H. Fırat
(11-12 Eylül ‘99 tarihlerinde verilmiş bir konferansın kayıtları...)
Kürt sorunu bizde her dönem bir dizi temel önemde değerlendirme ve tartışmaya konu olmuştur. Yanısıra bu temel siyasal sorun yakın dönemde, özellikle Öcalan’nın yakalanmasından sonra ve nihayet İmralı duruşmalarında Öcalan tarafından yapılan savunma vesilesiyle, basınımızda bir dizi yeni değerlendirme ve eleştiriye konu oldu. Bu nedenle de, burada konumuz Kürt sorununda son gelişmelerle ortaya çıkan yeni durum olmakla birlikte, bu kapsama giren herşeyi ele alıp tartışmak gerekli değil. Zira sorunların önemli bir kısmı basınımızda halihazırda zaten tartışılmış bulunmaktadır.
Son gelişmelere ilişkin olarak basınımızda yapılmış değerlendirmelere ve tartışmalara ilişkin çeşitli sorular ve tartışmalı görülen noktalar olabilir, bunlar sorulur ve üzerine konuşulur. Ama ben burada basınımızda halihazırda ele alınmış sorunlar üzerinde durmayacağım, onları bilinen konular sayıp veri kabul ediyorum.
“Öcalan Savunması” başlıklı eleştiri dizisinin belli bir yerde kesildiğini biliyoruz. İmralı savunmasının eleştirisi kapsamına giren bazı temel konular, tartışma ve eleştirinin en önemli konuları olarak, sona bırakılmıştı. Ama eleştiri araya giren bazı sorunlar nedeniyle bu konular ele alınmadan sona erdi. Bu tür bir konferansla bunun telafi edileceği düşüncesi de bunda belirli bir rol oynadı. İşte ben bu vesileyle eleştiri dizisinde eksik bırakılan bu konular üzerinde duracağım yalnızca.
Savunmanın genel ideolojik-politik içeriği ve amacı, PKK’nin devrimle her türlü bağını kesmesi ve kurulu düzenle bütünleşmesi demek olan köklü çizgi ve ideoloji değişikliği, “Türkiyelileşme” üzerine söylenenler ve teslimiyetin bununla teorize edilmesi, demokratik sistemin başarısı adı altında emperyalist “yeni dünya düzeni”nin zaferinin kutsanması vb. gibi bir dizi temel önemde sorun, halihazırda basınımızda ele alınmış bulunmaktadır.
Bu yazı dizisi devam edecek olsaydı, üç temel bölüm daha ele alınacaktı. Bunlardan ilki, demokrasi mücadelesi ve “demokratik cumhuriyet” sorunuydu. İkincisi, üzerinde çok laf edilen ve her türlü demagojiye ve duygusal saptırmaya çok müsait bir konu olan barış sorunuydu. Türkiye’de Kürt sorunu, bu sorunun tarihsel-toplumsal temelleri, siyasal kapsamı, devrimci çözümü ise üçüncü temel konuyu oluşturuyordu.
Bu üçüncü konu, genel olarak Kürt sorunu değil, fakat Öcalan’ın İmralı’da ortaya koyduğu yeni platform üzerinden Kürt sorunu olarak ele alınacak. Bildiğiniz gibi İmralı’daki Öcalan, Kürt sorunu siyasal bir sorun değil, bir dil ve kültür sorunudur diyor ve buna bağlı olarak Kürt tarihi ile Cumhuriyetin kuruluş dönemine de tümüyle yeni bir yorum getiriyor. Yeni platform dediğim bu. Dil ve kültür sorunu da işin özünde bir siyasal sorundur. Ama Öcalan bunu savunmasında ve mahkemedeki açıklamalarında, siyasal niteliğe karşıt olarak, “siyasal değil ama kültürel” vurgusu içerisinde, bu ikilem çerçevesinde ifade ediyor. Buradan hareketle, gerçekte bu ülkenin tarihinde Kürt sorunu neydi, bugün Kürt sorunu nedir? Bu sorunun kapsamı ve muhtevası nedir? Ve nasıl bir çözüme kavuşturulabilir? Üçüncü temel konu olarak da bu sorular ve sorunlar üzerinde durmak gerekecek.
Öcalan’ın savunmasında ideolojik mahiyet taşıyan başka bazı sorunlar da var. Genel olarak demokrasi üzerine, sosyalizm üzerine edilmiş laflar var. Bir takım ilkeler üzerine, örneğin ulusların kendi kaderini tayin hakkı üzerine edilmiş spekülatif ve saptırıcı sözler var. Bunlar üzerine sözde teorik iddia taşıyan yeni söylemler var. Vakit olursa ayrıca onlar üzerinde de duracağım.
Yapacağım konuşma, basınımızda yapılmış bulunan eleştiri ve tartışmaları tamamlayacak bir konuşma olacak, dedim. Bununla birlikte, ben gene de demokratik cumhuriyet, barış gibi alt başlıklara geçmeden önce bu son gelişmelerin anlamı üzerine bir şeyler söylemek istiyorum.
