Logo
< EKİM 3. Genel Konferansı: Ulusal hareket ve “siyasal çözüm” üzerine

EKİM I. Genel Konferansı: Kürt ulusal sorunu


EKİM I. Genel Konferansı…

 

Kürt ulusal sorunu

 

I

Emperyalizmin Ortadoğu’daki temel dayanaklarından birini oluşturan Türkiye Cumhuriyeti (TC) çok uluslu, gerici-sömürgeci bir devlettir. Bünyesinde bu devlete egemen ulusal kimliğini veren Türklerin yanısıra, sömürge bir ulus olarak Kürtler, azınlık milliyetler olarak Araplar, Ermeniler, Rumlar, Çerkezler, Gürcüler, Lazlar vb. yaşamaktadırlar. Kürt ulusu, modern temeller üzerinde yeniden kuruluşu döneminde bu devletin bünyesine zorla alınmış ve bugüne dek zora dayalı olarak bu bünye içinde tutulmuştur. Kendi kaderini tayin hakkından ve tüm temel ulusal haklarından yoksun bırakılmanın ötesinde, resmi ideoloji tarafından ulusal varlığı bile inkar edilmiş, inkar edilen bu kimlik sistemli baskı ve asimilasyon politikaları ile yok edilmek istenmiştir. Aynı şekilde TC sınırları içinde yaşayan azınlık milliyetler de tüm temel ulusal demokratik haklardan yoksundurlar ve ulusal baskı altında yaşamaktadırlar. İçlerinden Ermenilere ve Rumlara “Hristiyan azınlıklar” olarak Lozan Antlaşması çerçevesinde tanınan sınırlı bazı kültürel haklar ise uygulamada sık sık çiğnenmektedir. Öte yandan Türk burjuvazisi Kıbrıs’ın bir bölümünü işgal ve fiilen ilhak etmiştir. Kıbrıs’ın Rum halkı işgal bölgelerinden zorla kovulmuştur. Bunun yanısıra, TC devleti, sömürgeci ve yayılmacı karakterinin bir ifadesi olarak, Güney Kürdistan (Irak Kürdistanı) ve Oniki Adalar üzerinde “tarihsel hak” iddiaları ve emelleri taşımaktadır. Hemen bütün komşularıyla gerici çıkar çelişmeleri üzerinde yükselen sürtüşmeleri vardır. Bunlar özellikle Yunan ve Bulgar halklarına karşı gerici-şoven bir propagandaya konu edilmektedir.

Tüm bunlar bir arada, Türkiye’de, Türk burjuvazisinin gerici ve sömürgeci sınıf egemenliğinden, emperyalist-yayılmacı eğilimlerinden kaynaklanan kapsamlı bir ulusal sorunun varlığını gösterir. Komünistler ulusal sorunu tüm bu kapsamı içinde ve bunun gerektirdiği görevler çerçevesinde ele almalıdırlar. Bununla birlikte, Türkiye’de ulusal sorunun eksenini ve asıl kapsamını, Kürt sorunu oluşturmaktadır. Kürt ulusal sorunu, azınlık milliyetler sorunuyla kıyaslanamayacak bir niteliğe, kapsama ve öneme sahiptir.

Kürtler bölünmüş bir ulus, Kürdistan bölünmüş bir ülkedir. Kürtler ve Kürdistan, birbirine komşu dört gerici burjuva devletin sömürgeci boyunduruğu altındadır. Yalnızca Türkiye’de değil, sömürgeci diğer üç devlet olan, İran, Irak ve Suriye’de de, Kürtler tüm temel ulusal haklardan yoksundurlar ve ağır bir ulusal baskı altında yaşamaktadırlar. Ulusal istemleri ve ulusal özgürlük mücadeleleri en vahşi yöntemlerle bastırılmakta, ulusal kimlikleri sistemli ve zora dayalı asimilasyon politikalarıyla yokedilmek istenmektedir. Birbirleriyle bir dizi gerici çelişki ve çatışma içinde olan bu dört sömürgeci devlet, bölünmüş Kürdistan’ı egemenlikleri altında tutmak noktasında temelde bir işbirliği ve dayanışma içindedirler. Bu alanda bugüne kadar emperyalizmin de tam desteğini almışlardır.

Resmi ideoloji ve politika çerçevesinde 70 yıldır yok sayıldıkları Türkiye’de, Kürtler toplam nüfusun yaklaşık olarak dörtte birini oluşturmaktadırlar. Türkiye Kürdistanı ise Türkiye’nin toplam yüzölçümünün yaklaşık olarak üçte birini kaplamaktadır. Türkiye Kürdistanı, nüfus ve toprak olarak, tüm Kürdistan’ın ve tüm Kürtlerin hemen hemen yarısını kapsamaktadır.

Kürdistan üzerinde sömürgeci egemenlik ve bu egemenliğe karşı bir ulusal özgürlük ve eşitlik mücadelesinde ifadesini bulan Kürt ulusal sorunu, bugün artık Türkiye’nin, bölgenin ve dünyanın siyasal gündemindedir. Çözüm istemekte, Kürt halkının özgücüne ve büyük fedakarlıklarına dayalı olarak çözümünü dayatmaktadır. Bölünmüşlüğün getirdiği tarihsel ve siyasal bir sonuç olarak bu mücadele, her bir sömürgeci devletin bünyesinde kendine özgü koşullarda, farklı nitelikte önderlikler altında, farklı toplumsal içerik ve dayanaklarla gelişmektedir. Bu farklılık doğal olarak ulusal hareketlerin gelişme seyrine ve düzeylerine de yansımakta, eşitsiz bir gelişme yaşanmaktadır.

Türkiye Kürdistanı’nda biraz gecikerek, fakat bu kez modern temeller üzerinde ve derin bir halkçı içerikle siyasal sahneye çıkan devrimci Kürt ulusal hareketi, Kürt sorununa ve Kürtlerin özgürlük mücadelesine yeni boyutlar ile, görülmemiş bir güç ve ivme kazandırmış bulunuyor. Kürt sorunun odağı, artık Kürdistan’ın bu parçasına kaymıştır. Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin kalbi artık Kürdistan’ın bu parçasında atmaktadır. Türkiye Kürdistanı’nda Kürt ulusal hareketi bağımsız devrimci bir halk hareketi niteliği kazanmıştır. Esas gücünü başlangıçta yoksul köylü yığınlarının oluşturduğu ve gelinen aşamada kent alt tabakalarının desteğini ve katılımını sağlamış bulunan bu hareket, haklı ulusal istemlerini devrimci bir tarzda ifade etmekte, Partiye Kerkeren Kürdistan (PKK) şahsında devrimci bir ulusal önderlik altında gelişmektedir. Kürt halk yığınlarının ulusal uyanışında ve sömürgeci köleliğe karşı ulusal özgürlük ve eşitlik mücadelesinde ifadesini bulan bu devrimci süreç, Kürdistan’ın geleneksel yapısı ve ilişkilerinde köklü bir değişimin ve dönüşümün yolunu açmakla kalmamakta, bir bütün olarak Türkiye toplumunu da sarsmaktadır. Türk burjuvazisinin geleneksel inkar ve yoketme politikası, bu politikanın ideolojik dayanağı olan Kemalizm, Kürdistan’da gelişen hareketten öldürücü bir darbe yemiş ve çökmüştür. Sömürgeci burjuvazi Kürt sorunu karşısında ideolojik-politik ve askeri bir çıkmaz içindedir. Bugüne kadar resmi ideoloji ve politikanın kabulleriyle uyuşturulmuş Türk halk yığınları, içiçe yaşadıkları halde varlığı yıllardır yok sayılan bir ulusun halk yığınlarının toplu ayağa kalkışı ile sarsılmakta, bu konuya ilişkin geleneksel yargıları altüst olmaktadır. Aynı sarsıntıyı Türkiye devrimci hareketi de yaşamakta, Kemalizmin dolaylı ideolojik etkisi ve marksist teorinin çarpık kavranışı üzerine oturan “ulusal sorun”a ilişkin teori ve politikalar, birbiri peşisıra gözden geçirilmekte, yenilenmektedir.

Türkiye Kürdistanı’nda gelişen ve Kürdistan’ın öteki parçaları üzerinde devrimci bir etkide bulunan devrimci süreç, emperyalist metropolleri de yeni tutum, politika ve uygulamalara yöneltmiş bulunmaktadır. Kuzey Afrika şeridi de içinde tüm Ortadoğu’yu bir “istikrarsızlık kuşağı” olarak niteleyen emperyalist strateji, Kürt sorununun taşıdığı devrimci olanakların ve bunun bölgedeki gerici statüko için ifade ettiği tehlikenin bilinciyle hareket etmektedir.

Kürt sorunu Türkiye devriminin temel sorunlarından biridir ve hayati önemdedir. Komünistlerin bu sorun karşısında takınacakları doğru tavır ile Türkiye devriminin gelişme seyri ve geleceği birbirine sıkı sıkıya bağlıdır.

Devrimci proletaryanın sınıf bakışı açısından ele alındığında, Kürt sorununun özel önemi nereden gelmektedir?

Herşeyden önce, bu, yüzyıllardır ezilmiş, hakları çiğnenmiş, son 70 yıldır varlığı bile resmen inkar edilmiş, resmen yoksayılan ulusal kimliğin fiilen de yokedilmesi için en vahşi baskı ve uygulamalara maruz bırakılmış bir ulusun meşru ulusal hakları sorunudur. Ulusal özgürlüğünü elde etmek, kendi kaderini bizzat tayin etmek Kürt ulusunun en doğal hakkıdır.

İkinci olarak Kürt sorunu, tüm Türkiye’de siyasal özgürlük mücadelesinin kilit sorunudur. Kürt ulusunun ulusal özgürlük mücadelesi karşısında tutarlı bir tutum takınamayan devrimci bir işçi hareketi, siyasal özgürlükler mücadelesinde ciddi hiçbir ilerleme sağlayamaz.

Üçüncü olarak, burjuvaziyi devirmek ve siyasal iktidarı ele geçirmek tarihsel göreviyle karşı karşıya bulunan Türkiye işçi sınıfı için, Kürt sorunu önemli bir dayanak, Kürt devrimci ulusal hareketi temel bir müttefiktir.

Son olarak, Kürt sorunu, parçalanmış Kürdistan olgusundan kaynaklanan bölgesel niteliği nedeniyle, bölgedeki devrimci süreçler arasında dolaysız bir köprü kurmak için de önemli bir olanaktır.

Tüm bu faktörler birarada, devrimci proletarya hareketinin Kürt sorunu karşısında takınacağı ilkelere dayalı tutumun, izleyeceği politikanın stratejik önemine işaret eder. Bu ise yalnızca genel olarak ulusal soruna ilişkin marksist-leninist teorinin doğru bir kavranışını değil, aynı zamanda bunun, içinden geçmekte olduğumuz tarihsel aşamada sorunun ortaya çıkış biçimine doğru bir uygulanışını da gerektirir.

II

Türk burjuvazisi, Kürdistan üzerinde modern kapitalist ilişkilere dayalı olarak yeniden kurup pekiştirdiği sömürgeci egemenliğini, tarihsel mirasçısı olduğu feodal-sömürgeci Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun İran Safevi devleti ile çatışmalar içinde Kürdistan’ın bir bölümü üzerinde egemenliğini kurması ise 16. yüzyılın başlarına rastlar (1514). Feodal Kürt beyliklerinin önemli bir bölümü, Şii Safevi devletinin baskısından korunmak amacıyla ve içişlerinde geniş bir serbestlik koşuluyla, Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasal himayesini (üst egemenliğini) gönüllü olarak kabul ettiler. 19. yüzyılın başlarına kadar değişmeden süren bu kendine özgü siyasal statü sayesinde, Osmanlı egemenliğindeki Kürdistan Osmanlı tımar sisteminin dışında kaldı. Feodal Kürt beylikleri ve aşiret reisleri, merkezi devlete karşı vergi ve savaş sırasında askeri yükümlülükler karşılığında, bir tür özerk “hükümetler” olarak kendi bölgelerine hükmettiler. Kürt köylülüğünün artık-ürününe dilediğince el koydular.

İmparatorluktaki gerileme, çözülme ve çürümenin önünü almak üzere ve Batıdaki modern gelişmelerin etkisi altında girişilen askeri ve idari reformlar, Kürt beyliklerinin geleneksel özerk siyasal statülerinde değişikliği de gündeme getirdi. Bu çerçevede, Kürdistan’ı daha sıkı siyasi ve iktisadi bağlarla merkezi feodal devlete bağlama doğrultusundaki ilk girişimler, birbirini izleyerek tüm yüzyılı kaplayan bir dizi Kürt ayaklanmasının da önünü açmış oldu. Bu gelişmenin başlangıcı, bugün hala çözüme kavuşmamış “Kürt sorunu”nun modern siyasal tarihe girişini de işaretler.

19. yüzyıla girildiğinde, Kürdistan’ın feodal beyliklere ve aşiret yapısına dayalı kapalı, durgun ve bölünmüş geleneksel toplumsal düzeninde henüz önemli bir değişiklik yoktu. Kürdistan toprakları üzerinde bütün bir yüzyıla yayılarak yaşanan imparatorluklar arası savaşların, merkezi devlet müdahalelerinin ve buna karşı direniş ve ayaklanmaların ekonomik yaşam üzerinde etkisi ise, doğal olarak yıkıcı olmuştu. Kapitalizmin geleneksel Kürt toplumuna sınırlı bir meta dolaşımı ve para ilişkilerinin gelişmesi biçiminde ilk etkileri, aynı yüzyılın ortalarına rastlar. Bunun ise, kapalı ekonomiyi bir ölçüde etkilemiş ve bölgeler arası ilişkiyi bir ölçüde canlandırmış olmakla birlikte, geleneksel yapı üzerinde o gün için kayda değer bir etkide bulunduğu söylenemez.

Bu olgu, bütün bir yüzyıla yayılan Kürt ayaklanmalarının kendine özgü niteliğini ve toplumsal karakterini kavramak bakımından önemlidir. Bu yüzyılda Kürdistan’da modern bir ulusal uyanışın ve burjuva bir kurtuluş hareketinin iktisadi-toplumsal koşulları mevcut değildir. Bu nokta açık olmakla birlikte, feodal öğelerin önderliği altında başgösteren ve geniş bir kitle katılımı sağlayan bu ayaklanmaların, her seferinde Kürdistan’ın siyasal birliği ve bağımsızlığı amacına yöneldiği, çoğu kere Osmanlı ve İran egemenliğinden kurtulmayı birarada hedeflediği de, tarihsel bir gerçektir. Bu, henüz son derece geri ve ilkel biçimiyle de olsa bu ayaklanmaların taşıdığı ulusal renge bir göstergedir. Yalnızca ayaklanmaların yöneldiği siyasal hedefler değil, bizzat bu ayaklanmalara yolaçan nedenler de bunun kanıtıdır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun açık amacı, o güne kadar kendine son derece gevşek ilişkilerle bağlı Kürdistan üzerinde tam bir egemenlik kurmak, onu tümden sömürgeleştirmektir. Özerk eyalet sistemine son verilerek merkezileştirilmiş ve merkezden atama valilerce yönetilen vilayet sistemine geçiş, aşiretlerin ve köylülerin doğrudan vergilendirilmesi sistemine geçiş, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri üzerinde doğrudan devlet denetimi gibi, Tanzimat sonrasında gerçekleştirilmesi nihayet başarılan değişiklikler, bu amacın ifadesidir. Bunun belli sınırlar içinde Kürt feodal beyliklerinin sınıf çıkarlarıyla açıkça çatıştığı bir gerçek olmakla birlikte, sorun çok daha kapsamlıdır. Aynı dönemin Osmanlı devlet belgelerinde de açıklıkla ifade edildiği gibi, asıl sorun, “Kürdistan’ın yeniden fethi” ve “Kürtler üzerinde” tam denetim kurmaktır. Bu amaca Kürdistan üzerinde yoğunlaşan ve dayanılmaz hale gelen bir baskı, sömürü ve talan eşlik etmiştir. Bunun acısını asıl çeken de Kürt köylü yığınları olmuştur. Kürdistan toprakları üzerinde cereyan eden imparatorluklar arası savaşların doğrudan ve dolaylı etkileri köylü yığınları için yaşamı daha da ağırlaştırmıştır. Ayaklanmaların genellikle bu tür savaşları izlemiş olması bu açıdan bir rastlantı değildir. Zaman zaman, farklı dinsel ve etnik topluluklara bağlı köylülerin birlikte ve bizzat kendi inisiyatifleriyle ayaklanmaları da bu çerçevede dikkate değerdir.

Bu koşullar altında, kuşkusuz kendi çıkarlarının zedelenmesinin de verdiği itkiyle, feodal öğeler bu hoşnutsuzlukları ayaklanmalara dönüştürebilmişlerdir. Yabancı egemenliğin reddi, bu egemenlikten kurtulmak isteği, bu isteğin Osmanlı ve İran egemenliğini birarada hedeflemesi, ayaklanmaların siyasal bakımdan daha 17. yüzyılda (1639) bölünmüş Kürdistan’ın her iki parçasına da yayılabilmesi, Kürt toplumunun siyasal birliği ve bağımsızlığı hedefi, tüm bunlar, zayıf, bulanık ve henüz ilkel biçimiyle de olsa, bu ayaklanmaların taşıdığı ulusal renge göstergedir. Kaldı ki, 19. yüzyılın uluslararası siyasal ve diplomatik literatürüne de, sorun, hep “Kürt sorunu” olarak geçmiştir. Kürdistan, bu bölgeye ilgileri 19. yüzyıl boyunca gitgide güçlenen İngiltere ile Çarlık Rusyası arasında temel bir rekabet alanıdır. Bu iki sömürgeci-yayılmacı devlet, Osmanlı ve İran devletleri üzerindeki nüfuzlarını güçlendirmek için “Kürt sorunu”ndan sürekli bir biçimde yararlanmaya çalışmışlardır. İngiltere Osmanlı devletinin, Çarlık Rusyası ise İran devletinin destekçisi ve koruyucusu konumundadır, bütün bu yüzyıl boyunca.

