yöntemlerinde yetkinleşmektir. Devrimin örgütlü militan güçleri, kendilerini acımasız teröre karşı her yönüyle hazırlayabilmelidirler. Bunun için geniş olanaklar sunan kitle hareketliliklerinden en iyi şekilde yararlanmasını bilmeli, tecrite ve ezilmeye karşı militan kitle mücadelelerinin en iyi güvence olduğunu her zamankinden daha çok hatırlamalıdırlar.

Öte yandan, burjuva legalitesinin tuzaklarını bütün açıklığı ile teşhir etmek çabasını, mücadelenin zoruyla yaratılmış legal olanaklardan, dahası, burjuvazinin solun reformist kesimini ehlileştirmek hesabıyla yarattığı ek olanaklardan, devrimci amaçlarla, devrimci mücadele ve örgütlenmenin hizmetinde, en iyi şekilde ve sonuna kadar yararlanmak çabasıyla birleştirmesini bilebilmelidirler. Gerici “reform” planlarının bazı öğelerini gerisin geri burjuvaziye karşı kullanmak, yalnızca bir devrimci ustalık sorunudur. İhtilalci bir örgütsel temele sahip her örgüt bunda az çok başarılı olabilir. Yalnızca basın alanında değil, fakat olanaklı tüm alanlarda, legal biçim, yöntem ve araçlardan sonuna kadar yararlanabilir. Burjuvazinin yeni girişimlerinin bir amacının da legal alanı icazetçi konumu benimseyenlerle sınırlamak, komünist ve devrimci örgütlerin bu alanı kullanmasını engellemek olduğu gözönüne alınırsa, legal olanakları ısrarla ve ustalıkla kullanma devrimci taktiğinin önemi daha iyi anlaşılır. Kitle hareketinin baskısı ve yarattığı olanaklar bu açıdan da değerlendirilebilmelidir.

* Kitle hareketlerini devrimcileştirmek, barışçıl mücadelelerden militan eylemlere, sokak gösterilerine geçmesini kolaylaştırmak, devletin militarist güçlerine meydan okuyacak, gerektiğinde onlarla yüzyüze gelmekten, çatışmaktan, bu yolla eylem olanaklarını genişletmekten geri durmayacak bir çizgide ilerletmek, güncel görevlerin önemli bir boyutudur. Kürdistan’da kitle mücadeleleri, devrimci önderliğin de varlığı ve katkısı sayesinde, çoktan bu niteliğe ve düzeye ulaşmış bulunmaktadır. İşçi hareketi tüm eylemliliğine rağmen bu düzeyin henüz çok gerisindedir. Fakat burjuva legalitesinin sınırlarını parçalayan Zonguldak eylemi, işçi sınıfının militan patlamalara yatkınlığının bir göstergesi olmuştur.

Komünistler işçi hareketinin politik bilincini ve militan eylem yeteneğini ilerletmek için azami bir çaba sarfetmelidirler. Bunu, proleter yığınları, yalnızca onları da değil, genel olarak emekçi yığınları, militan siyasal mücadelelerden geçerek silahlı bir genel ayaklanmada tepe noktasını bulacak bir devrimci sürece hazırlamanın bir gereği olarak kavramalıdırlar. Böyle bir süreci yalnızca iradi çabalarla yaratmak kuşkusuz olanaksızdır, fakat eğer toplumun potansiyel devrimci olanakları kadar olayların bugünkü genel seyri de böyle bir süreci şimdiden kuvvetli bir ihtimal olarak hissettiriyorsa, buna bugünden ve en iyi şekilde hazırlanmak ve yığınları kendi yönümüzden hazırlamak, gelecekte doğacak nesnel olanakları heba etmemenin de güvencesidir. Yığınlara militan mücadele yöntemlerinin ve sermaye iktidarını devirmenin biricik yolu olarak silahlı ayaklanmanın propagandasını yapmak ise, komünistlerin her zamanki görevlerinin ayrılmaz bir parçasıdır.

* * *

Konferansımız, yalnızca bir kısımını ve özetle sunduğumuz genel perspektiflere ve görevlere ilişkin değerlendirmelerini, EKİM’in bir örgüt olarak somut durumu, konumu ve görevlerine ilişkin değerlendirmelerle birleştirmeye çalıştı.

EKİM, dört yıla yaklaşan gelişme çabası içinde ve bugün gelinen yerde ideolojik gelişmesinin köşe taşlarını döşemiş, belli bir kadro birikimine ulaşmış ve bu birikim bir ilk örgütsel çekirdeği şekillendirmede belli bir başarıyla değerlendirmiştir. Türkiye’de komünist hareketin güç ve potansiyeli EKİM’den ibaret olmamakla birlikte, EKİM’in attığı adımların, katettiği mesafenin Türkiyeli komünistler için en önemli kazanım olduğu tartışmasızdır. Bu özgün konumunu en iyi şekilde ve Türkiye komünistlerinin partileşme amacı doğrultusunda kullanabilmek, EKİM için canalıcı bir sorumluluktur.