İmralı süreci: Teslimiyet dönemi
Biz daha İmralı duruşmaları başlamadan önce Öcalan eksenli yeni adımları teslimiyet olarak niteledik, eleştirip teşhir ederek devrimcileri ve Kürt yurtseverlerini uyardık. İmralı duruşmaları başladığı andan itibaren, basınımız yeni duruma karşı tutumunu “Teslimiyete hayır!” sloganı ile özetledi. “Çözüm devrimde kurtuluş sosyalizmde!” şiarını öne çıkardı ve bunu Kürt sorununa ilişkin olarak “Kürt halkına özgürlük!”, “Özgürlük, eşitlik, gönüllü birlik!” şiarlarıyla birleştirdi. Bunlar Kürt sorununun biricik olanaklı çözüm yolu ve koşullarına ilişkin olarak partimizin bilinen şiarları olmakla birlikte, Öcalan’ın savunmasında ortaya koyduğu ve PKK’yi de çekmeye çalıştığı utanç verici teslimiyet platformu karşısında apayrı bir anlam ve önem kazanmışlardı.
Aslında savunmadaki belirlemelerde bizim açımızdan yeni bir yan yok. Bu işin gerçek mahiyeti Öcalan’ın yakalanmasından hemen sonra ortaya çıkmaya ve bizim açımızdan netleşmeye başladı. Nisan ayında Öcalan’ın 2. savcılık ifadesi üzerine bir takım iddialar Türk basınında yayınlandı. 14-15 Mayıs tarihli “Son Siyasal Gelişmeler” konulu konferansta bunu önemle hatırlattım; bugüne kadar ne Öcalan’ın avukatları ne de Kürt basını bu iddiaları tekzip etmediler, dedim. Oysa 3 Nisan’da verildiği iddia edilen 2. savcılık ifadesinin içeriği çok önemliydi. Zira artık sorunun düzen tabanı üzerinde de olsa bir uzlaşma olmaktan çıktığını, teslimiyete, hatta nedamete varan bir yeni karakter kazandığını göstermekteydi. Bu konuda herhangi bir açıklama yapılmaması, basında bazı bölümlerin yayınlanması, bu belgenin gerçek olduğunu gösteriyordu. Öcalan’la ilgili birçok metni yayınladıkları halde, üzerine basında spekülasyon yapılan 3 Nisan tarihli bu savcılık ifadesini hala da yayınlamıyorlar. Belli ki bu çok nedensiz değil.
İşin gerçek mahiyeti daha o zaman ortaya çıkmıştı. Sonra bildiğiniz gibi 8 maddelik bir metin yayınlandı, yine Nisan ayı içerisinde. Bu 8 madde tam bir teslimiyet platformuydu. PKK’nin o güne kadarki çizgisinden artık köklü bir kopuştu. O güne kadarki çizgisi diyorum, zira bu çizgi son 6-7 yılda, özellikle de PKK-PSK Protokolü’nden beri, sürekli reformizme edildi. Her defasında bir şeyler kaybede kaybede, kendini kurulu düzen için kabul edilir kılmaya çalıştı. En son Öcalan’ın İtalya’ya gelmesinden sonra 7 maddelik bir platform konuldu. Bu emperyalistlerin arzu ettiği bir platformdu. İş otonomiye kadar indirilmişti. İmralı’da ortaya konulan ve bu kez Türk devletinin arzularını gözeten son 8 maddede ise otonomi vb.’inden de vazgeçildi. İşte İmralı Savunmasının esas unsurları aşağı yukarı Nisan ayında açıklanan bu 8 maddede vardı. Elbette ki İmralı savunması en geri bir noktayı temsil ediyor. Bu inkarı ve teslimiyeti teorize eden, ona teorik ve tarihsel bir temel kazandıran bir belge.
18 Nisan seçimleri vesilesiyle yaptığımız bir değerlendirmede, açık ve net bir biçimde, Öcalan çizgisindeki bir PKK teslimiyet batağına gider, dedik. Orada “Öcalan çizgisindeki bir PKK” vurgusu çok bilinçliydi. Zira Başkanlık Konseyi’nin ve genel olarak PKK’nin, Öcalan’ın bu yeni çizgisine karşı tavrının ne olacağı henüz çok açık değildi. En azından bizim o değerlendirmeyi yaptığımız sırada çok açık değildi. Fakat Mayıs ayından itibaren onlar da bu konularda konuşmaya, benzer argümanları yinelemeyle başladılar.
Özetle biz, bu çizginin bir teslimiyet çizgisi olduğunu ve hareketi batağa sürükleyeceğini daha İmralı duruşmalarından önce açıklıkla ortaya koymuştuk. İmralı duruşmaları meseleyi bütün bir kapsamıyla açığa çıkardı. Şimdi gelinen yer ise tam bir batak artık. İmralı duruşmaları da hızla geride kalıyor. Hatırlarsanız, biz İmralı duruşmalarını değerlendirirken, bu bir teslimiyettir, ısrar edilirse ihanetin batağına götürür diyorduk, yavaş yavaş oraya da gidiyor zaten.
Uzlaşma arayışından teslimiyet batağına...
