Logo
< PKK’nin “devrimcilikten demokratlığa” dönüşüm ihtiyacı

Emperyalist sisteme ve kapitalist düzene onay


 

Emperyalist sisteme ve kapitalist
düzene onay

H. Fırat

Abdullah Öcalan’ın İmralı duruşmalarının başladığı gün mahkemeye sunduğu kapsamlı yazılı savunmasının ardından, 23 Haziran’da mahkemeye yine yazılı olarak sunduğu son savunmasının metnine de sahibiz. Bu iki savunmayı bir arada değerlendirmek, Abdullah Öcalan’ın ortaya koyduğu yeni platformun anlaşılması bakımından ek açıklıklar sunuyor.

İkinci savunmanın önemi şuradadır: İmralı duruşmalarının başlamasıyla birlikte Abdullah Öcalan’ın aylarca içinde tutulduğu tecrit durumu da önemli ölçüde gevşemiş, Öcalan gerek düzen kamuoyunun gerekse devrimci ve yurtsever çevrelerin düşünce, eğilim ve tepkilerini daha dolaysız izleyebilir hale gelmiştir. İkinci ve son savunmasını da bu koşullarda, ilk savunmasına gösterilen çeşitli türden tepki ve eleştirileri hesaba katarak hazırlamıştır. Buradan bakıldığında, ikinci savunmada ortaya konulan tutum, artık özel koşulların değil fakat iyi düşünülmüş çok bilinçli bir tercihin ifadesi sayılmalıdır.

Şimdilik birkaç cümlelik bir değinmeyle yetinerek söyleyelim: İkinci savunma, birincisinin ortaya koyduğu platform üzerinde yükselmekle birlikte, kritik bazı noktalarda onun çok daha geri bir noktaya vardırılmasıdır. Bu son savunmada teslimiyetin ölçüsü iyice kaçmıştır. Öylesine ki, Kürt sorununun siyasal niteliğini tümden reddeden, onu en dar anlamda bir kültürel kimlik sorununa indirgeyen, Kürt ulusu ya da halkı kavramları yerine özenle “bölge halkı” ifadesini seçen bir tutumla karşı karşıyayız artık. Bu ikinci savunmanın ana kaygısı, Türk burjuvazisini ve devletini, Kürt sorunu engelinden kurtulması durumunda bölgesel yayılmacı heves ve amaçlarına nasıl da kolayca ulaşabileceği konusunda ikna etmek çabasıdır. Abdullah Öcalan, bunun karşısında istenilenin, bir süre önce Anayasa Mahkemesi Başkanı tarafından zaten dile getirilen yasal değişikliklerden ibaret olduğunu, bu nedenle bunun bir “taviz” bile sayılmaması gerektiğini özenle vurguluyor ve savunmasını da bununla bitiriyor.

İlk savunmasında ve toplam olarak tüm İmralı duruşmalarında olduğu gibi burada da, Öcalan’ın, ne Kürt halk kitlelerine, ne Türkiyeli emekçileri ve ne de bölgenin ezilen mazlum halklarına tek kelimelik olsun olumlu bir mesajı yoktur. Öcalan, “yeni dünya düzeni” çerçevesinde, Talabani’nin deyimiyle “ABD’nin himayesinde”, Türk burjuvazisiyle, onun düzeniyle ve devletiyle birleşme ve bütünleşme yolunu seçmiştir. Abdullah Öcalan, açık ve net bir biçimde, saf değiştirmiş, bu çerçevede yeni safını belirlemiş ve bunu açıp gerekçelendirmiştir. Her iki savunmasında bunun teorik ve tarihsel temellerini ortaya koymuş, politik platformunu tanımlamıştır. Bu durumda elbetteki onun tarihi bir yargılamada ezilenlere ve sömürülenlere söyleyecek tek kelimelik bir sözü de olamazdı. Söylenen herşey emperyalistlere, Türk burjuvazisine ve onun adına bugün Türkiye’yi yönetenlere söylenmiştir. PKK’ye hitaben söylenenler ise, onun da bu yola bu yeni safa çağrılmasından, bu doğrultuda ikna edilmeye çalışılmasından ibarettir. Burada da tek kelime olsun olumlu ve devrimci bir mesaj yoktur.