Katettiği mesafenin taşıdığı öneme rağmen, EKİM, henüz işin başındadır. Ciddi görevler, sorunlar ve zaaflarla yüzyüzedir. Kendini yenilemeyi ve geliştirmeyi sürekli güçlendirilen bir çaba olarak ele almak zorundadır. Teorik alandaki sorumluluklarına az sonra değineceğiz. Politik alanda proleter kitleler üzerinde politik etkinlik kurmak ve bunu sürekli geliştirmek yakıcı bir görevdir. Yeni bir örgüt olmak, ilk oluşum döneminin zorunlu ve isabetli bir tercihi olarak illegal alanla sınırlanmak ve legaliteyi gereğince kullanamamak, etkili ve sistemli bir politik faaliyet için bir ilk kadro birikimi yaratma zorlu çabasının üstesinden ancak gelebilmek, vb. nedenler, onun henüz çok dar ve politik etkisi sınırlı bir hareket olmasına yolaçmıştır. Ama artık bu ilk oluşum safhası geride kalmıştır. Artık genişlemek, politik etkisini yaymak potansiyel koşullarına sahiptir, bunun olanaklarını biriktirmiştir. Bunu kullanmak sorunu ve göreviyle karşı karşıyadır. Toplum içinde ve proleter yığınlar üzerinde etkinlik geliştirebilmek, politik faaliyetin açık-gizli, legal-illegal, barışçıl-militan tüm araç, biçim ve yöntemlerini kullanmayı gerektirdiği gibi, olaylara, özellikle işçi hareketliliğine etkili ve sistemli bir pratik müdahale çabasını da gerektirir. Bu ise, militan, kararlı ve ısrarlı bir çabanın yanısıra, herşeyden önce bu müdahalenin sorunları konusunda politik bir açıklık ve netlik gerektirir.

EKİM bir ilk örgütsel omurga yaratmıştır. Fakat bu omurgayı fabrika tabanına dayalı hücre örgütlenmesi ile gerçek bir temele kavuşturmak gibi asli bir sorunla ve görevle yüzyüzedir. Bugünün bu acil görevi, aynı zamanda stratejik bir politik-örgütsel görevdir. Fabrikaları iktidar mücadelesinin ve devrimin kaleleri haline getirmek buradan geçer. Bugün için temel örgütlenme alanlarımız olan büyük sanayi kentlerinin proleter kitlelerinde yaşanan hareketlilik ve bu hareketliliğin sayılarını sürekli çoğalttığı öncü kuşak işçiler, bu örgütlenme hedefi için geniş potansiyel olanakları ifade etmektedir. Bir dizi fabrikadaki ilk ilişkilerimiz ise bunun mevcut somut olanaklarını... Bu ilişkileri genişletmek ve çoğaltmak çabası, fabrikalar temeline dayalı hücrelerle örgütsel temelimizi örmek çabasıdır da.

Örgütsel alandaki bir diğer temel görevimiz, mahalli örgütlenmelerimizi geliştirmek, olaylara ve kitlelerdeki hareketliliğe kendini uydurabilecek, bunların ortaya çıkardığı ve çıkaracağı müdahale ihtiyaçlarına zamanında ve az çok yeterli bir biçimde cevap verebilecek düzeyde teçhizatlandırmaktır. Bu aynı zamanda iyi kurulmuş bir örgütsel-teknik altyapı demektir.

EKİM, yeni bir çizgi, yeni bir gelenek, yeni bir kültür demektir. Ama bu, yeni dönem kadroların belli bir oranına rağmen, tüm bu yeniliklerin aslında geçmişten devralınan kadrolarla başarılmaya çalışıldığı gerçeğini değiştirmez. İşçi kökenli kadrolarımızın bir kesimi için de aynı şey geçerlidir. Bu, ideolojik, politik ve örgütsel her düzeyde, değişik kadrolarda değişik ölçülerde olmak üzere geçmişin izlerinin, önyargılarının, alışkanlıklarının yeni örgüt yaşamına taşınabilmesi demektir. Geçmişin bu etkilerini kazımak, örgüt yaşamımızın önemli bir sorunu ve kadro politikamızın önemli bir unsurudur. Sorun yalnızca geçmişin kalıntılarından da gelmiyor. EKİM, gelişme sağladığı ölçüde, bu, bugünün çok değişik örgüt ve çevrelerinden ona en ileri öğelerin akmasını da sağlıyor. Bu yoldaşlar, hareketimizin temel teorik görüşleri ve politikalarıyla birleştikleri için saflarımıza geliyor olsalar bile, iradeleri dışında geldikleri örgütlerin bir kısım ideolojik önyargılarını ve örgütsel alışkanlıklarını da birlikte getiriyorlar. Gerek mücadelenin yeni kazanımları olsun, gerekse başka saflardan gelsin, tüm yeni yoldaşlarını kendi ideolojik ve örgütsel potasında yeniden biçimlendirmek, örgüt yaşamımızın bugünkü temel sorunlarından biridir.