Kuşkusuz PKK’deki bu değişim, duru bir gökyüzünde beklenmedik bir şimşeğin çakması misali, aniden ortaya çıkmadı. Bu işin kritik noktasına 1992 yılında gelinmişti. Biz bunu daha o zaman değerlendirdik. Bu değerlendirmeye çok atıfta bulunuyoruz, ama övünme niyetiyle yapılan bir şey değil bu. Yapıldığı dönemde önyargı ve tepkilere konu olan bir tespitin yaşanan sürecin ışığında tamı tamına doğrulanmış olması gerçeğine işaret ediyoruz. Fakat bunun daha da önemli bir nedeni var. Eğer bir tıkanıklık zamanında görülebiliyor ve bu tıkanıklıktan çıkış yolu olarak tutulacak birbirine taban tabana zıt iki yol o zamandan tanımlanabiliyorsa, bu, fiilen tutulan yolun tek ve zorunlu alternatif olmadığına da bir göstergedir. PKK karşı karşıya kaldığı yol ayrımında sistemle ve düzenle barışmayı seçeceğine, Türkiye işçi sınıfı ve emekçileriyle birleşmeyi de seçebilirdi. Bugün teslimiyete dayanak edilen “Türkiyelileşme” tezleri birleşik devrimin nesnel-tarihsel temeli olarak da ortaya konulabilirdi. Böylece tıkanıklık devrimci bir doğrultuda, devrimin derinleştirilmesi çizgisinde aşılmış olurdu.
Gerçekten de ‘92 çok kritik bir tarihti. Hareketin çok kritik bir eşiğe dayandığını, keskin bir yol ayrımında bulunduğunu işaretliyordu. Ya devrimde ısrar edilecekti, ki bu birleşik devrime geçişi olanaklı kılacak köklü bir ideolojik çizgi değişikliğini gerektirirdi; ya da “siyasal çözüm” adı altında devrim, emperyalist sisteme ve kurulu düzene karşı devrimci tutum terkedilecekti. Biz bunu o zaman, yani tam zamanında tam da böyle değerlendirdik. Ve zaten sonraki yıllarda PKK’nın eli kalem tutan bir takım insanları da, ‘92 yılının çok kritik bir dönemeç olduğunu söylemeye başladılar. Şimdi Öcalan da savunmasında bu aynı tarihe işaret ediyor. Aslında biz ‘92 yılında devrimci olan herşeyi bir yana bırakarak köklü bir dönüş yapmalıydık; yaptık da, ama bu işi biraz süründürerek yaptık; aslında benim niyetim ve tercihim çok açıktı, ama bunu zamana biraz yedirmeye çalıştım; iyi de etmedim, boşuna zaman kaybettim; bu arada yaşanan süreç boşuna yaşanmış oldu; Sovyetler Birliği’nin yıkılışı aslında bizim nasıl bir yol tutmamız gerektiğini de açık bir biçimde ortaya koymuştu, vb., vb., diyerek, bu gerçeği ve sürecin içyüzünü bütün açıklığıyla ortaya koyuyor.
O safhanın özelliği neydi? İnkar edilmiş bir ulusal kimlik ve bastırılmış ulusal istemler vardı. Bunlara tercüman olan bir hareket başgöstermişti. PKK’nin resmi programı sosyal bir içerik taşımakla, bu meseleyi anti-feodal, anti-sömürgeci, anti-emperyalist bir devrimci mücadele kapsamında formüle etmekle, işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarları ile ilişkilendirmekle birlikte; ‘84’den sonra yürütülen mücadelenin oturduğu pratik çizgi ve istemler yönünden ele alındığında, sözkonusu olan tamı tamına, yani terimin en dar anlamında bir ulusal hareketti. Bunu yeni söylemiyoruz. ‘91 yılı başında toplanan EKİM 1. Konferans değerlendirmelerinde bu gerçek açıklıkla belirtiliyor. PKK önderliğindeki hareket, 20. yüzyılın köylülüğe dayalı devrimci ulusal kurtuluş hareketlerinde görmeye alıştığımız türden, sosyal-sınıfsal istemlerle de birleşen bir hareket olarak gelişmiyor; burada, bu harekette, halihazırda başta köylülüğün olmak üzere alt sınıfların sosyal-sınıfsal istemleri sözkonusu değil, deniliyor. Ama aynı yerde, 70 yıldır bastırılmış, inkar edilmiş bir ulusal kimliğin kendini salt ulusal istemler üzerinden dışa vurmasının da bir parça anlaşılır olduğu söyleniyor. (Bkz. Kürt Ulusal Sorunu/1, s.45 ve sonrası -Red)
PKK ‘92’den önce meseleyi işçilerin-emekçilerin sınıfsal istemleriyle ilişkilendiriyordu da, bundan ‘92 yılından sonra vazgeçmiş değil. ‘92’den önce de büyük ölçüde bastırılmış ulusal kimlik, dolayısıyla ona ilişkin ulusal istemler üzerinden süren bir mücadeleydi sözkonusu olan. Bununla birlikte, genel programında ve yöntemlerinde devrimciydi. Bir takım sorunlarda ya da hedeflerde net bir tutuma sahipti. Egemen düzene düşmanlıkta netti. Emperyalizme karşı düşmanlıkta netti; anti-emperyalisti, kendisini emperyalizme karşıt olarak tanımlıyordu. Saflarında çok belirgin bir devrimci bilinç vardı. Önplanda savaşan ve PKK’nin asıl kadrosal gücünü oluşturan insanların birçoğu kendilerini sosyalist kabul ediyorlar, Marksizm-Leninizme bağlılıklarını ifade ediyorlardı. Artı, mücadele o aşamada, tam da PKK’nin bu kimliğinden dolayı, ancak alt sınıfların, özellikle yoksul Kürt köylülüğünün desteğini alabiliyordu.