Modern önderlik öğelerinden ve modern anlamda bir ulusal ideolojiden yoksun olan 19. yüzyıl Kürt ayaklanmaları, bir bakıma eşitsiz gelişmenin ürünüdürler ve dış dinamikle yüklüdürler. Bir iç ulusal uyanışın değil, Kürdistan’a yönelen bir dış egemenlik girişimine tepkinin ürünü ve ifadesidirler. Batı Avrupa’da ulusal uyanış, ulusal kurtuluş hareketleri ve ulusal devletlerin kuruluş çağı olan 19. yüzyılda ise, bu tür bir tepki, çağın ve Osmanlı Avrupası’nda cereyan eden ulusal amaçlara yönelik siyasal kaynaşmaların etkisi altında, Kürt toplumunun siyasal birlik amacına yönelebilmiştir. Paradoks gibi görünen, feodal önderlik öğelerinin, “ulusal” istemlerin taşıyıcısı olma olgusu, çağın bu eşitsiz gelişme diyalektiği içinde kavranabilir ancak. Fakat modern temellerden ve önderlik öğelerinden yoksunluk, ulusal istemlerin bu ilkel ve gevşek zemini, feodal düzenin parçalayıcı dinamikleri, ayaklanmaların nispeten kolay bir biçimde yenilgiye uğratılmasının ya da denetim altına alınmasının da temel nedenidir. Osmanlı ve İran devletlerinin işbirliği ile o çağın büyük devletlerinin ayaklanmalar karşısında bunlara desteği, öteki belli başlı nedenlerdir.

Yüzyılın sonuna doğru ayaklanmaların da sonu geldi ve Osmanlı İmparatorluğu Kürdistan üzerinde tam denetimini kurdu. Bu yalnızca idari ve siyasal değil, yeraltı ve yerüstü zenginliklerine elkoymada ifadesini bulan bir iktisadi egemenlikti de artık. Kürt köylülüğü ise, çifte vergi yoluyla, hem kendi feodal beylerinin, hem de merkezi devletin çifte sömürüsü altına girmiş oldu.

20. yüzyıla geçiş, Kürdistan tarihinde yeni bir dönemdir. Feodal-sömürgeci Osmanlı İmparatorluğu’nun kendine Kürt feodal sınıflarından işbirlikçi öğeler ve güçler (Hamidiye Alayları) yaratarak Kürdistan üzerindeki denetimini kuvvetlendirdiği dönem, onun Osmanlı Avrupası’nda ulusal hareketlerin darbeleri altında çözüldüğü, emperyalist rekabetin şiddetlenen bir alanı haline geldiği ve emperyalist egemenlik altında yarı-sömürgeleştiği bir dönemdir. Bu, imparatorluk için bir çürüme ve çözülme dönemidir. Birinci emperyalist paylaşım savaşına konu temel paylaşım alanlarından biri de Osmanlı İmparatorluğu’nun etkinlik alanlarıdır. Keşfedilen yeraltı zenginlikleri ve özellikle petrolden dolayı, Kürdistan bu alanlar içinde başta gelenlerden biridir. Bu paylaşım mücadelesinde Alman emperyalizminin saflarında yeralan komprador-feodal Türk egemen sınıflarının hedefleri arasında, imparatorluğun egemenlik alanlarını elde tutmak çerçevesinde, Kürdistan üzerindeki sömürgeci egemenliklerini İngiliz ve Fransız emperyalizmine karşı korumak isteği de vardı.

İttihat ve Terakki’de temsil edilen Türk burjuvazisi, savaş esnasında, büyük Ermeni jenosidini gerçekleştirdi. Böylece “Ermeni sorunu”nu kendi sonraki şanına yaraşır bir tarzda çözmüş oldu. Savaşı kaybeden imparatorluk çöktü ve galipler tarafından paylaşıma tabi tutuldu.

Kendi öz ulusal pazarı olan Anadolu’nun sömürgeleştirilmesine karşı kemalistler önderliğinde bir kurtuluş savaşı yürüten Türk tefeci-ticaret burjuvazisi, uğruna mücadele ettiği Misak-ı Milli sınırları içine Batı Kürdistan’ı da almak suretiyle, bu mücadeleye aynı zamanda Kürdistan’ı elde tutmak boyutunu eklemiş oldu. Mücadelesine Ermenilere ve Yunanlılara karşı müslüman öğelerin birliği görünümü kazandırmayı başaran Türk burjuvazisi, bu sayede ve ulusal eşitlik haklarının tanınacağı vaatleriyle, Kürtlerin desteğini de kazandı. Savaş süresi içinde Büyük Millet Meclisini “Türklerin ve Kürtlerin” meclisi saymayı, Lozan Barış görüşmelerini “Türkler ve Kürtler adına” sürdürmeyi siyasal açıdan gerekli gören Türk burjuvazisi, zaferin hemen ardından, tarihsel bir ikiyüzlülükle, Türk ulusal egemenliğine dayalı bir devlet kurdu ve Kürdistan’ın Osmanlı’dan kalma sömürge statüsünü korumak istedi. Bu arada, Lozan Antlaşması çerçevesinde, Kürdistan, Kasr-ı Şirin’den (1639) sonra ikinci büyük tarihsel bölünmesini yaşadı. Büyük petrol kaynaklarını barındıran önemli bir bölge (Irak Kürdistanı) İngiliz emperyalizminin, bugünkü Suriye toprakları içinde kalan daha küçük bir parçası ise Fransız emperyalizminin egemenliğine geçti. 5 Haziran 1926 tarihli Musul Antlaşması ise, Kürdistan’ın bu tarihsel paylaşımını hukuksal yönden de kesin bir sonuca bağlamış oldu.

20. yüzyılın başlarında ulusal uyanış ve hareketlerle çalkalanan Osmanlı İmparatorluğu’nda, Kürtlerin özgürlük mücadeleleri bakımından en önemli gelişme, feodal kökenli bir burjuva aydın tabakanın gelişmesi ve bu tabakanın Kürt sorununa modern ideolojik öğeler taşımış olmasıydı. İlk Kürtçe gazetelerini 1898’de yayınlayan bu aristokrat aydınlar, 1908 sonrasında bir dizi yeni örgüt ve yayınla Kürt ulusal bağımsızlık davasını geliştirmeye çalıştılar. Aynı dönemde, emperyalizme bağımlılık ilişkileri içinde İmparatorluğun genel planda yaşamakta olduğu kapitalist gelişmenin etkileri Kürdistan’a da artık daha geniş ölçüde yansımış olmakla birlikte, feodal beylik ve aşiret düzeni hala sağlam temellerini koruyordu ve modern anlamıyla bir Kürt burjuva sınıfı henüz yoktu. Fakat bu geri toplumsal temele rağmen, İmparatorluktaki ulusal kaynaşmaların, özellikle de Ermeni ve Türk milliyetçiliğinin etkisiyle, Kürtler arasında da Kürt aydınlarının taşıyıcılığını yaptığı bir ulusal bilinç gelişmeye başlamıştı. Kürtlerin ulusal eşitlik ve bağımsızlık konusunda formüle edilmiş istemleri vardı. Daha 1920’lerin başında Koçgiri bölgesi Kürtleri ile Güney Kürdistan Kürtleri devlet bağımsızlığı için başkaldırdılar. Birincisi kemalistler, ikincisi İngiliz Kraliyet kuvvetleri tarafından zorla ezildi.

Kemalistlerin önderliğindeki Türk burjuvazisi bir Türk Cumhuriyeti ilan etti ve Kürtlerin ulusal haklarını redderek Kürdistan’ın sömürge statüsünü yeni bir temel üzerinde sürdürmek istedi. Bunu kabul etmeyen Kürtler 1925-40 arasında bir dizi ayaklanmaya girişerek ulusal özgürlük mücadelesi yürüttüler. Bu özgürlük mücadelelerini Kemalist burjuvazi her defasında kanlı bir kırımla ve Kürtlerin toplu sürgünüyle cevapladı. Ve daha işin başında, Kürtlerin bir ulus ve Kürdistan’ın bir ülke olarak varlığını bile tümüyle redderek, mücadelenin darbeleri altında bugün artık çökmüş bulunan aşırı gerici şoven resmi ideoloji ve politikaların temellerini attı.

Kürdistan’ın temelde değişmeden kalan feodal-aşiretçi toplumsal zemini üzerinde patlak veren 1925-40 Kürt ayaklanmalarına bir kez daha feodal öğeler önderlik ettiler. 19. yüzyıl Kürt ayaklanmalarından farklı olarak, bu kez, Kürt burjuva aydınlarıyla ittifak halinde. Bu sonuncular harekete modern ulusal bir ideoloji kazandırmak çabası göstermiş olsalar bile, Kürdistan’ın geri toplumsal yapısı temeli üzerinde bu çaba fazla etkili olamadı ve dinsel görünüm özellikle Şeyh Sait ayaklanmasında baskın çıkabildi. Kemalist iktidarın kişiliksiz ve onursuz bir destekçisi olan TKP’nin de katkısıyla, kemalistler bu biçimsel görünümü, Şeyh Sait ayaklanmasının haklı ulusal özünü karalamak ve karartmak için yakın zamana kadar kullanabildiler. Bütün bu dönem boyunca, TKP, resmi politikalarıyla Kürt sorunu karşısında sosyal-şoven bir tavır aldı. Haklı ulusal ayaklanmaların kanlı bir biçimde bastırılışını destekledi. Bu tutum Kürtlerin haklı ulusal davalarının uluslararası ilerici ve sosyalist güçler tarafından da uzun yıllar doğru anlaşılamamasına yolaçtı. Kuşkusuz buradaki sorumluluk yalnızca TKP’nin değil, aynı zamanda, TKP’nin yanısıra ve ondan bağımsız olarak, kemalist iktidarı destekleyen Sovyet Birliği hükümetlerinindir de.

Kürdistan’ın feodal-aşiretçi yapısı, Kürt bağımsızlık mücadelelerini ideolojik açıdan geri bir konuma mahkum etmekle kalmadı, uluslaşma sürecinin henüz geri ve ilkel bir düzeyde oluşunu koşullandırarak, Kürtlerin ulusal mücadele birliğinin güçlü ve istikrarlı bir zemine oturmasını olanaksızlaştırdı. Türk burjuvazisi, Kürtlere egemen mezhep ve aşiret bölünmelerinden sonucu etkileyebilecek düzeyde yararlandı. Önderliklerin feodal yapısı hareketi geriliğe, bu toplumsal karakterden kaynaklanan tutarsızlık ve kararsızlıklarla bir dizi zaafa mahkum etti. Fakat tüm bu gerilik öğeleri, 1925-1940 Kürt ayaklanmalarının, özünde Kürt ulusunu kendine zorla boyun eğdirmek ve sömürgeleştirmek isteyen sömürgeci Türk burjuvazisine karşı haklı birer ulusal özgürlük mücadeleleri olduğu gerçeğini değiştirmez.
Toplumsal içeriği yönünden Kürt-feodal burjuva sınıflarının kendi etkinlik alanlarına ve pazarına sahip olmak isteğinin ifadesi olsa bile, siyasal yönden bu mücadeleler meşru ulusal istemlere dayalıdır, yabancı zulmüne ve egemenliğine yönelmiştir. Tersinden bakıldığında, kemalist Türk burjuvazinin bu hareketlere müdahalesi, ulusal eşitlik ve özgürlük için mücadele eden bir ulusa zorla boyun eğdirmek, Kürdistan pazarını ele geçirmek ve Kürdistan’ı bütünüyle sömürgeleştirmek amacına yöneliktir. Aşırı gerici, şoven ve soykırımcı bir sömürgeci politikanın ifadesidir. Bu politika ve uygulamaları resmiyette dine ve feodal gericiliğe yöneltilmiş olarak gösteren kemalist çabalar, büyük bir tarihsel ikiyüzlülüğün ifadesidirler. Kürt ayaklanmalarının kanlı bir kırımla bastırılışından ve Türk sömürgeciliğinin Kürdistan’a tam yerleşmesinden, Kürt feodalleri sınıf olarak zarar görmemişler, yalnızca Kürt kimlikleriyle baskı, eziyet ve sürgünün hedefi olmuşlardır. Sömürgeci burjuvazi ayaklanmaları bastırdıktan sonra, tersine Kürdistan’daki feodal-aşiretçi geri yapıyı, bundan beslenen dinsel-feodal kültürü, sömürgeci egemenliğin uygun bir zemini olarak sürekli korumuş ve desteklemiştir.

Bu dönem ayaklanmalarının sonuncusu olan Dersim İsyanı’nın tam bir soykırımla bastırılması, Kürdistan tarihinde bir dönemin bitişini işaretler. 19. yüzyılın başında feodal Osmanlı devletinin II. Mahmut’la başlattığı Kürdistan’ın fethi süreci, 1940’lara varıldığında, Türk burjuvazisinin Kürdistan’da mutlak egemenliğini kurmasıyla son bulmuştur. Bu aynı zamanda Türkiye Kürdistanı’nda beylerden, aşiret reislerinden ve şeyhlerden oluşan feodal öğelerin ulusal harekete önderlik dönemlerinin de kapanışıdır. O güne dek Kürt halkının ulusal özgürlük istemini, elbette kendi sınıf çıkarlarına bağlayarak, harekete geçiren Kürt feodal ve feodal-burjuva sınıflar bundan böyle ulusal hareketteki olumlu rollerini tükettiler. Türk burjuvazisine boyun eğdiler, tümüyle ona bağlandılar. Ulusal kimliklerini bir yana itmenin karşılığında sınıf olarak onun bir parçası haline gelip bütünleştiler ve sömürgeci egemenliğin Kürdistan’daki toplumsal dayanakları oldular.

Kürt feodal ve feodal-burjuva öğeler sömürgeci Türk rejimiyle bütünleşince, ulusal hareketin yeni taşıyıcısı olacak ilerici Kürt aydınları ve onlara toplumsal dayanak oluşturacak modern bir Kürt küçük-burjuvazisi ortaya çıkıncaya kadar, Kürdistan bir suskunluğun içine girdi. Bu aynı zamanda, birikmiş ulusal irade ve enerjinin, 1925-40 dönemi ayaklanmaları içinde ve bu safha için artık tükenmiş olduğunu da gösteriyordu.

III

1960 sonrası Kürt ulusal sorununda ve Kürt ulusal hareketinde yeni bir dönemdir. Tıpkı Türkiye sol hareketi için olduğu gibi. Şu farkla ki, ‘60’lı yıllarda, özellikle bu on yılın ikinci diliminde, Türkiye sol hareketi gelişip serpilirken, Kürt ulusal hareketi aynı on yılın sonlarına doğru henüz ancak ilk filizlerini vermektedir. Modern sosyal temellere ve bu temel üzerinde yükselen modern bir ulusal içeriğe dayanan devrimci Kürt ulusal hareketi, ilk şekillenişiyle bu dönemin ürünüdür. Kürt ulusal sorunu ve özgürlük mücadelesi, artık feodal-burjuva sınıfların bir sorunu olmaktan çıkmış, Kürt halk yığınlarının bir sorunu haline gelmiş, onların baskı ve sömürüden kurtulma mücadelesinin bir boyutuna dönüşmüştür. Kürt ulusal hareketinin toplumsal karakteri ve siyasal niteliğindeki bu köklü değişim, elbette Türkiye’de 1950 sonrasında hızlanan genel kapitalist gelişmenin Kürdistan’daki etkileri ve sonuçları temeli üzerinde yükselmektedir.

Kürdistan’daki ulusal ayaklanmaları soykırım uygulamaları ile bastıran, bu ayaklanmalara her defasında önderlik eden üst sınıflara artık tümden boyun eğdiren sömürgeci Türk burjuvazisi, fiziki direncini kırmış bulunduğu Kürt ulusunun bu kez manevi kimliğini yok etmek üzere çok yoğun ve sistemli çabalara girişti. Zor eşliğinde yürüyen kapsamlı bir asimilasyon politikası uyguladı. Kürtleri Türkleştirmek için her türlü iktisadi, sosyal siyasal, kültürel önlemi uyguladı. Kürt uluslaşmasının gelişmesinin önünü tıkayan geleneksel aşiretçi ve feodal yapıyı, ilişkileri, kurumları her yolla destekledi. Neticede ve bir dönem için, önemli bir başarı da sağlamış oldu.

