Logo
< Kürt Sorunu Üzerine Konferanslar... / 4 – H. Fırat

Kürt Sorunu Üzerine Konferanslar... / 5 – H. Fırat


Kürt Sorunu Üzerine Konferanslar 5 - H. Fırat

Kürt açılımı ve burjuva gericiliği

 

(4 Haziran 2011)

Devletin Kürt açılımının kısa bir süre sonrasında, konuyu bir dizi boyutuyla ele alan kapsamlı bir konferans vermiştim (3-4 Ekim 2009 tarihli bu konferansın bir kısmı bu dizi içinde üç bölüm olarak yayınlandı -Red). Sorunun o konferansta ortaya konuluşu bugün de esası yönünden geçerlidir. Bu nedenle mümkün mertebe tekrardan kaçınarak, yalnızca önemli gördüğüm noktalara işaret etmekle yetineceğim.

 

Bölgede yeni durum ve Kürt Açılımı

Gelinen yerde, başta ABD olmak üzere batı emperyalizmi, artı bütün kesimleriyle Türkiye'nin işbirlikçi büyük burjuvazisi, Kürt sorununun belli tavizler verilerek artık yatıştırılmasını, hiç değilse denetim altına alınmasını, tam çözülemese bile idare edilebilir hale getirilmesini istiyorlar. Bunun gerisinde, ABD'nin 2001'den beri Ortadoğu'ya yeni emperyalist müdahalesi, bu çerçevede 2003’de Irak'ın işgali, buna bağlı olarak Güney Kürdistan’da bir Kürt devletinin fiilen kuruluşu, Türkiye devleti ile bu yeni fiili devlet arasındaki ilişkiler sorunu var. Irak’a emperyalist müdahale ile Güney Kürdistan’daki fiili devletin yarattığı tümüyle yeni durumun Türkiye ile ilişkilerde ortaya çıkardığı sorunları ortadan kaldırmak, böylece bu güçleri aynı cephede mevzilendirebilmek ihtiyacı, ABD emperyalizmini ve onunla kader birliği içerisindeki işbirlikçi büyük burjuvaziyi içerde Kürtlere taviz verme çizgisine getirdi.

Türkiye'nin Güney Kürdistan'a ilişkin o ünlü "kırmızı çizgileri", Irak işgaliyle ortaya çıkan yeni durumun ardından artık sürdürülemezdi. Bunların artık bir yana bırakılması gerekiyordu, belli sancıların ardından sonuçta öyle de oldu. Ama bu durumda, hele de ortada 20-25 yıllık mücadele birikimi de varken, Türkiye Kürtlerini hesaba katmamak ve buna yönelik belli adımlardan geri durmak artık mümkün değildi. Devletin "Kürt açılımı" işte bu çerçevede, bu yeni durumun ürünü bir zorunlu ihtiyaç olarak gündeme geldi.

Kürt açılımının ilan edildiği dönemde yaptığımız değerlendirmede, ki Ekimin "Devletin Kürt Açılımı" başlıklı bir başyazısıdır (Sayı: 259, Ekim 2009 -Red), biz net bir biçimde, sonuçta bir çözüm getirmeyecek olsa bile, ortada basitçe bir oyun değil fakat belli sınırlar içerisinde bu sorunu denetim altına almaya ve yatıştırmaya, bu arada hareketin silahlı biçimini tasfiye etmeye yönelik bir girişim olduğunu dile getirdik. Ekim’in sözkonusu başyazısında ayrıntılı bir değerlendirme var. Bu değerlendirmede, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından dünya dengelerindeki köklü değişmeler, bu çerçevede Ortadoğu'daki ve iç Asya'daki gelişmeler, buna bağlı olarak Amerikan emperyalizmi ile Türk burjuvazisi arasında yeni düzeyde ilişkiler ve bu ilişkilerde giderilmesi gereken bir pürüz olarak Kürt sorunu üzerinde duruluyor. İlişkilerdeki pürüz gerçekte yalnızca Kürt sorunundan da ibaret değildi. Yanısıra Kıbrıs sorunu ve Ermenistan ile ilişkiler sözkonusu idi. Bütün bu konulardaki açılımların aynı zaman dilimi içerisinde ve birbirini izleyerek gündeme gelmesi de bunun bir ifadesidir.