Bütün bunlar ona, PKK’ye genel bir devrimci karakter kazandırıyordu. Hareketin belirgin bir sınıfsal karakteri, ileri sürdüğü istemler ve uğruna mücadele edilen politik platform yönünden çizgisinde belirgin bir sosyal boyut olmamakla birlikte; geçmiş birikimi, kimliği, resmen benimsediği program, dayandığı sosyal katmanlar, kadrolarının bilinci, ona genel devrimci bir nitelik veriyordu.
Altını önemle çiziyorum, biz daha 1. Genel Konferansta yaptığımız değerlendirmede (bu ‘91 başı oluyor) bu noktaya işaret ediyor; 70 yıl inkar edilmiş, isyanların bastırılmasından sonra 30 yıl suskunluğa ve sessizliğe itilmiş bir ezilen ulus toplumu patladığı zaman, doğal bir biçimde inkar edilmiş kimlik üzerinden patlıyor, bunu anlamak mümkün, diyorduk. Ama bununla da yetinmiyorduk; bu hareketin programı belli, dayandığı sınıflar belli, hareket ilerlemek istiyorsa, bu sınıfların sosyal istem ve çıkarları ile Kürt ulusal istemlerini bağdaştırmak zorundadır, mücadelenin içinde bu kendi doğal mantığını bulmak zorundadır diyorduk. O zamanki devrimci iyimserlik ve meseleye pozitif yaklaşım içerisinde bunları söylüyorduk. Ancak bilindiği gibi PKK ‘91’de “siyasal çözüm” üzerinden bir yeni söylem geliştirmeye başladı. Ve bu siyasal söylemin öyle çok da propaganda söylemi olmadığı soruna yakından bakıldığında açıklıkla görülebiliyordu.
Hareket tempolu bir gelişme yaşamış, belli bir yere gelmişti. Hem biriken ulusal enerjinin sert bir biçimde patlaması anlamında kıvamını bulmuştu. Hem de, ulusal istemlere ve mücadeleye karşılık verebilen kendi dar coğrafyasının sınırlarına dayanmıştı. Bu noktada hareket bir yol ayrımıyla yüzyüzeydi. Ulusal hareket bu noktaya, deyim uygunsa, ulusal kimliği oluşturmak ve ulusal istemleri ifade etmek noktasına kendi gücüyle, yani salt ulusal istemlere duyarlı toplumsal kesimlerin gücüyle geldi. Ama bir de bu ulusal istemler temeli üzerindeki mücadelenin bir çözüme doğru gidebilmesi gerekiyordu. İşte orada bir yol ayrımı vardı. Henüz PKK’de sorunların ortaya çıkmadığı bir evrede, 1. Genel Konferansımızda yapılan değerlendirmelerde buna işaret ediliyordu: Bu sorun Kürdistan’ın kendi sınırları içerisindeki güçlerle çözüm gündemine getirilebilinir, böyle bir meselenin varlığı ulusal ve uluslararası planda kabul ettirilebilir; ama sorunun çözümü bambaşka bir şeydir, bu sorunun önündeki güçlükler de, dolayısıyla bu sorunu çözecek güçler de, Kürdistan’ın kendi dar coğrafyasını ve Kürt sorununun kendi dar çerçevesini aşıyor, deniliyordu. (Bkz. Kürt Ulusal Sorunu/1, s.62-66 -Red.)
70 yıllık inkar ve imha ne olursa olsun, Türkiye’de yaşanmış bir süreç var. Kapitalizm bu 70 yılda önemli bir gelişme kaydediyor. İktisadi, sosyal ve kültürel gelişmenin iki toplumu kaynaştırması, birbirine yakınlaştırması olgusu var. Dahası, Kürt sorununu bastıran güçler ile Kürt sorununa çözüm isteyen güçler, adına “misak-ı milli” denilen Türk ve Kürt halkını birlikte kapsayan siyasal coğrafyanın toplamında kendini gösteriyor. Eğer bu böyleyse, sorun bu bünyenin toplamında kendini gösteriyorsa, siz bunu sorunun parçadaki güçleriyle çözemezsiniz. Parçadaki güçlerle böyle bir sorun var dedirttirebilirsiniz; ama bu sorunu çözmek için Türkiye’deki sınıflar mücadelesinin, Türkiye’deki güçler dengesinin genel platformuna geçmeniz gerekiyor.
Neticede oraya gelinmedi mi? Öcalan’ın savunması baştan başa bunun üzerine oturmuyor mu? Ama bir farkla! Öcalan bunu gerici bir tarzda yapıyor. Devrimi terketme, kurulu düzen safına geçme, onunla birleşme ve bütünleşme temeli üzerinde yapıyor. Öcalan’ın savunmalarında baştan sona kadar iki ulusun içiçeliği ve kaynaşmışlığı anlatılıyor. İki ulusun ortak yaşam, kültür etkileşimi, sosyal-iktisadi ilişkiler içerisinde içiçe geçtiği, zaten Kürtlerin büyük bir bölümünün de artık Türk metropollerinde yaşadığı üzerinden bir sürü laf ediliyor. Kürtler artık Türklerden kopamaz, hayat bu iki halkı birleştirmiş, diyor. Güzel, bu bir realite, biz de buna inandığımız içindir ki, Türk, Kürt ve çeşitli azınlık milliyetlerden komünistler olarak birleşik mücadele platformunda duruyoruz.