Ne var ki, bir dönem için sağlanan bu başarı, Türk burjuvazisini, her sömürgeci uygulamanın tarihsel diyalektiğinin ortaya çıkardığı sonuçlardan kurtaramadı. Adı üzerinde, sömürgeler sömürülmek içindir. Çağdaş dönemde ise bu sömürü ancak kapitalist temeller üzerinde gerçekleşebiliyor. Bu tür bir sömürü süreci, kapitalist ilişkileri genişlemesine ve derinlemesine geliştirmek suretiyle kapalı ekonomiyi ve feodal uyuşukluğu kırar, sömürgecilerin iradesi dışında, modern ilişkiler temeli üzerinde bir uluslaşma sürecini hızlandırır, giderek ulusal uyanışın, istemlerin ve hareketin oluşumuna yolaçar.

1950-80 döneminde, Kürdistan’da kapitalist gelişme büyük bir mesafe katetti, geleneksel feodal yapı parçalandı. Sonuçları ortadadır. Tüm Cumhuriyet dönemi boyunca ulusal kimlikleri acımasız yöntemlerle yokedilmek istenen Kürtler, dün zorla bugün ise artık sınıf çıkarları gereği kaderini Türk burjuvazisinin kaderi ile birleştirmiş bulunan üst sınıflar dışında, bugün ulusal hakları için ve milyonlarca insan olarak ayaktadırlar.

Başlangıçta iktisadi olarak henüz son derece cılız olan Türk burjuvazisi, milli baskı politikasının da bir gereği olarak, sınırlı yatırım kaynaklarını Kürdistan dışında değerlendirmeye özen gösterdi. Kürdistan’da az sayıda ve devlet eliyle yapılan yatırımlar yalnızca zengin yeraltı kaynaklarını yağmalamaya yönelikti. Sınırlı altyapı “hizmetleri” ise, esas olarak, sömürgeci siyasal denetim ve kültürel asimilasyon ihtiyaçlarına ve amacına dönüktü. Tüm bunların geleneksel yapı üzerinde çözücü etkisi doğal olarak henüz pek önemsizdi. 1950 sonrası bu açıdan yeni bir dönemi işaretler. Gerek Türk burjuvazisinin kendi iç sermaye birikimi gerekse emperyalizmin sermaye ihracı, kapitalist gelişmeye Türkiye genelinde büyük bir ivme kazandırdı. Elbette genele göre son derece düşük ölçüde olmak üzere, Kürdistan da bundan payını aldı. Kürdistan sömürgeci Türk burjuvazisi için hala yalnızca bir hammadde kaynağı ve mamul mal pazarı idi. Kürdistan’ın zengin yeraltı ve özellikle enerji kaynakları (petrol, akarsular) batıda gelişen sanayi için son derece önemliydi. Ayrıca kapitalist gelişme ve buna eşlik eden kentleşme, hayvansal ve tarımsal ürünlere olan ihtiyacı sürekli büyütüyordu. Ve doğal olarak, Kürdistan, ithal ikamesine dayalı sanayi ürünleri için aynı zamanda önemli bir pazardı da.

Fakat bu kadarı bile yol şebekeleri (demiryolu ve karayolu), maden, petrol ve enerji yatırımları, elbette toprak sahiplerinin yararlandığı tarımsal krediler, sürekli büyüyen bir ticaret ağı vb. demekti. Kendini genişleterek üreten bu süreç Kürdistan’ın geleneksel feodal yapısını parçaladı, hayvancılık ve tarımsal üretim gitgide daha geniş ölçülerde pazara bağlandı. Kent yaşamı tüm çarpıklıkları ile gelişmeye, canlanmaya başladı. Pazar için üretim süreci içinde burjuva bir dönüşüme uğrayan bir kısım feodaller, biriktirdikleri küçük çaplı ilk sermayelerini, kentlerde ticarete ve küçük çaplı bazı sanayi işletmelerine yatırır oldular. Pazar için üretimin karlılığı, makinalı tarıma geçiş eğilimini besledi. Feodaller traktör alıp bir kısım köylülerine yol vermeye başladılar. Köylülüğün ve geleneksel zanaatların yıkımı, köyden kente ve Türkiye’nin metropollerine, giderek büyük Avrupa’nın metropollerine, büyük göç dalgalarına yolaçtı. ‘50’li yıllarda başlayan, ‘60’lı yıllarda hız kazanan ve son 20 yıldır devam eden bu süreç içinde, sosyo-ekonomik yönden ‘50’lere kadar esas itibarıyle feodalizmin egemen olduğu Kürdistan, feodal kalıntıların hala yaşayageldiği, fakat kapitalist ilişkilerin sürekli güç kazandığı geçiş süreci içinde bir yarı-feodal bölge haline geldi.

Kürdistan’daki kapitalist gelişme süreçleri, sömürgeci egemenlik koşullarında, onu Türkiye kapitalizminin organik bir eklentisi haline getirdi. Sömürgeci egemenlik kapitalist temellere kavuştu. Bu süreçlere, Kürdistan’dan Türkiye’nin batısına sürekli bir zenginlik, sermaye, işgücü ve eğitilmiş insan akışı eşlik etti. Kürdistan göreli olarak sürekli yoksullaştı, batıyla arasındaki gelişme düzeyi uçurumu sürekli büyüdü, son on yılda ise en büyük boyutlara ulaştı. Kürdistan, yaşadığı nispi gelişmeye rağmen, Türkiye kapitalizminin geneli içinde, esas itibarıyla bir tarımsal bölge olarak kaldı. Kapitalizmin dengesiz gelişme dinamiğinin nispi bir etkisi olmakla birlikte, tüm bu sonuçların asıl nedeni, kuşkusuz Türk burjuvazisinin sömürgeci egemenliği ve milli baskı politikaları oldu.

İktisadi cephedeki bu gelişmelerin öteki yüzü ve kuşkusuz konumuz bakımından asıl önemli yönü, geleneksel sınıf ilişkilerinin çözülüş süreci içinde yaşanan modern sınıfsal farklılaşma, Kürdistan’da modern sınıfların şekillenme sürecidir. Feodallerin ve aşiret reislerinin burjuva bir dönüşüme uğrama sürecine, köylülüğün farklılaşması ve proleterleşmesi eşlik etti. Pazar için üretime ve makinalı tarıma geçiş, belli bakımlardan feodal özelliklerini korumakla birlikte ücretli tarım işçisi kullanan bir büyük toprak burjuvazisinin şekillenişini hazırladı. Ticaretin gelişmesi, kapitalist ilişkiler ağı içinde sömürgeci Türk burjuvazisi ile güçlü bağları olan bir ticaret burjuvazisinin hızla palazlanmasını beraberinde getirdi. Bunlar çoğunlukla eski feodaller, aşiret reisleri, feodal kökenli tefeciler ve tüccarlardı. Yıkıma uğrayan geleneksel zanaatçının yerini, Kürdistan kentlerinde oluşan modern bir küçük-burjuvazi aldı. Ve kuşkusuz, asıl gücü Kürdistan’daki devlet işletmelerinde olan ve gitgide sayısı artan bir işçi sınıfı oluştu.

Tüm bu süreçler Kürdistan’ın kendi içinde de dengesizdir. Farklı yörelerde farklı zaman, hız ve düzeylerde yaşandı ve yaşanmaktadır. Daha da önemlisi, bu, geleneksel sınıfların ve yaşamın tümden dönüştüğü anlamına gelmiyor. Tersine feodal kalıntılar Kürdistan’da hala da güçlüdür. Fakat yine de sonuç, Kürdistan’ın geleneksel yapısında büyük bir altüst oluş, modern sınıfların oluşumunda siyasal sonuçları bakımından muazzam önemde bir gelişme demektir. Yoğun bir milli baskı ve asimilasyonun eşlik ettiği bu süreçler, tersine bir sonuçla ve evrensel eğilime uygun olarak, Kürtlerin modern temeller üzerinde uluslaşmasını ve ulusal uyanışını hazırladı. Bu süreç aynı zamanda, geleneksel Kürt egemen sınıflarının, bu kez kapitalist temeller üzerinde sömürgeci Türk burjuvazisiyle ve onun gerisindeki emperyalizmle kaynaşmasıyla sonuçlandığı için, ulusal uyanışın sosyal tabanı artık Kürt alt sınıfları oldular. Bu ulusal uyanış ile sınıfsal uyanış süreçlerini içiçe geçirdi. ‘60’lar ile başlayan yeni dönemin Kürdistan’daki ilk büyük kitle hareketini oluşturan 1967 “Doğu Mitingleri”nde, ulusal tepki ile toplumsal tepkinin içiçeliği bu açıdan dikkate değerdir. Geleneksel bağların çözülüşü ve modern sınıfların oluşum süreci, o güne dek geleneksel (feodal, aşiret, mezhepsel) bağların örtüp gizlediği ulusal kimlik ile sınıf ilişki ve çelişkileri, bu yeni temel üzerinde gitgide belirginleştirmiştir.

IV

Sömürgeci devlet, ‘60’lı yıllara, Kürt ulusuna yönelik baskılara ve asimilasyon çabalarına yeni boyutlar ekleyerek girdi. “ İlerici” maske taşıyan 27 Mayıs darbecilerinin gerici konumu için Kürt sorunu bir kez daha turnusol rolü oynadı. Darbeciler, DP iktidarının tutuklu burjuva siyasal muhaliflerini derhal serbest bıraktıkları halde, aynı iktidarın, düzmece nedenlerle ve kuşkusuz Kürt halkına gözdağı olmak üzere tutukladığı 47 aydına, sonradan bozulan idam cezaları verdiler. Sömürgeci rejimle sınıf çıkarları temelinde artık sımsıkı kenetlenmiş bulundukları halde, 485 tanınmış ağa, şeyh ve aşiret reisini, salt tarihsel geçmişlerinden dolayı ve elbet bir kez daha Kürt halkına gözdağı vermek üzere, özel kamplara topladılar ve insanlık dışı işkencelere tabi tuttular.

Baskılara asimilasyon çabaları eşlik etti. Özel bir yasayla Kürtçe ve Ermenice köy ve mıntıka isimleri değiştirildi. Kürdistan’da, birer asimilasyon yuvası olarak, Bölge Yatılı İlkokulları uygulaması yoğunlaştırıldı. “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyaları örgütlendi. Nedir ki, sömürgeci devlete belli bakımlardan sağladığı geçici yararlara rağmen, tüm bunlar artık beyhude çabalardı. Kürt halkı için ulusal kimliğini yoketme çabalarına karşı suskun ve çaresiz kalma dönemi artık geride kalmaktaydı. Kürt ulusal hareketi için yeni bir dönem başlamak üzereydi.

1960’larla birlikte, genel olarak Türkiye, kapitalist gelişmenin sonuçları üzerinde, sosyal-siyasal kaynaşmaların ve ilerici düşünsel uyanışın gelişip serpildiği bir dönemin içine girmiş bulunuyordu. Kürdistan’ın nispeten gelişmiş bazı kent ve kasabaları da bu gelişmenin bir parçasıydı. Kapitalist gelişmenin Kürdistan toplumu üzerindeki etkileri henüz yeni, fakat sarsıcıydı. Kürt ulusal hareketinin yakın dönem tarihinde özel bir yeri olan Doğu Mitingleri, bu sarsıntının göstergesiydi. Toplumsal istemlerle ulusal istemler içiçeydi. Hatta denebilir ki, ikinci birincisinin içinde henüz yalnız-ca örtük bir biçimde ifade ediliyordu.

Kürdistan kentlerinin yanısıra Türkiye’nin büyük kentlerinde ve üniversitelerinde, daha o dönemde küçük-burjuva bir ilerici Kürt aydın tabaka şekillenmeye başlamıştı. Doğal olarak, ulusal bilinç ve istemlerin öncelikle şekillendiği kesim bu tabaka oldu. Politik bir varlık gösteremeyen ve daha çok Irak Kürdistanı’ndaki mücadelenin bir yankısı olan burjuva milliyetçi Türkiye KDP’si dışında tutulursa, bu Kürt ilerici aydın tabaka, başlangıçta, kendini o dönem büyük bir gelişme ve canlılık yaşayan Türkiye sol hareketi bünyesinde ifade etti. Çoğunlukla da TİP içerisinde. Bu, o dönem Kürdistan’da yaşanan sosyal hareketliliğin toplumsal sorunlar ağırlıklı ve Türkiye’deki genel hareketliliğin organik bir parçası olmasının bir ürünüydü. Kitle hareketliliğinin toplumsal-politik içeriği ve gelişme seyri, birleştirici bir dinamiğe sahipti.

Bu toplumsal-politik gerçeklik, Kürt ilerici aydınlarının politik davranışlarına da yansıyordu. Öte yandan, ulusal soruna duydukları özel ilgiye rağmen, soruna ilişkin bir ideolojik netlikten de henüz yoksundular. Zira geçmişten ideolojik bakımdan devralabilecekleri pek bir şey yoktu. 1940’lara gelindiğinde tümden ezilmiş bulunan Kürt ulusal direnişine feodal öğeler önderlik etmiş, buna feodal-burjuva bir milliyetçilik ideolojisi eşlik etmişti. 1940 sonrası yaklaşık 25 yıllık boşluk ve ağır asimilasyon uygulamalarının yarattığı zayıflıklar bir yana, bu yeni ilerici aydın tabaka, gerek sosyal konumu gerek ideolojik eğilimiyle, Kürdistan’da modern sınıflaşma döneminin ürünüydü. Ve hem sosyal hem ideolojik bakımdan geçmişten bir kopuşun ifadesiydi. Bu nedenle de geçmişten fazla bir şey alamazdı. Gerçi geçmişin sosyal ve ideolojik etkileri henüz tümden silinmiş değildi. Dahası Irak kendini KDP’si üzerinden yeniden hissettiriyordu. Fakat yine de bu, o gün için son derece önemsizdi.

İdeolojik yönden yalnızca bulanık değil, yanısıra bulaşıktı da. İkili bir ideolojik etkilenme içindeydi. Etki kaynaklarından biri Türkiye sol hareketi, öteki o dönem Irak’taki mücadeleyi belli bir başarı çizgisinde sürükleyen feodal-burjuva milliyetçi KDP idi. Toplumsal konum, toplumsal sorunlara ilgi ve popülist bir sosyalizme eğilim, toplumsal hareketin kendi maddi etkisiyle de birleşince, sözü edilen ikili ideolojik etki kaynağından ağır basanı Türkiye sol hareketi oluyor, öteki tali planda kalıyordu.

1967 yılı sonbaharında gerçekleşen “Doğu Mitingleri”nde Kürt ulusal sorununun “Doğu sorunu” içinde örtük ifade edilişi, Kürt ilerici aydın hareketinin kendini ayrı ifade etmesine bir ilk önemli itki sağladı. Kendini ayrı ifade etmenin bir ilk örgütsel biçimi olarak 1969’da kurulan Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) ise, hem bu itkinin somut bir ürünü oldu, hem de yeni bir sürecin başlangıcı. Bununla birlikte DDKO, o günkü özgün konumuyla, “Doğu sorunu”na özel bir ilginin ötesinde, henüz Türkiye solundan ideolojik ve örgütsel bir kopuşun ifadesi değildi. DDKO’lular TİP ve MDD Hareketi içindeydiler. Kürt ulusal sorununa ilgisizliklerini ve sosyal şoven konumlarını sözde “sınıfsal sorun” gerekçesiyle teorize eden TİP ve MDD Hareketinin sosyalizm anlayışları, popülist-kalkınmacı bir çerçeveyi aşamıyordu. Türkiye sol hareketinin ideolojik etkisi altında bulunan Kürt sol aydın hareketi de, politik yönünü tümden gözardı etmese bile, Kürt sorununu, daha çok “Doğu’nun kalkınması” sorunu çerçevesinde ele almakta, en azından açık planda böyle ifade etmekteydi.

Sömürgeci Türk burjuvazisi, Kürt halkının (sosyal uyanışa eşlik eden) ulusal demokratik uyanışına 1970 yılı boyunca vahşi yöntemlerle sürdürülen “komando harekatı” ile, bu uyanışın ideolojik-politik taşıyıcısı olan Kürt ilerici aydın hareketine ise 12 Mart dönemindeki “Doğu Duruşmaları” ile yanıt verdi. Doğu Mitingleri yakın dönem Kürt ulusal hareketi tarihinde ilk ciddi sosyo-politik çıkıştı. Doğu Duruşmaları ise ilk ciddi politik-ideolojik çıkış oldu. Sıkıyönetim Mahkemelerinin kürsüleri, Kürt devrimcileri tarafından, Kürt halkının ‘60’lardaki ulusal-demokratik uyanışına ideolojik bir kimlik kazandırma platformu olarak kullanıldı. ‘70’lerin ikinci yarısında ulusal sorun temeli üzerinde şekillenip serpilen bir dizi Kürt hareketine dayanak olacak ideolojik-siyasal tezler, ilk ve doğal olarak ilkel biçimiyle, bu platformda formüle edildi.

1965-1971 dönemi, Kürt ulusal hareketi için, Türkiye sol hareketi bünyesinde bir ilk filizlenme dönemiydi. 1974-1980 dönemi ise, Türkiye sol hareketinden ideolojik ve örgütsel kopuş çerçevesinde ve bir küçük-burjuva toplumsal hareketlilik temeli üzerinde gelişip serpilme dönemi oldu.

