Cihan: Kürt sorununa ilişkin programımız ilkesel çerçevesi yönünden yeterince açıktır. I. Genel Konferansımıza ait metnin ilgili bölümünde sorunun ilkesel çerçevesiyle ilgili temel düşünceler net bir biçimde ifade edilmiştir. Burada, ulusal soruna ilişkin marksist programın üç temel unsurdan oluştuğu ve bu unsurların kendi içerisinde tam bir bütünlük ifade ettiği, ancak bu bütünlük içerisinde ele alınmak ve uygulanmak durumunda, ulusal soruna ilişkin marksist sınıf tutumuna bağlı kalınabileceği özenle belirtiliyor.
Bu üç temel unsur, aynı zamanda hareket noktasıdır da. Bunlardan ilki, bir ilke sorunu olan ulusların tam hak eşitliğidir. İkincisi, bu ilke sorununun bir sonucu olarak, ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkının kayıtsız şartsız savunulmasıdır. Üçüncü ise, bir devletin sınırları dahilinde, hangi ulustan, hangi milliyetten geliyor olursa olsun, proletaryanın mücadele ve örgüt birliği konusunda tavizsiz davranabilmektir.
Bunlar ulusal soruna ilişkin marksist programın kendi içinde bir bütünlük taşıyan üç ana unsurudur. İlk iki unsurdan, ezilen ulusun meşru hakları karşısında açık bir tutuma sahip olmak ve bu meşru haklar uğruna kararlılıkla mücadele etmek, verilen mücadeleyi desteklemek politik sonucu ve görevi çıkıyor. Üçüncü unsurla ise ezen ulus milliyetçiliği ile araya kesin bir sınır çizilmiştir. Bu kesin sınırlar temeli üzerinde, çeşitli milliyetlerden işçilerin sınıf birliği, dolayısıyla mücadele ve örgüt birliği konusunda ısrarlı davranmak, bu doğrultuda tavizsiz bir mücadele yürütmek görevleri çıkıyor. Dolayısıyla ikili bir görev alanı doğuyor burada. Lenin, net bir biçimde, görevlerin bu ikinci alanına da özel bir vurgu yapıyor. Bunun gözden kaçırıldığı bir durumda, ulusal soruna ilişkin marksist program ile en ileri bir burjuva ulusal demokratik program arasındaki ayrım çizgisi kaybolur, diyor. Marksist programın ayırdedici özelliği, ilk iki unsuru üçüncüsüyle birleştirmeyi başarabilmektir.
Bu, sorunun genel ilkesel programatik çerçevesidir. Peki bunun bizim bugünkü politikalarımız ve politik görevlerimiz için pratik sonuçları nelerdir?
Bugün iki gelişmeyle yüzyüzeyiz. Biri genel planda ve nesneldir. Diğeri ise daha çok bizim gelişme düzeyimiz ve bununla bağlantılı olarak önümüze çıkan görevlerimizle ilgilidir.
Genel planda ve nesnel olan gelişme, Kürt ulusal sorununun bugünkü gelişme düzeyi ve bu düzeyin ortaya çıkardığı yeni sorunlardır. Siyasal gelişmelere ilişkin tartışma gündeminde de değinildi. Kürt ulusal hareketi son bir kaç yıldır belli bir gelişme düzeyine ulaşmış bulunuyor ve bu gelişme düzeyinde çözümünü zorluyor. Fakat çözüme gitmekte, bu çözümü kendi bugünkü güç düzeyinde gerçekleştirmekte zorlanıyor. Bu durumun yolaçtığı eğilimleri bir çok vesileyle ortaya koyduk. Bu bir kilitlenme durumudur. Taraflar yüklenmekte, fakat kendi çözümlerinin önünü açamamaktadırlar. Burada devlet kendi çözümünde, hiç değilse resmiyette, katı bir ısrar göstermek durumunda kalmaktadır. Fakat PKK devletin bu ısrardaki zayıflığından da yararlanarak bir “siyasal çözüm” önerisiyle hareket etmektedir. Bu noktadan devleti açmaza almaya çalışmaktadır. Tabi bu politikanın başka uzantıları da vardır. “Siyasal çözüm” arayışı beraberinde, Kürt burjuvazisiyle ilişkilerde belli bir yumuşamaya ve belirgin bir işbirliğine; Türk egemen sınıflarının bazı kesimleriyle belli ilişkiler geliştirmek eğilimine; bu arada uluslararası planda emperyalist devletlerle bazı politik ve diplomatik ilişkilere yolaçabilmektedir. Bütün bu gelişmelerin gündeme getirdiği sorunlar vardır. Bu, işin bir yanıdır.
Öte yandan, ulusal hareket yaşadığı gelişme gücü sayesinde, yalnızca Kürdistan’daki Kürt kitleleri üzerinde değil, Türkiye genelindeki Kürt kitleleri üzerinde önemli bir politik etki yaratmış bulunuyor. Bu politik etki ise doğal olarak beraberinde ulusal hareketin ideolojik etkisini getiriyor. Bunun sınıf mücadelesi açısından yarattığı sorunlar ve sonuçlar vardır. İşin bu cephesi yeni bir olgu değildir. Ama “siyasal çözüm” arayışının yoğunlaştığı bir dönemde, bunun kazandığı özel bir anlam ve önem vardır. Bu yeni bir olgu değil diyorum; zira PKK Kürdistan’da kitlesel taban bulmaya başladığı andan itibaren, bunun etkisi doğal bir biçimde büyük kentlerde kendini göstermeye başladı. Buna rağmen biz bugüne kadar sorunun bu yanı üzerinde çok fazla durmadık. Kuşkusuz ideolojik ayrım çizgilerini bu noktada net çizdik. Ulusal soruna, onun teorik-ilkesel çerçevesine ilişkin olarak, farklı milliyetlerden proletaryanın sınıf birliği konusunda herhangi bir taviz veremeyeceğimizi, bunu bir ilke sorunu olarak gördüğümüzü hep vurguladık ve savunduk. Belgelerimiz bu konuda yeterince açıktır. Ama bu sorun bugüne kadar pratik politikada bizim önümüze çok özel ve zorlayıcı bir tarzda çıkmadı. Hareketimizin genel gelişme süreçlerine ve politik mücadele içindeki yerine ilişkin olarak bu konferans boyunca yaptığımız tartışmaların kendisi, bu sorunun bizim karşımıza neden özel bir tarzda çıkmadığı ve tersinden bugün artık neden çıkmakta olduğu konusunda belli bir açıklık sağlayabilmektedir.
Gerçi bu sorunun karşımıza yer yer pratik olarak çıktığı durumlar da oldu. Çıktığı ölçüde ideolojik ayrım çizgisi zaten politik sonuçlarını gösterdi. Büyük kentlerde biz, Kürt sınıf kitleleriyle demeyeyim ama, Kürt işçi bireylerle karşı karşıya kaldığımız her durumda, kendi sınırları içerisinde ulusal hareketin haklılığını ve meşruluğunu savunduğumuzu, verilen mücadeleye bizim tam destek verdiğimizi belirtmekle kalmadık, fakat öte yandan, büyük kentlerdeki Kürt işçilerini işçi sınıfının bir parçası olarak gördüğümüzü, onların görevlerinin kendi bağımsız sınıf konumundan sınıf mücadelesinin görevlerini üstlenmek ve ulusal sorunun çözümünü de bunun içinde anlamlandırmak olduğunu hep söyleyegeldik.
1. Genel Konferansımızdaki tartışma tutanaklarında, ulusal sorunun genel bir nitelik taşıdığı, ama Kürt toplumunu oluşturan her bir sınıfın bu genel sorun karşısında kendi sınıf konumundan hareket ettiği, sorunun çözümüne kendi sınıf çıkarlarından hareketle yanaştığı, önplana sınıf çıkarlarını koyduğu üzerine son derece aydınlatıcı açıklamalar vardır. Bu açıdan bizde Kürt ulusal sorununa ilişkin olarak genel bir ideolojik açıklık ve sorun pratik olarak önümüze çıktığı ölçüde de doğru bir politik tutum sözkonusuydu.
Fakat bugün durum biraz daha farklıdır. Biz artık işçi kitlelerini hedef alan çok daha etkin bir politik çalışma yürüteceğiz. Böyle bir çalışmada, sınıf kitleleri içerisinde Kürt işçileri özel bir oran teşkil ettikleri ölçüde, bu sorun pratikte karşımıza daha yakıcı bir biçimde çıkacaktır. Çünkü Kürt kökenli işçiler, değişik ideolojik etkilerin yanısıra (özellikle politize olmuş ileri kesimleri) belirgin bir biçimde ulusal harekete duygusal bir bağlılık duymakta ve bu temel üzerinden de onun politik ve ideolojik etkisi altında bulunmaktadırlar. Eğer onları kendi bağımsız sınıf çizgimize kazanmak istiyorsak, bu ideolojik-politik etkiyi kırmak zorundayız. Bu ise, aradaki ayrım çizgilerini net bir biçimde çizmek ve bu ayrım çizgilerini açık bir ideolojik mücadeleye, gerektiği yerde politik mücadeleye konu edebilmek demektir. Görevlerimiz bunu gerektirmektedir. Parti sorununu çözmek, sınıfın ileri kesimlerini parti olarak örgütlemek, sınıfı devrimcileştirmek görevinde ciddi mesafeler kate-tmeye yöneldiğimiz bir noktada, kendi sınıf iddiamızdan ve ilkesel konumumuzdan uzaklaşmadığımız sürece, bu konuda herhangi bir taviz veremeyiz.