Ama bizim ve Öcalan’ın aynı nesnel olgu ve ilişkilerden hareketle çıkardığımız sonuçlar ve dolayısıyla durduğumuz yer, birbirine taban tabana zıt. Bu iki farklı sonuç ve konum, bir uçurumla birbirinden ayrılıyor. Bizim birleşik devrim sonucu çıkardığımız gerçekleri, Öcalan alıp utanç verici bir teslimiyetin ve düzen safına geçişin dayanağı olarak kullanıyor. Demek ki bu aynı nesnel gerçeklerden, siz devrimci bir sonuç da çıkartabilirsiniz, gerici bir sonuç da... Bu gerçeklikten kalkarak, düzen temeli üzerinde Türk burjuvazisiyle birleşme yolunu da tutabilirsiniz. Bu iki halk sorunu çözerse birlikte çözer, dolayısıyla bunların devrimci bir kurtuluş umudu varsa bu ancak birleşik bir mücadeleyle olabilir de diyebilirsiniz.
Öcalan’ın bundan çıkartığı sonuç, devrimin ve onu çağrıştıran herşeyin tümden reddidir. Sunduğu platform, egemen sisteme tam bir teslimiyet, onunla kayıtsız-koşulsuz birleşme ve bütünleşme platformudur. Dün ama, sorunun devrimci çözümü sözkonusu olduğu zaman, bu iki toplumu, onların emekçi sınıflarını birleştiren iktisadi, siyasal, sosyal, kültürel gerçeklerden sözedilmiyordu. Sözeden devrimcilere de “Türk sosyal-şovenleri”, “kemalist”, “misak-ı millici” deniliyordu. Tarihsel ironiye bakınız ki, artık en hararetli “kemalist”lerden ve “misak-ı millici”lerden biri de bizzat İmralı’daki Öcalan’ın kendisidir.
Biz 1. Genel Konferans değerlendirmelerinde; 70 yıllık iktisadi, sosyal, kültürel gelişmenin bu iki toplumu içiçe geçirdiğini ve birleşik bir işçi sınıfı yarattığını, bunun bölünemeyeceğini söylediğimiz zaman, bundan dolayı, bugün Öcalan’ın teslimiyet platformunu destekleyen bazılarınca sosyal-şoven olmakla, “misak-ı milli” statükosunu devrimci bir kılıf altında sürdürmekle suçlanıyorduk. Oysa sözkonusu olan, sadece tarihsel-toplumsal bir gerçekliğin devrimci amaçlar doğrultusunda değerlendirilmesi, hesaba katılmasıydı. Şimdi aynı nesnel gerçeklik kabul ediliyor, ama düzene teslimiyet temeli üzerinde. Şimdi bizim karşımızda bugünkü düzen temeli üzerinde, yani gerici bir temel üzerinde “Türkiyelileşmek” programı var. İmralı savunmaları bunun bayraktarlığını yapıyor.
‘92 yol ayrımıydı demiştim. Ne yapılabilinirdi? ‘92’de mücadelenin önemli kazanımları, elde edilmiş çok önemli mevziler vardı. Mücadelenin kazandırdığı gücü, oluşturduğu etkiyi, yarattığı örgütlenmeyi vb.’ni kastediyorum. Ya bunlar pazarlık masasına yatırılacak, bir takım tavizler elde etmeye dayanak edilecek, böylece düzen tabanı üzerinde bir çözüm aranacaktı. Ya da, biz bu halkın varlığını, ulusal istemlerini bu sorunun ve coğrafyanın kendi sınırlı güçleriyle ortaya koyduk, ama bu sorun burada çözülemiyor; bu sorunun devrimci çözümünü arıyorsak, Türkiye coğrafyasının toplamındaki güçler üzerinden politika yapmak, bunların iç ayrışmasına ve saflaşmasına dayanan bir devrimci politik mücadele yürütmek durumundayız; buna uygun devrimci bir strateji oluşturup, buna uygun bir mücadele çizgisi izlemek zorundayız denebilirdi. PKK işte bunu demedi, diyemedi.
Bunun çok çeşitli nedenleri var, bunlar tartışılabilinir. Bu hareketin ideolojik şekillenmesinden, sosyal-sınıfsal kimliğinden giderek tartışılabilinir. O dönemin dünya konjonktüründen, Sovyetler Birliği’nin yıkılışı, dünya çapındaki gericilikten giderek tartışılabilinir, vb. Buna çeşitli açıklamalar getirmek mümkün. Nitekim ‘93 yılındaki ilk ateşkes sırasında yaptığımız değerlendirmelerde, bunlar tahlil edilip çeşitli iç ve uluslararası nedenleri ortaya konuluyor da. Bu değerlendirmelerde, ortaya çıkan bu durumu anlamak mümkün; ama anlamak, onaylamak demek değildir, deniliyor. Ne var ki, somutta durum o noktaya geldiğine göre, gerçekten onu besleyen ulusal ve uluslararası bir takım maddi nedenler de var demektir. Yanısıra hareketin kendi yapısından kaynaklanan nedenler var demektir. Bunlar sözkonusu değerlendirmelerimizde tahil ediliyor, ortaya konuluyor.