Amerikan emperyalizmi örneğin Kafkasya'daki konumun güçlendirmek, Rusya’yı çevreleme stratejisini bu cephede de güçlendirmek, bu amaçla Gürcistan'ı, Türkiye'yi, Azerbaycan'ı ve Ermenistan'ı kendi çizgisinde ve tek cephede birleştirmek istiyordu. Ama bu da ancak Türkiye-Ermenistan ile Ermenistan-Azerbaycan ilişkilerindeki sorunları gidermek ölçüsünde olanaklı olabilirdi. Kolay bir iş değildi yapmaya çalıştığı. Kolay olmadığını gelinen yerdeki tıkanmadan da biliyoruz. Ermeni açılımı daha başlamadan bitti denebilir.

Ermenistan ile ilişkiler sorunu ertelenebilirdi ama Kürt sorunu için bu kolay değildi. Eğer Türkiye etkin bir bölgesel güç olarak Amerikan emperyalizmiyle Ortadoğu'da ve İç Asya'da işbirliği içinde olacaksa, öncelikle Güney Kürdistan’ı kabul etmek, buradaki yeni devlet gerçekliğini içine sindirmek zorundaydı. Zira Güney Kürdistan, ABD emperyalizmi payına, Irak'a yapılmış emperyalist müdahalenin önemli bir kazanımı ve bölgede güvenilir bir yeni mevzisi idi. Geleneksel kırmızı çizgileri bir yana bırakmak, sınırları dibinde bir Kürt devleti gerçeğini sindirmek kolay değildi ama olayların da gösterdiği gibi bu sanıldığı kadar da zor olmadı. Asıl zorluk bu adımın devamında ortaya çıkıyordu. Güney Kürdistan’daki devlet olgusunu kabul edip sindiren Türk burjuvazisi için artık Türkiye'deki Kürtleri hesaba katmamak, dikkate almamak, onların istemlerini belirli sınırlar içinde karşılamaya çalışmaktan geri durmak olanağı yoktu. "Kürt açılımı" bu açmazın ürünü oldu.

Açlımın kapsamı ve dolayısıyla amacı, sınırlı bazı tavizlerle sorunu yatıştırmak ve denetim altına almaktan ibaretti. Bunu tüm açıklamalardan olduğu kadar olayların gerçek seyrinden de biliyoruz. Amaç ve hedef, Cumhurbaşkanı Gül’ün o dönem parlamentonun açılışı vesilesiyle yaptığı konuşmasındaki ifadeyle, sorunu denetim altına almak ve idare edilebilir hale getirmekti. Çağdaş politika sorunları çözemeyebilir ama onları kontrol altına almasını ve yönetmesini başarabilmek durumundadır, diyordu Abdullah Gül. Bu, sorunu çözmek değil ama mümkün mertebe yatıştırmak, olabildiğince denetim altına almak, özellikle düzenin meşruiyeti içine çekmek ve orada oyalayıp süründürmek anlamına geliyordu. Bu, sözkonusu olanın salt retorikten ibaret bir oyun olmadığını gösteriyor, ama onun güdük sınırlarını ve gerçek amacını da ortaya koyuyordu.

Ama devlet Kürt sorununu bir açılıma konu etmek zorunda kalarak, böylece istemeyerek de olsa Kürt hareketine geniş bir manevra alanı da açmış oldu. Siz sorunun adını koyup sözümona çözümünü gündeme getirdiğinizde, karşınızda da sorunun muhatabı olarak örgütlü güçler varsa, onlar bu çatlağı alabildiğine genişletirler, sizi arzuladığınız sınırların ötesine çekmeye bakarlar. Kürt hareketi de böyle davrandı; açılımın tuzağına fazlaca düşmeden, bu adımla oluşan zemini mümkün mertebe kullanmaya çalıştı. Kürt hareketinin kendini bulması ve Kürt sorununun meşruluğunun toplumun daha geniş kesimlerine maledilebilmesi önemli bir gelişme oldu kuşkusuz. Bugün en değişik görüşlerden birçok insan, sonuçta bu sorun adını koyarak tartışıyor ve bir biçimde çözmek gerektiğini dile getiriyor. Ama bu, henüz yalnızca bugünkü konjonktürü anlatıyor. Öyle gelişmeler olabilir, öyle durumlar ortaya çıkabilir ki, bugün bu atmosfer bir anda pekala tuz-buz olur.