“Demokratik sistem” ambalajı
neyi gizliyor?

Öcalan’ın ilk savunmasının “Giriş”inde, “Savunmamın ana özü... ‘demokratik çözüm’ kavramında yoğunlaştırıldı” demektedir. Aynı sözlerin devamında, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesi üzerine çarpık ve çarpıtılmış bir yorumun ardından; bunun bir “çıkmaz” ve “çözümsüzlük” olduğunu anladıktan sonra “demokratik sistem üzerinde yoğunlaşma bana önemli geldi” diyor ve şöyle devam ediyor: “Bunda askeri, silahlı güç yolunun giderek tıkanmasının da büyük payı vardı. ... zor ve şiddet içermeyen bir yol, dünya çapında kendini hissettirdiği gibi pratiğimizde de aciliyet arzediyordu.”

Savunmasının girişinde yeralan bu düşünceler, girilen yeni yolu ve seçilen yeni safı da bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. “Demokratik çözüm” ve “demokratik sistem” burada en kritik kavramlardır. Demokrasi kavramı kuşkusuz çok çekici bir “çözüm” kavramdır. Öyle ya, Kürt sorunu da demokratik bir siyasal sorunudur ve elbetteki demokratik bir çözüm gerektirmektedir. Gelgelelim demokrasiye ilişkin tüm kavramlar dünyanın ezenleriyle ezilenleri, çalışan ve sömürülen geniş yığınlarıyla sömürücü asalak sınıflar için tümüyle farklı, taban tabana zıt anlamlar içermektedir. Bu basit bilimsel gerçek bir yana. Burada, Öcalan’ın savunmasında kullandığı yeni söylemde sözkonusu olan, bu kavramın, tarihsel olarak bir ilerlemeyi ifade eden olağan burjuva-demokratik anlam ve içeriği bile değildir.

Abdullah Öcalan’ın demokrasi üzerine kavramları, savunmasının toplam mantığından bütün açıklığıyla çıktığı gibi, ABD önderliğindeki “yeni dünya düzeni”nin kavramlarıdır. Bu çerçevede Öcalan’ın “demokratik çözüm”ü de, ABD güdümlü “yeni dünya düzeni”nin ve Kürt sorununda ABD çözümünün “demokratik” bir ambalaj içerisinde sunulmasından başka bir şey değildir. “Demokratik çözüm” arayışıyla başlayan ve “demokratik sistem üzerinde yoğunlaşma”yla süren bir paragrafın, “zor ve şiddet içermeyen bir yol”un “dünya çapında kendini hissettirdiği” bir dönem vurgusuyla noktalanması, bu açıdan hiç de boşuna değildir. ‘80’li yılların ikinci yarısında dünyadaki devrimci silahlı direnmelere karşı “düşük yoğunluklu savaş”ı dünya ölçüsünde gündeme getiren ABD emperyalizmi, çözüm olarak ise sözde “zor ve şiddet” içermeyen bir “düşük yoğunluklu demokrasi”yi dayatmış, bunu bir dizi ülkede de uygulamaya koymuştu.

Güçlü bir gerilla hareketinin lideri olarak, ABD’nin yıllardır izlediği bu politikayı muhakkak ki çok iyi bilen ve hareketin yaşadığı tıkanıklık arttıkça üzerinde gitgide daha çok “yoğunlaşmış” olduğundan da hiç kuşku duyulmaması gereken Abdullah Öcalan; bizzat ABD önderliğindeki bir komployla ele geçirilmesinin ardından düştüğü ağır umutsuzluk ortamında, kendini tümden çaresiz hissetmiş ve sonuçta ABD çözümüne teslim olmuştur. Sorunun özü ve özeti budur.