Biz ulusal hareketi bugünün kendine özgü koşullarında kendi coğrafyasında bütün gücümüzle destekleriz. Ama hiçbir biçimde Türkiye işçi sınıfının birliğinden taviz veremeyeceğimizi, Türkiye coğrafyasında verilmesi gereken mücadelenin sınıf ilkesi temeli üzerinde ortak bir sınıf mücadelesi ve örgütlenmesi olması gerektiğini ısrarla propaganda ederiz. Bununla da yetinemeyiz, bunu bizzat örgütlemeye çalışırız. Ama biz bunu örgütlemeye çalıştığımız andan itibaren de zaten kendi irademiz dışında bu sorunun muhatabıyla yüzyüze geliriz. İşte bu noktada, yeni bir mücadele alanı doğacaktır. Bu mücadelenin ideolojik ve ilkesel çerçevesi ve pratik sorunları konusunda açık olmak durumundayız. Sorunun bir diğer önemli yanı da budur.
Sorunun bir öteki yanı ise şudur. “Siyasal çözüm” alanındaki gelişmelerden sözetmiştim. Kürt hareketi belli bir karşılıklı denge durumunu aslında erken bir tarihte yakaladı. Ancak bu denge kavramını doğru anlamak gerekiyor. Devletin gücü ile PKK’nın gücü arasında eşit bir ilişkiyi anlatmıyor bu. Tarafların kendi çözümlerini daha ileri bir düzeye sıçratamamak noktasında yaşadıkları karşılıklı tıkanmalardır sözkonusu olan. Denge durumu ile anlatılmak istenen budur. Bu durum Kürt ulusal hareketini zorladı. Türk emekçi sınıflarından gerekli desteği göremediği ve dahası göremeyeceğine kanaat getirdiği andan itibaren, (yaklaşık ikiüç yıllık bir dönemdir bu) ihtiyaç duyduğu desteği başka alanlardan yaratmak için belli açılımlar yapmak yoluna girdi. Bu çerçevede, kazandığı mevzilerini elde tutmak, mümkünse daha ileri mevzilerle birleştirmek, değilse o mevzilerin gerektirdiği tavizlerle sorunu belli bir ara çözüme bağlamak eğilimi içerisindedir. Eğer soruna gerçekçi yaklaşılacaksa, yani ulusal hareketin imkanları ve dayandığı toplumsal tabanın sınıfsal özelliklerinden gidilerek bakılacaksa, bunu basit bir “taktik manevra” kapsamında görmemek gerekiyor. Burada gerçek bir sınıfsal ilişkiler alanı vardır. Bu temel üzerinde şekillenen yeni siyasal tutumlar ve yönelişlerdir sözkonusu olan. Bunun ürünü politikalar olarak değerlendirmek gerekiyor.
Bu “siyasal çözüm” arayışları, gelinen yerde, diplomatik çaba adı altında, bizim prensip olarak kabul edemeyeceğimiz belli biçimler de almaktadır. Diplomatik çabalardan sözederken, bununla hiçbir biçimde, Kürt ulusal hareketinin dünya çapında kamuoyu oluşturma, bu arada uluslararası hukuk çerçevesinde kendini Kürt halkının meşru temsilcisi olarak kabul ettirme, bu açıdan meşrulaştırma girişimlerini kastetmiyorum. Sözkonusu olan bir ulusal hareket olduğuna göre, bu tür girişimlere ilke olarak karşı çıkılamaz. Bu, karşısındaki sömürgeci gücü geriletmek bakımından da belli bir imkandır. Biraz zor bir alandır, kaygan bir zemindir. Ama buna ilke olarak karşı çıkılamaz.
Problem ise daha başkadır. Özellikle yakın dönemde, AGİK Zirvesi vesilesiyle, A. Öcalan’ın büyük emperyalist devletlere yaptığı bir çağrı vardır. Bu çağrıyı prensip olarak asla kabul edemeyiz. Bunun politik sonuçları konusunda emekçileri, en başta da Kürt emekçilerini aydınlatmak sorumluluğuyla yüzyüzeyiz. Çağrının özü şudur: Biz “büyük devletler”in Kürt sorununa müdahalesine açığız! Bu, “büyük devletler” denilen emperyalist güç odaklarını basitçe hakem tutmak değildir sadece. Fakat bu savaşın yarattığı sonuçlara da dikkatleri çekerek, büyük devletlerin bu duruma seyirci kalmamaları ve bizzat müdahale etmeleri çağrısıdır. “Büyük devletler” denilen güçler, emperyalist dünyanın ta kendisidir. Bütün gericiliğin, ulusal köleliğin, sömürgeciliğin, her türlü kötülüğün kaynağıdır. Biz bunu ilke olarak kabul edemeyiz. Dahası bunu devrimci kimliğin terkedilmesi sayarız. Bu konudaki tutumumuzu kitleler önünde tüm açıklığıyla ortaya koymak zorundayız. Bu konuda en ufak bir duygusal baskılanma altında kalmamalıyız. Duygusal baskılanmadan şunu kastediyorum. Bugün, geçtik Doğu Perinçek gibi sosyal şovenlerden, Türk burjuvazisi bile, PKK’nın Kürt sorununda büyük devletlerden yardım istemesi üzerine demagoji yapabiliyor. “Büyük Türkiye”yi çekemeyen büyük devletler bu sorunu kışkırtıyorlar; Türkiye’yi bölmek istiyorlar; işte kanıtı, diyebiliyor.
Zayıf bir devrimci kimlik, bu durum karşısında gerilemeyi getirir. Ama bizim burada gerilememiz için hiçbir neden yoktur. Biz ulusal sorun ve ulusal sorunun öncü politik kuvveti olan PKK’nın mücadelesinin desteklenmesi konusunda en başından itibaren çok açık tutum almış bir hareketiz. PKK devrimci bir çizgide ilerlediği sürece destekte tereddütsüz davranmış bir hareketiz. Bugüne kadar bu alandaki ilkesel ve politik tutumumuzdan taviz vermemiş, herhangi bir zayıflık göstermemiş bir hareketiz. Bu gücü gösterebilmiş bir hareket, zaafın ortaya çıktığı noktada, ona en açık şekilde vurmak hakkına sahiptir ve bunu yapmak zorundadır. Bu bizim için PKK’nın zayıflıklarına karşı alınacak ilk tavır da değildir. Biz aynı tavrı “siyasal çözüm” arayışları sırasında, yani “ateşkes” sürecinde de gösterdik. Dikkat edilirse, bizim orada altını çizdiğimiz nokta, ateşkes sorununun kendisi değildi. Bizim için önemli olan, ateşkesin bir paket proje olarak gündeme gelmesiydi. Yani bir ucunda Talabani’nin, öteki ucunda PKKPSK Protokolü’nün olmasıydı, bu protokolün içeriğiydi. Bu girişim akan kanı durdurmak duygusal propagandasıyla birleştiriliyordu. PKK cephesinden de bu böyleydi. Askeri çözüm-siyasal çözüm ikilemi içerisinde durum formüle ediliyordu. Bizim o zamanki değerlendirmelerimizde altı önemle çizilen bir nokta vardır. Denilen şey şudur. Askeri çözüm-siyasal çözüm; bu sahte bir ikilemdir. Temel seçenekler böyle konulamaz; devrimci çözüm, kurulu düzeni ve uluslararası sistemi aşan bir çözüm, ya da mevcut düzen ve sistem içi bir çözüm olarak konulabilir gerçek seçenekler. Yani devrimci çözüm ya da anayasal reformcu çözüm! Bunların ikisi de siyasal çözümlerdir.
Dikkat ediniz; bütün sınıflar ve bütün temel kuvvetler, gerçekte belli bir siyasal çözüm programıyla ortaya çıkmaktadırlar. Bir tek Türk devleti bunun istisnası gibi görünüyor. Oysa gerçekte onunki de bir siyasal çözüm girişimidir aslında. Savaş burada politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir. Kürt hareketini ezmek, sonra belli kültürel tavizler ile, kültürel kimlik taviziyle bu sorunu düzen içine alarak zaman içerisinde halletmek, hiç değilse oyalamayı başarabilmek... Bu da bir tür siyasal çözümdür. Ama askeri araçların da devreye girdiği, onun özel bir yer tuttuğu, yani çatışmanın askeri boyutta sürdüğü türden bir siyasal çözümdür. Öte yandan, başta Amerika olmak üzere emperyalist dünyanın değişik alternatiflere dayalı siyasal çözüm paketleri vardır. Beri yandan Kürt burjuvazisinin bir siyasal çözüm paketi vardır. Beri yandan PSK şahsında Kürt reformculuğunun, Kürt küçük ve orta burjuvazisinin bir çözüm paketi vardır. Öte yandan Türk sosyal şovenizminin, yani Doğu Perinçek’in bir siyasal çözüm paketi vardır; “kardeşlik paketi” demektedir buna. Bizim de bir bakışımız, dolayısıyla bir siyasal çözüm yaklaşımımız vardır bu soruna. Sonuç olarak her sınıf, gerçekte kendi sınıfsal konumundan, kendi siyasal perspektifinden sorunun bir siyasal çözümünü aramaktadır ve gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Kimisi bunu askeri, kimisi barışçıl biçimler içerisinde, kimisi emperyalist devlet olmanın güç ve imkanlarını kullanarak, çok değişik araç ve yöntemlerini devreye sokarak, neticede kendi çözümünü gerçekleştirmeye, bu çerçevede Kürt sorununa bir “siyasal çözüm” bulmaya çalışmaktadır.
Kürt ulusal hareketi Kürdistan’daki öz dinamiklerin bugünkü olgunlaşma düzeyiyle varabildiği yere varmış, bu arada Türkiye işçi sınıfı ya da emekçi sınıflarından umduğu ve beklediği desteği alamamıştır. Belli bir noktadan itibaren de, kısa vadede böyle bir gücün çıkamayacağına kanaat getirmesine de bağlı olarak başka arayışlara girmiştir. Onurlu bir uzlaşma çözümü aramaktadır aslında. Buna inanmak, bundan kuşku duymamak gerekiyor. Çünkü bir savaş yaşanmaktadır. PKK epeydir hayli başarılı bir dayanma gücü göstermektedir. Ama bunun belli noktalarda bir zorlanmaya dönüşeceğini de politik bir öngörüyle görebilmektedir. Kazandığı mevzileri belli ara çözümlerle (bu ara çözümlerin kendisi için hangi akibeti yaratacağı sorunuyla çok da bağlı olmayarak), bir takım tavizlerle, belli bir sonuca bağlamayı umabilmektedir. Buna yönelik bir politika izleyebilmektedir. Ama tam da böyle bir dönemde, kendi burjuvazisinin bazı katmanlarıyla da güç birliği içerisinde sistem içi bir çözüm arayışı içerisinde olmak, belli kaçınılmaz sonuçları da zaman içinde üretmektedir.