Gelişmelerin seyri gündemdeki seçimler sonrasında daha bir açıklık kazanacaktır. Halen birçok şey belirsizliğini koruyor. Görüşmelerden sözediliyor ama kim kiminle görüşüyor, bu görüşmelerde ne gündeme geliyor, isteyen ne istiyor, veren ne veriyor, bunların hiçbirini henüz bilmiyoruz. Zira herşey meşru olmayan bir biçimde tümüyle gizli görüşmeler, pazarlıklar halinde yürütülüyor. Kürt halkının kaderi, Türkiye halklarının kaderi, bölge halklarının kaderi üzerine böyle gizli pazarlıklar olamaz, bu hiçbir biçimde kabul edilemez, meşru da görülemez. Ne tartışılıyorsa açıkça tartışılmalı, neyin pazarlığı yapılıyorsa bu açıkça ortaya konmalı, olup bitenler herkesçe bilinmelidir. Abdullah Öcalan her hafta değişik, dahası birbiriyle çelişen açıklamalar yapıp duruyor. Çok umutlu ya da tersinden çok karamsar olabiliyor. Heyet çok yetkisiz, bu yetkisiz heyetle birşey yapamam diyor. Sonra heyet çok güçlü ve samimi, ben gelen heyete güveniyorum, ortaya çözüm gücü koyabilir diyor. Bunlar üzerine, belirsizlikler üzerine demek istiyorum, doğal olarak bir değerlendirme yapılmaz. Hele de önemli bir genel seçimin (12 Haziran 2011 Seçimi -Red)  hemen öncesine gelen şu günlerde.

Öte yandan başkaca gelişmeler de var. Gelinen yerde AKP'nin Kürtleri çok geren açıklamaları birbirini izliyor. Tayyip Erdoğan’ın son zamanlarda, özellikle de seçimler yaklaştıkça, gerisin geri gerici-inkarcı söyleme kaydığını, artık Kürt sorunu yoktur, olduğu kadarıyla çözmüş durumdayız deme noktasına geldiğini biliyoruz. Gündemdeki seçimi kazanmak AKP için, bu parti bünyesindeki gerici dinci güç koalisyonu için bir hayat memat meselesi. Bugüne kadar elde ettikleri kazanımları sürdürebilmeleri, bu seçimi kazanmalarına, üstelik daha etkili bir güçle kazanmalarına sıkı sıkıya bağlı. Bunun için her türlü yolu ve yöntemi kullanıyorlar, her türden kirli manevraya başvurabiliyorlar. Seçime yalnızca bir hafta var. Bugüne kadar Kürtleri yeterince oyaladığı, buradan elde ettiği avantajları gereğince kullandığı için, AKP şu son günlerde artık tümüyle farklı bir söyleme kaymış bulunuyor. Kürtlerden alacağı oyun çok anlamlı olmadığını, zaten alabildiğinin ötesine çok geçemeyeceğini de biliyor. Bu nedenle MHP oyları, şoven-milliyetçi oylar üzerine yapıyor hesabını, bu oylara oynuyor ifade uygunsa.

 

Devrimciler sorunları devrimle çözer

Biz gelişmelerin bu güncel görünümüne fazlaca takılmak zorunda da değiliz. Biz soruna ilkesel ve stratejik ölçülerle bakmak zorundayız. Biz devrimciyiz, devrim yapmak istiyoruz. Her soruna olduğu gibi Kürt sorununa da buradan bakarız. Herkes kendi bayrağını taşır, herkes kendi amaç ve hedeflerini izler. Herkesin kendi sınıfsal bakışı, buna dayalı bir programı, buna bağlı olarak şekillenen stratejisi ve taktiği vardır. Sorun aynı olabilir; ama onu nasıl ele alıp nasıl çözmeye çalıştığınız, ideolojik-sınıfsal konumunuza sık sıkıya bağlıdır. Dolayısıyla bu her bir sınıfa, her bir siyasal akıma göre değişir, dahası temelden çelişebilir.

Devrimciyseniz eğer, kendi devrim stratejiniz vardır, herşey anlamını bunun içinde bulur. Kürt sorunu, çevre sorunu, kadın sorunu, demokrasi sorunu vb., bütün bunlar bunun içinde bir yere oturur. Bu konferans kapsamında birazdan “Kapitalizm ve çevre sorunu” üzerinde ayrıca duracağım. Örneğin bu sorunu da reformlarla çözmek isteyenler var, bildiğiniz çevreci akımlar. Bu akımlar, kapitalizmi islah ederek insanlığı ve gezgenimizi muhtemel bir felaketten kurtarabilecekleri inancındalar. Hükümetlere baskı uygulayarak, büyük tekelleri biraz denetim altına alarak, bunun başarılabileceğini sanıyorlar.