Savunmalarının tüm içeriğinin gösterdiği gibi, Abdullah Öcalan’ın tüm söylemi bu çerçeveye oturmaktadır. Buradan bakıldığında, onun kullandığı kavramların gerçekte hiçbir ilerici ve demokratik anlamı ve içeriği yoktur. Bunlar objektif anlamı ve içeriği yönünden, gerici ve karşı-devrimci kavramlardır. Leslie Lipson’un 1960’lar dünyasında ve birkaç yüzyıllık burjuva demokratik süreçleri büyük çatışmalar ve acılar pahasına yaşamış bazı toplumlardan hareketle idealize ettiği demokratik ölçü ve değerler ise, burada demokratik bir cila işlevi görmekten öte bir anlam taşımamaktadır. Bunlar bugünün dünyasının ve Türkiye’sinin katı ve acı gerçekleriyle hiçbir ilgisi olmayan, soyut, ütopik ve gerici hayaller üreten boş söylemlerdir. Abdullah Öcalan İmralı’da bizzat ABD ve İngiltere örnekleri üzerinden, “demokratik sistem”in “zor ve şiddet içermeyen” hasletleri üzerine yeni teoriler geliştirirken, bu aynı ABD ve İngiltere’nin başını çektiği emperyalist NATO ittifakı tarihte benzeri görülmemiş bir zor ve şiddet aygıtını kullanarak Balkanlar’da bir yıkım savaşı yürütüyordu! Elbette tam da “demokrasi” ve “özgürlük” söylemi eşliğinde ve elbette ki gerçekte bölge halklarına ve onlar şahsında tüm dünya halklarına kendi köleci egemenliklerini dayatabilmek için.

Burada amacımız Abdullah Öcalan’ın “demokratik sistem” ve “demokratik çözüm” üzerine ölçüsüz yüceltmeleriyle zamansız bir tartışmaya girmek değil, bunu daha sonra ayrıca yapmak gerekecek. Bu ilk genel değinmeler çerçevesinde şimdiki amacımız, Abdullah Öcalan’ın, bu çekiciliği ölçüsünde belirsiz olan, her tarafa çekilebildiği için de her zaman burjuva gericiliği tarafından istismar edilmiş, kötüye kullanılmış bulunan kavramların arkasına saklanarak seçtiği yeni safı ortaya koymaktır. Nitekim safını böylece yeniden tanımladıktan sonra, ardından hemen her konuda ve sorunda, ve elbette ki hepsinden de çok Kürt sorununda, dünya egemeni olarak ABD’nin ve Türkiye’nin egemeni olarak işbirlikçi burjuvazinin kabul edebileceği görüşler ortaya koyuyor Abdullah Öcalan.

Doğal olarak da bu işe, ABD egemenliğindeki “yeni dünya düzeni”nin olumlanması ve yüceltilmesiyle başlıyor.

Zaferi ilan edilerek kutsanan
“yeni dünya düzeni”dir


Abdullah Öcalan ne yaptığını, yaptığı tercihin ne anlama geldiğini çok iyi bildiği içindir ki, savunmasının “giriş” bölümünün hemen ardından, bugünkü dünya sistemine ilişkin tutumunu açıklamaya geçiyor. Bunu “20. Yüzyıl Sonunda Zafer Kazanan Demokrasi” başlığı altında yapıyor. Burada “demokrasi” adı altında zaferi kutsanan, gerçekte ABD önderliğindeki “yeni dünya düzeni”dir. Sahte ve biçimsel burjuva demokrasisinin kaba bir biçimde yüceltilmesine ilişkin pasajları şimdilik geçiyoruz, az önce de ifade ettiğimiz gibi bunlar üzerinde ayrıca durulacaktır. Burada şu an bizim için önemli olan, Öcalan’ın bugünkü emperyalist dünya sistemine ilişkin tutumunu açığa vurduğu pasajlardır.

Bunlardan birinde şöyle diyor:

“Günümüz demokrasileri, basit ve karmaşık yönleriyle önce fikri boyutta, 17’inci ve 18’inci yüzyılda gelişirken, kurumsal yönetimsel gelişme, 19’uncu yüzyılın ortalarından itibaren hız kazanmış, 20’nci yüzyılda ise, faşizmin total amansız diktatörlüğüyle, zıt yöndeki reel sosyalizmin totaliter rejimlerine karşı direnerek, yüzyılın sonunda kesin zaferini ilan etmiştir.”