Bu sonuçların en belirgin yönlerinden biri, bugün Türkiye devrimci hareketine alınan tavırda kendini somutlamaktadır. PKK, büyük kentlerdeki Kürt emekçi kitlelerinin Türk emekçi kitleleriyle birlikte Türkiye’de devrimci kuvvetler tarafından mücadeleye sürülmesine karşı çok özel bir direnç göstermektedir. HADEP’ten Öcalan’ın Türkiye devrimci hareketi değerlendirmelerine kadar herşey buna hizmet etmektedir. Genel olarak milliyetçi temaların önplana çıkarılması, her yerde Kürt kitlesinin ancak PKK’dan sorulabileceği türünden bir milliyetçi temanın işlenmesi, bütün bunlar aranan çözümlerle bağlantılıdır. Biz bu tür bir arayışı kabul edemeyiz. Ulusal hareketin Kürdistan’da, kendi coğrafyasındaki gelişmesine herhangi bir güçlük çıkarmak bir yana (bu konuda gücümüzün olup olmamasını saklı tutuyorum), dahası buna güçlük çıkaranlara karşı bir ideolojik politik mücadele yürüttük, yürüteceğiz de. Ama ulusal istemler temeli üzerinde, ulusal dava ekseni üzerinde gelişen bir hareketin, büyük kentlerde sınıf mücadelesini yönlendirmek bakımından yapabileceği hiçbir şey yoktur. Nesnel konumu, milliyet kimliğine dayalı politik mücadele platformu, buna aşılmaz bir engeldir. Büyük kentlerdeki Kürt kitleleri içinde, Kürdistan’daki mücadeleye belli bir duygusallıkla da içiçe sınırlı bir politik destek yaratmanın, genel demokrasi mücadelesi içerisinde o desteği belli bir biçimde seferber etmenin ötesinde, yapabileceği fazla birşey yoktur. Nitekim fazla birşey de yapamıyor. Burada Çukurova/Adana bölgesi biraz özel bir istisna olarak ortaya çıkıyor. Bence bu da Çukurova’daki sınıf mücadelesinin geriliğiyle çok bağlantılı bir sonuçtur. Buradaki mücadeleler de gerçekten ancak destek mücadeleleri olarak ortaya çıkabilmektedir.
Büyük kentlerdeki Kürt işçi ve emekçi kitleleri burada toplumun organik bir parçasıdır. Milliyetleri farklıdır onların, ama gettolarda yaşamıyorlar. Kürtlerin ağırlıklı olduğu mahallelerin varlığı çok fazla birşey anlatmıyor. Bazı yörelerden gelenlerin ağırlıkta olduğu mahalleler de vardır büyük kentlerde. Örneğin Erzincanlılar, Yozgatlılar, Sivaslılar vb. gibi... Çoğu kere Kürt mahalleleri de gerçekte aynı zamanda belli kent mensuplarının mahalleleridir.
Büyük kentlerdeki ilerici işçi potansiyelinin önemli bir bölümünü Kürt kitleleri oluşturmaktadır. Eğer biz devrimci siyasal mücadele görevlerinin hakkını vermek durumundaysak, bu iddia ile ortaya çıkıyorsak, tam da bu noktada, milliyetçi şartlanmaya ve darlığa karşı belirgin bir ideolojik ayrım çizgisi çizmek ve metropollerde bunun gerektirdiği mücadeleyi tavizsiz bir biçimde vermek durumundayız. Bu, marksist ilkesel konum bakımından son derece açık bir sorundur. Bu sorun örneğin bolşeviklerde zamanında uzlaşmaz, hatta gerilimli bir mücadelenin konusu da olmuştur. Bu yalnızca ilkesel bir tutumun değil, fakat pratik sınıf mücadelesinin zorunlu bir gereği de olmuştur. Çünkü Rusya’da marksist hareket sınıf kitleleri üzerinde dolaysız bir etkiye ve güce sahiptir. Mücadelede dolaysız olarak taraftır ve sorun onun karşısına dolaysız olarak çıkmıştır. Lenin, sosyal şovenizme karşı verdiği mücadeleyi, gerektiği yerde ezilen ulus milliyetçiliğine karşı da aynı sertlikte vermekte bir an bile tereddüt etmemiştir. Bizim bu konudaki nispi sessizliğimizin ya da bu alandaki pratik görevlerimizi bugüne kadar gereğince üstlenmememizin gerisinde, gerçekte sınıflar mücadelesi alanına etkin bir güç olarak çıkamamamızın ve etkin bir sınıf çalışmasına yönelememizin çok özel bir payı vardır. Ama tam da bu konumu kırmaya çalıştığımız bir evrede, marksist programımızın bütün gereklerini bir bütünlük içerisinde ele almak ve pratikte yerine getirmek sorunuyla yüzyüzeyiz.
Hele de PKK’nın “siyasal çözüm” arayışları içerisinde, bilerek ya da bilmeyerek, fakat izlediği çizgi ile kaçınılmaz olarak Türk ve Kürt emekçileri arasında belli sınır çizgileri çizmeye çalıştığı bir evrede... Bu, büyük kentlerdeki Kürt işçi ve emekçi sınıflarını Türk işçi ve emekçi sınıflarından farklı bir politik tutuma, yani ulusal özlemler, ulusal talepler eksenine oturan bir mücadeleye çekmesinde açık ifadesini bulmaktadır. PKK, Kürt işçilerine ve emekçilerine, Türk burjuvazisine karşı kendi sınıf konumunuzdan devrim ve iktidar mücadelesi yürütün dememektedir. PKK’nın yayınlarında buna ilişkin neredeyse tek kelime yoktur. Büyük kentlerdeki Kürt işçi ve emekçileri Kürt burjuvazisine karşı sınıfsal bir mücadele vermeye de çağrılmamaktadırlar. Bütün sorun, ulusal istemlerle sınırlı bir mücadeleye büyük kentlerden belli bir desteğin verilebilmesidir. Bu ise kirli savaşa karşı demokrasi mücadelesi, yani Kürdistan’daki kirli savaş baskısının hafifletilmesi mücadelesi olarak çıkmaktadır ortaya. PKK’nın bu alanda sınıf mücadelesi perspektifinden uzaklığı, kendini büyük kentlerin Kürt orta sınıflarıyla ve burjuvazisiyle kurduğu ilişkilerde de göstermektedir. Büyük kentlerde legal partilere dayanılmaktadır. Bu partilere Kürt burjuva sınıfları yön vermektedir. Kürt burjuvazisinin sınıf konumunun ifadesi politik perspektifler ışığında hareket etmektedirler bu partiler. Kürt işçi ve emekçi sınıfları da bu partilerde politika yapmaya çağrılmaktadırlar.
Akşamki komisyon tartışmasında açığa çıktı, çok ilginç bir gözlemdir. Büyük kentlerde PKK’nın ideolojik-politik etkisi altında olan Kürt işçi ve emekçi sınıflarının ya da onların büyük kentlerdeki politik temsilcilerinin davranış biçimleriyle, Türkiye devrimci hareketinin reformist kanadının davranış biçimleri bir çok alanda örtüşmektedir. Bundan 34 yıl önceki bir kongrede Tüm Sağ-Sen Diyarbakır temsilcileri komünistlerle ittifak kurmaktan yana iken, Tüm Sağ-Sen’in büyük kentlerdeki “yurtsever” temsilcileri Dev Yol’la ve TDKP’yle ittifak yapmaktadırlar. Bu durum büyük kentlerde politikanın çok büyük ölçüde Kürt orta burjuvazisinin perspektifleri üzerinden sürmesinden kaynaklanmaktadır. Öte yandan Gebze direnişinde Kürt yurtseverliğinin ideolojik politik etkisi altındaki işçiler, oradaki uzlaşma çizgisiyle çok belirgin bir biçimde paralel düşebilmektedirler. “İş-Ekmek-Özgürlük mücadelesi” tipik bir biçimde büyük kentlerdeki yurtsever kitlenin de perspektifidir. Bunlar büyük kentlerdeki devrimci sınıf mücadelesi görevlerine uzak durmaktadırlar. Yalnızca “iş”i, bu çerçevede “ekmeği” tehlikeye girdiğinde, ekonomik istemlerle sınırlı bir mücadeleye destek vermektedirler. Politik ilgileri ise yalnızca Kürdistan’daki savaşa, oradaki mücadeleye ilişkindir. Ve ona ilişkin bir destek çerçevesindedir. Büyük kentlerdeki genel politik mücadeleye karşı ise bir ilgisizlik sözkonusudur. Bu ilgisizlik yakın zamana kadar (son durumu bilmediğim için yakın zamana kadar diyorum) üniversitelerdeki “yurtseverler”in siyasal mücadele karşısında yerine göre “tarafsız” tavır almalarına kadar bile gidip varabiliyordu.