Öte yandan, gerek devrimci gelişmenin ortaya çıkardığı ihtiyaçlara cevap verebilen, gerekse sertleşen mücadelenin acımasız koşullarına ve gereklerine dayanabilecek bir kafa ve yürekle donatılmış hem bilinçli hem ihtilalci komünist kadro tipini yaratmak ve geliştirmek EKİM’in temel örgütsel görevleri arasındadır. EKİM üyeleri, bilen, düşünen, kavrayan, uygulayan, yargılayan, eleştiren, haklarını sonuna kadar kullanan, görev ve sorumluluklarına ise sadakatle sarılan, bilinçli, inisiyatifli, kişilikli, militan komünistler olabilmelidirler. Hareketimizin ideolojik konumu ve kendine esas aldığı proleter sınıf zemini kadar, sosyalizmin ve dünya komünist hareketinin tarihsel deneyiminden çıkardığı ve kendi örgüt yaşamına maletmeye çalıştığı eleştirici sonuçlar da bu nitelikte bir kadrolaşmanın olanaklarını oluşturmaktadır. Aynı zamanda bir “örgüt kürsüsü” olan Merkez Yayın Organımız, tüm yetersizliğine rağmen, katedilen mesafenin bir göstergesi sayılmalıdır.

Türkiye’deki devrimci gelişmeler ve evrensel düzeyde sonuçlar yaratacak bir devrimi vaadeden olanaklar, Türkiyeli komünistlerin dış dünya ile ilişkilerinin önemini olağanüstü artırmaktadır. Türkiye devrimini dünyaya tanıtmak, dünyada Türkiye devrimi ile dayanışma olanaklarını geliştirmek, olayların bugünkü düzeyinde olduğu gibi gelecekte de büyük önem taşıyacaktır. Avrupa’nın çeşitli ülkelerine dağılmış ve sayıları bir kaç milyonu bulan Türk ve Kürt işçi kitlesi bugüne kadarki deneyimin de gösterdiği gibi, bu tür bir çaba için son derece elverişli bir ortam ve dayanağı ifade etmektedir. Bu kitle aynı zamanda Türkiye ve Kürdistan’daki devrimci gelişmelere dıştan bir devrimci siyasal destek olanağı olabildiği gibi, Türkiye’deki devrimci politik faaliyete önemli maddi-teknik olanaklar da sunabilmektedir. Sorunun tüm bu yönlerini birarada değerlendiren Konferansımız, yurtdışı faaliyetimizin güçlendirilmesini ve geliştirilmesini bir başka önemli görev saymaktadır.

* * *

 EKİM’i I. Genel Konferans safhasına getiren Merkez Komitemiz, Konferansımızın toplanmasına ilişkin karar metninde, Türkiyeli komünistlerin içinde bulunduğumuz dönemdeki sorunlarını şöyle özetlemekteydi: “Türkiyeli komünistler bugün ciddi teorik, politik ve örgütsel sorunlarla yüzyüzeler. Evrenseli kucaklayan bir teorik gelişme ve yetkinleşme; politik sorunlarda ve görevlerde netlik; işçi sınıfını temel alan ve tüm topluma hitapeden etkin bir siyasal faaliyet; böyle bir faaliyetin güvencesi ve yürütücüsü olarak ihtilalci bir sınıf örgütlenmesi; ve tüm bunların cisimleşmiş bir birliği ve ifadesi olarak, leninist bir sınıf partisi.”

“Tüm bunlar aynı görevler ve sorunlar zincirinin kopmaz halkalarıdır; bir bütün oluşturmaktadırlar”, diyerek devam eden değerlendirme, bu “sorunların asıl önemli boyutu doğal olarak teorik alandır”, sonucuna varıyordu.

Konferansımız teorik faaliyeti, teorik sorunlarda gelişme ve yetkinleşmeyi Hareketimizin tüm faaliyetinin en canalıcı halkası olarak değerlendirmektedir. Politik ve örgütsel faaliyetin doğru bir çizgide, sağlıklı ve başarıyla geliştirilebilmesinin güvencesi buradan geçer. Nedir ki teorik çalışmaya atfettiğimiz bu önem, devrimci siyasal mücadelenin her zaman için teorik açıklığa duyduğu olağan ihtiyacın ötesindedir. Sorun Türkiye devriminin kendine özgü sorunlarında açıklığa kavuşmanın da ötesindedir. Yalnızca Türkiye’de değil bir bütün olarak dünyada, devrimci komünistlerin, belki de uluslararası komünist hareketin tarihinin hiç bir döneminde karşılaşılmamış ciddi teorik sorunlarla yüzyüze oldukları bir gerçektir. Karşı karşıya bulunulan sorunların manzarası baş döndürücüdür.