Ama Kürt hareketinin önünde hala da bir başka yol vardır. Sorun olduğu sürece, Kürt halkı olduğu sürece, bu yol ortadan kalkmaz. Kürt halkının o güne kadarki birikimini, enejisini açığa çıkaran ve onun taleplerine politik sözcülük yapan akımın önünde, o zaman da başka bir yol vardı. Zor bir yoldu, kolay değildi. Sovyetler Birliği’nin çöktüğü, dünyada devrim dalgasının gerilediği, emperyalizmin “yeni dünya düzeni”nin ideolojik, moral ve politik bir saldırı içerisinde olduğu bir dönemde, ulusal sorun eksenli bir küçük-burjuva hareketin böyle bir tercih yapmasında gerçekten önemli güçlükler vardı. Ama bu imkansız bir şey de değildi. PKK devrimci söyleminde samimiydiyse eğer, bu zor bir şey değildi. Nihayetinde küçük-burjuva devrimciliği diyoruz, ama biz biliyoruz ki, bu küçük burjuva-devrimciliği en büyük gericilik döneminde bile, gerek Türkiye’de gerek dünyada kendine göre devrimcilik yolunu tutabiliyor. Bugün Kolombiya’da devrimci akımlar hala direniyor, kimse bunların proleter sosyalist akımlar olduğunu iddia edemez. Ama sosyal adaletsizliğe karşı, faşist baskıya karşı, emperyalizmin sınırsız hükümranlığına karşı, toplumdaki çürüme ve kokuşmaya karşı direniyorlar. Demek ki küçük-burjuva kimlik salt kendi başına bir teslimiyet nedeni değil, bunu açıklamak için yeterli bir neden değil.
Dikkat edin, PKK’nin devrim yolunda ilerlediği dönemde, devrim kendi yan kazanımlarını da yaratıyordu. Gerilla mücadelesinin en güçlü, en başarılı olduğu dönemde, Türk başbakanı Diyarbakır’a gidip, “Kürt realitesini tanıyoruz” diyebiliyordu. Şimdi PKK teslimiyetin batağına girmiş, kimse bunu söylemeye yanaşmıyor. Genelkurmay Başkanı Kürtçe üzerine bir-iki laf etmiş geçenlerde, bugün onu tekzip etme ihtiyacı duyuyor. Neden? Nedenini Türk medyasının en önemli kalemleri yazıyorlar: Mağluplara aman dilemek düşer; mağlupların pazarlık etmeye hakkı yoktur; ancak galiplerin insafına sığınabilirler, diyorlar açık açık. İmralı’daki Öcalan, Kürt emekçilerini ve devrimcilerini aldatmak için, “Türk devleti benim kişiliğime saygı gösterdi. Ben de bundan dolayı ona saygı göstermeyi bir borç biliyorum.” diyor. Nerede saygı göstermişler sana? Dünya ve Türkiye kamuoyu önündeki hassas konumundan dolayı üç-beş kontr-gerilla subayı İmralı’da sana iyi davranmış olabilir. Kaldı ki en başından aldığın tutum başka türlü davranmayı gereksiz de kılıyordu. Ama öte yandan, toplumun önünde en aşağılık küfür, hakaret ve saldırılara konu ediliyorsun, en ağır biçimde aşağılanıyorsun. Aylardır senin hakkında söylenmedik laf bırakılmadı ve hala da söyleniyor. Burada saygının zerresi var mı? Başka türlü de olabilir miydi? Sen mağlubiyetini kendin ilan etmişsin, bunlar da zalimlikleri ölçüsünde aşağılık galipler. Senin ulusal özgürlük mücadelesi içerisinde kazandığın o kimliği, yarattığın itibarı, değerleri, kişiliği ezmeden, içini boşaltmadan tutup bazı hak kırıntıları vermek işlerine gelmiyor. Belki biraz ayrıntıya giriyorum ama, bunlar önemli noktalar.
15 yıllık mücadele boşuna mı verildi? Hayır, asla boşuna verilmedi. Kürt halkı kendini buldu, kimliğini buldu, bu arada mücadele içerisinde kültürünü, değerlerini geliştirdi. Kürt varlığı açığa çıktı. Bunlar hep temel ve tarihi kazanımlar. Ama şimdi barış adı altında girilen süreç o kadar utanç verici bir süreç ki, tüm bu kazanımlar tahrip ve tasfiye edilmeye, içi boşaltılmaya çalışılıyor. Artık Kürt basınında Türk devletini eleştirmek bile problem haline geliyor. Bu sizin oluşturduğunuz kimliğin eritilmesi süreci oluyor o zaman. Hani siz özgürdünüz, bütün taleplerinizi net bir biçimde savunabiliyordunuz. Ve sizin taleplerinizi ezmeye çalışanlara karşı da sözünüzü esirgemiyordunuz.