PKK’nın bir süredir Türkiye devrimci hareketine karşı geliştirmekte olduğu tavırdan sözetmiştim. Buna bir kaç nokta daha eklemek istiyorum. Türkiye devrimci hareketi eleştiriyi fazlasıyla hakeden bir harekettir. EKİM’in bunu anlamasında hiçbir güçlük yoktur. Çünkü EKİM yıllardır Türkiye devrimci hareketinin zaafları üzerinden bir mücadele yürütüyor. Tasfiyeciliğe karşı, tasfiyeciliğin değişik görünümlerine karşı sert bir mücadele yürütüyor. Bütün bunlar bunun zaaflı bir hareket olduğu, misyonunu oynayamayan, bundan çok büyük ölçüde uzak olan bir hareket olduğu gerçeğini bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. Bu çerçevede Türkiye devrimci hareketi çok özel bir eleştiriyi hakediyor. PKK’nın bir dönemki eleştirisi bu sınırlar içerisinde kavranabilir bir eleştiriydi. Haklı ve devrimci bir eleştiriydi. Ama son zamanlardaki artık eleştiri değildir, kaba bir düşmanlık yaratmak eğiliminin bir ürünüdür.
Türkiye devrimci hareketi o sınırlı politik propaganda ve ajitasyonunu bile büyük ölçüde Kürt sorunu üzerine yoğunlaştırıyor. Gerçekleşen kitle eylemliliklerinde mümkün mertebe kirli savaşa karşı ve Kürt ulusunun meşru hakları için şiarlar yükseltmeye çalışıyor. Devletin Özgür Ülke şahsında ulusal özgürlük mücadelesinin sesini boğmaya çalıştığı bir saldırı karşısında kararlı bir tam destek veriyor ve imkanlarını seferber ediyor. Özetle, Türkiye devrimci hareketi, Kürt özgürlük mücadelesine karşı görevlerini yerine getirmeye çalışıyor. Ama bugün için Kürt özgürlük mücadelesine aktif bir kitle desteği örgütleyemiyor. Bu açık bir zaaf ve kusur. Ama bu ulusal soruna karşı zayıflığından ya da duyarsızlığından değil, genelde sınıf mücadelesi içindeki zayıflığından geliyor. Genelde kitleleri politik mücadeleye yöneltemediği ölçüde, kitleleri Kürt özgürlük mücadelesine destek için de aktif bir eylemliliğe yöneltemiyor. Bu daha genel bir zaaf. Ama Ali Fırat peşpeşe yazdığı yazılarda, ısrarla Türkiye devrimci hareketinin “Kemalizmin çocuğu” olduğunu, bunun hiçbir istisnası olmadığını, bunların mutlaka ezilip dağıtılması gerektiğini söylüyor. Hatta hatta Türk halkının da zaten kendi önderliklerini beklediklerini, bu önderliği de yerine getireceklerini vb. söylüyor. Burada Türk emekçi kitlelerinin PKK’ya nasıl baktıklarını, PKK’dan ne bekledikleri olgusunu bir yana koyuyorum. Ben bu propagandanın, Türk emekçi sınıflarının önderliğine talip olmaktan çok, bu görünüm içerisinde, Kürt kitleleri ve devrimcileri arasında Türkiye devrimci hareketine karşı kaba önyargılar yaratmaya, ve biraz da araya kalın duvarlar örmeye yönelik olduğunu düşünüyorum.
Sorun, görünüm olarak Türk emekçi sınıflarının önderliğine talip olmak biçiminde konulmak durumundadır. Çünkü bu aynı zamanda büyük kentlerdeki Kürt işçi ve emekçi kitlelerini ikna etmenin de bir yoludur. Büyük kentlerdeki Kürt emekçileri, gerçekten ulusal hareketten duygusal etkilenmişlikleri ne olursa olsun, yanıbaşındaki Türk işçi ve emekçileriyle birlikte mücadele etmek gerektiğini azçok hissedebiliyor. Bu mücadelenin gereklerini henüz belki yerine getiremiyor, ama bunu hissediyor. Kürt işçi ve emekçisinin kafasında bu doğrultuda uyanabilecek bir soru, bence, onun da önderliğini biz yapacağız iddiasıyla karşılanıyor. Tam da bu temel üzerinde, Kürt işçi ve emekçisi üzerindeki ideolojik-politik etki giderek perçinlenmeye çalışılıyor. Ben olayı böyle görüyorum. Bunun kendisi, bizim bugün siyasal mücadele alanına çıkış iddiamıza da bağlı olarak, ezilen ulus milliyetçiliğine karşı açık bir tutumu, gerektiği yerde açık bir mücadeleyi zaten kendiliğinden gündeme getirmektedir. Eğer biz proletaryanın devrimci sınıf önderi olmak iddiasındaysak, kastettiğim şey bu formülasyonun içinden bile çok rahat anlaşılabilinir. Bu iddia bunu zaten ayrıca gerektirmektedir.
Son bir sorun var. Bunu özel bir sorun, biraz da bir ayrıntı sayıyorum. Ama politik öneminin sanıldığı kadar da bir ayrıntıyı ifade etmediğini düşünüyorum. PKK’nın metropollerdeki bazı kör terör eylemlerine karşı da bir tavır almak zorundayız. Bu tür eylemleri asla kabul edemeyiz. Bunlar zorunlu eylemler değildir, yapılmak zorunda değildir. Hiçbir yararı olmadığı gibi, beklenenin tam tersi sonuçları olmaktadır. Böyle eylemler yapıldığı ve PKK’nın gerçek dostları da bunları eleştirmediği ölçüde, bu alanda devrimci bir baskı ve denetim imkanı kaybolmaktadır. Bu hatada ısrar edilmektedir. Dahası PKK bu hatalı çizgisinin örneklerini sadece metropollerde değil, fakat yıllardır Kürdistan’da da sergilemektedir. Bu hatanın Türk emekçi kitleler üzerindeki etkisi son derece olumsuz olmaktadır. Bu bizim Türk emekçi sınıflarına karşı görevlerimizi gerçekleştirmemizi ayrıca zora sokmaktadır. Biz sivil kalabalıkların bulunduğu yerlere bomba konulmasını asla kabul edemeyiz. Devrimci ölçülerden hareket ettiğimiz sürece, bütün bunları hiçbir biçimde meşru kabul edemeyiz. Elbette bunları hedef alan çok özel bir teşhir yürütmeyiz, mesele bu değil. Ama bu tutumu ideolojik olarak mahkum ederiz. Bunun yolaçtığı politik sonuçlar konusunda devrimci uyarı görevimizi ısrarla yerine getiririz. Türk emekçi kitleleri buna karşı tavrımızı sordukları bir noktada ise, biz esas olarak vurgumuzu Kürt ulusunun haklı mücadelesine, meşru taleplerine, Türk emekçisinin Kürt halkına karşı görevlerine çekmekle birlikte, böyle eylemleri tasvip etmediğimizi de açık bir dille belirtiriz, belirtmek zorundayız.
Bütün bu söylediklerimin kapsamından kendiliğinden çıkıyor; biz, Kürt burjuvazisinin legal partilerine (HEP, DEP, HADEP) karşı da açık bir ideolojik-politik tavır almak durumundayız. Kuşkusuz demokrasi mücadelesi içerisinde onlarla yanyana, paralel düşeceğimiz durumlar vardır, bunu kastetmiyorum. Bu noktada Kürt orta sınıflarının kendi ulusal özgürlük mücadelelerinin bir parçası olmalarından gelen ayrı bir konumu vardır. Ama biz büyük kentlerin Kürt işçi ve emekçi sınıfları içinde, bu partilere egemen politikanın Kürt işçisi ya da emekçisinin sınıf politikası olmadığını, bu politikanın Kürt burjuvazisinin ulusal soruna ilişkin çıkarlarına ve konumuna denk düştüğünü açık bir dille anlatmak göreviyle de yüzyüzeyiz. Bu sorun 20 Temmuz Dersleri’nde öncü işçi gerçeği irdelenirken ele alınmaktadır. Bu meselenin üzerine gidilmesi, bu alandaki mücadelenin artık üstlenilmesi gerektiği belirtilmektedir.
Bir de Sürgünde Kürt Parlamentosu sorunu vardır. Daha özel bir konudur. Ben bu parlamentoya karşı ikili bir tavır alınabileceğini düşünüyorum. İkili tavrın bir yönü şudur; Kürt halkının ulusal demokratik bir mücadelesi vardır; bu mücadele çerçevesinde çeşitli ulusal demokratik platformlarda kurumlaşması tümüyle meşru ve son derece doğaldır. Sürgün parlamentosu bunun bir biçimidir, genel ulusal demokratik gelişmenin bir parçasıdır. Demokratik ulusal karakterli bir meclistir. Kürt halkının böyle kurumlaşmalara gitmesi onun meşru bir hakkıdır. Biz bu oluşumu bu demokratik yönüyle destekleriz. Ama bu demokratik muhtevanın burjuva demokratik bir muhteva olduğunu, dahası somutta meclisin gerek oluşum biçimi, gerek yapısı ve bileşimi, gerek işleyiş biçimi, gerekse önüne koyduğu politik platform bakımından, tipik bir burjuva ulusal demokratik meclisi olduğu gerçeğini de gözden kaçırmayız. PKK, bu meclisi kitlelere ve uluslararası kamuoyuna Kürt halkının meşru temsilcisi olarak sunuyor. Bu “ulusal meclis” imajından, kimliğinden giderek politik-diplomatik açılımlar yapmak istiyor. Ama gerçekte PKK’nın mücadelesi içerisinde yalnızca çok özel bir taktik alandır. Yerine göre bir taktik ayrıntıya da dönüşebiliyor ve bir yana itilebiliyor. 1992’deki ilk sürgün parlamentosu buna somut bir örnektir. Ama Türkiye devrimci hareketinin bu konudaki zayıflığı, (mesela geçmişte, ilk meclisi devrimci açıdan eleştiren, ama bu ikinci meclisi “Kürt Ulusal Özgürlük Mücadelesinde Yeni Bir Atılım” manşetiyle selamlayanların tutumu) biliniyor. Oysa 1992’deki ilk parlamento belli bakımlardan çok daha ileri bir konumdaydı. Avrupa’daki Kürt kitlelerinin (yaklaşık 80100 bin kişinin) seçim sandıkları kurarak oylarını kullanması temeli üzerinde oluşmuş bir parlamentoydu. Bu yönüyle o da burjuva bir meclisti, ama kitlelerin oyuna dayanıyordu. Oysa bu yeni meclis kuruluşu bakımından, yalnızca bir takım Kürt ilerici burjuva çevre ve kuruluşların (ki bunların bir kısmının ulusal sorun karşısındaki tutumu dışında ilericiliği de tartışılır) temsilcilerinden ve tümüyle tepeden oluşan bir meclistir. Bir programı vardır; PKKPSK Protokolü’nden çok daha geridir, emperyalist dünyanın müdahalesine açık bir programdır bu.