Burada tarihsel ve teorik olarak herşey birbirine karıştırılmıştır. Karşılaştırmada toplumsal sistemlerle siyasal üstyapı biçimlerinin birbirine karıştırılmasını bir yana koyalım. Bununla da kalınmayarak, tekelci kapitalizmin bir devlet biçimi olan faşizm ile sosyalist siyasal rejimler aynı kefede, “totaliter rejimler” kategorisi içinde birlikte ele alınmış, sözde 20. yüzyıl boyunca bunlara karşı direnen “demokratik sistem”e karşıt konumda tanımlanmıştır. Bu, yüzyılın büyük çatışmasını ve bölünmesini tepetakla etmektir. Faşizm tam da, Ekim Devrimi’nin açtığı çığıra, işçi sınıfının sosyalist toplum düzeni uğruna verdiği mücadeleye karşı, bugün “günümüz demokrasileri”ni temsil ediyor görünen burjuva gericiliğinin verdiği bir yanıttan, tuttuğu bir yoldan başka neydi ki? Faşizmi “günümüz demokrasileri”nin üzerinde yükseldiği o aynı toplumsal ve sınıfsal zeminden, tekelci kapitalizmden ve tekelci burjuvaziden ayrı düşünmek, tarihle ve bilimle alay etmektir. Faşizm ve “günümüz demokrasileri”, aynı sınıf devletinin, sınıf mücadelesinin seyrine bağlı olarak büründüğü iki farklı biçimden başka bir şey değildir.

Abdullah Öcalan’ın “günümüz demokrasileri”, güya sınıflar ve toplumsal sistemler üstüdür. Oysa bu sözde demokratik örtüyü kaldırdığımızda, kapitalist tekellerin çıplak ve paranın hükümranlığına dayanan amansız diktatörlüğü ile karşı karşıya kalırız. “Günümüz demokrasileri”, ABD, İngiltere, Almanya vb. gibi günümüz dünyasına her yolu mübah sayarak hükmetmeye çalışan emperyalist devletleridir. Günümüzün “demokratik sistem”i de, ABD’nin başını çektiği emperyalist “yeni dünya düzeni”den başka birşey değildir. Bunun işçi sınıfı, emekçiler ve dünyanın tüm mazlum halkları için, en başta de Kürt halkı için ne ifade ettiğini ise hergünkü olaylar açıkça göstermektedir. Mazlum bir halkın düne kadarki direniş lideri olarak bizzat Abdullah Öcalan’ın kendisinin karşı karşıya kaldığı trajik ve aşağılayıcı muamele, “günümüz demokrasileri”nin “demokratik” bir icraatıdır. Onlar bunu “demokrasiler”in kendini “teröre karşı” savunması olarak sunuyorlar. Bu yolla İmralı’ya kapatılan Abdullah Öcalan ise oradan, bunun, “zor ve şiddet” yolunu tutanlara karşı “günümüz demokrasileri” için meşru bir savunma tutumu olduğuna dair teoriler geliştiriyor, daha doğrusu onların bu konudaki hazır teorilerini yineliyor.

Elbetteki yukarıya aktardığımız karıştırmalar hiç de basit bir kafa karışıklığının değil, tersine, çok bilinçli bir çarpıtmanın ürünüdür. Abdullah Öcalan kapitalist-emperyalist sistemi dosdoğru savunacağına daha dolaylı bir yol tutuyor. Bunu, tıpkı burjuva ideologlarının kitlelere yönelik aldatma çabalarında yaptığı gibi, “demokratik sistem” ya da “günümüz demokrasileri” kılıfı içinde yapmayı yeğliyor.

Daha ileriden şöyle devam ediyor Abdullah Öcalan:

“‘90’lı yıllardan itibaren, sosyalist sistemin çözülüş ve demokrasiye dönüşümüyle, demokrasinin büyük zaferi aslında daha başlangıcındadır. Bir yerde diğer sistemlerin güçlü kalıntıları sürekli etkide bulunacaklar, saf bir demokrasi bir türlü kurulamayacak, ama gelişme hep bu yönde olacaktır.”