Ama bir marksistin bu soruna bakışı temelden farklıdır. Bu alanda reformlar sınırları içerisinde yapılabilecekler elbette vardır, ama bu hiçbir biçimde bu sorunu, üstelik o yıkıcı kapsamıyla, ortadan kaldırmaz. Kapitalizm, özel mülkiyet düzeni, kar hırsı, piyasa rekabeti ve sermayenin o sınırsız birikim arzusu olduğu sürece, çevre böyle hesapsızca öğütülecektir, kaynaklar ölçüsüzce tüketilecektir ve tüm dengeler sürekli biçimde olumsuz yönde bozulacaktır. Dengeler değişecektir, iklim değişecektir, insan türü, canlı türü, bunlar hep tehdit altında kalacaklardır. Bunlar hep kapitalizmle bağlantılı sorunlar. Çevre sorunu da siyasal boyutları olan toplumsal bir sorundur; buna bir marksistin, bir sosyal demokratın, bir çevrecinin, bir liberalin ya da bir gericinin bakışı aynı olamaz. Sorun ortak olabilir; ortak olan o aynı soruna herkes başka bir sınıfsal prizmadan, bunun ürünü başka bir dünya görüşünden bakar ve bu nedenle çözümleri de farklı olur. Anlaşılabilir nedenlerle bir marksistinki temelden farklı olur.

Bu, ulusal sorunda, dolayısıyla Kürt sorununda da böyledir. Türkiye'nin gerçek devrimcisinin görevi Kürt sorununu genel devrim sorunu içinde anlamlandırmak, çözümüne de buradan bakmaktır. Kürt hareketinin bugünkü gücüne, hele de yönelimine bakarak, kendi hedef ve amaçlarından vazgeçmek, devrimden vazgeçmekle aynı anlama gelir. Bugün Kürt hareketinin bir gücü var ve kendi çözüm çizgisini gündeme getirmiş diye devrimci olan kendi çözüm çizgisini bir yana bırakarak düzen içi çözümün bir parçası olmaz. Olursa eğer, ideolojik-politik bağımsızlığını yitirir, devrimci olmaktan çıkar, sıradan bir kuyrukçu reformist olmaktan öteye gidemez. Herkes kendi bayrağını taşır, her konuda olduğu gibi ulusal sorun konusunda da.

Kürt hareketinin kendi çözümünü gerçekleştirdiği ya da öyle sandığı noktada gerçekte sizin çözümünüzün dönemi başlar. Ama siz kendi döneminize şimdiden hazırlanmak durumundasınız. Bunun için de herşeyden önce ideolojik-politik bir bağımsızlığa sahip olabilmelisiniz. İdeolojik ve taktik sorunlarda ilkesel konumunuzu yitirirseniz, bağımsız varoluşunuzu anlamsızlaştırırsanız, olayların etkisi altında o tarafa bu tarafa sürüklenirseniz. Sizin döneminiz başladığında, olayların seyri nesnel olarak sizin çözümünüze daha elverişli bir alan açtığında zaten yapabileceğiniz bir şey kalmaz.

 

Kurulu düzen tepeden tırnağa gericilik yüklüdür

PKK doğumunda Marksizmin etkisi altında şekillenmiş bir harekettir. PKK’yi halen yönetenler ulusal sorun konusunda marksist klasikleri okuyarak yetişmiş bir kuşağa mensuplar. Ulusal özgürlük sorununa oradan gelen bir bakışları var. Ulusal özgürlük ve tam eşitlik istemelerinin gerisinde bu var. Bizim için mesele devlet olmak değil diyorlar ama ortaya koydukları tam da bir devlet olmaya çıkıyor. Bunun şeklen bağımsız olup olmamasıysa esasa ilişkin bir sorun değil. Parlamentomuz olacak ve kanunlarımızı kendimiz yapacağız, maliyemiz olacak ve vergimizi kendimiz toplayacağız, polisimiz jandarmamız olacak ve iç güvenliğimizi kendimiz sağlayacağız diyorlar. Peki devlet dediğiniz bütün bunların vücut bulmuş, kurumlaşmış organik bir bütünlüğünden başka nedir ki? Öcalan'ın inandırıcılıktan yoksun o liberal anarşizan söylemlerini gözü kapalı yineleyerek, devleti verseniz de almayız diyorlar ama istedikleri herşey, biçimsel yönden bağımsız olmak dışında, tamı tamına bir devlete çıkıyor, özerk ya da federal bir devlete. Ama tüm sorun şu ki, bunu bu düzen içinde uzlaşmayla elde etmek olanağı yok. Buna karşı taraftan razı olacak, bunları bir uzlaşma çerçevesinde kabul edebilecek bir güç, bir irade yok. Ve bütün sorun da bu! Bütün bunlar mazlum bir ulus olarak Kürtlerin, analarının ak sütü kadar hakkı. Ama Türkiye’nin kapitalist düzeni sınırları içerisinde böyle bir taviz alanı yok, buna rıza gösterebilecek bir egemen sınıf katmanı da yok. Adı üzerinde, amaç ve hedef sınırlı tavizlerle yatıştırmak! Bu düzenin temelleri üzerinde gerçek özgürlüğe ve tam eşitliğe ulaşamazsınız. Düzenin yapısal toplumsal mantığına, tepeden tırnağa gerici sınıfsal karakterine aykırı bu.