Bu sorunlar yığını dünya komünist hareketinin yüzyılımızdaki gelişme çizgisiyle doğrudan bağlantılıdır. Dünya komünist hareketinin ezici bir bölümüyle yüzyılımızın ikinci yarısında içine girdiği ve bugün açık bir sosyal-demokratlaşma ile sonuçlanan yozlaşma süreci, tarihsel gelişmenin ortaya çıkardığı yeni sorunlara ilişkin olarak marksist-leninist teorik gelişmenin zaafa uğramasına yolaçmıştır. Bu devrimci işçi hareketinin yeni sorunlar karşısında donanımsızlığı anlamına geliyor. Bu sorunların yalnızca dünya planındaki genel gelişmelerden ibaret olmaması, çok daha önemli olarak, sosyalist inşa deneyimlerinin sonuçta başarısızlığa uğramasının ve dünya komünist hareketinin bir çöküntü yaşamasının yarattığı sorunlarla birleşmesi, kargaşayı artırmakta ve boyutlandırmaktadır.

Tüm bunlar birarada, teorik alanda güçlenmeyi, bir teorik atılımı, Türkiye’de ve dünyada yakıcı hale getirmektedir. Devrim toprağının devrimci teoride büyük atılımların da zemini olduğu gerçeğinden hareketle, Konferansımız, bu alanda Türkiyeli komünistlere büyük sorumluluklar düştüğü inancındadır.

Konferansımız, solun hemen tüm kesimlerinde, aslında tüm dünya solunda, özel bir ilgiye ve yoğun tartışmalara konu olan sosyalist inşa deneyimlerine ve bir bütün olarak dünya komünist hareketinin tarihsel deneyimlerine de bir teorik atılım ihtiyacı çerçevesinden bakmaktadır.

Tarihsel haklılığına, insanlık tarihi içinde yarattığı silinemez izlere ve taşıdığı derin anlama rağmen, sosyalist inşa deneyimi, son tahlilde tarihsel güçlüklere yenilerek, sonuçta başarısızlığa uğradı. Sosyalist inşa süreciyle kopmaz ilişki içinde bulunan, bu süreci etkileyen ve ondan etkilenen ve bir zamanlar dünya burjuvazisiyle boy ölçüşebilecek ölçüde güç kazanan dünya komünist hareketi ise, bugün yazık ki bir tarihsel enkaz durumundadır.

Bu tarihsel deneyimi değerlendirmek, ondan olanaklı tüm dersleri çıkarmak, bu çaba içinde marksist-leninist teoriyi geliştirip zenginleştirmek, geri durulamaz bir görevdir. Bugünün komünistleri, mirasçıları ve izleyicileri oldukları geçmiş hareketin tarihsel deneyiminden gerekli sonuçları çıkarmayı başaramazlarsa, bu sonuçlar temeli üzerinde kendilerini köklü bir biçimde yenileyemezlerse, bugünün ve geleceğin mücadelelerinde bunları hesaba katamazlarsa, tarihsel amaçlarına ulaşmakta başarılı olmak bir yana, bugünkü hareketin sağlıklı gelişiminde bile mesafe alamazlar. Öte yandan, bu tarihsel deneyime sağlıklı bir biçimde, demek oluyor ki doğru bir yöntemle yaklaşabilmek, amaca ulaşabilmenin zorunlu koşuludur. Hatta denebilir ki, yöntem sorunu, tarihsel sorunlara ilişkin inceleme ve tartışmaların en canalıcı öğesidir, Tarihsel sorunlara ilişkin tartışmaların, bir çok kişi, grup ya da partiyi bir çıkmazın içine ittiği, giderek, bu çabanın ilerletici bir sonuç yaratmak bir yana, çoğu kere bu kişi, grup ya da partilerin kendilerini tüketmeleriyle sonuçlandığı az rastlanır olaylardan değildir. Bu yalnızca tartışmacıların ideolojik konumlarından değil, kuşkusuz ki bir ölçüde ondan ayrı düşünülemez olan, yöntemlerinden de dolayıdır.

Herşeyden önce amaç doğru saptanabilmelidir. Amaç tarihsel geçmişi kendi içinde ele alıp yargılamak ve bir hükme varmak değil, bu geçmişten bugün ve gelecek için sonuçlar çıkarmak, ya da daha doğru bir deyişle, bugünün ve geleceğin sorunlarını çözümlerken geçmişin deneyimlerini hesaba katmak, onlardan en iyi şekilde yararlanmaktır. Komünistler iki şeyi yapmaktan özenle kaçınmalıdırlar. Kendi misyonlarını tarihçilerinkiyle karıştırmamak ve tarihsel geçmişe karşı bilgiççe yargıçlıktan kaçınmak. Gerçek komünistler toplumsal devrim mücadelesinin öncüleridirler ve yüzleri hep ileriye, geleceğe dönüktür. Geçmiş onları, yalnızca gelecek mücadelesi için paha biçilmez değerde olan deneyimleriyle ilgilendirir. Komünist devrimciler olmanın bu basit kuralına yeterli özeni gösteremeyenler, yüzlerini geçmişe dönerek önce onu bir ağlama duvarına, sonra da bir küfür ve inkar nişangahına çeviriyorlar. Bu tür bir çaba hep bir ideolojik yozlaşma ve politik tükenişle son bulmuştur, bulmaktadır.