PKK kendi genel mücadelesi içerisinde sürgün parlamentosunu taktik bir imkan olarak görüyor ve değerlendiriyor. Ama yeri geldiğinde, böyle meclisleri bir yana itmesini de biliyor. 1992’de oluşan eski parlamento nerededir diye sorulduğunda, kimsenin verebileceği bir yanıt yoktur. Bu aynı meclisin, PKK’nın politikasıyla çeliştiği bir noktada, aynı akibeti yaşamaması için de hiçbir neden ya da güvence yoktur. Ama PKK, onu bugünkü şekliyle, “Kürt halkının iradesinin en üst düzeyi” olarak sunabiliyor. Gerçi bunun üstünde yeralacak bir “ulusal kongre”yi saklı tutuyor. Ama bugün, hiç değilse dünya kamuoyu karşısında, bunu Kürt halkının meşru iradesinin bir temsili olarak sunuyor. Bu cömert propagandayı yaparken kuşkusuz bu meclisteki politik denetimine güveniyor. Ama bu politik denetimin her an kırılması, zayıflaması, bir ihtilafla karşılaşması ihtimali vardır. Böyle bir durumda ise, PKK, bugün “ulusal irade” saydığı bir oluşumu, bir taktik ayrıntı olarak bir yana bırakmak yoluna gidebiliyor.
Ama biz bir ulusal demokratik hareketin, özellikle de “reel politika” içerisinde attığı taktik adımların, bir takım taktik manevraların basit destekçileri olamayız. Bizim sorunumuz bu meclisin PKK’nın mücadelesi içerisinde bir yer tutup tutmadığı değildir. Bizim için sorun şudur ki, bu meclisin yeri geldiğinde bir taktik ayrıntıya dönüşebilmesi ihtimalinin gerisinde onun köksüzlüğü vardır. Oluşturulma biçimi ve kullanım amacı vardır. Bu meclisin oluşum tarzına, temsil gücüne, temsil özelliklerine, programına bakıldığında, bu bir Kürt burjuva meclisidir. Aslında PKK’nın Kürt burjuvazisinin uluslararası politikada oynayabileceği rolden yararlanma perspektifinin bir ürünüdür. Kürt halkının iradesinin gerçek temsilcisi olacak örgütlenmeler ve oluşumlar (meclis ya da bir başka isim altında olabilir; komite, konsey, ulusal kurtuluş platformları, vb.), ancak Kürdistan’daki mücadelenin kendi içinden fışkırabilir, oradan oluşup gelişebilir. Bu meclisin ise böyle bir özelliği yoktur. Sürgündeki Kürt burjuva öğelerden oluşturulmuş ve diplomatik sahada belli açılımlar yapmak, özellikle emperyalist dünyanın PKK’ya ilişkin “terörist” nitelemesiyle ördüğü duvarları parçalamak, diplomatik alana sızmak için oluşturulmuş bir özel politik platformdur. Bunu böyle çözümlemeli ve anlamalıyız. Ama bunu ille de bu şekliyle koymak, böyle tartışmak çok da gerekli değildir. Oluşum biçimi ve platformu onun kimliğini veriyorsa eğer, biz bu yönünden giderek meseleleri ortaya koyarız.
Yoldaşın arada sorduğu soruya gelince. Ulusal programımızın bir bütün olduğunu, bu programın özellikle ezilen ulusun haklı mücadelesine, meşru taleplerine ilişkin olan yönüne, buna ilişkin olan alanına dair görevlerimizi bugüne kadar yerine getirmeye çalıştığımızı, bu konuda ilkesel ve politik tutumda herhangi bir zorlanma yaşamadığımızı söylemiştim. Şovenizme karşı mücadele, kirli savaşa karşı mücadele, Kürt halkının haklı ve meşru taleplerini Türk emekçi sınıfları içerisinde yaygınlaştırmak ve onların desteğini örgütlemek mücadelesi... Bunlar bizim her günkü, her anki mücadelemizin bir parçası. Merkez Yayın Organı’mızda sık sık, döne döne, Türkiye işçi sınıfı içindeki mücadelede şovenizme karşı mücadelenin çok özel bir alan olduğu, yürütülen çalışmada çok özel bir yer tutması gerektiği vurgusu yapılmıştır. Ama tarihin her evresinde ulusal harekete karşı tutum iki yönlüdür. Bu ikili yönün gerektirdiği mücadelenin kucaklanamadığı noktada, ya sosyal şovenizme ya da ezilen ulus milliyetçiliği karşısında teslimiyete düşülür. Birincisi egemen burjuvazinin yedeğine; ikincisi, ezilen ulusun işçi ve emekçi kitlelerinin kendi burjuvazisiyle birleşmesine seyirci kalmaya götürür. Bu mücadele bu bütünlüğü içerisinde kavranamadığı sürece, bu konuda sağlam devrimci sınıf tutumundan sözetmek mümkün değildir. Orada bir enternasyonalizm belki yine vardır. Ama asla proleter enternasyonalizmi değildir. Sosyalizmin çıkarlarını, proletaryanın temel tarihsel perspektiflerini başa koyan bir bakışaçısı değildir. Bizim bu konudaki programatik metnimiz yeterince açıktır. Ben onu bu yaptığım açıklamaların son bölümüne eklemek de istiyorum. Belki buna ilişkin başka pasajlar da vardır. Ben göz gezdirirken görebildiğim ilk pasajdan okuyorum:
“Bu komünistlerin ulusal soruna ilişkin ikili, iki yönlü görevleri olduğu anlamına gelir. Bu iki yönlü görev, farklı sınıflardan oluşan bir ulusun ulusal meşru hakları ile ayrı bir sınıf olarak proletaryanın kendi bağımsız sınıf çıkarları ve amaçları arasındaki farklılıktan doğar. Bu farklılığın ortaya çıkardığı en kritik sorunlardan biri, bir devletin sınırları içinde ezen-ezilen tüm uluslardan ve azınlık milliyetlerden işçilerin her düzeyde mücadele ve örgüt birliğidir. Bu ulusal soruna ilişkin marksist programın temel ilkelerinden biridir. Lenin’in sözleriyle, “Marksizmin ulusal programıyla, en ‘ileri’ türden burjuva ulusal programı arasındaki temel fark tam da buradadır”. Çok uluslu belirli bir devletin sınırları içinde proletaryanın temel sınıf çıkarları ve sosyalizm amacı, farklı ulusal topluluklardan işçilerin en tam ve en sıkı birliğini gerektirir. Oysa aynı devletin sınırları içinde kendini ulusal sorun temeli üzerinde ifade etmiş bir hareket, ulusal sorunun bu platformdan olanaklı olabilecek en devrimci ele alınışını başarabilse bile, farklı uluslardan işçilerin birliğini sağlayamayacağı gibi, konumunun doğası gereği bu birliği böler. Zira ulusal istemlerin en devrimci bir ele alınışı bile, kendi başına işçiler için birleştirici bir temel oluşturmaz. Ancak ortak sınıf çıkarları ve amaçları üzerine oturtulmuş, onun bir parçası olarak ele alınmış ve onunla uyumlulaştırılmış bir ‘ulusal program’dır ki, farklı uluslardan işçiler için birleştirici ve kaynaştırıcı bir zemin olabilir.
“Kuşkusuz proletaryanın mücadele ve örgüt birliği, soruna marksist dünya görüşünden ve proletaryanın sınıf amaçlarından bakmanın ortaya çıkardığı bir genel ilkedir. Bunu pratikte başarıyla gerçekleştirebilmek ise, ulusal baskıya ve eşitsizliklere karşı mücadele etmek, ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkı doğrultusunda içtenlikle ve kararlılıkla mücadele etmek ölçüsünde olanaklıdır. Bu mücadele olmaksızın, ezen ulusa karşı haklı bir güvensizlik ve kendi ulusunun meşru hakları konusundaki haklı bir hassasiyet içinde olan ezilen ulusa mensup bir işçinin, ezilen ulus milliyetçiliğinin tuzağına düşmesini, sınıfsal ülküleri ulusal ülkülere feda etmesini önlemek olanaksızdır. Bu durum, ulusal soruna ilişkin marksist programın bir bütün olduğunu, onun ortaya çıkardığı ikili görevlerin de bu bütünlüğün içinde kavranması gerektiğini gösterir.
“Türkiye devrimci hareketinin yakın geçmişteki deneyimi ile bugünkü deneyimi birarada ele alındığında, ulusal sorunun marksist ele alınışına ilişkin önemli çarpıklıklardan birisinin, kendini bu ikili görevin bütünlüğünü doğru kuramamakta gösterdiği görülür.” (Kürt Ulusal Sorunu, Eksen Yayıncılık, s.53,54)
Devamını okumak istemiyorum. Kürt ulusunun haklı ve meşru istemlerini savunmak, bu temel üzerinde yürüyen mücadeleye tam destek vermek, bu mücadeleye yönelen saldırıları göğüslemek, Türk işçi ve emekçilerini bu mücadele konusunda aydınlatmak ve harekete geçirmeye çalışmak, bütün bunlar ezilen ulusa karşı görevlerdir. Aynı zamanda bunlar, ezen ulus şovenizmine, ezen ulus egemenliğine karşı, iki ulus arasındaki varolan eşitsizliğe karşı kararlı bir mücadele demektir.