Bu düzenin bir sınıfsal özü ve niteliği var. Ve bu, tepeden tırnağa gericilik yüklü. Emekçiye de, ezilene de, Kürde de özgürlük vermez. Aleviye gerçek bir din ve vicdan özgürlüğü tanımaz. Tam tersine, bütün bunlar üzerindeki gerici tekelini kıskançlıkla korumaya bakar. Ekonomideki sermaye tekeli kendini siyasal alan başta olmak üzere toplumsal yaşamın tüm alanlarında yeniden yeniden üretmeye yapısal olarak eğilimlidir. Siz buna bir de Türkiye cumhuriyetinin kuruluş felsefesini ve bunun 90 yıllık evrim içindeki kemikleşmesini ekleyeceksiniz.

Öte yandan, siz bu düzeni devrimci bir tarzda dönüştüremediğiniz sürece, sıradan Türk emekçisine Kürdün kendisiyle eşit olduğunu, onun da kendisiyle aynı haklara sahip olması gerektiğini de kabul ettiremezsiniz. Çünkü bu düzenin emekçisi, bu düzenin bilinciyle yoğrulmuş insan demektir. Marx’ın önemle altını çizdiği gibi, devrim, yalnızca kurulu toplumsal düzen başka türlü değişemediği için değil, fakat aynı zamanda kurulu düzen içinde şekillenmiş emekçinin buradan edindiği bilinci, kültürü, önyargıyı, her türden düşünsel ve ruhsal kiri pası mücadelenin ateşi içinde yıkayıp temizleyebilmesi, böylece devrimcileşip değişebilmesi için de zorunlu bir ihtiyaçtır. Yığınlar devrim ateşi içerisinde tepeden tırnağa yeni bir bilinç, yeni bir ruh, yeni bir kültür, yeni bir gelenek, yeni bir değerler sistemiyle yoğrulmak zorundadır. Devrimci sürecin gelişimi içinde yoğrulurlar da zaten. Devrimin gelişme süreci emekçinin devrimcileşme sürecidir de aynı zamanda. Burada diyalektik bir iç içelik vardır. Devrim sürecini ileriye taşıyan sınıf bunu yaparken devrimcileşir. Böylece sözünü ettiğim yeni kimliği adım adım kazanır, tam da devrimi gerçekleştirme süreci içinde. Devrim süreci içinde yoğrulmuş bir işçi, bir emekçi, kadına, çocuğa, öteki milliyetlerden emekçilere, öteki inançlardan insanlara saygı duymasını bilir, onların gerçek özgürlüğünü ve tam hak eşitliğini tanır. Ama bu düzenin kiriyle, pasıyla, bilinciyle, önyargısıyla yüklü emekçi katmanlara siz masa başı görüşmeleriyle Kürtlerin de temel ulusal hakları olduğunu ve bunları tanımanın zorunluluğunu anlatamazsınız.

Sorunun öteki yanı ise, bizzat egemen sınıfın kendisiyle ilgilidir. Mevcut düzenin kendisi tepeden tırnağa gericilik yüklü bir düzendir, bunu yinelemiş oluyorum. Burjuvazi yalnızca sınırlı bazı tavizlerle bu işi yatıştırmak istiyor, idare edilebilir bir kültürel zenginlik sınırlarında tutmak istiyor. Ama ne özgürlüğü ne de eşitliği kabul ediyor. Başbakan çıkıyor kürsüye, “biliyorsunuz, bu Alevi, Alevi!” diyebiliyor, ana muhalefet partisi liderini hedef alarak. Bu işte böyle bir düzen. Diyeceksiniz ki oy almak için yapıyor. Kuşkusuz! Ama burjuva politikasında milliyetçilik, dincilik aynı zamanda bu amaca yöneliktir. Zira bu, bunları istismar edene politik güç olarak döner. Ama politik güç aynı zamanda temel önemde bir ekonomik olanak demektir. AKP olup dini de istismar ederek iktidar gücü haline geldiğinizde, böylece devletin elindeki tüm rant kaynaklarına hükmetme olanağı elde ediyorsunuz. Sizi destekleyen burjuva katmanlar da, sunduğunuz muazzam olanaklar ve rantlar sayesinde, çok geçmeden büyük tekelci gruplar arasına katılmak olanağı buluyorlar.