Doğu Duruşmaları’nın Kürt ulusal hareketini Türkiye solundan kopmaya götüren diyalektiği şuydu: Kürt devrimcileri, sömürgeci mahkemelerin suçlamalarını cevaplama çabası içinde, kendi ulusal kimliklerinin daha net bir biçimde bilincine vardıkları ölçüde, Türkiye solunun Kürt ulusal gerçeğinden ve onun meşru haklarını savunma çizgisinden uzaklığını gördüler. Bu, kopuşun yolunu açtı. TİP’in 12 Mart mahkemelerinde Kürt sorununa ilişkin olarak takındığı utanç verici inkarcı tutum, bu kopuşu hızlandırdı. ’71 Hareketinin reformist gelenekten Kürt sorununu da kapsayan devrimci kopuşu ise, tersten, bir ölçüde yavaşlatıcı ve sınırlayıcı bir etki yaptı. Sonradan bir kısım Kürt devrimci örgütlerinin kuruluşunda ve şekillenişinde önemli roller oynayan bazı Kürt devrimci öğelerinin, yeni dönemin ilk yıllarında, hala THKP-C, THKO ve TİKKO’nun ya içinde ya etki alanında bulunması olgusu, sözünü ettiğimiz bu ikinci etkinin ifadesidir. Daha da önemlisi, ’71 Devrimci Hareketi’nin Kürt sorunundaki devrimci çıkışı, sonradan oluşan Kürt devrimci kadro birikiminin, kendini ulusal sorun ekseninde ve Kürt örgütlerinde ifade edenler ile Türkiye devrimci hareketinde ifade edenler olarak ikiye bölmesine yol açtı. Bu sonuç, ’74-80 döneminde, Kürdistan’daki devrimci politik faaliyete ve etkinliğe de yansıdı.

’74-80 döneminin geniş kitleleri kucaklayan büyük devrimci politik hareketliliği, Kürdistan’da da benzer özelliklerle yaşanıyordu. Ulusal sorundan kaynaklanan özgül durum, sosyal-siyasal hareketliliğin organik bütünlüğünü bozacak düzeyde değildi. Türkiye’nin genelinde olduğu gibi Kürdistan’da da, işçi sınıfının tuttuğu kısmi yere rağmen, devrimci hareketliliğin ekseni kentin ve kırın küçük-burjuva katmanlarıydı. Mücadelenin nabzı bu sosyal taban üzerinde atıyordu. Kürt sol örgütleri bu zemin üzerinde boy verdiler. Bu zeminin heterojen yapısına uygun olarak, kendi aralarında devrimci ve reformist olarak ayrışmakla kalmadılar, her bir kanat da kendi içinde çok sayıda bölünmeye uğradı. Bu ayrışmanın ve iç bölünmenin Türkiye devrimci hareketindeki iç ayrışmaya ve sayısız iç bölünmeye benzerliği dikkate değerdir. Bu yalnızca benzer sosyal zeminlerden değil, yanısıra, benzer siyasal köken ve uluslararası ideolojik kaynaklardan besleniyor olmalarından geliyordu. TİP kökeninden gelen ve uluslararası modern revizyonizmin ideolojik yörüngesinde olanların, Kürt solunun reformist kanadını; daha çok Dev-Genç ve ’71 Hareketi kökeninden gelen ve revizyonizme tavır alanların ise devrimci kanadı oluşturmaları, bu açıdan rastlantı değildir. Kuşkusuz Türkiye sol hareketiyle benzerliğin temelinde, örgütsel kopmaya rağmen hala devam eden mücadele birliğinin ve bu temel üzerinde ideolojik-politik etkilenmenin de büyük payı vardı. Türkiye sol hareketinin o dönemki belli başlı akımlarının Kürt solu içinde birer izdüşümünü bulmak olanaklıydı.

Bunun belki de tek istisnası, şimdi artık tarihsel bir değer kazanmış sonraki pratiğinin de gösterdiği gibi, PKK idi. PKK özgün bir çıkıştı. Bu özgünlüğü yaratan onun kopuş özellikleriydi. PKK, etkisi Güney Kürdistan’daki Barzani hareketi üzerinden yansıyan burjuva-feodal milliyetçilik ile Türkiye sol hareketinin taşıdığı kemalist etkilere karşı sert bir tepkinin ifadesiydi. Kürt sorununun özgün konumunu, özelliklerini ve oluşturduğu tarihsel birikimi en iyi değerlendirebilen hareket oldu.

Elbette bugünle değil fakat 1940’larda başlayan sessizlik dönemi ile kıyaslandığında, ‘70’li yılların devrimci yükselişi içinde, Kürt halkının ulusal uyanışının, artık modern devrimci temeller kazanmış ulusal eşitlik ve özgürlük mücadelesinin, muazzam bir ilerleme sağladığı görülecektir. Bu uyanış, yalnızca kitlelerin anti-faşist ve anti-sömürgeci politik hareketliliğinde değil, bu hareketliliği sürükleyen çok sayıda ilerici ve devrimci siyasal örgütte, Kürt sorununun tarihsel, kültürel, ideolojik ve politik temellerini ve sorunlarını ele alan sayısız kitap, broşür ve derginin yayınında ifadesini bulmaktaydı. Kürt halkının devrimci mücadelesi, bu sözkonusu dönemde, yalnızca milli eşitsizliğe ve zulme karşı ulusal demokratik değil, yanısıra, ezilen ve sömürülen sınıflar tabanı üzerinde, sermayenin ve toprak sahiplerinin sömürü ve baskısına karşı sınıfsal bir içerik taşımaktaydı. Öte yandan bu dönem, önemli bir kesimi Kürt ulusal devrimci hareketinin ayrı örgütlenme hakkına ve tercihine hala tahammülsüzlük gösterse bile, Türkiye devrimci hareketinin bir bütün olarak, Kürt ulusunun meşru haklarını ve kendi kaderini tayin hakkını savunduğu, milli zulme karşı mücadele ettiği ve bu tutumunu etkilediği kitleler içinde yaydığı bir dönemdi. Bu iki faktör birarada mücadele için birleşik zemini güçlendirdiği gibi, Kürt halkının özgürlük mücadelesi için geniş imkanlar da sağlıyordu.

Kendisi kapitalist gelişmenin, geleneksel ilişkilerdeki çözülmenin, sınıfsal ayrışmanın, modern temeller üzerinde uluslaşmanın zemini üzerinde şekillenen ulusal demokratik uyanış ve özgürlük mücadelesi, güç kazandığı ölçüde, bu süreci, bu kez kendi sosyo-politik devrimci dinamizmiyle tersinden daha da derinleştiriyordu. Geleneksel ilişkileri iyice yıpratıyor, geleneksel güç odakları karşısında bir devrimci mücadele odağı olarak önemli bir rol oynuyordu.

Dünün uysal sömürge Kürdistan’ında bu ulusal uyanış ve devrimci değişim sürecini tedirginlikle izleyen sömürgeci Türk burjuvazisi, 12 Eylül’le birlikte, Kürt halkı ve özellikle bu uyanışın temsilcileri olan Kürt devrimcileri üzerinde, tarihin ve tarihinin en büyük zulümlerinden birini uyguladı. Yürüttüğü kapsamlı savaşla, bu uyanışın uzun bir süre için kökünü kazımak istedi ve başardığını sandı.

Yanılıyordu. Rüzgar ekmişti, fırtına biçecekti.

V

Sömürgeci burjuvazi tarafından 12 Eylül döneminde kökü kazınmak istenen Kürt ulusal hareketi, bugün geniş Kürt halk kitlelerinin ulusal hakları için aktif politik direnişi niteliği kazanmıştır. Bugün Kürdistan’da gitgide derinleşen bir devrimci süreç yaşanmaktadır. Bu, Türkiye’de Kürt sorununun ve Kürt özgürlük mücadelesinin yeni bir tarihsel döneme girişidir. Bu kez artık sorunun modern temeller üzerinde ortaya çıkması değil çok daha ileri bir anlamda, çözüm gündemine girmesi ve çözümünü dayatması anlamında. Yeni dönem Kürt sorununda bir patlama, Kürt özgürlük mücadelesinde ise bir sıçrama dönemidir. Tarihsel inkarcı politikalar çökmüştür. Türk burjuvazisinin Kürt halkının ulusal kimliğini yoketme çabası tarihsel bir iflasla sonuçlanmıştır. Kürt sorunu bugün Türkiye’nin gündeminde birinci sıradadır. Sorun uluslararası kamuoyuna malolmuş, yakın geçmişten farklı olarak, Türkiye Kürt sorununda asıl ilgi odağı haline gelmiştir. Ve en önemlisi, Türkiye Kürdistan’ındaki devrimci gelişmenin önünü kesme sorunu, Türk burjuvazisini aşmış, başta ABD, belli başlı tüm emperyalist mihrakların ortak sorununa dönüşmüştür.

‘60’lı ve ‘70’li yılların ikinci yarısını kapsayan devrimci yükselişler, öncelikle Türkiye’nin metropollerinde başgöstermiş, buradan taşraya yayılmış, bu arada Kürdistan’ı da etkisi altına almıştı.

Yeni dönemde ise gelişme farklı oldu.

Türkiye’nin metropollerinde ve işçi hareketi şahsında kitle hareketi en geri ve barışçıl biçimleriyle bile daha yeni yeni uç veriyorken, Kürdistan’da PKK önderliğinde gerilla hareketi başgösterdi. Giderek genişleyen ve güç kazanan gerilla hareketinin, köylülüğün, özellikle de yoksul köylülüğün desteği ve katılımı üzerinde geliştiği çok geçmeden daha açık görülür hale geldi. İşçi hareketinin, büyük kentler başta ve Kürdistan kentleri içinde olmak üzere, tarihinin en geniş kitle hareketliliği dönemini yaşadığı bir evrede ise, Kürdistan’daki ulusal özgürlük mücadelesi, kırdan kente yayılan ve sık sık başgösteren militan kitle gösterileri düzeyine ulaştı.

Türkiye’nin yakın tarihinde gerçekleşen bu üçüncü devrimci yükseliş döneminde ve bugünkü biçimiyle, ilk kez olarak, Kürdistan’daki hareket Türkiye’deki genel hareketten farklılaştı, onu aşan bir gelişme düzeyine ulaştı. Farklılaşma yalnızca her iki bölgedeki hareketin gelişme düzeylerinde değil, toplumsal yapısı ve bileşimi ile harekete geçirici dinamiklerinde de görülmektedir. Türkiye’de işçi sınıfı eksenine oturan hareket, Kürdistan’da yoksul köylülük ekseninde gelişmektedir. Türkiye’de henüz geri bir içerikle de olsa sınıfsal istemlere dayalı bir hareket gelişiyorken, Kürdistan’da ulusal hak istemi belirgin biçimde önplana çıktı.

Sonuncu nokta özellikle önemlidir. Bugün Kürdistan’da, gecikerek gelmiş bir uluslaşmanın ve ulusal uyanışın ulaştığı düzeyden dolayı olduğu kadar, ulusal kimliğine yöneltilmiş yokedici vahşi saldırıya karşı bir tepkinin de ifadesi olarak, ulusal istemlerin belirgin bir biçimde önplanda olduğu bir halk hareketi sözkonusudur. Ulusal varlığı bile kabul edilmeyen ve 70 yıldır tarihten silinmek istenen bir halkın bu davranışı anlaşılır bir durumdur. Patlayan, Kürt halkının devrimci ulusal birikimi ve öfkesidir.

Fakat daha da önemli olanı, buna rağmen gelişen ulusal hareketin taşıdığı derin devrimci ve halkçı toplumsal-siyasal karakterdir. Hareket, omurgasını yoksul köylülüğün oluşturduğu bir devrimci taban üzerinde gelişmektedir. Kürt toprak ağaları ve aşiret reisleri ile çoğu Türkiye’nin büyük kentlerindeki Kürt büyük burjuvaları, hareketin açıkça karşısında yer almaktadırlar. Orta burjuva katmanların katılımı ve desteği ise hem son derece zayıf, hem de aynı ölçüde hesaplı ve temkinlidir. Bugünkü Kürt ulusal hareketinin bu toplumsal karakteri, marksist-leninist teorinin, çağımızda ulusal sorunun özünde bir köylü sorunu olduğuna, onun taşıdığı devrimci dinamizmin bu toplumsal karakterinden kaynaklandığına ilişkin temel tezinin bir doğrulanmasıdır. Hareketi kendini marksist-leninist olarak tanımlayan bir partinin (PKK) sürüklemesi de bu aynı gerçeği kanıtlamaktadır.

Türkiye Kürdistanı’ndaki ulusal hareket, daha şimdiden, feodal bağımlılık ilişkileri içindeki Kürt köylülüğünün uyanışı ve özgürleşmesi süreci olarak gelişmektedir. Sömürgeci burjuvazinin ulusal boyunduruğunu kırmaya yönelen hareketin, Kürt feodal-burjuva sınıflarını dolaysız olarak karşısında bulmasının nedeni budur. Kapitalist gelişmenin hayli bir süredir çözüp aşındırmakta olduğu geleneksel ilişkiler, feodal ve aşiretsel bağlar ve bağımlılık, köylü hareketi olarak gelişen devrimci ulusal hareketten büyük bir darbe yemektedirler. Hareketin gelişmesi karşısında, aşiret reislerinin, toprak ağalarının, şeyhlerin sömürgeci burjuvaziyle daha sıkı kenetlenmelerinin temelinde, bu devrimci toplumsal-siyasal gelişmeye duyulan gerici sınıf tepkisi vardır. Aynı feodal-burjuva öğelerin, “koruculuk” sistemi içinde, devrimci ulusal harekete karşı devletin yanında savaşmalarının gerisindeki sınıfsal neden de budur. Ulusal devrimci hareketin gelişmesi, Kürdistan’daki feodal kalıntıların ulusal boyunduruğun toplumsal dayanakları olduğu gerçeğini daha açık görülür hale getirmiştir. Ulusal özgürlük mücadelesi ile feodal kalıntıların tasfiyesi mücadelesi arasındaki kopmaz bağı göstermiştir.

Fakat ulusal köleliğin ve baskının asıl kaynağı ve dayanağı Türk burjuvazisinin kendisi olduğu için, özgürlük mücadelesi asıl olarak, Kürt halk kitlelerinin onun baskı ve sömürüsünden özgürleşmesi mücadelesi olarak gelişiyor. Sömürgeci boyunduruk ve ulusal baskı, temelde, burjuvazinin geniş Kürt köylü ve emekçi kitleleri üzerindeki sınıfsal baskı ve sömürüsünün araçlarıdır. Bu sınıfsal olgu, gelişen ulusal hareketin taşıdığı yoksul köylü-emekçi toplumsal karakteri açıkladığı gibi, ulusal sorunun tam ve gerçek çözümünün neden proleter devriminin bir parçası haline geldiği olgusunu da açıklar.

Yeni dönemde hareketin ulaştığı gelişme düzeyi onu yalnızca uluslararası kamuoyuna maletmekle kalmadı, emperyalist politikanın da temel ilgi konularından biri haline getirdi. Emperyalist dünya düzeninin Amerikalı ve Avrupalı bekçileri, Kürt özgürlük mücadelesinin Türkiye’de kazandığı özsel devrimci dinamikten son derece rahatsızdırlar. Bunun hem Türkiye devrimi için, hem diğer parçalardaki Kürt hareketleri için, hem de bir bütün olarak Ortadoğu’daki devrimci süreçler için taşıdığı anlamı, herkesten daha iyi değerlendirecek durumdadırlar. Bu nedenle, hareketin önünü kesmek, onu bölgedeki gerici ve emperyalist çıkarlara zarar vermeyecek sınırlar içine çekmek, oluşmuş tarihsel devrimci birikimi boşa çıkarmak, sorunu sistem içinde gerici bir sözde çözüme bağlamak vb. amaçlara dayalı bir dizi politika ve önlem geliştirmektedirler. Türk burjuvazisinin beceriksizliği ve aczi ortaya çıktığı ölçüde ise soruna bizzat el koymak hazırlığındadırlar. Körfez krizi ve savaşı bu tür müdahaleler için emperyalistlere daha geniş imkanlar sağlamış bulunuyor. Bugün devrimci Kürt ulusal hareketi karşısında yalnızca sömürgeci Türk burjuvazisi değil, bir bütün olarak emperyalist dünya duruyor.

Bu açık olgu ise, çağımızda ulusal sorunun, belli bir devletin iç sorunu olmaktan çıkıp uluslararası bir sorun haline geldiğine; aynı şekilde, sorunun devrimci çözümünün de, belli bir devletin ulusal boyunduruğundan kurtulmak gibi dar bir sorun olmaktan çıkıp, ezilen ulusun çalışan ve sömürülen yığınlarının, sermaye iktidarını ve onun emperyalist destekçilerini devirme mücadelesine bağlandığına ilişkin bir diğer temel marksist-leninist tezin somut doğrulanmasıdır.

Emperyalizmin Türkiye’deki Kürt sorununa müdahalesi birbirini tamamlayan bir dizi boyuttan oluşmaktadır.

Türk burjuvazisine uzun zamandır inkarcı politikalarını terketmesi ve bazı kültürel haklar çerçevesinde bir “Kürt reformu”na yönelmesi telkin edilmektedir. Türk burjuvazisinin bu politikaya eğilimi artmakla birlikte, bunu “Kissinger formülü” (önce ez-sonra taviz ver) çerçevesi içinde uygulamak istemekte, ama bir türlü ezemediği için de, vereceği tavizlerin hareketi daha da alevlendirmesinden çekinmektedir.