Ezilen ulus milliyetçiliğinin taşıdığı haklı demokratik muhteva, ilkesel bakımdan da pratik bakımdan da tümüyle açıktır. Milliyetçi ideolojik biçimler içinde sürüyor olsa bile, ezilen ulusun özgürlük mücadelesinin haklılığı ve meşruluğu tartışmasızdır. Bu mücadelenin ideolojik biçimi milliyetçiliktir, ama haklılığı ölçüsünde ve demokratik muhtevası nedeniyle biz onu politik planda “yurtseverlik” olarak tanımlıyoruz. Haklı ve meşru olduğunu vurguluyoruz. Elbette ki kendi ulusal kimliği, ulusal hakları, ulusal kültürü, devlet kurma da dahil kendi ulusunun siyasal hakları için mücadele etmektedir. Onun haklı devrimci demokratik muhtevası zaten buradadır. Ama bunun ezilen ulus işçi ve emekçileri üzerindeki ideolojik yansıması, milliyetçilik olarak kendini gösterir. Kendini milli sınırlar içerisinde, milli dava ekseninde ifade eder. Ama bir Kürt işçisi, bir Kürt emekçisi meseleyi bu eksen etrafında ifade edemez. Bu sorun aslında yarın bizim karşımıza Türk devletinin bugünkü sınırlarının genelinde çıkacaktır. Kürdistan da içinde “Misaki milli” sınırları içerisindeki toplam Türkiye’yi kastediyorum.
Bizim çok temel bir tezimizdir. Biz Kürt ulusunun temel haklarını savunuruz; ama biz, Kürt ulusunun temel sınıflardan oluştuğunu asla unutmayız. Biz Kürt ulusunun ulusal istemlerini savunuruz; ama biz, bu ulusun toplam olarak ezen ve ezilen sınıflardan, mülk sahibi ve emekçi sınıflardan oluştuğunu unutmayız. Eğer Kürdistan’daki ulusal sorun, eşitsiz gelişmenin de bir sonucu olarak, kendine daha ileri bir devrimci sürecin içinde bulmuşsa, o daha ileri devrimci sürecin imkanlarını bu doğrultuda kullanmaya çalışırız. Bu sorunu tam da proleter devrim ekseninde kullanmaya çalışırız.
Ekim Devrimi bu konuda başarılı bir tarihsel örnek olmuş ve zengin bir deneyim biriktirmiştir. Farkı yalnızca şuradadır; Ekim Devrimi’nde proletarya, politik bakımdan ileri bir gelişmişlik düzeyine ulaşmış ve bütün öteki devrimci dinamiklerden önce, Rusya’nın büyük kentlerinde iktidarı almayı başaracak bir politik aktivite ve öncülük gösterebilmiştir. Tam da bu sayede, köylülüğün toprak ve özgürlüğe dayalı demokratik hareketini olduğu kadar ezilen ulusların özgürlük hareketini de kendi iktidar eksenine bağlamayı başarabilmiştir. Ve bu sorun, zaten genel tarihsel akışı içerisinde bu çerçevede çözümünü bulmuştur.
Oysa bugünün Türkiye’sinde, bugün içinden geçmekte olduğumuz tarihsel evrede, ulusal özgürlük mücadelesi tersinden bir eşitsiz gelişmeyle, bu toplumun modern ilişkileri içerisinde en ileri yeri tutan sınıftan daha erken bir zamanda, kendisini oluşturabilmiş, geliştirebilmiş, belli bir sosyal-siyasal kuvvete ulaştırabilmiştir. Bu tersten eşitsiz gelişmenin bugün için ortaya değişik bir durum çıkardığını, ama bu durumun ilkesel kavrayışı bozmaması gerektiğini, yalnızca sorunlara politik yaklaşımlarda farklılıklar getirdiğini söylüyoruz. Tam da bu çerçevede, Türkiye’nin metropollerinde işçi sınıfını örgütleyip kendi politik amaçları doğrultusunda devrimcileştiremediğimiz sürece, kendi dinamikleriyle harekete geçmiş bulunan ve bizim kendisine karşı iktidar mücadelesi verdiğimiz bir sınıfın sömürgeci egemenliğini sarsan bir hareketi, kendi toprağı üzerinde zora sokmanın bir anlam taşımadığını anlatmaya çalışıyoruz. Dersim olayları sırasındaki tartışmalarda da bizim döne döne hep vurgulamaya çalıştığımız şey bu oldu. Ama Türkiye işçi sınıfı iktidar alternatifi bir kuvvet olarak kendini geliştirmeye, toplumda politik bir ağırlık kurmaya başladığında, biz Kürdistan’daki emekçi kitleleri Türkiye işçi sınıfının dolaysız etkisi altına almaya çalışırız. Orası Kürdistan toplumudur, meşru ulusal temsilcisi de ulusal harekettir türünden daha şimdiden seslendirilen milliyetçi argümanlara aldırmayız. Böyle bir gelişme aşamasında bunu asla tanımayız. Biz orada kendi programımızı Kürt ve Türk işçi ve emekçi sınıflarına taşımaya çalışırız. Dahası proleter devrimimizin gücüne, imkanlarına, uluslararası koşullarına ve Kürt sorununun bölünmüşlüğünün getirdiği imkanlara da bağlı olarak, kendi programımızın öteki parçalardaki Kürt emekçi kitleleriyle kuracağı bağın da imkanları üzerinden, ünlü “Misakı milli” sınırları dışına da taşırmaya çalışırız. Biz tüm bunları daha önce de yazdık ve söyledik...
Kazım: Sorunun ilkesel çerçevesi bence son derece açık. Bizim 1. Genel Konferans belgelerimizde var. Yalnız şöyle bir sorun var. Sorunun ilkesel çerçevesi ile onu somut pratik politika haline getirmek, yani taktiklerde bunu çeşitli biçimlerle ifade etmek arasında, bu ikisi arasında ilişki kurmak oldukça güç ve karmaşık bir sorun. PKK’nın katettiği gelişme düzeyi bu karmaşıklığı ve güçlüğü biraz daha arttıran bir etken.
Bence bunun bir kaç temel nedeni var. Bir tanesi Türkiye devrimci hareketinin tarihidir. Son birkaç yılı bir kenara bırakmak gerekirse, kirli bir tarihtir bu. Ş. Hüsnü’den bugüne kadar kelimenin gerçek anlamıyla sosyalşoven bir tarihtir bu. ‘70’li hareket bile bir yerde böyle tanımlanabilir diye düşünüyorum. Son yıllardaki ideolojik tutum dışında, Türkiye sol hareketi Kürt ulusal hareketine karşı kendi politik görevlerini yerine getirebilmiş değildir. Çok ciddi zaaflarla karşı karşıyadır. Somut bir örnektir; PKK ateşkes süreciyle birlikte siyasal çözüm önerisini gündeme getirdiği zaman, Türkiye sol hareketinin bazı kesimleri PKK’nın güçlerinin nasıl dağılacağı ve bu güçlerin nasıl paylaşılacağı üzerine çok garip tartışmalar yürütebildiler. Devrimci hareketin bugüne kadarki en anlamlı tutumu, legal günlük gazetenin bombalanması sırasında aldığı tutumdur. Bunu kendi içerisinde kuşkusuz anlamlı bir manevi değeri vardır. Ama ilkesel planda Kürt sorununa karşı takındıkları tutum bir kenara bırakılırsa, pratik görevler açısından ne Türkiye devrimine karşı, ne de Kürt hareketine karşı görevlerini yerine getirememiştir. Sözünü ettiğim karmaşıklığı yaratan etkenlerden bir tanesi budur.
Bir diğeri, Türkiye işçi sınıfının en belirgin özelliklerinden birisi, Kürt sorunu konusunda Türk milliyetçisi bir zihniyetle eğitilmiş olmasıdır. Önemli bir etkendir bu. Tarihi boyunca öndersiz ve örgütsüz olduğu için de, Kürt sorunu konusunda bırakalım enternasyonalist tutumu, demokrat bir tutum almayı dahi başaramamıştır. Son yılların işçi eylemlerinde henüz zayıf bir şekilde “Yaşasın halkların kardeşliği” sloganının atılmaya başlanmış olması da elbette olumluluk hanesine yazılabilir. Ama henüz bu kadar...
Bir diğer etken, biz de bütün çabamıza rağmen, bilinen nedenlerden dolayı, Kürt sorununa karşı gerçekten pratik planda görevlerimizi yapmayı başarabilmiş bir hareket değiliz. Bu konuda söylediklerimiz son derece anlamlıdır, ama politik mücadele alanında etkin bir güç haline gelemediğimiz ölçüde, bunu pratikleştirmek belli bir zorluk taşıyor.
Bütün bunlar gözetildiğinde, bugün ona karşı ideolojik mücadeleyi bahsedilen nedenlerden dolayı öne çıkardığımızda, gerçekten tutumumuz doğru anlaşılabilecek midir? Böyle bir zorluk vardır ortada. Şundan dolayı doğru anlaşılabilir mi diye düşünüyorum. Sorunun anlaşılmasını kolaylaştırmak açısından söylüyorum. Türk işçisinin Kürt sorununda bilinen politik pozisyona sahip olduğu, burjuva zihniyetin egemenliğinin olduğu bir yerde, bizim aldığımız bu tutum, bizim niyetimiz ne olursa olsun, nesnel olarak onların zihinlerinde nasıl bir etki alanı yaratacaktır?
Bir diğeri, gerçekten görevlerin yerine getirilemediği bir yerde, Kürt işçileri veya Kürt halkı bizim tutumumuzu ne kadar anlayabilecektir? Mesela evrensel bir ilkedir. Uluslar arasında bir güvensizlik varsa, proletarya pratik bir kuvvet haline gelip kendi enternasyonalist görevlerini yerine getiremediği sürece, bu güvensizlik kolay aşılabilir bir sorun değildir. Bunun kendisi de onu güçleştiriyor.