Ekonomik güç olmak aynı zamanda politik güç olmaktan geçiyor, burjuva toplumun kendi iç dengeleri içinde. Belçika'da bir takım tekeller neden ulusal ayrımcılığı kaşıyor? Çünkü bundan ekonomik çıkarı umuyor. Ayrıca Flaman emekçisinin sosyal öfke ve tepkisini de bu yolla Valonlara yöneltiyor, biz bu asalakların sosyal yüklerini taşımak zorunda değiliz diyerek. Flaman burjuvazisi bu yolla gericilik, milliyetçilik, giderek de ırkçılık yapıyor. Ama işte burjuvazi budur, toplumları da gerektiğinde bu tür yol ve yöntemlerle yönetiyor. Burjuva toplumun sınırları içerisinde kalındığı sürece Türk milliyetçiliği de Kürt milliyetçiliği de kaçınılmazdır. Burjuvazinin farklı katmanları ulusal farklılıkları hep kaşıyacak, bundan çeşitli yararlar umacaklardır. Hele de sosyal sorunların ağırlaşması, sosyal mücadelelelerin gelişmesi ölçüsünde.

Kürt hareketi tutarlı olmak zorundadır, bunu hep yineliyoruz. Ya bu sorunun düzen içinde reformlarla anayasal bir çözümünü aramalıdır, ki bunun da sınırları bellidir. Ya da gerçek özgürlük ve tam eşitlik istiyorsa eğer, devrime yönelmek zorundadır. Ancak devrimle kazanılabilir olanı anayasal reformlar elde edebileceğini sanmak boş hayallerle oyalanmaktır. Muhatap alınmak, görüşmelere oturmak bir adım olabilir ama bunun kendi başına sorunun çözümüyle bir alakası yoktur. Sri Lanka'da da görüştüler, üstelik buna ilişkin girişim bizzat devletten geldi. Norveç hükümetinin aracılık ettiği görüşmeler dört sene boyunca sürdü. Bu dört senelik oyalamanın ve gevşetmenin ardından, ani bir darbeyle tüm hareket bir anda yok edildi. Kürt hareketini yok etmek kolay değil, burası Sri Lanka türünden bir ada devleti değil, bunu saklı tutuyorum. Ama işin nasıl yokuşa sürülebildiğini örneklemek için sözünü etmiş oluyorum. Mesele görüşmek değil, görüşme şimdi de var, gizli biçimlerde halen İmralı üzerinden sürüyor. Asıl sorun görüşmelerin nasıl bir sonuca bağlanacağı, ya da bağlanıp bağlanamayacağı.

Kürt hareketi ya stratejisini değiştirmeli, anayasal çözümden vazgeçip devrim yolunu tutmalı, ya da ancak devrimle elde edilebilir olan şimdiki istemlerinden vazgeçmeli. İkisinden de vazgeçmezse ne olur? Vazgeçmezse, kısa süreli geçici “çatışmasızlık” durumları döne döne uzun süreli çatışmalı durumlar haline gelir. Bundan da hiçbir şey çıkmaz. Aynı kısır döngü sürer gider. Silahlı mücadele bu sınırlar içinde oynadığı rolü çoktan oynamış bulunuyor. 2005 yılında, önce Abdullah Öcalan'ın Bir Halkı Savunmak kitabında ve hemen ardından da PKK’nin yeniden kuruluş kongresinde, silahlı mücadele stratejisi yeniden ve yeterince açık bir biçimde tanımlanmıştır. Bu stratejinin hedefi, düşük yoğunluklu bir savaşla devleti masaya oturtmak olarak tanımlanmıştır.

Ulusal sorun, bunu Filistin sorunu üzerinden de görebiliriz, devrimci bir tarzda çözülemediği sürece kuşaklar boyu sürünür. Sınırlı çözümler bulur ama çözülmez. Bugün İspanya'da da çözülmüş değil. İspanya'da bir kriz her an ulusal sorunu alevlendirebilir. Geçen sene Katalonya’nın Barselona kentinde bir milyon kişi bağımsızlık için yürüdü. Katalonya dediğiniz bölgenin toplam nüfusu topu topu altı milyondur. Bunun bir milyonu bağımsızlık için sokaklara döklüyor. Oysa Katalonya halen fazlasıyla özerk bir bölge, kendi kendini yöneten, parlamentosu olan, dili İspanyolca’nın yanısıra resmi dil olan. Aynı şekilde Bask bölgesi, aynı şekilde öteki özerk bölgeler... Ama buna rağmen sorun çözülmüş değil.