Şimdi Haluk Gerger günlük Kürt basınına yazmayı bırakırken; devleti eleştirmem bir yük haline gelmişse eğer, ben yük olduğum yerde kalamam diyebiliyor. Bazı yazarların Kürt basınında devleti eleştirmesi artık bir yük haline gelebiliyor. Demek ki sizin oluşturduğunuz kimlik şimdi parça parça yok ediliyor, ya da biçim olarak korunsa bile içeriği boşaltılıyor ve siz buna katlanıyorsunuz. Neden? Çünkü galiplerin insafına sığınmışsınız. Mağlubiyetinizi kabul ederek, karşı tarafı galip ilan etmişsiniz. Uzlaşma arayışında, pazarlıkta taraflar olur. Nerede uzlaşma, nerede pazarlık? Şimdilerde bir kontr-gerilla üssü olarak kullanılan İmralı’da birkaç subay Öcalan’ın kulağına birşeyler fısıldıyor; sen hele bunu yap, hele şunu yap, hele şunu yaptır, hele bunu yaptır, biraz ortam oluşsun, o zaman bakalım, bu devlet de belki buna karşılık verir, diyorlar. O da durmadan tek taraflı olarak bunun gereklerini yerine getiriyor. Ama Türk devletinin söyleminde esasa ilişkin değişen bir şey var mı? Ya da ancak yenilgiyi kabul eden ve galiplerin insafına sığınanlara karşı kullanılan söylem ne kadarlık değişebilirse işte o kadar bir değişim var.
Haluk Gerger gibi Kürt ulusal davasına yıllardır samimiyetle hizmet eden sosyalist bir aydın niye problem oldu Kürt basınında? Haluk Gerger bu teslimiyetçi adımı iki ay boyunca rasyonalize etmeye çalıştı, böylece bir sürü insanın yeni sürece ilişkin olarak aldatılmasına isteyerek ya da istemeyerek katkıda bulundu. Geçen gün Medya TV’deki bir programda izledim, gelinen yerde duruma isyan ediyor. Ulusal hareketin bunca geri adımına rağmen devletin buna herhangi bir karşılığı yok, diyor. Tamam, barış mücadelesi verelim, daha iyi de verelim, ama devletin attığı en ufak bir ileri adım yok; devlet bir af yasası çıkartıyor, buradan ufak bir sinyal verebilirdi, oysa buradan de en ufak bir iyiniyet belirtisi yok, diyor. Kasım ayında İstanbul’da AGİT toplantısı var, Helsinki vb.bir takım başka zirveler var; bu toplantılar esnasında yazar-çizer takımının içerde olması hoş bir görüntü değil. Bu nedenle cezalarının üç yıllık ertelenmesiyle (ki bu erteleme bir daha suç işlememe koşuluna bağlanıyor) bunlar bir süre için bırakılıyorlar. Ama bu insanlar onur sahibiyse çok geçmeden yine aynı suçları işleyecekleri için, zirve bittikten üç-beş ay sonra yine içeri girecekler diyor ve buna örnek olarak kendi durumunu veriyor.
Bunun ötesinde Kürt hareketinin bunca geri adımına karşılık olarak devletin en küçük bir adım yok, diyor. Ya da karşılık olarak yalnızca pişmanlık yasası çıkarıldı; bu utanç verici yasayla da, Kürt devrimcilerine kendi kimliklerini reddetmeleri, kendilerini aşağılamaları, pişman olduklarını belirtmeleri, yoldaşlarını ve örgütlerini ele vermeleri şart koşuluyor. Basının söyleminde de esasa ilişkin bir değişiklik yok, diyor Haluk Gerger. Devletin söyleminde zaten bir değişiklik yok. Tamam, Demirel 40 HADEP’li belediye başkanını kabul etti, halk sizi seçmiş, bu seçime saygı duyarız dedi, ama ardından da ekledi; Türk kimliğine, bu devletin üniter yapısı ve ona rengini veren Türk kültürel kimliğine itirazınız olmadığı sürece bizimle de probleminiz olmaz, dedi.
Haklı olarak bu ileri bir adım değil, fakat teslimiyetin inceltilmiş biçimleri diyen Haluk Gerger, bunları söylediği için de PKK Başkanlık Konseyi’nden biri tarafından adeta azarlandı. Adama denilmeyen bırakılmadı orada. Kötü niyetinden barış çabalarını baltalamaya, devletin iyi niyetini, attığı adımları görmemeye kadar. O da kalktı, çok yerinde bir tutumla dedi ki; sayın Duran Kalkan, demokrasiden, demokratik değerlerden, “demokratik cumhuriyet”ten bu kadar söz ettiğimiz bir evrede, hiç değilse demokratik tartışma adabına karşılıklı olarak uyalım. Karşısındakinin devleti savunma heyecanı içinde yaptığı kabalıklara haklı ve sert bir tepkiydi bu.