Öte yandan, sözkonusu olan bir tarihsel deneyimi değerlendirmek olduğuna göre, nesnel, dolayısıyla isabetli sonuçlara varabilmek için, bu deneyimi kendi nesnel tarihsel ortamı ve süreçleri, olanakları ve olanaksızlıkları içinde ele almak gerekir. Çözümlenmesi gereken kişiler ve onların fikirleri değil, nesnel süreçler ve onların unsurlarıdır. Tarihsel kişiler ve onların taşıyıcısı oldukları görüş ve politikalar, ancak bu temel üzerinde ve bu temelle karşılıklı ilişkiler içinde anlamlandırılabilinir. Daha genel bir ifadeyle, öznel etkenler, ancak nesnel etkenler temelinde, onlarla diyalektik bağıntısı içinde doğru değerlendirilebilinir, yerli yerine oturtulabilinir. Burjuva tarih anlayışı ve yönteminin bir yansıması olarak, Sovyet tarihini ve bir bütün olarak bir kaç onyılın dünya komünist ve devrimci hareketini Stalin’in tarihsel kişiliği ile açıklama çabası marksist yönteme yabancıdır. Bu tür bir çabada herşey başaşağı konur. Sonuç bir kez daha inkarcılık içinde tükeniştir.

Bir başka yöntemsel yanlışlık, tarihsel deneyimi değerlendirmeyi Sovyet tarihini değerlendirmek çabasına indirgemek, bununla bağlantılı olarak da, dünya komünist ve işçi hareketinin tarihsel sorunlarını ve evrimini yalnızca Sovyet tarihi ile açıklamaktır. Oysa geçmiş dünya komünist hareketi bir bütündür. Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği’ndeki inşa sürecinin taşıdığı özel ağırlık ne olursa olsun, ilişki ve etkileşim asla tek yönlü değildir. Yalnızca dünya komünist hareketi ve genel olarak dünya devrimci süreci Sovyetler Birliği’ndeki gelişme süreçleriyle koşullanmamış, tersinden olarak, Sovyetler Birliği’ndeki gelişmeler de dünya komünist ve devrimci hareketinin durumuyla ve evrimiyle koşullanmıştır. Dünya sosyalizmini ve komünist hareketini bu bütünlüğü ve karşılıklı ilişkisi içinde ele almak, tarihsel katkıları olduğu kadar sorumlulukları da iki taraflı olarak değerlendirmek, bir yöntemsel zorunluluktur.

Yöntemsel yanlışların ötesinde, Türkiye sol hareketinde dünya sosyalizminin ve komünist hareketinin tarihine bakışta iki yanlış eğilim var. Bir kesim, tarihsel haklılıktan ve başarılardan hareketle, hareketin tüm görüş ve uygulamalarını doğrulamak, yanlışlarını rasyonalize etmek hatasına düşüyor. Bu eğilimin temsilcileri yaşanan tecrübeye, uğranılan akibete, bugünden bakıldığında açıkça görülebilen gerçeklere ve açık yanlışlara rağmen, geçmişe geçmişin kaçınılmaz olarak kendi koşullarıyla sınırlanmış bilinciyle bakmak hatasına da düşüyorlar. Daha çok liberal ya da troçkistlerin temsil ettiği bir öteki eğilim ise, tarihsel güçlükler zemini üzerinde beliren ve kuşkusuz harekete önemli zararlar veren görüş, politika ve uygulamalarını da kullanarak, hareketin tarihsel başarılarını karartmak, haklılığını tartışma konusu etmek ya da açıkça reddetmek, devrimci mirasına karşı inkarcı davranmak yolunu tutuyor.

Etkileri ve sonuçları bakımından olduğu kadar, insanlığın ilerleme davasına katkıları bakımından da 20. yüzyılın tartışmasız en önemli olayı olan Sosyalist Ekim Devrimi, yeni bir çağı, proleter devrimler çağını başlattı. Ekim Devrimi, aynı zamanda, kapitalist gelişmenin emperyalist aşamasında belirginleşen nesnel gerçeklerden hareketle ve Marksizmin devrimci yöntemi sayesinde marksist devrim teorisini geliştiren Leninizmin tarihsel bir doğrulanması da oldu. Kapitalizmin mutlak yasası olan eşitsiz ekonomik ve siyasal gelişme ile emperyalizm çağında tek tek ülke ekonomilerinin aynı zincirin birer halkası haline gelmiş olması olgusu, uluslararası proletaryanın burjuvaziye karşı iktidar savaşımının zaferini, klasik marksist teorinin öngördüğü gibi en gelişmiş bir dizi ülkede ve eşzamanlı olarak değil, fakat emperyalist dünya zincirinin çelişkilerin yoğunlaştığı en zayıf halkalarından başlayarak bir olaylar dizisi olarak yaşanmasına yolaçacaktı. Ekim Devriminde doğrulanmasını bulan bu leninist öngörü, ama öte yandan, muzaffer bir Rus devriminin Avrupa’da devrimci süreci hızlandıracağı, Rus devriminin Avrupa’da birbirini izleyecek sosyalist devrimlerin başlangıcı olacağı öngörüsü ve beklentisiyle birleşiyordu.