Burjuva düzen ulusal sorunu çözemez. Çözemediği gibi döne döne de yeniden üretir. Hele de büyük tarihi krizler döneminde. Yeni bir tarihi dönemden geçiyoruz. Artık bunalımlar ve savaşlar dönemindeyiz, devrimler dönemine de yaklaşıyoruz. Bir de sorunu böyle bir tarihsel dönem boyutu var. Kapitalizmin bunalımlar ve çatışmalar ürettiği zamanlardayız... Kapitalist dünya sistemi istikrarsız bir döneme girmiş bulunuyor demek istiyorum. Barışa, sorunların masa başında çözümüne, giderek uygar ilişkilere doğru evrildiğimiz falan yok. Bunlar ham hayal.

Şu günlerde İzmir'den Libya harekatı yönetiliyor, Türk savaş gemileri NATO hizmetinde Akdeniz sularında. Suriye'ye müdahale gündeme gelebilir. Yani bir savaş, bir kargaşa, bütün dengelerin bozulduğu, bütün bu dengelerin bir tarihi evrenin ardından yeniden kurulması sorunuyla yüzyüze kaldığımız bir dönemdeyiz. Bu ya yeni bir büyük savaş, yıkım ve kapitalizmin savaşın yıkıntıları içerisinden yeniden yaşam dönemi kazanmasıyla, ya da toplumsal devrimlerle dünyanın çehresinin değişmesiyle olur. Nasıl yaşanacağını bilemiyoruz, önümüzdeki tarihi evrenin açıklığa kavuşturacağı bir sorun bu.

 

Kuyrukçu solun acınası tablosu

Herkesin kendi bayrağı var demiştim. Türkiye solunun kuyrukçu kesimleri acınası bir tutarsızlık içerisindedirler. Kürt hareketinin eteğine tutunmanın Kürt halkına karşı kendi enternasyonalist sorumluluklarını yerine getirmekle zerre kadar bir alakası yok. Bu, sosyal-demokrat kimliğe bürünmüş bir burjuva ulusal hareketin kuyruğuna takılmaktan başka bir şey değil. Bu, kendi ideolojik ve örgütsel bağımsızlığını yitirerek, bir başka hareketin yedeği haline gelmekten başka bir şey değil.

Bazıları için bu güya enternasyonal bir dayanışma, böylece ezilen bir ulusa karşı görevlerini yerine getirdiklerini zannediyorlar. Başka bazıları içinse bu belli siyasal çıkarlar anlamına geliyor. İşte son ana kadar bu kuyrukçu partilerden biri blokun içinde yok, son yerel seçimden hemen sonra terketmiş burayı, umduğunu bulamamanın hayalkırıklığı ile. Ama şimdi, son anda, listelerin verilmesine birkaç gün kala, gelin üçüncü bölgeden başkanınızı milletvekili adayı yapalım denince, bir anda dönüp blokun içine giriyor. O ana kadar blokun içinde olan ve aynı doğrultuda bir beklentisi olan bir başka grup ise, bu beklenti karşılanmadığı için, son anda bloktan ayrılıyor, görevimiz devrimin ve sosyalizmin bayrağını dalgalandırmak diyor, ciddi ciddi! Halbuki blokta kalsa, toplumu demokratikleştirme bayrağını sallayacak. Bir anda bayraklar değişiyor. Traji-komik bir durum örneği! Bu, gerçek bir politik ve moral iflas! Bu akıl almaz boyutlarda bir tutarsızlık! Burada ideolojik bakışın ve ilkesel tutumun zerresi yok. Burada tam bir ilkesizlik, bayağı bir pragmatizm, diz boyu bir oportünizim var. Ve bu aşağı yukarı Türkiye solunun kuyrukçu kesimlerinin genel tablosu.