Yaşanmakta olan durum gerçekte dipsiz bir teslimiyet çukuru. Bunun sonu yok. Burada bütün umutlar ABD’ye bağlanmış. Evet, bir taraftan da ABD bunların kulağına fısıldıyor. Silahlarınızı bırakın, terör ortamına son verin, devletin üniter yapısını ve Türk üst kimliğini kabul edin, eh, o zaman ben de bir şeyler yaparım, diyor. Yapar, niye yapmasın ki? Bela ortadan kalktıktan sonra, sisteme ve düzene tüm itirazlar son bulduktan sonra, bu itiraz süreci içinde yaratılan kurumlar, mevziler, değerler tasfiye edildikten sonra, bir takım kırıntılar niye verilmesin ki? Bu saatten sonra Kürt halkını dilini yasaklamak, bir takım kültürel haklarını ortadan kaldırmak mümkün mü? Teslimeyete karşı beklenen hak kırıntıları da zaten bunlardan ibaret değil mi? İmralı savunmalarının platformu bu değil mi? Gerilla mücadelesinin dorukta olduğu bir dönemde Demirel gitti, biz bu kimliği tanıyoruz dedi. Bir kimlik niye tanınır? O kimliğin ifade ettiği bir şeyler vardır, onları kabul etmek için tanınır. Kürt realitesini tanıyan, Kürt dilini kabul eder, Kürt kültürünü kabul eder.
Ama geçmişle, ‘90’ların başı ile bugün arasında temelli bir fark var. O zamanlar Kürt hareketinin pazarlık gücü vardı. Devlet orada deyim uygunsa devrimin hızını kesmek için reformun önünü açıyordu. Zaten düzen her zaman reformu bu amaçla yapar. Ama tam da o safha, aynı zamanda Kürt hareketinin devrimden de yüzgeri ettiği, kendi egemen sınıflarıyla birleştiği, Türk egemen sınıflarına, TÜSİAD’a, vb.’ne umut bağladığı, emperyalizmin hakemliğine sığındığı bir süreçti. Böyle olunca, devlet için o aşamada tavizler vermek anlamını yitirmeye başladı. Devlet hareketin yorulduğunu ve umutsuzluk eğilimleri gösterdiğini farketti ve üstüne gitti.
Emperyalizmin “düşük yoğunluklu savaş” teorisinin ve stratejisinin bütün bir özü ve özeti, amacı ve işlevi de budur zaten. Devrimci kuvvetleri yormak, düzen sınırları içinde bir uzlaşmaya, giderek teslimiyete mecbur etmek. “Düşük yoğunluklu savaş”la düşük bir tempoda yükleneceksiniz ve savaşı uzatacaksınız. Kaynaklarınız bolsa, zamana dayanabiliyorsanız, savaşı dayatın ve karşı güçleri yorun, deniliyor. Amerikan teorisi bu.
Nikaragua’da yordular, El Salvador’da yordular, Guatemala’da yordular. Şimdi Kolombiya’da yormaya çalışıyorlar. Nasıl yoruyorlar? Zamana yayılmış ve dozu iyi ayarlanmış bir kirli savaşla bunu başarıyorlar. “Düşük yoğunluklu savaş” bu demek zaten. Köyler boşaltılıyor, halka işkence ediliyor, terör sistematize ediliyor, kayıplar ve faili meçhul cinayetler birbirini izliyor, vb. “Düşük yoğunluklu savaş” devrimci kuvvetlere karşı yürütülen bir yıpratma savaşı. Normalde tersinden gerilla savaşı, egemen kuvvetlere karşı bir yıpratma savaşıdır. Bu tam da gerilla savaşından çıkartılmış, ona karşı üretilmiş bir karşı-devrimci strateji. Düzen kendini ağır bir sıkıntıya sokmadan, toplumun kaldıramayacağı gerilimler yaratmadan gerilla güçlerini yıpratmalı. Çatışmayı “düşük yoğunlukta” tutma ihtiyacı buradan geliyor. Zamanı uzatıyor ve zamana güveniyor, zamana dayanacak kaynaklarına güveniyor.
Ve bir de gerilla hareketine destek veren güçlere karşı yıpratma hareketi yürütülüyor. Zamanında ateşkes isterken ne diyordu PKK? Halkta savaş yorgunluğu var! Düşük yoğunluklu savaşın tamı tamına teorik çerçevesi ve stratejik amacı bu zaten. Devrimci kuvvetleri destekleyen güçlerde yorgunluk ve bıkkınlık yaratmak. Mücadeleyi doğrudan ya da dolaylı destekleyen kitle tabanı sistematik bir biçimde taciz ediliyor, böylece ne pahasına olursa olsuna dayalı bir barış arayışının zemini oluşturuluyor.
‘93’den, o ünlü “konsept değişikliği”nden sonra, bu “düşük yoğunluklu savaş”a yüklenmeye başladılar. Orduyla içiçe bir adam olan Mehmet Ali Kışlalı kitap çıkartıyor, “Düşük Yoğunluklu Savaş” adını veriyor. Bu adam MİT’in ya da Genelkurmay istihbaratının bir ajanı ve aynı zamanda da ordunun basındaki sözcüsü. Adam kitap çıkartıyor, adına da “Düşük Yoğunluklu Savaş” diyor. Hedefi terörü kabul edilebilir sınırlara indirmek! olarak tanımlıyor. Yıpratma savaşı direnen kuvvetlerin direncini büyük ölçüde kıracak ve onları teslimiyet eğilimlerine zorlayacak. Geriye bir takım küçük marjinal gruplar kalabilir, onlar devrimde ısrar edebilir, ama toplum da artık bu kadarını kaldırabilir.” Terörü katlanabilir sınırlara çekmek” dedikleri şey, hareketi marjinalleştirerek katlanabilir sınırlar içerisine çekmek anlamına geliyor.