Bu sözler ‘89 çöküşünü izleyen dönemde gerici burjuva propagandasının kullandığı argümanların bir tekrarıdır. Abdullah Öcalan, ilgili çevrelere ideolojik paralellik mesajını vurgulu bir biçimde vermek için, bilerek benzer argümanlar kullanıyor. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki çözülmeyi “demokrasiye dönüşüm” olarak sunmaya kalkmak, emperyalist gericiliğin ağzıyla konuşmaktır. Yıkılışların ve çözülüşlerin ardından bu toplumların büyük bir sosyal, siyasal ve kültürel yıkıma sürüklendikleri, etnik boğazlaşmalar içerisinde tüketildikleri, türedi burjuvazinin mafyavari rejimleriyle yönetildikleri gözler önündeyken, “demokrasiye dönüşüm”den söz etmek, gerçeklerle alay etmektir.

Fakat İmralı’daki Abdullah Öcalan salt bu konuda değil, savunmasındaki tüm öteki konularda da gerçeklerden tümüyle kopmuştur. O salt bugünün dünya gerçekliğini değil, bugünün Türkiye ve Kürdistan gerçekliğini de tümüyle başka gözlerle görmektedir. Savunmasında resmedilen Türkiye gerçekliği onun kendi hayal mahsulüdür, gerçekte böyle bir Türkiye yoktur. Kuşkusuz tüm bunları herkes kadar Abdullah Öcalan da bilmektedir. Fakat ABD çözümüne uygun düşen bir açılım ancak gerçeklerin bu tür bir tersyüz edilmesiyle olanaklı olduğu için, “gerçekçi” Öcalan da bunun gereklerini yerine getirmektedir. Buradaki “gerçekçilik” tam bir “yeni dünya düzeni”ne teslimiyet gerçekçiliğidir. Bu Talabani’nin yıllar önce Öcalan’a önerdiği, “sizin de bunu kabul etmekten başka bir çareniz yoktur” sözleriyle empoze etmeye çalıştığı türden bir gerçekçiliktir. O gün bu dayatmasından dolayı Talabani’yi ihanetle suçlayan Abdullah Öcalan bugün aynı türden bir gerçekçiliği bizzat kendisi seçmiştir. Nitekim savunmasının girişini izleyen “20. Yüzyıl Sonunda Zafer Kazanan Demokrasi” başlıklı bu ara bölüm bu tür bir gerçekçilik vurgusuyla, daha da açıkça söylersek, “yeni dünya düzeni”ne teslimiyetten başka bir yol olmadığının dile getirilmesiyle bitmektedir:

“2000’li yılların zaferini kesinleştiren demokratik sistem, derinliğine tüm toplumlara yaygınlaşmasının önüne geçilemez gibi görünüyor. Buna karşı direnen kayederken, başarıyla uygulayanın kazanacağı da aynı kesinliktedir.”

Öcalan’ın bu sözlerinin tercümesinin; ABD’ye direnen kaybeder, onunla uyumlu hareket eden ise kazanır, demekten başka bir anlama gelmediğini, İmralı duruşmalarının ilk günlerinde dile getirmiştik.

Türkiye kapitalizmine neo-liberal
çözüm reçeteleri

“Demokratik sistem” adı altında kapitalist-emperyalist sistemin “2000’li yıllar”a damgasını vuracak zaferini ilan eden Öcalan, ardından Türkiye’ye geçiyor. “Türkiye’nin 2000’li Yıllar Gündemi” arabaşlığı altında söze şöyle başlıyor:

“Demokratik bakış açısıyla, çok genel hatlarla günümüze kadar getirdiğimiz çağdaş tarihin son yüz elli yıllık gelişimi, demokrasinin zaferine doğru bir yön gösteriyor. Tıpkı dünya genelinde olduğu gibi, eğer çok ciddi hatalar yapılmazsa, özellikle Kürt sorununun demokratik çözümüyle, solun demokratik partileşmesi ve islamın da demokrasiyi sindirmesi bu süreci oldukça başarılı kılabilir.”