Tarihsel süreç bu ikinci öngörüyü tümüyle doğrulamadı. Ekim Devrimi gerçi Avrupa devrimine bir itilim kazandırdı, fakat bu Avrupa’da sosyalist devrimlerin zafere ulaşmasına yetmedi. Avrupa’da devrimci dalga çok geçmeden kırılıp çekilince, Ekim Devrimi büyük bir yalnızlıkla ve önceden kestirilemeyen sorunlarla yüzyüze kaldı. Tek ve üstelik son derece geri bir ülkede, geri bir iktisadi ve kültürel temel üzerinde ve tarihte ilk kez olarak, ileri bir toplumsal düzeni, sosyalizmi inşa etmek sorunu, bu onurlu ama son derece zorlu görev, tüm güçlükleriyle birlikte muzaffer Rusya proletaryasının zayıf omuzlarına bir tarihsel zorunluluk olarak kaldı. Ekim Devriminin sonraki seyri, çelişkileri, açmazları, yanlışları, trajedileri ve büyük kazanımlara ulaştığı bir tarihsel gelişme evresinde bu kazanımları kaybetme akibetiyle yüzyüze gelmek şeklindeki trajik sonu, tüm bunlar ancak bu tarihsel konum ve çerçeve gözönünde tutularak doğru kavranabilir.

Ekim Devriminin büyük tarihsel açmazı, yalnızca bir tek ülkede sıkışıp kalması değil, yanısıra, sosyalist ilişkilerin gerçek bir temeli olarak, asgari bir iktisadi ve kültürel gelişme düzeyini acımasız bir kapitalist kuşatma altında kendi sınırlı iç imkanlarıyla yaratmak sorunuyla yüzyüze kalmasıydı. Bu iki güçlük birarada, içte ve dışta girilen zorlamaların, bu zorlamaların beslediği yanlışların ve zaafların tarihsel temeli oldu. Bu zorlamaların, içteki bedeli bürokratik deformasyon, öncünün ve iktidarın sınıftan ve çalışan kitlelerden gitgide uzaklaşması, kitlelerin edilginleşmesi ve gitgide sisteme yabancılaşması; dıştaki bedeli, Sovyet devrimiyle dünya devrimi arasındaki ilişkilerin doğru ele alınamaması, Sovyet devriminin çıkarlarını ve ihtiyaçlarını eksen alan bir eğilim gösterildiği ölçüde proleter enternasyonalizminden uzaklaşılması oldu.

Tek ve geri bir ülkede sosyalist inşayı gerçekleştirmek beklenmedik bir tarihsel sorun olduğu ölçüde, bu aynı zamanda, bu soruna ilişkin bir teorik hazırsızlık da demekti. Bu hazırlıksızlık bir yandan eski teorik kalıplara dogmatik bir biçimde bağlılığa, öte yandan ise iç ve dış zorlamaların gerektirdiği her durumda teoriyi eğip bükmeye, pratik ihtiyaçlara adapte etme ya da belli koşulların gerektirdiği bazı özel uygulama ve pratikleri teori düzeyine çıkarma eğilimi içinde marksist-leninist teoriden sapmalara yolaçtı.

Ekim Devrimiyle başlayan sürecin tam da geri ve kuşatma altında bir ülkede bile sosyalizmin kurulabileceğini kanıtladığı bir evrede, bu tarihsel başarının bir dizi olumsuzluk ve zaaf olarak yaşanan yan ürünleri, bu aynı sürecin ileriye yönelik rotasını değiştiren dinamiklere dönüşebildi. Sosyalist Sovyetler Birliği dünya devrimci sürecinin önemli bir dayanağı olmuş, Sovyet toplumu ileri bir gelişme düzeyine ulaşmış, sosyalizm bir dizi ülkeyi kapsayan bir sisteme dönüşmüştü. Nedir ki bu aynı başarı süreci kendisini bu düzeye ulaştıran dinamikleri de zaman içinde dumura uğratmış ya da tüketmişti.

Son derece geri bir ülke olan Rusya’da yalnız kalan Sovyet iktidarı, yaşayabilmek için hızlandırılmış bir sanayileşme planı uygulamak zorundaydı. Bu yalnızca iktisadi değil, sosyal ve politik sonuçları bakımından da hayati önemdeydi. Nedir ki bu haklı ve yerinde çaba giderek sanayileşmeyi, bu çerçevede iktisadi etkeni, kendi başına abartmak, sosyalist kuruluşun idolojik, politik ve kültürel cephelerini ihmal etmek zaafına yolaçtı. Bunun birbirinden beslenen ikili sonucu, bir yandan yığınları siyasal yaşamda, iktidara katılım ve iktidar organları üzerinde denetim alanlarında aktif kılamamak olurken, öte yandan bunun kendisi bir bürokratizme yolaçtığı ölçüde ise, yığınların bu durumuna seyirci kalmak ve gitgide olağan karşılamak oldu. Aynı zamanda bu, iktisadi kuruluşa başarıyla seferber edilen işçi ve emekçi yığınları, bu hedefle uyumlu olarak, daha çok iktisadi temalarla motive etmek, yığınların politik bilincini ve duyarlılığını geliştirmek görevini ihmal etmek sonucunu doğurdu.