Kuşkusuz sorunun ilkesel planda nasıl ortaya konulacağı açıktır. Ama bizim tutumumuzu bu noktada güçleştiren başka etkenler de var. Örneğin bence TDKP’nin tutumu, adı ne konulursa konulsun, inceltilmiş bir Kemalizmden başka birşey değildir. Bu noktada Kürt ulusal hareketinin Türkiye sol hareketine ilişkin yaptığı tanımlamaların, devrimci radikal kesimi bir kenara bırakılırsa, yerine oturduğunu da düşünüyorum. Dev-Yol Türk milliyetçisi bir siyasal akımdır. İP/Aydınlık bir ihanet akımıdır. Böyle başkaları da vardır.
Cihan: Senin saydıklarının hepsi tasfiyeci reformistlerdir. Ulusal sorun konusunda tutarsızlık göstermeleri, dahası İP örneğinde olduğu gibi kemalist sosyal şoven bir tutum izlemeleri son derece doğaldır.
Kazım: Bir örnek vermek istiyorum. Mesela bugünkü devrimci gruplardan biri, daha iki yıl önce, “PKK dağılacak, biz PKK’nın bu güçlerini acaba nasıl örgütleyebiliriz” diye utanç verici bir tutuma girebilmiştir. Türk milliyetçiliğine karşı son derece zayıf olduklarını göstermiş siyasal akımlardır bunlar. Bu koşullarda, bizim bu tutumumuzun gerçekten anlaşılabilmesinde belli güçlükler olduğunu düşünüyorum.
Diğer bir nokta özel bir ayrıntıdır, ama bunu tamamlayan bir etkendir. PKK metropollerde çeşitli eylemler yapıyor ve bunu gerekçelendiriyor. Bunların başıbozuk eylemler olduğu kuşkusuz. Ama bunun dışında, ilkesel planda, bir ulusal hareketin kendi ulusunu imhaya yönelmiş bir devlete, değişik politikaları ve her türlü aracı kullanarak yönelmesi ve onu etkisizleştirmesi meşrudur. Bir yerde Vakko’yu yakar, başka bir yerde köprüyü havaya uçurur. Bu son derece meşrudur. Bunun karşısında kuşkusuz başıbozuk eylemler vardır. Bu eylemlere karşı tutum almanın, saydığım diğer etkenlerle beraber düşünüldüğünde, işimizi güçleştireceğini düşünüyorum.
Bütün bunlarla beraber düşünüldüğünde, sürgünde parlamento sorununun da şöyle bir güçlüğü vardır. Ulusal meclis taktik amaçlıdır, bir yönü budur. Ama öte yandan da, Kürdistan’da halkın dinamikleriyle bir devrimci meclis yaratmak konusunda nesnel güçlükleri de vardır bu hareketin. Örneğin, iktidarı alma noktasına geldiği zaman zaten iktidar organları olarak ortaya çıkartır. Ama bugünkü koşullarda nasıl başaracaktır bunu? Bir yerde olanaklı değildir.
Cihan: İyi ama, köylerde, kasabalarda, kentlerde komiteleri, milisleri var ulusal hareketin. Pekala onların temsilcilerinden seçilerek de oluşturulabilir. Bunun bütün kitlelerin genel oyuyla olması gerekmiyor ki. Kaldı ki devrim süreci içinde bu zaten genel oyla olmaz. Bu oluşumlar mücadele içindeki kitlelerin dinamik örgütlenmeleri olarak çıkar ortaya.
Bugünkü meclis ise Kürt burjuvazisinin dışarıya sığınmış temsilcilerinden oluşuyor. Tam da PKK’nın “terörist” nitelemesiyle kuşatmaya alındığı bir noktada, bu kuşatmayı yarmak gibi dar amaçlara hizmet ediyor.
Kazım: Ama şöyle bir yönü var. Bu bir ulusal hareket. Kendi ulusal burjuvazisiyle ittifaka girmesinin zaten anlaşılır nedenleri var. Bu son derece doğal.
Cihan: Ben demokratik bir yön taşıdığını zaten söylüyorum.
Helin: Doğal olması savunmamızı gerektirmiyor ki.
Kazım: Elbette savunmamızı gerektirmez. Kuşkusuz, biz bu harekete, proletaryanın sınıf perspektiflerine niye uygun davranmıyorsun, sen niye marksist bir tutum takınmıyorsun diyemeyiz. Bu başka birşey. Ama ona karşı çıkmak daha başka birşey.
Cihan: Hayır, sorunu ikili yönü içinde almak durumundasın. Böyle sorunlarda hep bu ikili yönünü gözetmek durumundasın.
Mesut: Bazı şeyler doğal olarak bir tedirginlik alanı yaratıyor. Belli yeni unsurlara da bağlı olarak ulusal hareketteki son gelişmeler ile hareketimizin sınıf hareketine müdahale sorunları ve partileşme iddiası çerçevesinde aldığı mesafe, önümüze bazı yeni görevler çıkarıyor. Daha çok birinci nedene dayanarak biz, belki de ilk kez bu kapsamda, sorunun ilkesel çerçevesinin tartışmakta olduğumuz yönüne çubuğu daha net bir biçimde büküyoruz. Burada ulusal hareketin belli reformist yönelimlere girmesi, bu yönelimlerle bağlantılı olarak da Kürt işçi ve emekçilerini ezilen ulus milliyetçiliği temelinde örgütleme çabası var. Şimdi çubuğu bükmek, sorunun bu yanını özellikle belirtmek çabası, bizim bütünsel yaklaşımımızla bugüne kadar şovenizme karşı mücadeleye verilen önem ve bundan sonra da onun belirleyici bir politik çizgi olacağı konusunda, çok da isabetli olmayan bir endişe alanı yaratıyor. Sanıyorum sorunun yoldaşlar tarafından altı çizilmek istenen yönü budur.
Bir de pratik politika alanında gerçekten bir zorluk vardır. Bu nasıl bir zorluktur? Birincisi, gelişkin bir işçi hareketliliği yoktur. İkincisi, PKK “siyasal çözüm” arayışı çerçevesinde reformizme yöneliyor, ama PKK’nın reformizme yöneldiği koşullarda ona alternatif olabilen ve devrimci çözümde ısrar eden ciddi bir devrimci Kürt hareketliliği de yoktur. Bir tür nesnel gelişmenin gelip dayandığı bir “siyasal çözüm” çerçevesi vardır. Aydınlık vb. başta olmak üzere bazı gruplar buna; işte emperyalizmle işbirliği yapıyor, emperyalizmin burada konumlanmasını sağlıyor, biçiminde yaklaşıyor. PKK’yı emperyalizmin bir aleti konumunda göstermek ve antiemperyalist mücadele kisvesi altında, Kürt ulusal hareketinin meşru ulusal haklarına sahip çıkmak ve şovenizme karşı mücadele etmek temel görevini gölgede bırakır bir tarzda, anti-PKK’cılık yapılıyor. Ki yalnızca İP/Aydınlık değil, fakat TDKP de yer yer bunu bu şekilde ele alıyor, bu şekilde kullanıyor. Bizim kuşkusuz ilkesel çerçevede bu sorunlara nasıl baktığımız bellidir ve yeni gelişmelerin ortaya çıkardığı sorunlara ve görevlere bunun ışığında yaklaşmak durumundayız. Biz bu reformist yönelimin Kürt halkının ulusal kurtuluşunun sağlanması açısından bir çözüm olmayacağını, düzen içi bir çözüm olacağını, onu yeni bir esaret biçiminin beklediğini vurgulamak durumundayız. Bu konuda Kürt emekçi kitlelerini uyarmak, onlarda devrimci bir çözüme yeniden yönelme potansiyeli varsa onu teşvik etmek, onların bu tür bir yönelişin payandası haline getirilme çabalarına karşı çıkmak, tüm bu konularda açık bir politik tutum almak zorundayız. Ama bunu İP/Aydınlık ya da TDKP’nin yaptığı gibi gerici bir tarzda ele almayacağımız da açıktır. Biz ayrım noktalarımızı net bir biçimde çizeceğiz.
İlkesel çerçevede kuşkusuz söyleyeceğimizi söyleyeceğiz. Kürt işçilerine Kürt ulusal mücadelesi ile işçi sınıfının birliğinin önemini anlatacağız. Küçük-burjuva milliyetçiliğinin gölgesi altına girmenin anlamını anlatacağız. Kürt ezilen ulus milliyetçiliğinin sınıf hareketinin mücadele ve örgüt birliğini zaafa uğratma girişimlerinin olduğu her yerde, ilkesel düzeyde ve politik taktik tutum çerçevesinde buna müdahale edeceğiz, bununla mücadele edeceğiz. Bunun dışında elbette Kürt ulusal mücadelesinin haklılığını ve meşruluğunu savunmayı temel bir çizgi olarak sürdüreceğiz, bir. İki, “siyasal çözüm”ün anlamını kitlelere anlatacağız. Bunun devrimci bir mücadele perspektifinden uzaklaşmak olduğunu, Kürt halkının gerçek kurtuluşunu sağlamayacağını, reformcu bir yöneliş olduğunu anlatacağız.
Fakat şöyle bir durum daha farklıdır. Talabani ve Barzani’nin girişimi gerçekten gerici bir girişimdir. Sen onun emperyalizmin bir uydusu, bir aracı haline geldiğini söylüyorsun. Ama bugün PKK’nın konumu kesinlikle aynı değildir. Ona karşı izlenecek politik tutum bu çerçevede tümüyle farklıdır. Bir işçi hareketliliği olur, bir devrimci gelişme yaşanır. Bu noktada reformist gelişmeyle devrimci gelişme belirgin biçimde karşı karşıya gelir. Böyle bir durumda reformizme karşı alacağımız tutum, onun taşıdığı politik anlamı ifade ediş ve ona vuruş biçimimiz farklıdır. Ama böyle bir gelişmenin olmadığı koşullarda, gerçekten biraz nesnel bir dayatma olarak ortaya çıkan bir süreçse eğer, buna ilişkin politik tutumda, ilkesel düzeydeki açıklığı sürekli vurgu konusu yapmak, Kürt kitlelerini sürekli uyarmak çabası dışında, PKK’yı politik bir hasım olarak karşımıza alamayız bugünkü koşullar içerisinde.