Emperyalist girişimin bir öteki boyutu, öteki parçalar, özellikle de Irak Kürdistanı’ndaki hareket üzerinde vesayet kurmak ve bunu Türkiye’deki Kürt sorununa doğru genişletmektir. Irak Kürdistanı’ndaki burjuva-milliyetçi önderlik bu tür bir vesayete geleneksel olarak yatkın olmuştur ve bu çerçevede, emperyalist planlar ve politikalar için önemli bir dayanak oluşturacak gibi görünmektedir. Feodal-burjuva sınıf konumu temeli üzerinde başka türlü de olamazdı.

Bir üçüncü girişim, bir yandan Kürt sorununa ilişkin olarak insan hakları ve kültürel haklar çerçevesinde demagojik bir propagandayla Kürt halkına şirin görünmeye çalışılırken, öte yandan devrim ve iktidar hedefinden koparılmış reformist bir programa onay verilerek, reformist Kürt örgütleri aracılığıyla, sorun üzerinde kontrol kurmak isteği ve çabasında ifade bulmaktadır. Uluslararası diplomasiden yararlanmak adı altında emperyalist çözümlere bel bağlayan Kürt reformist örgütleri bu politikaya alet olmaktan kaçınmamaktadırlar. Emperyalizmin asıl ve sonuçları Türkiye devrimi bakımından da son derece önemli hazırlığı ise, devrimci sürecin önü alınamaz bir tehlikeli aşamaya ulaşması durumunda, bizzat müdahale etmek üzere bölgede yeni askeri önlemler almakta ifade bulmaktadır. Körfez kriziyle birlikte Ortadoğu’yu fiilen ve muazzam bir askeri güçle işgal eden ABD emperyalizmi, Türkiye’deki askeri varlığını da sürekli takviye etmektedir. Hem Ortadoğu ve hem de özel olarak Kürt sorunu aynı zamanda önemli bir emperyalist rekabet alanı olduğu için, Avrupa’nın belli başlı emperyalist devletleri de ABD’nin bu askeri etkinliklerine kendi güçleriyle katılmaktadırlar. Emperyalizmin Türkiye’de artan askeri varlığı, kuşkusuz yalnızca Kürt sorununa karşı değil, fakat bölgedeki tüm devrimci süreçlere ve bu arada Türkiye devrimine karşı, stratejik hedefleri olan bir hazırlıktır. Türkiye’nin komünistleri ve devrimcileri, daha Körfez krizinin ilk günlerinden itibaren bu basit gerçeğe ittifak halinde işaret ettiler. ABD kendi payına bu hazırlığı, “Çevik Kuvvet” tasarısıyla uzun yıllar öncesinden yapmaktaydı.

Kürt sorununun Kürdistan’ın parçalanmışlığından gelen bölgesel karakteri, bu kendine özgü olgu, gerek emperyalizmi gerekse her bir parçayı egemenlik altında tutan sömürgeci devletleri, politikalarını bölgesel çerçevede saptamaya ve uygulamaya götürüyor. Aralarında yıllarca süren savaşlara bile yolaçacak düzeyde gerici çelişkiler olabilen komşu sömürgeci devletler, gerektiğinde Kürt sorununu da birbirlerine karşı koz olarak kullanabildikleri halde, buna rağmen ve temelde, Kürt ulusu üzerindeki sömürgeci egemenliği sürdürmekte birbirleriyle ittifak ve dayanışma içindedirler. Kurtuluş mücadelelerinin kritik safhalarında bu dayanışma açıkça kendini göstermektedir. Gerek Kürdistan’ın parçalanmışlığı, gerekse emperyalizmin ve bölge gericiliğinin bölgesel politika ve girişimleri, dört ülkedeki genel devrimci süreçlerin Kürt sorunu üzerinden birbirine bağlanmasının ve birbirini etkilemesinin koşullarını oluşturuyor.

Yukarıda özetlenen emperyalist politika ve girişimlere karşı şimdilik en büyük güvence, Kürt ulusal hareketinin (bu politika ve girişimlerin bizzat tasfiye etmeyi amaçladığı) bir devrimci önderlik altında gelişiyor olmasıdır. PKK şahsında ifade bulan bu önderlik, Kürdistan’daki ve Türkiye’deki devrimci süreçler için bugünkü koşullar altında son derece önemli bir şanstır. Bu nedenle, komünistler, PKK önderliğinde ulusal devrimci hareketi tereddütsüz olarak ve bütün güçleriyle desteklemektedirler.

12 Eylül öncesinde geniş bir örgütler yelpazesi oluşturan Kürt ulusal hareketi, yenilgi ve tasfiyecilik ortamında devrimci ve reformist iki kesin kampa bölündü. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki yeni süreçlerin ardından, reformist kamp, yüzünü hemen tümüyle Batılı emperyalistlere döndü ve sorunun çözümünü onlardan bekler oldu. PKK ise, bazı marjinal çevreler dışında tutulursa, devrimci kanadın hemen tek temsilcisi olarak, kendi deyimiyle “kaynağa” yöneldi. Kürt sorununun temel toplumsal dayanağı olan Kürt yoksul köylülüğünü harekete geçirmeye yöneltti tüm çabasını. Sorunun devrim ve iktidar hedefine bağlı bir devrimci çözümü için büyük bir kararlılık, aynı ölçüde fedakarlık sergiledi.

Kürt halkının onlarca yıllık devrimci ulusal birikiminin bugünkü biçimiyle ve düzeyiyle açığa çıkışında, bizzat kendisi de bu birikimin tarihsel bir ürünü olan PKK’nın oynadığı politik ve askeri rol tarihsel değerdedir. Bundan sonrası ne olursa olsun, bu gerçek şimdiden tarihe malolmuştur. PKK, ulusal sorun ve ulusal hareket çerçevesinde bir öncünün oynayabileceği en ileri rolü, en kararlı, en militan ve gözüpek biçimde oynamıştır. Bu sayededir ki, bugün Kürt ulusal devrimci hareketine tek başına damgasını vuracak bir düzeye ulaşmış, devrimci birikimi kendi yörüngesine almıştır. Bu parti, Kürt sorununun özgül anlamını ve Kürt halkının ulusal devrimci birikimini doğru kavramakla kalmamış, onu harekete geçirmek ve örgütlemek üzere sorunun asıl toplumsal tabanına, Kürt köylülüğüne yönelmeyi ve ulaşmayı başarmıştır.

VI

Komünistlerin Kürt ulusal sorunu ve hareketi karşısında doğru bir tutum takınmaları, sorunun ve somut gelişmelerin kendilerine yüklediği görevleri doğru ele almaları, bugün, hareketin bugünkü gelişme aşamasında, her zamankinden daha büyük bir önem taşımaktadır. Bu ise, ilkin ulusal soruna ilişkin marksist-leninist teorik-ilkesel çerçeveyi, ikinci olarak Türkiye’nin ve Türkiye devriminin temel gerçeklerini, ve son olarak da Kürt sorununun tarihsel ve siyasal özellikleri ve özgünlüklerini, bu üç temel alanı birarada doğru bir biçimde kavramayı gerektirir. Genel ilkesel tutumda sağlamlığı, sorunun somut ortaya çıkışı ve gelişme seyri karşısında esnek ve yaratıcı bir tutumla birleştirebilmek doğal olarak, öteki sorunlarda ve her zaman olduğu gibi, güçlüğün belirdiği alandır.

Ulusal soruna ilişkin uluslararası tarihsel deneyimin, genel tarihsel gelişme sürecine sıkı sıkıya bağlı olarak ve kuşkusuz marksist sınıf bakışaçısından ele alınışını ifade eden teorik-ilkesel çerçeve, sorunun en kolay kavranabilir alanı görünmekle birlikte, Türkiye’nin somut deneyimi bunun böyle olmadığını göstermektedir. Yakın döneme damgasını vuran devrimci örgütlerin ideolojik-politik şekillenişlerini, yalnızca dünya ölçüsünde ideolojik kargaşanın egemen olduğu bir tarihsel dönemde değil, fakat belki de çok daha belirleyici bir neden olarak, küçük-burjuva bir toplumsal zemin ve politik hareketlilik içinde yaşamış olmaları, ulusal soruna ilişkin bir dizi çarpıklığı da birlikte getirmiştir. Kemalizmin TKP ve ‘60’lara egemen reformist-darbeci sol üzerinden gelen gerici ideolojik etkisi, bu toplumsal zemin ve kimlik üzerinde, sosyal-şovenizme açılan eğilimleri beslemiştir. Kürt devrimci hareketi ise, aynı toplumsal zemin üzerinde, tarihsel inkar politikalarına, gecikmiş bir uluslaşmaya ve ulusal uyanışa ve Türkiye solunun Kürt sorununa ilişkin bariz tutarsızlıklarına da duyduğu tepki ile, ulusal sorunun eksen alınmasında ve ulusal istem ve özlemlerin ülküleştirilmesinde ifadesini bulan milliyetçi bir eğilime kaymıştır.

Türkiye devrimci hareketinde soruna ilişkin ideolojik-politik zaafların güçlü olduğu dönem, ‘70’li yılların yükseliş dönemiydi. Kürt devrimci hareketinde ise, doğal olarak, ulusal uyanışın ulusal istem, özlem ve duygularda güçlü bir patlama olarak ortaya çıktığı şu içinde bulunduğumuz yeni dönemdir. Şunu da eklemek gerekir ki, zaafların güç kazanmasındaki bu dönemsel farkta, öteki etkenlerin yanısıra, Türkiye’nin metropollerinde ve Kürdistan’da devrimci kitle hareketinin gücü ve gelişme seyrindeki eşitsizliğin de önemli bir payı var. ‘70’lerde Türkiye’nin metropolleri önplandaydı. Bu, “birlik” ve “ortak mücadele” adına, Kürt sorununu Türkiye devriminin sıradan bir eklentisi olarak görme eğilimi içinde, bir ilgisizliği ve tutarsızlığı besliyordu. Bugün ise, Kürdistan’daki hareketin belirgin ve güçlü politik öne çıkışı, Kürt sorununu Türkiye devrimine bağlayan sayısız güçlü bağı önemsememe ya da görmezlikten gelme eğilimi içinde, ulusal dargörüşlülüğü ideolojik planda besleyebiliyor.

Belli bir sınıfsal temel üzerinde ve somut tarihsel etkenlere ve ortama bağlı olarak düşülen bu çarpıklıklara rağmen, Marksizm-Leninizmin ulusal soruna ilişkin ilkeleri ve programı gerçekte yeterince açıktır. Tarihsel deneyim bunu her zaman doğrulamıştır. Dünya komünist hareketinde ve sosyalizm uygulamalarında küçük-burjuva bürokratik yozlaşmalara paralel olarak ortaya çıkan ve proleter enternasyonalizminden ayrılmayı ifade eden milliyetçi anlayış ve uygulamalar ile bugünkü tarihsel sonuçları Marksizm-Leninizme fatura etmek, teoriyi ve tarihsel gerçekleri çarpıtmaktan öte bir anlam ifade etmez.

Sosyalist Ekim Devrimi, ulusal köleliğin, eşitsizliğin, baskının ve boğazlaşmanın temeli haline gelmiş bulunan çağdaş burjuva toplumun ulusal sorundaki çözümsüzlüğünü sergilemekle kalmadı, bir “uluslar hapishanesi” olan Rusya’da ulusal kölelik ve baskıya son vererek ulusların özgürleşmesinin, gelişip serpilmesinin de yolunu açtı. Bu sürece eşlik eden zaaflar tartışılabilir, tartışılmalıdır da. Fakat bugün Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da birbirlerini boğazlama noktasına gelmiş ulusların, düne kadar, Ekim Devriminin açtığı yolda ve sosyalizmin ulusal özgürlük ve eşitlik temeli üzerinde, farklı ulusların kardeşçe birliğinin olumlu tarihsel örnekleri oldukları gerçeği üzerine bir tartışma olamaz. Bu aynı ülkelerde, ulusal düşmanlık ve boğazlaşmaların, tam da bu toplumların burjuva yozlaşmasının ardından gelmesi olgusu bile, tek başına bunu kanıtlamaya yeter.

Doğumuna modern ulusların doğumu eşlik etmiş olan kapitalizm, çağdaş emperyalizm aşamasında, ulusal eşitsizlik ve baskının temel kaynağı ve asıl dayanağı durumuna gelmiştir. Kendi ilk tarihsel gelişme aşamasında ve Batı’da, feodal parçalanmışlığı gidererek kapitalist pazar etrafında ulusal birliği ve onun siyasal biçimi olarak ulusal devleti kurmuş olmak anlamında, ulusal sorunu bir biçimde çözmüş olan kapitalizm, çağdaş emperyalizm aşamasında onu yeniden ve bu kez evrensel bir temel üzerinde yaratmıştır. Dünya ölçüsünde iktisadi ve siyasal nüfuz alanları elde etmek ve elde edilenleri korumak çabası, beraberinde ulusların ve ülkelerin çok değişik biçimler altında köleleştirilmesini getirmiştir. Türk burjuvazisi örneğinde olduğu gibi sömürgelerini çok uluslu imparatorluklardan miras olarak devralan burjuva devletler ise, bu egemenliğe kapitalist bir temel kazandırmışlardır.

Kapitalizm koşullarında ulusal eşitsizlik ve baskı, sınıfsal eşitsizlik ve baskının bir görünümü olarak ortaya çıkar. Proletaryanın kurtuluşu genel sorunu çerçevesinde sınıfsal eşitsizlik ve baskının her biçimine karşı mücadele eden komünistler, bu biçimlerden biri olarak, ulusal eşitsizlik ve baskının da kesin olarak karşısındadırlar. Ulusların kölelik altında tutulmasına, ulusal ayrıcalıklara ve baskıya, her türlü ulusal hak eşitsizliğine karşı, kararlılıkla savaşırlar. Ulusların tam hak eşitliğini, bu çerçevede ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkını, ayrılıp ayrı bir devlet kurmak hakkını, kayıtsız şartsız savunurlar. Ulusal baskıya ve zulme karşı, ulusal eşitlik ve özgürlük istemi temelinde şekillenen ulusal hareketin tarihsel haklılığını ve demokratik içeriğini, kesin olarak kabul ederler. Bu sınırlar içinde onu desteklerler.

Bununla birlikte, komünistler, ulusal sorunu kendi başına, kendine yeten, tecrit edilmiş bir sorun olarak ele alamazlar. Bu soruna, proletaryanın devrimci sınıf çıkarları ve tarihsel amaçları açısından, devrim ve sosyalizm mücadelesinin uluslararası çıkarları açısından yaklaşırlar. Ulusal ilke ve esaslardan değil, sınıfsal ilke ve esaslardan hareket ederler; tutum, politika ve görevlerini bu ikincileri temel alarak saptarlar. Ne kadar haklı ve meşru olurlarsa olsunlar, ulusal istemleri ve özlemleri kendi başına, kendi içinde bir amaç olarak değil, proletaryanın sınıf çıkarları ve tarihsel amaçlarına bağlı ele alırlar. Tüm bu farklılıklar, milliyetçilik ile sosyalizm arasındaki ilkesel uçuruma işaret eder. Haklı bir temele ve devrimci bir içeriğe sahip olsa bile milliyetçilik ile sosyalizm iki ayrı ilke, iki ayrı platform, iki ayrı sınıf tutumudur. Devrimci milliyetçilik ile sosyalist enternasyonalizm iki ayrı dünya görüşüdür. Bu küçük-burjuva demokratizmi ile proleter enternasyonalizmi arasındaki farklılığa tekabül eder.

Bu nedenledir ki, ulusal eşitsizliğe ve baskıya, her türlü ulusal ayrıcalığa karşı ve ezilen ulusun meşru hakları için, her şeyden önce de kendi kaderini tayin hakkı için kararlılıkla mücadele eden komünistler, kendilerini hiç de yalnızca bununla sınırlamazlar. Bunu, ulusal dargörüşlülüğe, ulusal sınırlılığa, uluslar arasına çitler örme eğilimlerine ve girişimlerine, genel olarak milliyetçiliğin her türlüsüne karşı mücadele ile birleştirirler. İşçi sınıfının milliyetçi ideoloji ve ülkülerle şaşırtılmasına karşı mücadele ederler, bu doğrultudaki çabalara karşı özel bir hassasiyet gösterirler.

Bu komünistlerin ulusal soruna ilişkin ikili, iki yönlü görevleri olduğu anlamına gelir. Bu iki yönlü görev, farklı sınıflardan oluşan bir ulusun ulusal meşru hakları ile ayrı bir sınıf olarak proletaryanın kendi bağımsız sınıf çıkarları ve amaçları arasındaki farklılıktan doğar. Bu farklılığın ortaya çıkardığı en kritik sorunlardan biri, bir devletin sınırları içinde ezen-ezilen tüm uluslardan ve azınlık milliyetlerden işçilerin her düzeyde mücadele ve örgüt birliğidir. Bu ulusal soruna ilişkin marksist programın temel ilkelerinden biridir. Lenin’in sözleriyle, “Marksizmin ulusal programıyla, en ‘ileri’ türden burjuva ulusal programı arasındaki temel fark buradadır.” Çok uluslu belirli bir devletin sınırları içinde, proletaryanın temel sınıf çıkarları ve sosyalizm amacı, farklı ulusal topluluklardan işçilerin en tam ve en sıkı birliğini gerektirir. Oysa aynı devletin sınırları içinde kendini ulusal sorun temeli üzerinde ifade etmiş bir hareket, ulusal sorunun bu platformdan olanaklı olabilecek en devrimci ele alınışını başarabilse bile, farklı uluslardan işçilerin birliğini sağlayamayacağı gibi, konumunun doğası gereği bu birliği böler. Zira ulusal istemlerin en devrimci bir ele alınışı bile, kendi başına işçiler için birleştirici bir temel oluşturmaz. Ancak ortak sınıf çıkarları ve amaçları üzerine oturtulmuş, onun bir parçası olarak ele alınmış ve onunla uyumlulaştırılmış bir “ulusal program”dır ki, farklı uluslardan işçiler için birleştirici ve kaynaştırıcı bir zemin olabilir.