Burada demokrasi projesi adı altında, gerçekte Türkiye’nin kokuşmuş kapitalist düzeni için siyasal bunalımdan bir çıkış projesi sunuluyor. Bunun için Kürt sorunu çözülmeli, sol tümden ılımlılaştırılarak düzen legalitesine entegre edilmeli ve siyasal islam terbiyeden geçirilerek rejimle barışık sınırlara (buna düzen sözcüleri tarafından islamın “demokrasiyi sindirmesi” deniliyor!) çekilmelidir, diyor Abdullah Öcalan. Aslında yeni bir şey söylemekten çok, İkinci Cumhuriyetçi neo-liberallerinin yıllardır söylediklerini tekrar etmiş oluyor. Onlar da yıllardır “demokratik açılım” adı altında, rejimin bu üç sorunu çözdüğü ölçüde siyasal bunalımdan çıkabileceğini tekrarlayıp duruyorlar. Bunun için; Kürtlerin kültürel kimliği tanınmalı, sol ehlileştirilerek düzene entegre edilmeli, siyasal islamın rejimin genel çerçevesini içine sindiren kesimiyle barışılmalıdır.

Bu aynı zamanda TÜSİAD’ın cebini parayla doldurduğu bir sözde marksist profesöre hazırlattığı “Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri” başlıklı raporun çerçevesiyle de örtüşmektedir. Zamanında bu rapora özel ilgi gösterip büyük umutlar bağlamış olmasından kuşku duyulmaması gereken Abdullah Öcalan, tüm savunması boyunca, ABD emperyalizmini ve Türk ordusunu olduğu kadar TÜSİAD’ın bu türden çözümlerini de gözeten bir çerçevede hareket etmeye, yeni çözüm önerilerini onlarla bağdaştırmaya çok özel bir özen göstermektedir.

Burada daha da ilginç bir nokta var. Abdullah Öcalan’ın ‘90’lı yıllardaki sözde “demokrasi dalgası” üzerine formüle ettiği temel fikir, tam da TÜSİAD raporunun girişinde dile getirilen görüşlerin bir benzeri ve tekrarıdır. TÜSİAD raporunun genel sunuş bölümünün ilk paragrafında aynen şunlar söylenmektedir:

“Yaşlı gezegenimiz 1970’lerden bu yana yeni bir demokratikleşme atılımına sahne olmaktadır. 70’li yıllarda Portekiz, İspanya ve Yunanistan demokrasiye geçişi ya da yeniden dönüşü yaşadılar. 1980’ler, özellikle Latin Amerika ülkeleri başta olmak üzere, askeri-bürokratik rejimlerin önemli bir kısmının çözüldüğü yıllar oldu. 1990’dan sonra da, sosyalist otoriter rejimlerin dağılmasıyla birlikte Avrupa ve Asya’da yeni demokratik rejimler dünya sahnesine girmeye başladı.” (Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri, s.1)

Bu sözleri, Abdullah Öcalan’ın yukarıya aktarılan, faşizme ve “sosyalizmin totaliter rejimlerine karşı direnerek, yüzyılın sonunda kesin zaferini ilan etmiş” “demokratik sistem” sözleriyle karşılaştırınız. Böylece Abdullah Öcalan’ın nereden beslendiğini ve daha da önemlisi, kendini kimlere kabul ettirmeye çalıştığını bütün açıklığıyla göreceksiniz. TÜSİAD düzenini benimseyenlerin bunu onun “dil”ini tekrarlayarak göstermelerinden daha doğal ne olabilir? Ve herkesin bildiği gibi, TÜSİAD’ın dili de kendisinin değil fakat tamı tamına ABD’nin dilidir, onun “yeni dünya düzeni”nin dilidir.

Abdullah Öcalan bu aynı “dil”i ve yaklaşımı savunmasının bir başka yerinde daha somut biçimde şöyle yinelemektedir:

“Demokratik sistem, faşist rejimlerin çöküşüyle ikinci dünya savaşı sonrasındaki gelişimine ‘90’larda reel sosyalizmin çözülüşünü de ekleyince, tüm dünyayı etkilemesi gibi, Türkiye’yi de etkiledi. Diğer önemli bir etken şüphesiz Kürt hareketinin halklaşması idi. Kürt halk gösterileri ‘90’larda tam bir demokratik devrim yaşadı adeta. Ekonominin de liberalleşmesiyle bu iç ve dış gelişmeler birleşince, gerçekten Türkiye belki de, farkında olmadan, tarihinin en önemli demokratik aşamasını yaşamaya başladı. Eğer, Türkiye’de sol bu süreci derinden yorumlayıp partisiyle katılsaydı, yine ‘93 ateşkes hamlesiyle gerilla savaşı son bulup, siyasal demokrasiye dönüşebilseydi, gerçekten Türkiye tarihinde demokratik cumhuriyet hamlesini kazanabilirdi.”