Konuyu dağıtacak ama anmadan geçemeyeceğim. Yakın zamanda yıllardır blok üyesi yasal bir troçkist çevre Merkez Komitesi adına bir açıklama yayınladı. Açıklama bloktan çekilmeleri üzerine. Burada sunulan tablo kuyrukçu sol payına içler acısıdır ve bizim yıllardır yaptığımız kuyrukçuluk nitelemesinin tam bir doğrulanmasıdır. Kürt hareketi, diyor açıklama, tüm kararları blokun dışında bir yerlerde alıyor ve blok toplantısında bunları yalnızca deklere ediyor. Blok bileşenlerinin önemli bir kısmı hiç itirazda bulunmuyor, ne deklere edilmişse onu olduğu gibi benimsiyor. Bazıları ise kendi beklentilerine göre bir şeyler söyleyecek gibi oluyorlar, ama sonuç değişmiyor. Açıklama blok bileşenlerini ilkesizlikle, kişilikli davranmamakla, kuyrukçulukla suçluyor. Oysa kendisi de yıllardır o kuyrukçu platformun içinde. Bizim yıllarıdır blok bileşenlerine yakıştırdığımız nitelemeyi, kendisi geriye kalanlar için tekrarlamış oluyor. Peki kendisi niye dışına çıkmış diyeceksiniz. Bir bölgeden milletvekili adayı beklentileri karşılanmamış da ondan! Açıklama açıkça da dile getiriyor bunu. Son ana kadar bu böyle olacaktı, ama nedense olmadı diyor. Olmadığı için de açıklamanın sahipleri bloktan çekiliyorlar ve özetlediğim acınası tabloyu açığa vuruyorlar. Blokta kimsenin Kürt hareketi adına ortaya konulanlara itiraz edecek politik ve manevi gücü olmadığını itiraf ediyorlar. Nasıl olsun ki? Sonuçta ortada Kürt oyları var, bu Kürt oylarla Adana, Mersin, İstanbul ve İzmir'den hangi sol adayların seçileceği sorunu var. Tartışma bu, hesap ve kaygılar bu eksende! Bu ne devrimcilik, ne enternasyonalizm, ne de Kürt halkı ile dayanışma... Kürt halkının dostları derneği demek bile değil bu. Dostluk derneklerinin bir mantığı var, bir toplumsal karşılığı var. Ama siyasal akımlar bu konuştuklarımız.

İşçi sınıfının kendi çözümü var. Kendi çözüm gücü ve kendi çözüm anlayışı var. Bunun Kürt halkının çözüm gücü ve anlayışıyla kesişecek yanları olacaktır. Ama herkes kendi eksenini kurmaya, sağlamca buraya oturmaya bakmalıdır. Köylünün iradesiyle işçi sınıfının iradesinin Ekim Devrimi'nde kesiştiği noktaları da biliyoruz. Ama Bolşevikler işçi sınıfını tutuyorlardı. Küçücük bir işçi sınıfıyla toplumun yüzde doksanını oluşturan köylülüğü arkalarından sürüklediler. Bu budur.

Bizde ne oluyor peki? Sosyal davayı temsil etmek iddiasındaki parti ve gruplar, ulusal dava sınırlarındaki bir hareketin yedeğine düşüyor, kuyruğunda sürükleniyor. Bu konum ve davranış, onlara kuyruğunda sürüklendikleri Kürt hareketi nezdinde bile en ufak bir saygınlık yaratmaz. Değil ki Türkiye’nin işçi ve emekçileri nezdinde. Öcalan’ın son açıklamlarıyla bu konumdaki bir solun ideolojik ve moral önderliğine soyunması şaşırtıcı değil. Son görüşmesinde, Mustafa Suphi ile başlayan Denizler ve Mahirler ile süren geleneğin bugünkü temsilcisi benim diyor. Devletle düzen içi bir uzlaşma peşindeki sosyal-demokrati bir hareketin temsilcine bunu söyleten, kuyrukçu solun yılları bulan ilkesiz ve kişiliksiz tavrıdır.

Kürt hareketi bir takım tavizler alır, düzenin meşruiyeti içine girerse, böylece resmi politika alanına, kurulu düzenin parlamenter sahasına geçmiş olacak. Peki bu durumda devrimci olmak iddiası taşıyan sol hareket bayrak mı indirecek? Hani düzene karşı devrim nerde? Siz politikayı Kürt hareketi ile birlikte yapmaya başlarsanız, Kürt hareketi düzenle bir uzlaşma noktası gerçekten yakalayabilirse, bu sorunu barış içinde çözmek, yumuşatmak olur ki, siz de o zaman düzenin politika alanına kaymış olursunuz. Peki devrim ne olacak? Bütün sorun şu ki, bu konumdakilerin artık devrim diye bir sorunları yok. Gerçekte onu bir yana bırakalı, ona olan inançları kırılalı yıllar olmuş. Tüm tercih, tutum ve davranışlarının gerisinde bu katı gerçeklik var.

(Devam edecek…)


Üste