Kuşkusuz proletaryanın mücadele ve örgüt birliği, soruna marksist dünya görüşünden ve proletaryanın sınıf amaçlarından bakmanın ortaya çıkardığı bir genel ilkedir. Bunu pratikte başarıyla gerçekleştirebilmek ise, ulusal baskıya ve eşitsizliklere karşı mücadele etmek, ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkı doğrultusunda içtenlikle ve kararlılıkla mücadele etmek ölçüsünde olanaklıdır. Bu mücadele olmaksızın, ezen ulusa karşı haklı bir güvensizlik ve kendi ulusunun meşru hakları konusunda haklı bir hassasiyet içinde olan ezilen ulusa mensup bir işçinin, ezilen ulus milliyetçiliğinin tuzağına düşmesini, sınıfsal ülküleri ulusal ülkülere feda etmesini önlemek olanaksızdır. Bu durum, ulusal soruna ilişkin marksist programın bir bütün olduğunu, onun ortaya çıkardığı ikili görevlerin de bu bütünlüğü içinde kavranması gerektiğini gösterir.

Türkiye devrimci hareketinin yakın geçmişteki deneyimi ile bugünkü deneyimi birarada ele alındığında, ulusal sorunun marksist ele alınışına ilişkin önemli çarpıklıklardan birisinin, kendini bu ikili görevin bütünlüğünü doğru kuramamakta gösterdiği görülür.

Geçmişte, ’80 öncesi dönemde ve kuşkusuz yakın zamana kadar, belirli bir devletin sınırları içinde olunduğu sürece milliyet ayrımı gözetmeksizin tüm işçi sınıfının ortak mücadele ve örgütlenmesi doğru ilkesinden hareketle, ezilen ulusun içinden çıkan ve kuşkusuz proletarya dışı sınıflara, esas olarak da Kürt küçük-burjuvazisinin ulusal özlemlerine denk düşen, fakat bütünüyle haklı ve meşru bir temele sahip olan, ayrı örgütlenme ve mücadele eğilimlerinin karşısına çıkılıyordu. Farklı uluslardan işçilerin çıkar ve amaç birliği sorunu, ezilen ulusun meşru haklarının karşısına, kendi kaderini tayin hakkının bu belli bir tarzda (ayrı örgütlenme ve mücadele) kullanılmasının karşısına çıkarılabiliyordu. Birincisi adına, ikincisi karşısında gerici bir tahammülsüzlük gösterilebiliyordu. Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı sorunu karşısında belli sınırlar içinde bir tutarsızlığın ifadesi olan bu durum kuşkusuz yalnızca ideolojik bir kavrayışsızlığın ürünü değildi. Aynı zamanda, sol Kemalizmden gelen tarihsel etkilerin ve devrimci hareketin küçük-burjuva toplumsal zaaflarının bir yansıması idi. Sözkonusu dönem boyunca, genel olarak demokrasi mücadelesi sözkonusu olduğunda küçük-burjuva demokratizmini aşamayan devrimci hareketin, özel olarak ulusal sorun sözkonusu olduğunda “sosyalizm” adına bu tür bir tutarsızlığa düşmesi olgusunu, bu sonuncu duruma bir kanıt saymak gerekir.

Yeni dönemde ise kavrayışsızlık bir başka türlü, bu kez tersinden kendini göstermektedir. Bu kez de, meşru haklara, kendi kaderini tayin hakkına yapılan vurgu ve PKK önderliğindeki devrimci ulusal harekete verilen haklı destek, ulusal ayrım gözetmeksizin tüm Türkiye işçi sınıfının mücadele ve örgüt birliği ilkesinin ele alınışında bir zaafa yolaçabilmektedir. Pratik gelişmelerin bugünkü seyri, ideolojik farkların bulanıklaşması doğrultusunda bir etki yapabilmektedir. Oysa sorun pratik değil, fakat ilkeseldir. Bu yanlışa düşülmesinde, geçmiş şartlanmaların etkisinden kurtulmanın ve geçmişten gelen ezikliğin yolaçtığı tersten savrulmaların olduğu kadar, Kürt devrimci ulusal hareketinin ulaştığı gelişme düzeyinin yarattığı ideolojik baskının da payı var.

Ulusal sorunun sözkonusu olduğu her durumda, özellikle ezilen ulus cephesinde, sınıfsal gerçeklerin kararmasına uygun bir ortam oluşabilmektedir. Ulusal hak ve istemlerin ulusun farklı sınıflarını birleştirebilen ortak niteliği, bunun zeminini oluşturmaktadır. Kürt ulusal hareketinin şimdiki gelişme döneminde olduğu gibi, ulusal uyanış ve mücadele yıllarca bastırılmış ulusal duyguların görülmedik düzeyde bir kabarmasına yolaçabilmekte, bu ise, “ulus” ve “ulusal haklar” vurgusu içinde, sınıf ve sınıfsal çıkarlar gerçeğini karartabilmektedir. Bu anlamda, bu dönemin yaygın “Kürtler” vurgusu, bir tür ulusal popülizmi yansıtmaktadır.

Fakat kuşku yok, tüm geri bıraktırılmışlığına rağmen, Kürdistan’da kapitalizm bir hayli mesafe almıştır ve “Kürtler” artık modern sınıflardan oluşan bir ulustur ve kendi içlerinde uzlaşmaz sınıf çıkarlarıyla bölünmüş durumdadırlar. Modern sınıflara bölünmüş bir ezilen ulus sözkonusu olduğunda ise, ulusal haklar sorunu objektif olarak ortak bir dava gibi görünse bile, her bir sınıfın bu soruna yaklaşımı ve çözüm önerisi farklıdır. Bu farklılığı yaratan, doğal olarak, sınıf konumu ve çıkarlarındaki farklılıktır. Ulusal soruna bakış ve ulusal istemler, sınıf çıkarları prizmasından yansıyarak, şu veya bu “ulusal program” şeklini alır. En genel çerçevede ele alındığında ulusal hareket içinde tanımlanabilecek belli başlı siyasal akımlar (partiler, gruplar vb.) arasındaki temel farklılıklar, özünde, ezilen ulusun farklı sınıflarının, ulusal soruna kendi farklı sınıfsal konum ve çıkarlarından bakmasının politik ifadeleri olmaktan başka bir anlam taşımaz. Ulusal hareketin iç bölünmesi, Kürdistan’daki sınıfsal bölünmenin bir tezahürüdür. Kürt büyük burjuvazisinin, aşiret reislerinin, toprak ağalarının, şeyhlerinin ulusal harekete düşmanlığı da, aynı şekilde, kendine uygun bir sınıfsal mantığa sahiptir. Ulusal istem ve özlemleri, görünürde sınıfsal kaygılardan uzak ve en saf biçimiyle ülküleştiren küçük-burjuvazi bile, ulus içinde ulusal istemlere dayalı bir ulusal uzlaşma zemini arayan bu tutumuyla, aslında kendi ara sınıf konumunu yansıtmış olmaktadır.

Bu çerçeveden bakıldığında, bugünkü devrimci ulusal hareketin, gerçekte “Kürtler” içindeki bir sınıfsal kutuplaşmanın ifadesi ve temsilcisi olduğu tartışma götürmez. Köylü hareketine ve giderek kent küçük-burjuvazisi ve yoksullarına dayanan toplumsal karakteri, devrimci siyasal kimliği, önderliğinin sosyalizme yönelik eğilimi, tüm bunlar bu sınıfsal kutuplaşmayı açıkça yansıtıyor ve hareketi Kürt feodal-burjuva sınıflarından ayırıp Türk emekçi sınıflarına yaklaştırıyor.

Fakat yine de bu, bu halkçı-devrimci taban üzerinde bile ulusal hareketin heterojen sınıf yapısını ortadan kaldırmıyor. Belki daha da önemlisi, hareket geliştiği ölçüde, hiç değilse şimdiki seyri gözetildiğinde, henüz zayıf da olsa, ara sınıfları da içine alarak bu heterojen yapısını da birlikte geliştiriyor. “Ulusal Kurtuluş Cephesi” mantığı içinde bu doğal görünebilir ve kuşkusuz bir bakıma öyledir de. Her ulusal hareket kendi dar sınırları içinde ulusun farklı sınıf ve tabakalarını bir araya toplar, bu çerçevede bir ittifak ve uzlaşmayı temsil eder. Bugün Türkiye Kürdistanı’nda bu bir somut gerçeklik olarak yaşanmaktadır.

Nedir ki nesnel olarak Türkiye’nin geneline hakim modern sınıf ilişkileri içinde şekillenmiş olan ve öteki milliyetlerden işçilerle üretim süreci içinde kaynaşmış bulunan Kürt işçi sınıfı, kendini ulusal istemlerin ve mücadelenin dar platformunda değil, sınıfsal mücadele ve amaçların geniş platformunda ve tüm öteki milliyetlerden sınıf kardeşleriyle birlikte ifade etmek durumundadır. Sınıfsal konumu ve çıkarları, sosyalist idealleri, enternasyonalist bakışı, bunu gerektirir. Bu ise mücadele ve örgüt birliği ilkesinde anlamını bulur. Kürt işçisinin buna aykırı her tutumu, kendi sınıf konumu, çıkarları ve amaçları konusundaki bilinçsizliğinin ya da yeterli bir politik sınıf bilincinden yoksunluğunun göstergesi olabilir ancak.

Kürt işçisi ulusal istemlere elbette kayıtsız kalamaz. Her şey bir yana, ezilen ulusun bir mensubu olarak, ulusal baskı ve eşitsizlikler bizzat onu da dolaysız olarak etkilemektedir. Fakat o, ulusal istemlerin kendi içinde sınırlandırılmasına ve amaçlaştırılmasına karşı durabilecek biricik devrimci enternasyonalist sınıfın bir bireyi olarak, ulusal soruna içinden değil dışardan, ulusal çitleri aşan proleter sınıf konumundan bakar. Ulusal soruna tepkisini sınıfsal tepkisinin bir uzantısı olarak ve genel sınıf çıkarlarıyla uyum içinde ifade eder. Böyle olunca, sınıf bilincine sahip bir Kürt işçisinin ulusal hareket içinde eriyen, ya da onunla özdeşleşen dar amaçları olamaz. Kürt işçisi ulusal soruna ilişkin tutumunu proleter sınıf mücadelesinin genel amaçları içinde anlamlandırır. “Kürtler”in karşı karşıya bulunduğu ulusal özgürlük sorunu ile Türkiye işçi sınıfının karşı karşıya bulunduğu sosyalizm sorunu arasındaki ilişkiyi, bu ikinciden giderek ve bu temel üzerinde kavrar. Bu, belli bir devletin (somutta TC’nin) sınırları içinde milliyet farkı gözetmeksizin tüm Türkiye işçi sınıfının mücadele ve örgüt birliği ilkesinde ifadesini bulur.

Soruna işçi sınıfının tarihsel amaçları ve sosyalizmin genel çıkarları açısından bakan komünistler, mücadele ve faaliyetlerini bu perspektif içinde sürdürürler. Bu ikili görevin öteki boyutuyla, ulusların tam hak eşitliği ve kendi kaderini tayin hakkı için kararlılıkla mücadele etmek göreviyle, hiç bir biçimde çelişmez. Tersine, ancak bu ikincisinde yeterli içtenlik ve kararlılık sergilendiği ölçüde, birincisinde, ezen ve ezilen ulustan proleterlerin sınıf birliğini sağlama çabasında, başarı sağlanabilir. Bu iki görevi birbiriyle bağdaştırabilmek, ulusal soruna ilişkin proleter devrimci politikanın en kritik alanlarından biridir.

VII

Soruna bir de objektif gerçeklikten bakalım. Kürdistan tarih içinde zorla bölünmüş, paylaşılmış ve sömürgeleştirilmiş bir ülkedir. Bu, bugünkü ulusal özgürlük mücadelesinin son vermek istediği tarihsel ve siyasal bir haksızlıktır. Fakat bu aynı zamanda, beraberinde siyasal mücadelenin çerçevesi için belli kesin sonuçlar da yaratmış, tarihsel ve siyasal bir gerçekliktir. Bu öylesine açıktır ki, ulusal haklar mücadelesini eksen alarak şekillenen Kürt ulusal örgütlerinden her biri, belli bir sömürgeci devletin egemenlik alanını esas alarak, kendileri de bu gerçeği hesaba kattıklarını göstermiş oluyorlar. Bu bir zorunluluk olarak kendini dayatıyor. Zira her bir ülkede sosyo-ekonomik ve sosyo-politik koşullar, mücadelenin güçleri ve sorunları, müttefikleri ve düşmanları, sorunun ortaya çıkış şekli ve düzeyi, sürükleyici güçleri vb., temelli farklılıklar göstermektedir. Sömürgeci devletlerden birinin egemenlik alanında mücadele veren bir ulusal hareketin, aradaki çelişkiler temeli üzerinde, öteki sömürgeci devletlerden şu veya bu biçimde yararlanmak istemesinin objektif temeli de, bu objektif farklılıklardır.

Ulusal özgürlük mücadelesinin iç siyasal dinamizmi, güçlenen ulusal bilinç ve duygular, farklı parçalar arasındaki karşılıklı etkilenme ve yakınlaşmayı günbegün güçlendiriyor olsa bile, mücadele koşullarının farklılığında ifadesini bulan objektif gerçeklik, sorun çözülene kadar temelde değişmeden kalacaktır. Elbette bu mücadelenin bölgesel (tüm Kürdistan’ı kucaklayan) boyutları vardır. Bağımsız birleşik Kürdistan istemi, tarihsel ve siyasal bakımdan meşrudur. Fakat mücadele karşı konulmaz bir zorunlulukla, asıl şekillenişini her bir sömürgeci devletin sınırları içinde bulacaktır. Somut olarak bulmaktadır da. Herşey bir yana, mücadele dört ayrı istikamete, yani dört ayrı düşmana, dört ayrı devlete, dört ayrı burjuva sınıf iktidarına yönelmektedir. Tek başına bu siyasal neden bile bu farklılığı koşullandırmaktadır.

Birleşik ve özgür bir Kürdistan’a gidiş de ancak bu gerçekliği hesaba katarak yürütülen bir mücadele ile olanaklı olacaktır. Bunun yolunu açmada Türkiye Kürdistanı özel ve ayrı bir konuma sahiptir. Kürdistan’ın coğrafya ve nüfus olarak en büyük, kapitalist gelişme bakımından en ileri, işçi sınıfının en gelişkin, mücadelenin yanısıra modern devrimci akımların ve sosyalizm potansiyelinin de en güçlü olduğu parçası durumundadır. Bütün bu özellikleriyle Kürdistan’ın kalbi durumundadır. Öteki parçalardaki süreçleri siyasal bakımdan gittikçe daha çok etkileyecek, giderek kendi etki alanı haline getirecektir. Birleşik bir mücadele içinde sömürgeci Türk burjuvazisinin alaşağı edilmesiyle doğabilecek sosyalist bir Türkiye ve tam özgürlüğüne kavuşmuş bir Türkiye Kürdistanı, tüm Kürdistan’ı özgürlüğüne götürecek sürecin ilk ve sonucu tayin edici halkası olacaktır.

Bu perspektifi taşımak ve bu hedefi gözetmek, mücadelenin objektif zorunluluklarına ilişkin bugünkü gerçekleri hesaba katmak gereği ile hiç bir biçimde çelişmez.

Kürdistan’ın yeni bir bölünmeye yolaçan son paylaşımı yüzyılın ilk çeyreğinde sonuçlandı. Aradan geçen yaklaşık 70 yıl içerisinde her bir parçadaki iktisadi, sosyal ve siyasal şekilleniş süreçleri, bağlı bulunulan sömürgeci bünyeye göre oluştu. Sömürge statüsü ve sömürgeci egemenlik de zaten ifadesini temelde bu gerçeklikte bulmaktadır. Sömürgeciliğin kapitalist temeller kazanması ve yaşanan kapitalist gelişme, bu olguya daha açık bir nitelik kazandırmıştır. Bunun en belirgin olduğu ülke, kapitalist gelişmenin en ileri ve tüm Cumhuriyet dönemi boyunca milli baskı ve asimilasyon çabasının en ağır olduğu Türkiye’dir. Bugün ileri bir düzey kazanmış bulunan ulusal siyasal uyanış içinde kendi ulusal kimliklerini bulan Kürtler, öte yandan, iktisadi, sosyal, kültürel ve siyasal her düzeyde Türklerle kuvvetli bir biçimde içiçe geçmişlerdir. Kapitalist gelişmenin yarattığı iktisadi temeller, her iki ulusun iktisadi, toplumsal ve siyasal yaşamını bütünleştirmiş, sayısız bağlarla birbirine bağlamıştır. Örneğin Kürt işçi sınıfı kavramı, bugün ancak Kürt kökenli işçileri anlatan bir ulusal kimlik soyutlaması düzeyinde bir anlam taşır. İktisadi ve toplumsal düzeyde ise ayrı bir Kürt işçi sınıfı değil, üretim süreci içinde bütünleşmiş organik bir bütün oluşturan çokuluslu Türkiye işçi sınıfı var. Bu büyük metropollerde olduğu gibi, Kürdistan’ın sanayinin az çok geliştiği belli başlı kentlerinde de böyledir. Bugün hala esas olarak kırlarda ve ulusal bakımdan homojen köylü tabanı üzerinde gelişen ulusal hareket, etkisini kentlere taşıdığı ölçüde, bu objektif gerçeklikten kaynaklanan sorunun yarattığı güçlükler ve çelişkilerle kaçınılmaz bir biçimde yüzyüze kalacaktır.