Saf değiştirenler tarihi de geçtikleri yeni safın bakışaçısıyla yorumlama yoluna gidiyorlar. Sovyetler Birliği’nin ve Avrupa halklarının faşizme karşı büyük tarihi zaferinin onuru bir çırpıda Hitler’e karşı “ikinci cephe”yi iki yol boyunca bir türlü açmayan “demokratik sistem”e, yani batılı emperyalistlere bahşediliyor. Bunu geçiyoruz. Bu pasajda asıl önemli olan Özal’ın solu, Kürt hareketini ve islami hareketi sisteme entegre ederek düzenin düze çıkarma projesinin Türkiye tarihinin en önemli demokratik hamlesi olarak tanımlanmasıdır. “Ekonominin liberalleşmesi”nin buna bir iktisadi temel olarak gösterilmesi ise, bir kez daha TÜSİAD “dil”inin bir yinelenmesi ve Özal’cı çözüm projesini sahiplenmenin mantıksal bir uzantısıdır.

Abdullah Öcalan’a göre, Türkiye tarihinin bu büyük “demokratik cumhuriyet hamlesi”, Çiller-Karayalçın özel savaş hükümeti tarafından boşa çıkarılmıştır. Oysa bu ülkede yaşayan herkes tüm hükümetler gibi Çiller-Karayalçın hükümetinin de özel savaşın yönetici gücü ordunun elinde iradesiz bir piyondan başka bir şey olmadığını bilir. Öylesine ki, bir Amerikancı olarak Kürt sorunu konusunda arada bir “siyasal çözüm” lafları eden ve bir ara bunu “Bask modeli” türü sözlerle gevelemeye kalkan dönemin başbakanı Çiller, bu ülkenin gizli ve gerçek anayasası sayılan “kırmızı kitapçıklar” hatırlatılarak, bizzat ordu tarafından anında hizaya getirilmiştir. Türkiye’de devletteki çeteleşmenin beyni ve yönetici merkezinin bizzat ordu olduğunu herkes (ve bu arada İmralı öncesine kadar Abdullah Öcalan da) bilir.

Gelgelelim Abdullah Öcalan’ın yeni çözüm platformu orduyu böyle şeylerle itham etmek bir yana, demokratik sürecin temel güvencesi saymayı gerektirmektedir. Ona göre ordu “‘95’den günümüze kadar devam eden dolaylı hareketi”yle Çiller-Karayalçın hükümetinin sorumlu olduğu çürüme ve çeteleşmeye müdahale etmiştir ve bugün de “en hazırlıklı kurum olarak bu süreci demokrasi lehine geliştirmekten yana”dır.

Aynı konuda şöyle devam ediyor Abdullah Öcalan: “Klasik darbe anlayışının dışında, belki de ilk örneğinde bu gelişme halen tam anlaşılmamıştır. PKK ile de dolaylı diyaloğu ‘96’dan bu yana süren ordu yönelimli bu gelişme, tam açık olmasa da, devleti ve toplumu kontrollü demokratik sürece oturtmaya çalışıyor. PKK’yle, Kürt toplumunun demokraside yerini meşrulaştırması kesinleşirse, cumhuriyetin demokratik niteliği de kesinleşir.”

2000’li yılların Türkiye kapitalizmi
için parlak gelecek tablosu

“İslamın, Refah Partisi şahsında sisteme entegre edilmesi önemli oranda çözümlenmiştir” diyor Öcalan. Aynı şeyin, PKK şahsında Kürt sorununun çözülerek yapılması durumunda, bunun Türkiye’de “gerçekten kalıcı bir demokrasi zaferi” anlamına geleceğini söyleyerek, anlatımını şu tarihsel genellemeye bağlıyor: “Şu çıkıyor ufukta, Türkiye’nin önüne; geçen en az 200 yılın Batılılaşma çabaları sonuç vermiştir. Toplum ve siyasi yapıdaki şiddet, nasıl ki bu yüzyılların deviniminde önemli bir rol oynaydıysa, artık bu anlamını yitirecek ve tarihin hurdalığına atılacaktır.”