Sosyalist kuruluşu kollektif mülkiyet ve planlı ekonomi temeli üzerinde bir iktisadi kuruluşa indirgemek ve sosyalizmde asıl canalıcı sorun olan emekçi insanı özgürleştirmek, üretim ve yönetim işlerine egemen kılmak görevini ihmal etmek, geri toplumsal koşullardan ve kitlelerin anlaşılır politik edilgenliğinden beslenen bu zaaf, Sovyet iktidarında bürokratik deformasyonun yolunu açtı. Bu, sosyalist demokrasinin zaafa uğraması demekti. Partinin sınıfla, sınıfın iktidarla ilişkilerinde bozulmalar demekti. Beraberinde sosyalist iktidar (proletarya diktatörlüğü) kavramının çarpık bir kavranışını getirdi. Artık güçlü sosyalist iktidar güçlü bir devlet aygıtıyla özdeş tutulur hale geldi. Bu çarpıklık proletarya diktatörlüğünü sağlamlaştırmak adı altında devlet aygıtında güçlenmeye yolaçtığı ölçüde ise, aktif, dinamik, bilinçli, katılımcı ve denetleyici emekçi sosyalist insana olan ihtiyacı gitgide unutturdu. Proletarya diktatörlüğünün asıl anlamını proleter kitlelerin iktisadi ve politik yaşam üzerinde aktif ve bilinçli egemenliğinde bulduğu, proletarya diktatörlüğünü güçlendirmenin bu tür bir egemenlik eylemini ve sürecini geliştirmek, bu sürece paralel olarak ise bürokratik aygıtların etkisini sınırlamak demek olduğu gerçekleri unutuldu. Süreç içinde yerleşen ve meşrulaşan bu uygulama, parti ve devlet örgütünde belli ayrıcalıklarla da donanmış bir bürokratik kastın oluşumuna yolaçtı. Tersinden ise üretim ve yönetim süreçleri üzerinde etkili olmayan işçi sınıfının sosyalist mülkiyete ve iktidara yabancılaşmasıyla sonuçlandı.

Bu bürokratik deformasyon süreci, iktisadi, sosyal ve siyasal bakımdan ayrıcalıklı bir küçük-burjuva yöneticiler kastının oluşumunu besledi, ve bu kast, 50’li yıllarda, kendi ayrıcalıklı konumunu bir ideoloji ve program düzeyine çıkarmayı, partiye ve iktidara hakim kılmayı başardı. Revizyonist yozlaşma ve kapitalist restorasyonun toplumsal dayanağı oldu.

Proleter enternasyonalizmine her zaman sadık kalmış Bolşevikler önderliğinde zafere ulaşan Ekim Devrimine büyük bir enternasyonalist ruh hakimdi. Bolşevikler Ekim Devrimini dünya devriminin bir başlangıcı saydılar, kendi iktidarlarını ise bir ilk dayanak. Beklenen Avrupa devrimi gelmeyince ve çekilen devrim dalgası Sovyet iktidarını bir yalnızlığa bırakınca, yeni devrimlerle tamamlanıncaya kadar tek ülkede dayanmayı, sosyalist kuruluşu gerçekleştirmeyi yine enternasyonalizmin, dünya devrimi davasına en iyi hizmetin bir gereği saydılar. Bu arada Ekim Devrimi heyecanı içindeki dünya komünistleri de, Sovyet iktidarının tek başına dayanması için üzerlerine düşen azami çabayı sarfetmeyi kendi cephelerinden bir enternasyonalist görev olarak ele aldılar. İlk yıllarda tutarlılıkla izlenen bu karşılıklı tutarlı enternasyonalist çizgi, Sovyet iktidarının yalnızlığı uzadığı ve sosyalist kuruluşu iç imkanlarla ilerletmek ihtiyacı arttığı ölçüde, giderek zaafa uğradı. Sovyet iktidarında, bir zorunluluk olarak ortaya çıkan tek ülkede sosyalist kuruluşu, gitgide kendi içinde bir amaç ve dünya devrimci sürecinin tabi olmak durumunda olduğu bir eksen olarak görme eğilimine yolaçtı. Öteki ülkelerin proletaryasına ve devrimci olanaklarına güvensizliği besledi. Dünya devriminin başarısında kilit sorun Sovyetlerdeki sosyalist inşanın başarısı olarak görülünce, bunun Komintern politikalarında bozucu, tahripedici sonuçları oldu. Bu politikalar bazı devrimci olanakların gereğince değerlendirilememesine, hatta zaman zaman Sovyet devletinin uluslararası ilişkilerinin çıkarları adına heba edilmesine yolaçtı. Tek ülkede sosyalizmi kurmak zorunluluğu, sosyalizmin evrensel doğasına aykırı bir düşünceyle, tek ülkede sosyalizmin nihai zafere ulaşabileceği ve tüm toplumsal sonuçlarına varabileceği inancına, bu temelde milliyetçi-ütopik bir sapmaya dönüştü. Bu sapma uluslararası ilişkilerde güvenlik arayışının ve dünya komünist hareketinin sorunlarına da çoğu kere bu açıdan yaklaşma tutumunun ideolojik zemini oldu. Daha sonra Kruşçev’in teorileştirdiği “barış içinde birarada yaşama”, “barış içinde yarış” revizyonist tezleri kuşku yok ki bu eğilim ve uygulamalardan kök aldı.