İki ulusun bu içiçe geçmişliği kuşkusuz sömürgeci kölelik temelinde ve milli baskı politikaları eşliğinde olmuştur. Bunu tarihsel olarak mahkum etmek, bugünkü ulusal kölelik ve eşitsizlik ilişkilerine kesin bir biçimde son vermek için mücadele etmek, bunun için de ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkını, ayrılıp ayrı bir devlet kurma hakkını kayıtsız şartsız savunmak görevi ile, iktisadi temeller üzerinde yükselen bu kaynaşmışlığın ilerici anlamını ve sonuçlarını birbirinden ayırdetmek, marksist-leninist bakış açısının önemli göstergelerinden biridir.

Yalnızca iki ulusun bir içiçe geçmişliği değil, bu temel üzerinde, sınıfsal esaslara göre bir ortak bölünmüşlüğü gerçeği ile de yüzyüzeyiz. Modern sınıflaşmanın ileri bir düzeyi yansıttığı Türkiye’de, bu olgu çok daha belirgindir. Kürdistan’dan Türkiye’nin metropollerine göç, aynı zamanda, sermaye biriktirmiş toprak sahipleri ve tüccarlar ile yıkıma uğramış köylüler ve zanaatçıların göçüdür. Birinciler Türk burjuvazisiyle kaynaşırken, ikinciler üretim süreci içinde Türk ve öteki milliyetlerden işçilerle birleşmekte ve kaynaşmaktadırlar. Bugün Türkiye’nin batısında yaklaşık 3 milyon Kürt yaşamaktadır. Türkiye işçi sınıfı içinde ve özellikle büyük kentlerde, Kürt işçileri önemli bir oran oluşturmaktadırlar. Mücadele içindeki yerleri ise, ulusal ve sınıfsal çifte baskının doğal bir sonucu olarak, sayısal oranlarıyla kıyaslanmayacak derecede daha ağırlıklıdır. Üretim ilişkileri nesnel temeli üzerinde, her iki ulustan sömürücü ve mülk sahibi sınıflar ile sömürülen emekçi sınıflar, karşıt kutuplarda birleşmişlerdir. Bu objektif konum sınıf mücadelesinde, öznel planda ise siyasal kutuplaşmalarda, açıklıkla izlenebilmektedir. Ulusal sorunun, kendini bir pazar savaşımı sorunu olarak değil fakat açıkça bir köylü sorunu olarak, devrimci-halkçı bir özle ortaya koyması, kendi özgün temeli üzerinde gelişen ulusal hareketin ise bu niteliği açıkça yansıtması, aynı şekilde bunun göstergeleridir. Bu aynı zamanda Türkiye Kürdistanı’nın İran ve Irak Kürdistanı’ndan belirgin bir farklılığıdır da.

Bu objektif temel üzerinde Kürt sorunu ve çözümü, Türkiye devriminin bir parçası haline gelmiştir. Devrimci ulusal hareketin ulusal sorun özgün temeli üzerinde ve bugün için kendi mecrasında gelişiyor olması, bu temel gerçeği anlamakta güçlükler yaratabilmektedir. Kürdistan devriminin artık kendi ayrı mecrasına girdiğini, bunun onu kendi ayrı ve özgün çözümüne götüreceği düşünülebilmektedir. Fakat bu dar ve yüzeysel bir bakışın ifadesi ve geçmişteki göz yanılgısının bugünkü tersten bir yansıması olabilir ancak. ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda, Türkiye’nin metropollerinde büyük bir güç kazanan devrimci süreçler, Kürt sorununun ifade ettiği özgün anlamı ve çelişkiyi yeterli biçimde hesaba katamamak yanılgısına yol açmıştı ve bu yanılgı, bir kesim Kürt devrimcilerin kendi yollarını ayırmasında önemli bir rol oynamıştı. Bugün ise, ulusal hareketin büyük bir patlama yaşaması ve kendi özgün temeli üzerinde belirgin şekilde öne çıkışı, bu kez tersinden bir yanılgıyı beslemekte, Kürt sorununu ve Kürdistan’daki devrimci süreçleri Türkiye devrimine bağlayan nesnel dinamikleri ve sayısız nesnel bağı yeterince değerlendirememeye yolaçabilmektedir. Devrimci ulusal hareketin (PKK) Kürt sorununun gelişme seyrine ilişkin ideolojik rüzgarı ise bu yanılgıyı ayrıca güçlendirmektedir.

Kürt devrimci köylü dinamiği üzerine oturan ulusal hareketin bugünkü gelişme seyri, onun taşıdığı özgün niteliği ve olanakları açıklıkla ortaya sermiş bulunuyor. Fakat soruna uzun dönemli olarak bakıldığında, devrimci süreçlerin gerçek çehresini ve çerçevesini pratikte netleştirecek asıl toplumsal dinamik, bugün yeni ve fakat etkileyici bir tarzda harekete geçmiş bulunan, ne var ki henüz kendi devrimci politik rayına oturmamış olan işçi sınıfıdır. Ve tekrar ediyoruz; ulusal bileşim bakımından organik bir bütün oluşturan Türkiye işçi sınıfı içinde, Kürt işçilerinin özgül bir ağırlığı vardır ve kuşku duyulmasın, politik sınıf bilinci ve örgütlenmesindeki gelişmeye bağlı olarak, bu ağırlığın, Kürt sorununun çözüm tarzına özel bir etkisi olacaktır. Bunun kendi sınıf çıkarları ve hedefleri doğrultusunda olması ise doğaldır.

Fakat süreçlerin bugünkü gelişme düzeyi ve seyri esas alındığında bile dikkate değer olan bazı olgular var. Kürt devrimci ulusal hareketinin bugün için kendi mecrasında gelişiyor olması, Türkiye’nin ve Kürdistan’ın devrimci dinamiklerini ve süreçlerini birbirine bağlayan temel etkenleri geçersiz kılmadığı gibi, tersine, aradaki bağı açığa çıkaran önemli bazı sonuçlar sergilemektedir.

Bir kez gerilla hareketi olarak başlayan süreç, kitle desteği alıp bu desteği kentlere doğru geliştirdiği ölçüde, bu son alandaki mücadelenin mantığı ve sorunları, süreçler arasındaki bağın dolaysızlığını belirgin bir biçimde ortaya çıkarmaktadır, bu bir. İkincisi, ulusal hareketteki gelişmeye ve Kürt işçileri üzerinde yarattığı siyasal ve duygusal etkiye rağmen, Türkiye işçi sınıfının somut düzeydeki örgüt ve mücadele birliği, güçlü, nesnel ve organik temelinden dolayı, herhangi bir biçimde bozulmamakta, dahası, devrimci ulusal hareketin olumlu siyasal etkisi Kürt işçileri üzerinden işçi hareketine de yansımaktadır. Üçüncüsü, örgütsel ayrı varoluşuna rağmen, Kürt devrimci hareketi ile Türkiye devrimci hareketi arasındaki yakınlaşma, dayanışma ve mücadele birliği, ilerleyen devrimci sürecin etkisi altında her zamankinden daha güçlü bir hale gelmektedir. Ortak zemin ve mücadelelerin ortak kaderi, birleştirici bir rol oynamaktadır. Ve son olarak, ulusal uyanışın düzeyine ve Kürdistan’da devrimci süreçlerin katettiği mesafeye rağmen, devrimci ulusal hareket, Kürt devrimci kadro ve aydın birikiminin önemli ve fakat yalnızca bir bölümünü kendi çatısı altında toplamaktadır. Geriye kalanı ise, kendini kuvvetli ve ısrarlı bir biçimde, kendisine destek veren işçi ve emekçi tabanı ile birlikte, Türkiye devrimci hareketinin geneli içinde ifade etmektedir. Marksist sınıf bilincinin getirdiği ideolojik tercihin ötesinde, bunun genel olarak ortak nesnel temeli, iki halkın kaynaşmışlığı ve Türkiye devriminin Kürt sorununu da kucaklayan objektif karakteridir. Bir başka deyişle, ulusal sorunun oluşturduğu özel devrimci süreci Türkiye devriminin geneline bağlayan sayısız bağdır. Bunu “ulusal duygu ve bilinç yetersizliği”ne yormak kolaycılığı, milliyetçi bir ideolojik tema olmaktan öte bir değer taşımaz. Karmaşık süreçlerin, sorunların ve çelişkilerin üstüste binip içiçe geçtiği bir toplumda, tüm temel sorunlar karşısında tutumlar, ulusal değil fakat sınıfsal esaslara göre oluşur. Tıpkı, ulusal sorunu eksen alan bir gelişmenin de, gerçekte son derece açık bir sınıfsal mantığı yansıtıyor olması gibi. (Şu veya bu sınıfın mantığı olabilir, fakat asla proletaryanınki değil.)

VIII

Ulusal sorunun da bir yansıması olarak Kürdistan’da feodal kalıntıların hala süregelen belli bir ağırlığına rağmen, Türkiye genel planda kapitalist ilişkilerin egemen olduğu bir ülkedir. Modern sınıflar olarak burjuvazi ve işçi sınıfı toplumun genelinde karşı karşıya bulunmakta, toplumsal çatışmanın etrafında şekillendiği eksenin karşıt kutuplarını oluşturmaktadırlar. Feodal kalıntılar, siyasal özgürlük, bu kapsam içinde düşünülmesi gereken ulusal sorun, burjuva-demokratik gelişmenin henüz çözülemeyen sorunlarıdır. Nedir ki, mevcut iktidarın sınıf niteliği ve toplumsal çatışmanın ana ekseni, bu sorunların çözüm şeklini de kendiliğinden belirginleştirmektedir. Tüm bu sorunların çözümünün önündeki engel, burjuva sınıf iktidarı ve onun gerisindeki uluslararası sermaye cephesidir. Çözüm yolu burjuvaziyi devirmek ve uluslararası sermaye cephesini yarmaktan geçmektedir. Bu ise, objektif olarak, Türkiye işçi sınıfının ve onun önderliği altında kentteki ve kırdaki emekçi müttefiklerinin başarabileceği bir tarihsel görevdir. Bu özellikleriyle proleter sosyalist nitelikte olan Türkiye devrimi, burjuva gelişmenin çözemediği demokratik sorunları da, kendi kapsamı içinde ve “geçerken” çözecektir.

Kürt sorunu, ulusal sorunun kendine özgü niteliği gereği, kendi sınırları içinde burjuva-demokratik bir nitelik taşır. Fakat bu hiç de, çözümünün demokrasi sınırları içinde düşünülmesi gerektiği anlamına gelmez. Yalnızca Türkiye devriminin bugünkü kendine özgü karakterinden dolayı değil. Kürt sorununun, kendi nesnel (demokratik) karakterine rağmen, kendinden ileri bir devrim sürecinin bir bileşeni olarak belirlemesi olgusundan dolayı da değil. Fakat daha da önemli bir neden var: “Burjuva toplum ulusal sorunun çözümünde tamamen iflas etmiştir.” “Leninizm tanıtlamıştır ki, ve emperyalist savaşla Rus devrimi doğrulamıştır ki, ulusal sorun, ancak proletarya devrimi ile birlikte ve bu devrimin tabanına dayanılarak çözülebilir.” Burjuva toplumun ulusal sorunun çözümündeki iflası, bu açık gerçek, yalnızca, Birinci Emperyalist Savaş sonrasının ve Ekim Devriminin ortaya çıkardığı tarihsel sonuçların, o günün marksistlerince bir teorik genellemesi değildir. Sonraki bütün bir tarih de bunu ayrıca ve açıklıkla göstermektedir. Günümüzün olayları ise buna sayısız yeni ve canlı kanıt oluşturmaktadır.

Bu nedenle, ulusal dava gütmeyen, fakat ulusal sorunun toplum yaşamı ve tarihsel gelişme içindeki anlam ve öneminin bilincinde olan komünistler, bu sorunu proletaryanın iktidar mücadelesi kapsamı içinde, burjuvazinin devrilmesi ve proleter devrimin zaferi perspektifi içinde ele alırlar. Sorunun tam ve gerçek çözümü ancak bu çerçevede olanaklıdır. Genel teorik ve tarihsel gerçekler kadar, Kürt sorununun bölgesel özellikleri ve bölge gerçekleri de bu çerçeveyi zorluyor. Bugün hala MusulKerkük üzerinde tarihsel hak iddia edebilen, Güney Kürdistan üzerindeki emellerini gizlemeyen sömürgeci Türk burjuvazisi, bir sınıf olarak devrilip tasfiye edilmeden, Kürt sorununun az çok tatmin edici bir çözümünü düşünmek, gerçeklerden kopmak, hayal dünyasında yaşamak anlamına gelir.

Kendi mecrasında gelişen devrimci ulusal hareket, kendi öz gücüyle bugün sorunu çözüm gündemine sokmuş bulunuyor. Ama çözüm gündemine girmek ile çözüme kavuşmak arasında her zaman önemli bir mesafe vardır. Onlarca yıldır kendisini çözüm gündemine sokmuş bulunan, fakat hala çözülemediği gibi, bugün trajik bir biçimde emperyalist politikaların etki alanı haline gelen Güney Kürdistan’daki hareketin deneyimi de bu gerçeği ortaya koymaktadır. Türkiye Kürdistanı’nda sorunun kendi öz devrimci birikimiyle çözüm gündemine girmiş olması, onun kendi sınırları içinde bir çözümünün son derece güç olduğunu, asıl çözümün sömürgeci Türk burjuvazisini bir sınıf olarak tasfiyeden geçtiğini, gitgide daha açık gösterecektir.

Elbette tüm bunlar proleter sınıf perspektifinden bakışın ve bu bakış çerçevesinde, sorunun gerçek ve kalıcı bir çözümünü düşünmenin ve gözetmenin ifadesidir bizim için. Ve tüm bunlar, Kürt sorununun burjuvazi devrilmeden belli kısmi çözümleri olamayacağı anlamına gelmez. Bugünkü devrimci ulusal özgürlük mücadelesi, önceden düşünülemeyecek bir dizi özel etkenin kesiştiği kendine özgü belli koşullarda, pekala zafer de kazanabilir. Pratik güçlükleri ne kadar büyük olursa olsun, soyut planda bu olasılık reddedilemez. Kürdistan’daki devrimci sürecin kendi yolunu açarak zafere ulaşacağı böyle bir durumda, onu sonuna kadar ve kararlılıkla desteklemek komünistlerin görevidir. Bu, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını içtenlikle savunmanın ve Kürt ulusunun devrimci iradesine saygının gereği olduğu kadar, tartışmasız olarak proletaryanın da devrimci çıkarlarınadır. Zira sömürgeci köleliğin devrimci temeller üzerinde sona erdirilmesinden, devrimci proletarya hareketi her halükarda kazançlı çıkacaktır.

Öte yandan, bölgedeki statükonun oynak dengeleri içinde, emperyalizmin de rızası hatta desteği ile, yeni bir sınıflı Kürt devletinin kurulması da pekala mümkündür. Böyle bir durum proleter devrim sürecinin önemli bir devrimci dinamiğinin bir biçimde boşa çıkartılması anlamına gelse bile, biz bu tür bir ayrılmaya da karşı çıkmaz, olayların anlamını Kürt emekçi sınıflarına açıklamakla yetiniriz. Yeni bir sınıflı devlet olarak varolmak, ulusal kendi kaderini tayin hakkını kullanmanın en geri bir biçimi olsa bile, Kürtlerin de meşru bir hakkıdır. Buna karşı çıkmak bugünkü statükoyu (devlet sınırlarını) savunmak anlamına gelir ki, bu duruma düşenleri sömürgeci Türk burjuvazisinin şoven destekçileri ve uşakları haline getirir.

Bugün Kürdistan’da ulusal istemlerin ve hareketin taşıyıcısı olarak harekete geçmiş bulunan toplumsal güçlerin sınıf karakteri, Kürt sorununu Türkiye devrimine bağlayan bir başka nesnel temeldir. Hareket halinde olan ve en büyük kararlılıkla mücadele edenler, yoksul köylülük ile kent emekçileridir. Bunlar ise, sömürgeci Türk burjuvazisiyle yalnızca ulusal değil, uzlaşmaz sınıf çelişkileri de olan toplumsal katmanlardır. Burjuvaziye karşı iktidar savaşımında Türkiye işçi sınıfının temel müttefikleri durumundadırlar. Sınıfsal istemlerini henüz açık olarak ifade ediyor olmasalar bile, bu emekçi kimliğin dinamizmi onları kendi mülk sahiplerinden uzaklaştırmakta, Türkiye işçi sınıfına ve Türkiye’deki devrimci sınıfsal süreçlere yakınlaştırmaktadır. Bugünkü hareketin bu emekçi tabanına dayalı olarak ve devrimci bir temel üzerinde gelişiyor olması, aynı şekilde, Kürt feodal-burjuva sınıflarının harekete düşmanlığının, Kürt ara katmanlarının ise harekete ürkek ve temkinli yaklaşmalarının asıl nedenidir. Sınıfsal çıkarlar, Kürt feodal-burjuva sınıfları Türk burjuvazisinin kucağına itmiştir. Kürt orta burjuva katmanlarını, reformist bir program temelinde, aynı burjuvaziyle uzlaşmaya itiyor. Kürt yoksul köylülüğünün nesnel konumu ise, onu bir başka güce, Türkiye işçi sınıfına yakınlaştırıyor.