Bu, böylece Türkiye’nin kokuşmuş düzeni “ilelebet payidar kalacaktır”, demek gibi bir şeydir. Bir önceki bölümde, kapitalist-emperyalist sistemin yüzyılın sonunda kesin zaferini ilan ettiğini ve girmekte olduğumuz 2000’li yıllara damgasını vurmayı garantilediğini dile getiren Abdullah Öcalan, burada ise Kürtlerin kültürel kimliğini tanıması ölçüsünde aynı şeyin Türkiye’nin kapitalist düzeni için de sözkonusu olduğunu ve olacağını söylemektedir. Böylece dünya çapında “demokratik sistem” için bir tür “tarihin sonu”nu ilan eden tutum, aynı şeyi Türkiye’de Kürtlerin kültürel kimliğinin tanınması halinde bir anda “demokratik cumhuriyet” payesi ile onurlandırılacak olan kokuşmuş sermaye cumhuriyeti için de dile getirmiş oluyor.

Türkiye’nin kapitalist düzenini düze çıkarma seçeneği olarak sunulan “demokratik çözüm seçeneği”, Abdullah Öcalan’a göre “genelde olduğu gibi, Kürt sorununda da tek seçenek durumundadır”. Pratik daha şimdiden bu yolda ilerlemektedir diyen Öcalan, rejim Kürt sorununu bu yolla Türkiye’nin üniter devlet yapısı içerisinde çözmeyi başarırsa, “artık şiddet, onun devrimci, karşı-devrimci, darbeci biçimleri de gündemden oldukça düşecek”, Türkiye’nin önü tam anlamıyla açılacak ve artık Türk burjuvazisini Balkanlar’da, Ortadoğu’da, Kafkaslar’da ve iç Asya’da dizginlemek olanaksız hale gelecek, Türkiye hak ettiği uluslararası konumu kazanacak, kendini çevreleyen bölgenin “lider devlet”i olacaktır.

Abdullah Öcalan’ın Kürt sorununu kültürel kimlik sınırları içerisinde çözmüş bir Türkiye kapitalizmi için çizdiği bu parlak gelecek tablosu, PKK çevreleri ve Öcalan özürcüleri tarafından “21. yüzyıl manifestosu” olarak sunulmaktadır. Oysa bu yıllardır neo-liberaller tarafından tekrarlanıp durulan çok bildik “ikinci cumhuriyet” projesidir. Herkesten çok bunun bilincinde olan Abdullah Öcalan tanımladığı projeye ilişkin sözlerini şuraya bağlıyor: “Her ne kadar İkinci Cumhuriyet gibi yaklaşımlarla da, bu yönlü gelişmeler kavramlaştırılmak isteniyorsa da, daha doğrusu demokratik cumhuriyet dönemidir.”

İçeriğe değilse de tanımlamaya ilişkin bu kadarlık bir görüş farkı elbette olmak durumundadır. Zira Abdullah Öcalan, terkettiği saflardaki güçleri geçtiği yeni safa entegre etme iddiasındadır. Bu yeni misyonunda bir parça başarılı olabilmesi için de, bu içi boş fakat pek yaldızlı “demokratik cumhuriyet” kavramı fazlasıyla gerekli ve işlevseldir.

Nitekim İmralı duruşmaları başlayalı beri Kürt basınında sürdürülen tartışmalarla, bu içi boş kavramın yaldızı kullanılarak, Kürt halkının devrimci birikimi ve elbette bu arada mümkünse eğer Türkiye’nin devrimci birikimi Abdullah Öcalan’ın teslimiyet platformuna çekilmeye çalışılmaktadır. Fakat bizzat aynı Kürt basınında açık ya da örtülü biçimde bir kısım yazar şahsında kendini gösteren devrimci ideolojik-politik direniş, bu işin öyle sanıldığı kadar kolay olmadığını da daha bugünden göstermiş bulunmaktadır.


Üste