Bu tutum ve politikaların kısa dönemli olarak Sovyetler Birliği’ne ve sosyalist kuruluşa nefes aldırttığı doğru olsa bile, soruna tarihsel ölçülerle bakıldığında, dünya devriminin çıkarlarını esas alan bir ilkesel tutumda ısrar etmemekle, Sovyet iktidarının, son tahlilde, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşasının çıkarlarına da aykırı davrandığı, tarihsel olayların sonraki seyri ışığında, tartışmasızdır.

Sovyetlerdeki inşa sürecinin gerek içte ve gerekse dışta yüzyüze kaldığı sorunların ve düştüğü zaafların sorumluluğunu uluslararası komünist hareket ve işçi hareketi dolaysız olarak taşımaktadır. Sovyet devriminin yalnız bırakılması Avrupa işçi sınıfı için bir tarihsel sorumluluktur. Ülkelerinde ortaya çıkan devrimci olanakları ve fırsatları muzaffer bir devrimle taçlandırmak gücü ve yeteneği gösteremeyen dünya komünistleri, aynı şekilde, durumun sorumlusudurlar. “Sosyalist anavatanı desteklemeyi” proleter enternasyonalizminin biricik gereği saymak, ama bunu, enternasyonalizmi asıl anlamlı ve derinlikli kılacak bir tarzda (kendi ülkesindeki devrimci olanakları kullanıp devrimi zafere ulaştırarak) gerçekleştirememek, çeşitli ülkelerin komünistleri için bir tarihsel sorumluluk payı yaratmaktadır. Hiç bir partinin kendi zayıflığı ya da kişiliksizliği, tekyanlı olarak Komintern’in politikalarıyla ya da SBKP’nin müdahalesiyle açıklanamaz. Tersinden olarak, Komintern politikalarında ve SBKP’nin kendi tutarlı konumunu yitirmesinde, II. Enternasyonal’den miras aldıkları ve kendi toplumlarının iktisadi-politik koşullarından beslenen ciddi ideolojik-politik zaaflarıyla, özellikle Avrupa komünist partilerinin önemli bir sorumluluğu vardır. (Bazı revizyonist fikirlerin Kruşçev’den yıllar önce Thorez ve Togliatti tarafından dile getirilmesi bir rastlantı değildir.)

Sosyalizmin ve dünya komünist hareketinin tarihsel deneyimlerine bazı özet çizgilerini sunduğumuz bu yöntemsel çerçeveden bakan Konferansımız, bu deneyimleri geleceğe yönelik olarak kavrama çabasının, bu alandaki dogmatik ve liberal inkarcı eğilimlere karşı mücadeleyle birarada yürütülmesi gerektiği görüşündedir.

***

Konferansımız, tarihin günümüz komünistlerine hemen her alanda birikmiş önemli güçlükleri aşma görevi yüklediğine ve bu tarihsel sorumluluk ve görevlerin bilince çıkarılması gerektiğine işaret etmiştir.

Düne göre sosyalizmin nihai zaferi açısından daha olgunlaşmış bir dünyada, muzaffer bir Türkiye devriminin rolü ve etkileri kendi coğrafyasıyla sınırlı olmayacaktır.

Bu gerçeğin kendisi, Türkiye işçi sınıfının ve komünistlerinin tarihsel sorumluluğunu artırmaktadır. Bu tarihsel sorumluluk yerine getirildiği ölçüde, rüzgarı bu sefer kesin bir biçimde tersine döndürme onuru, Türkiye proletaryasına ait olacaktır.

İlk adım, ihtilalci proletarya partisinin yaratılmasıdır.

Bu görev, sol harekette ve işçi sınıfında birikmiş olan sosyalist potansiyelin birleşmesini zorunlu kılmaktadır.

Devrimin samimi takipçileri ve sınıfın öncü kuşağı bu tarihsel çağrıya kulak vermelidir, vermek zorundadır.

En güncel görev proletarya partisidir!

En büyük görev, en büyük çıkar proletarya devrimidir!

Tek sorumluluk dünya devrimi için Türkiye devrimine karşıdır!

Yaşasın Marksizm-Leninizm!

Yaşasın proletarya enternasyonalizmi!

EKİM I. Genel Konferansı
Mart 1991


Üste