Türkiye işçi sınıfının organik bir parçası olan Kürt işçi sınıfı ise, objektif konumu açısından, aynı anda ulusal ve sınıfsal olmak üzere ikili bir tarihsel görevle yüzyüze bulunmaktadır. Doğaldır ki sınıf bilinçli her Kürt işçisi, proleter sınıf görevlerini önplanda tutacak, ulusal sorundan kaynaklanan görevleri buna uygun ele alacaktır. Türkiye işçi sınıfı için siyasal özgürlük mücadelesinin sosyalizme bağlı ele alınması perspektifinin Kürt işçisi için özgül anlamı, ulusal kurtuluşu sosyal kurtuluşa bağlı olarak ele almakta ifadesini bulacaktır. Bunu yapamadığı ya da ilişkiyi tersten kurmaya kalktığı ölçüde, öteki milliyetlerden sınıf kardeşlerinden kopmuş olacak, en iyi durumda Kürt küçük-burjuva devrimci demokrasisinin (milliyetçiliğinin) yedeğine düşecektir. Ulusal özlemleri ülküleştirmek, “ulusal dava” gütmek, bir proleter sınıf bireyi için, kendi sınıf konumundan, sosyalizm ve enternasyonalizmden uzaklaşmak anlamına gelecektir.

IX

Tarihsel önemde bir siyasal başarının onurunu taşıyan PKK’nın ideolojik konumuna da buradan yaklaşmak gerekir. PKK kendini marksist-leninist olarak görmekte, sosyalizme bağlılığını bildirmekte, kendini Kürdistan işçi sınıfının politik öncüsü olarak tanımlamaktadır. Tartışmasız olan devrimci kimlik temeli üzerinde, tüm bu iddialar içtenlikli olabilir ve öyledir de. Ne var ki, modern sınıfların oluştuğu, bu çerçevede sosyalizm sorununun gündeme girdiği ve tüm milliyetlerden işçi sınıfının organik bir bütün oluşturduğu bir toplumda, ulusal özlemleri, istemleri ve hareketi eksen alan bir “dava” içinde kendini anlamlandırmayı tercih eden bir parti için, tüm bu iddialar nesnel bir içerikten yoksundurlar. PKK’nın Marksizm-Leninizmden etkilendiği, ondan ideolojik olarak yararlandığı, sosyalizme yakınlık duyduğu bir gerçektir. Bu PKK’nın dün yönelmek istediği, bugün ise dayandığı yoksul köylülük tabanıyla, bu toplumsal tabanın sosyalizme yakınlığı ile de sıkı sıkıya bağlantılıdır.

Yine de PKK, objektif konumuyla ve amaçlarıyla ele alındığında, ne marksist-leninisttir, ne de proleter öncü. Bu ikinci iddia özellikle dayanaktan yoksundur. Zira klasik bir tanımlamayla benzerlik kurarak söylersek, PKK, sosyalizm ile milliyetçiliğin ideolojik etkilerini içiçe taşıyan Kürt devrimci aydınları ile Kürt yoksul köylülüğünün cisimleşmiş politik birliğidir. Öznel ve politik planda sosyalizme yakınlığına rağmen, nesnel toplumsal zemini (yoksul köylülük) ve siyasal ekseni (ulusal hareket), ideolojik-politik bakımdan sosyalizm anlayışını bozup bulandırmaktadır. PKK’nın siyasal başarısı, onun marksist-leninist kimliğinin değil, fakat Kürt ulusal devrimci birikimini en iyi değerlendiren ve en başarılı harekete geçiren yurtsever devrimci kimliğinin bir kanıtı sayılmalıdır. Milliyetçilik ve sosyalizm, PKK’nın ideolojik tercihler bakımından içine sıkıştığı açmazın kutuplarıdır. PKK bir anlamda sosyalisttir; fakat onun sosyalizmi, milliyetçi prizmadan kırılarak oluşan bir tür milliyetçi küçük-burjuva sosyalizmidir. Bu nedenledir ki, Iraklı bir Kürt köylüsüyle ya da Suriyeli bir Kürt küçük-burjuvasıyla birleşmek, bir Türk işçisiyle birleşmekten daha anlamlı olabilmektedir. “Dar sınıfsal bakış açısının terkedilmesi” gerektiğine ilişkin çağrı, genel “insanlık sorunları”na “dar sınıf bakış açısı”yla karşı karşıya getirilerek yapılan özel vurgu, ulusal kültüre tutkunluk, dine yaklaşım, tüm bunlar bir “ulusal dava” etrafında kendini ifade etmenin ve bir ulusal hareketin ideolojik-politik temsilcisi olabilme kaygısının yarattığı zorunlu ve anlaşılır sonuçlardır.

Komünistler PKK’nın yürüttüğü bütünüyle haklı, meşru ve devrimci savaşımı kararlılıkla desteklemeli, fakat onun ideolojik kimliği ve bu kimlik çerçevesinde temsil ettiği hareketin tarihsel sınırlılığı konusunda herhangi bir hayale kapılmamalı, bu hayallerin özellikle Kürt işçileri üzerindeki ideolojik etkisine karşı aynı kararlılıkla mücadele etmelidirler. Sosyalizm uygulamalarının bugün bir başarısızlık olarak ortada duran sonuçları ile sosyalizm bayrağı altında gelişen milli kurtuluş hareketlerinin tarihsel deneyimi, bu alanda özellikle bir hassasiyet gerektirmektedir. Ulusal çıkarlar kaygısı, ulusal dar görüşlülük, milliyetçilik, sosyalizm pratiğinin belli başlı zaafları arasında yeralmaktadırlar.

X

EKİM, Kürt ulusal sorununun ilkesel ve politik çerçevesi konusunda başından itibaren net bir tutum içinde oldu. Bu soruna ilişkin olarak, ideolojik ve ilkesel sınırların önemi ile, somut politik tutumu, politik gerçeklerin ve gelişmelerin anlamını, bunların gerektirdiği tutum ve görevleri, birbirine karıştırmak gibi bir zaafa düşmedi. Siyasal yaşama çıktığı andan itibaren, Kürt ulusunun meşru ulusal haklarını genel planda savunmak gibi, bugün artık son derece yetersiz hale gelmiş bir tutumla sınırlamadı kendini. Bu hakları gerçekten ve içtenlikle savunmanın, Kürdistan’da gelişen mücadelenin somut anlamını ve önemini görmekten, bu çerçevede, PKK önderliğinde gelişen devrimci ulusal harekete siyasal ve pratik bakımdan tam destek vermekten geçtiğini vurguladı ve kendi payına buna uygun davrandı. Devrimci ulusal hareketin henüz kitle gösterileri aşamasına ulaşmadığı ve gerisindeki kitle desteğinin tartışmalı göründüğü bir sırada, bu hareketi tereddütsüz olarak desteklemekle kalmadı, onu “Türkiye devriminin hayat damarlarından biri” olarak tanımladı.

“Bugün Kürdistan dağlarında gelişen gerilla savaşı Türkiye devriminin hayat damarlarından biridir. Burjuvazinin silahlı Kürt direnişini ezme çabası, Türkiye devriminin temel bir bileşenini yoketme çabasıdır. Bunu unutmak gaflettir. Gerilla hareketinin başarılı gelişmesi devrimimize güç katacak, burjuvaziye kuvvetli bir darbe olacaktır. Gerilla hareketinin güç kaybetmesi ya da ezilmesi ise yalnızca burjuvazi için bir kazanç, devrimimiz içinse önemli bir yenilgi olacaktır. Bugün Kürt sorunu bunca çıplaklığı ile Türkiye’nin ve dünyanın gündemine girmişse, bu, şüphesiz tarihsel birikimle birlikte, silahlı direniş sayesinde olmuştur.” (Ekim, sayı:18, Mart 1989, Başyazı)

O günden bugüne Kürt özgürlük mücadelesi muazzam bir mesafe katetti. Kırlarda süren gerilla hareketinden, kırlarda ve kentlerde büyük kalabalıkları kucaklayan bir halk hareketine genişledi. Bugün Kürdistan’ın belli bölgelerinde kitleler tam bir politik kaynaşma içindedirler. Kürt halkı özgürlüğün yolunu açmak için büyük bir kararlılık sergiliyor, büyük acılara ve fedakarlıklara katlanıyor. Bu aşamada bu harekete dışarıdan verilen genel politik destek artık kendi başına çok anlamlı olmaktan çıkmıştır. EKİM, bu gerçeği, daha ilk kitlesel Newroz direnişlerinin hemen ardından (Mart 1990), “Kürt Ulusal Hareketine Destek” başlıklı çağrısında dile getirmişti:

“İşçi sınıfına Kürt halkının haklı ve meşru davasını her yolla ve her vesileyle anlatmak, işçi sınıfı içinde Kürt ulusal özgürlük mücadelesini aktif olarak destekleyici bir politik tavır geliştirmek, bugün her zamankinden önemli, her zamankinden acildir...

“Kürdistan devrimi ve Kürt ulusal özgürlük mücadelesi karşısında hassasiyet, aynı zamanda Türkiye devriminin geleceğine ilişkin bir hassasiyet demektir. Türkiye devriminin geleceği Kürt halk kitlelerinin işçi sınıfına sunacakları destekle çok yakından bağlantılıdır. İşçi sınıfının burjuvaziyle yarınki iktidar hesaplaşmasında bu desteği arkasında görebilmesi, Kürt ulusal hakları konusunda içten ve kararlı tutumunu bugünden ve sürekli gösterebilmesi ölçüsünde olanaklı olabilecektir...

“Sosyalist işçi hareketiyle devrimci ulusal hareketin birliği de, her iki ulustan emekçilerin geleceğin birleşik sosyalist cumhuriyetinde eşit, kardeşçe ve gönüllülük temeline dayalı birliği de, bu içten ve kararlı tutumun ne ölçüde gösterilebildiğine bağlı olacaktır.” (Ekim, sayı:31, Başyazı)

Bu, komünistlere, devrimci Kürt ulusal hareketine verilen desteği, işçi sınıfı içinde, büyük kentlerin fabrikalarında ve proleter semtlerinde maddi bir güce, somut bir gerçekliğe dönüştürmeleri çağrısıydı. Bugün de en canalıcı pratik görev hala budur.

Bu görevin anlamı ve kapsamı aslında hiç de yalnızca Kürt ulusal özgürlük mücadelesine karşı devrimci sorumluluğun gereklerini yerine getirmekten ibaret değildir. Fakat bundan da öte, ulusal sorunun ele alınışına ve çözümüne ilişkin marksist politikaya bir gerçeklik kazandırabilmenin gereği ve temel bir koşuludur. Bu politikaya ancak işçi sınıfı içinde, bu toplumsal taban üzerinde maddi bir gerçeklik kazandırılabilir.

Komünistlerin asıl zayıflığı ise tam da bu alanda belirmektedir. İşçi hareketiyle birleşmek alanındaki genel zayıflığın sonuçları ulusal soruna ilişkin politikada da yansımakta, genelde doğru ve isabetli bu politika, maddi bir gerçekliğe dönüştürülemediği ölçüde, havada ve etkisiz kalmaktadır. Oysa ezilen ulusun haklı mücadelesine verilen destek devrimci sınıfın pratik davranışlarında yankılandığı zaman, ancak o zaman, sorunu, gerçekten etkileyici bir politik anlam kazanabilir. Öte yandan, ancak bu yapılabildiği ölçüde, ulusal soruna ilişkin marksist programın öteki yönüne (tüm milliyetlerden işçi sınıfının devrimci sınıf mücadelesi ve örgüt birliğine) güçlü bir zemin hazırlanmış olur. Bu yapılamadığı ölçüde ise, Kürt işçisi, Türk sınıf kardeşlerine haklı bir güvensizliğe düşmekle kalmayacak, ulusal hareketin dar platformu üzerinde kendini ifade etme eğilimine, sonuçta milliyetçiliğe yönelecektir. Bu gerçek, devrimci ulusal harekete pratik bir politik destek ile Kürt ve Türk işçilerinin devrimci sınıf birliğini kurmak sorunu arasındaki kopmaz bağı gösteriyor.

Burada aksayan ve zayıf kalanın, işçi sınıfı içinde ulusal soruna ilişkin politik faaliyet gibi özel bir sorun olmayıp, genel olarak sınıf hareketiyle birleşme, onu politik ve örgütsel yönden geliştirme temel görevi olduğu bir gerçektir. Komünistler, sınıf hareketine yönelik genel görevlerini gerçekleştirmede başarı sağladıkları ölçüde, kuşkusuz ki ulusal soruna ilişkin politikalarına da somut bir gerçeklik kazandırabileceklerdir. Fakat tam da bu noktada, işçi hareketinin politik gelişiminde Kürt sorununun oynayabileceği hiç de azımsanamayacak rolün altını çizmek gerekiyor. Tüm toplumun gündeminde bulunan ve bu nedenle yoğun bir ilgiye konu olan bu sorunun anlamını işçi yığınlarına açıklamak, bunu kendi sınıf konumlarına ve çıkarlarına uygun düşecek tutumun propagandasıyla birleştirmek, bugün için son derece önemlidir. Politik olayların seyri, işçi sınıfı hareketiyle Kürt özgürlük mücadelesinin politik çıkar ve kader birliğini daha kolay görülebilir hale getirmektedir. Bu zemin üzerinde işçilere gerçekleri açıklamak ve devrimci politik tutumu aşılamak daha da kolaydır.

İşçi hareketinin bugünkü politik geriliği ve burjuva bilincin genel etkisi, onu Kürt sorunu ve Kürt halkının devrimci özgürlük mücadelesi karşısında kayıtsız ve edilgen bir konumda tutuyor hala. Buna son vermek göreviyle yüzyüze olan komünistler bugün için, Kürt yoksul sınıflarına dayalı olarak devrimci bir çizgide gelişen ulusal hareketin gelecekteki seyrinin ne olacağı sorununun, önemli, hatta belki belirleyici ölçüde, devrimci süreçlerin Türkiye’nin batısında nasıl seyredeceği sorununa bağlı olduğunu hep gözönünde tutmak zorundadırlar. Eğer işçi hareketi güçlenemezse, politik bir mecraya giremezse, devrimci ulusal harekete dolaylı ve dolaysız yeterli desteği sunamazsa, böyle bir durumda, devrimci ulusal hareketin ihtiyaç duyduğu kuvvetleri kendi mülk sahibi sınıflarıyla uzlaşarak yaratmak eğilimi göstermesi muhtemeldir. Bunun ise ona nasıl bir akibet hazırlayacağını kestirmek çok güç olmasa gerek. Az çok yeterli bir desteğin sunulması durumunda ise, gelişme olumlu yönde olacak, daha ileri bir birliğin, giderek organik olarak birbirine eklemlenmiş bir mücadelenin yolu açılacaktır.

Son olarak; Komünistler ulusal soruna ilişkin görevlerini ve faaliyetlerini, kesinlikle Kürt ulusal sorunuyla sınırlamamalı, azınlık milliyetler üzerindeki her türlü milli baskıya karşı mücadele etmeli ve onların da demokratik haklarını savunmalıdırlar. Kıbrıs’taki Türk işgaline karşı mücadele etmeli, Kıbrıs’ın bağımsızlığını, egemenliğini ve toprak bütünlüğünü savunmalı, işgalci Türk ordusunun çekilmesini talep etmelidirler. Türk burjuvazisinin yayılmacı emellerine ve “tarihsel hak” iddialarına, komşu devletlerle gerici sürtüşmelerine karşı, komşu halklara, özellikle kardeş Yunan halkına yöneltilen gerici şoven kampanyalara karşı mücadele etmeli, her vesileyle, bağnaz ve şoven Türk milliyetçiliğini teşhir etmelidirler.

Bu arada, Kürt sorunu sözkonusu olduğunda, Kürt ulusunun temel siyasal haklarını savunmakla yetinmemeli, özgürlük mücadelesinin ve sömürgeci politika ve uygulamaların seyrine bağlı olarak ortaya çıkan sorunların ve ihtiyaçların ifadesi olan somut şiarları ve istemleri de formüle etmeli, savunmalı, kitleler içinde yaymalıdırlar. Bu aynı zamanda, genel ilke ve politikaları pratikleştirmede, gelişmelerin ortaya çıkardığı somut olanakları en iyi biçimde değerlendirebilmek demektir.

*

“Sınıf bilinçli proletarya, Kürtlere karşı enternasyonalist görevlerini şimdiden layıkıyla yerine getirirse, ve yarının muzaffer sosyalist devrimi Kürtlerin özgürlüğünü gerçekleştirirse, bir ucu Avrupa’ya bir ucu Ortadoğu’ya uzanan, özgür cumhuriyetlerin eşit ve gönüllü birliğini temsil eden, büyük bir birleşik sosyalist cumhuriyetler birliği, hiç de bir ütopya olmayacaktır...”

Şubat ‘91


Üste