Kazım: Zaten yapıyorduk, bu konuda açıklıyorduk sürekli...
Mesut: Yapıyorduk ama şimdi bir takım yeni gelişmeler var. Cihan yoldaş bu gelişmeler karşısında, özellikle bu sorunlar konusunda alacağımız tutumu ifade ediyor. Bu, PKK’da belli bir dönemden beri varolan yönelişin gelinen yerde biraz daha şekillenmesidir aslında.
Cihan: Ben bazı yoldaşların gösterdiği hassasiyeti olumlu karşılıyorum. Şovenizme karşı tutumda bu özel hassasiyetin kuşkusuz bir anlamı ve önemi vardır. Ama ulusal soruna dair bütünsel bir Marksist-leninist programın gereklerinin karşıt iki tutum olarak anlaşılmasını anlamakta güçlük çekiyorum. Bugün için özellikle vurguladığımız görevler aynı tutumumuzun yalnızca bir uzantısı ve bütünleyicisidir. Ama düne kadar pratik politika bakımından bizim önümüze çok özel bir zorunluluk olarak çıkmamıştır, gündemimize gelmemiştir, bu bir.
İkincisi, Mesut yoldaşın yaptığı özet kuşkusuz önemlidir. “Siyasal çözüm” karşısında bizim alacağımız genel tavır, sorunun bu yönü elbette çok önemlidir. Ama benim vurgulamamda özel önem taşıyan bir yön daha vardır. Ben genelde PKK’nın “siyasal çözüm” yönelimine karşı tavrın yanısıra, ezilen ulus milliyetçiliğinin işçi ve emekçiler üzerindeki etkisini kırmanın, Türkiye işçi sınıfını örgütleme misyonuyla ortaya çıkmış bir hareket olarak bizim için bir pratik sorun, bir politik görev haline geldiğini söylüyorum. Bu görev dün de, PKK’nın henüz “siyasal çözüm”e yönelmediği, devrimci ulusal bir çizgide kendi mücadelesini derinleştirdiği bir dönemde de son derece önemliydi. Çünkü bu etki metropollerde işçi ve emekçilerin birleşik mücadelesini zaafa uğratıyor. Bugünkü geri iktisadi mücadeleyi belki bölmüyor. Ama politik mücadele politik biçimlenmeleri, öncü partiler etrafında birleşmeleri beraberinde getirecektir. O noktada biz zaten PKK’yla karşı karşıya gelmek durumundayız.
Mesut: Elbette, ben, PKK “siyasal çözüm”e yöneldiği için artık bu sorun gündeme gelmiştir anlamında söylemiyorum. PKK’nın “siyasal çözüm”e yönelmesiyle beraber, senin anlatımın içerisinde bir vurgu var. Özetle, Türkiye devrimci hareketine karşı hasmane bir tutumun geliştirilmeye çalışıldığını, Kürt kökenli işçi ve emekçileri kendi etkisi altına almak doğrultusunda bir çabanın yoğunlaştığını, ötekinin bunun bir parçası olduğunu belirttin. Ben de bu çerçevede bu görevin biraz daha özel bir planda bizim önümüze geldiği doğrultusunda bir sonuç çıktığını söyledim.
Cihan: Yoldaşın son söylediğine eklemek istiyorum. Yaratılmaya çalışılan hasmane tutumun gerisinde, tam da “siyasal çözüm” arayışı karşısında Türkiye devrimci hareketinden gelebilecek devrimci eleştiri ve baskının göğüslenmesi kaygısı vardır. Eğer bugün Türkiye devrimci hareketi bir bütün olarak “Kemalizmin çocuğu”ysa, kendisinden hiçbir şey beklenemeyecekse, doğal olarak reformcu yönelimler karşısında göstereceği eleştirinin de Kürt işçi ve emekçileri nezdinde zaten bir değeri olmayacaktır. Bizzat A. Öcalan bu çarpık düşünüş tarzını yaratmaya çalışıyor. Yani Kürt işçi ve emekçilerini bizim ulusal hareket üzerindeki devrimci basıncımıza karşı önyargı duvarlarıyla sağırlaştırılmaya çalışıyor. Siyasal mücadelede PKK açısından bu son derece doğal bir davranıştır. Siyasal mücadelede PKK “reelpolitik” bir harekettir. Bunu yapar.
Ama benim anlayamadığım şudur. PKK Türkiye’nin komünistlerine, devrimcilerine, devrimci demokratlarına karşı bu kadar net, açık bir tutumla kendi platformundan kendi mücadelesini yürütüyor. Bunu yaparken en ufak bir kaygı bile duymuyor. Bizim mücadelemizi bu kadar yüreklilikle destekleyenleri incitmeyelim demek bir yana, bizi en ağır bir biçimde kamuoyu önünde yerden yere vurabiliyor. Ama buna rağmen biz ona karşı ilkesel konumumuzdan yöneltebileceğimiz bir eleştirinin yaratacağı sonuçlar karşısında bu kadar çok tedirginlik duyabiliyoruz. PKK politik mücadele veren bir akım olarak tutarlı davranıyor. Biz politik mücadele vermek iddiasındaki bir akım olarak tutarsız davranabilir miyiz? Bu tam da politik mücadele verememenin getirdiği bir zayıflık olmaz mı? İktidar mücadelesi veren ve bu konuda güç biriktirmiş hiçbir akım bu konuda zerre kadar tereddütlü davranmaz. Marksist-leninistler ezilen ulus milliyetçiliğine yeri geldiğinde son derece sert eleştiriler yönelttiler. Ama proletaryanın sınıf konumundan, ama ezilen ulusun meşru hakları, kendi kaderini tayin hakkı konusunda gösterdikleri tereddütsüz tavrın ve verdikleri samimi mücadelenin verdiği ideolojik ve manevi güçle. Bu konuda bir kuşku mu var bizde?
Şimdi sorunun bir başka yanına değineceğim. Bu mücadeleyi vermenin kendisi; a) PKK’ya karşı devrimci eleştiri görevinin, yani eleştirel bir basınçla onu devrimci platformda tutmak görevinin bir gereğidir. PKK’ya karşı gerçek bir dostluk görevidir bu noktada. b) Bu aynı zamanda Kürt ulusal özgürlük mücadelesine büyük kentlerden verilebilecek en anlamlı desteğin bir gereğidir. Bugünkü durumda Kürt işçi ve emekçileri yalnızca yedek bir güç, edilgen bir güç olarak kalmaktadırlar. Biz Türkiye’nin büyük kentlerinde, Türkiye’nin kalbinde devrimci siyasal mücadeleyi örgütlemeyi başarabilirsek, yedek güç değil gerçek bir destek, giderek öncü bir destek yaratmak imkanı bulabileceğiz. Sömürgeci burjuvaziyi sömürücü sınıf konumundan, sömürücü sınıf kimliğinden tehdit eden bir hareket geliştirilebildiği ölçüde, Kürt ulusal sorununun devrimci çözümünün de önü açılmış olacaktır. Yapabilir miyiz, bunu başarabilir miyiz? Soruyu böyle soran bir hareket zaten misyonunu kaybetmiştir. Böyle soru sorulmaz. Biz önümüze görev ve hedef koyuyoruz. Biz bütün öteki görevlerimizle uyum içerisinde bu göreve işaret ediyoruz. Başarmak için elimizden gelen çabayı göstereceğiz. Fakat sonucu pratik gösterecektir, sonuç üzerine önden bir tartışma yapılamaz.
TDKP ve İP’le aramızdaki fark ne olacak? sorusunu da anlamlı bulmuyorum. İP’i zaten bir yana koyuyorum. Kemalist sosyal şoven bir harekettir. TDKP, ulusal programın bir yönü konusunda son derece samimiyetsiz ve tutarsızdır. Soyut bir takım kabuller dışında, politik planda bu doğrultuda herhangi bir ciddi, inandırıcı ve güven veren mücadele yürütmeyen bir harekettir. Dönüp ulusal programın öteki yönünü bu noktada gerici bir tarzda kullanmaktadır. Sosyalizmi savunmak adı altında ince bir sosyal şoven çizgi izlemektedir. Bizim tutumumuzu bununla karıştırmak mümkün değildir.
Çok güç gibi görünen son noktaya da değineyim. Peki nasıl olacak şimdi? Şovenizme karşı mücadeleyi zayıflatmaması için ne yapacağız? Sanılıyor ki afişlerimizle, pankartlarımızla, pullarımızla, bildirilerimizle bu alanda bir cephe açacağız. Hayır yoldaşlar, sorunun bununla hiçbir alakası yok. Biz Türkiye işçi sınıfına ve emekçilerine yönelik olarak Kürt halkını meşru talepleri, haklı mücadelesi, Kürt halkına karşı yürütülen kirli savaşın anlamı üzerine aydınlatıcı bir politik faaliyet yürütmekteyiz, yürüteceğiz. Kitleleri kucaklayan geniş politik faaliyetimizin anlamı, kapsamı zaten budur. Kürt işçi ve emekçileri bu faaliyetimizi büyük bir sempatiyle karşılayacaklardır. Ama ötesinde de, “bunları iyi yapıyorsunuz heval”, “biz bundan dolayı da zaten size sempati de duyuyoruz”, “ama yine de biz yurtseveriz” diyeceklerdir. Biz onlara siz neden yurtseversiniz, neden sosyalist değilsiniz? Siz işçi değil misiniz? Siz emekçi değil misiniz? Siz kapitalist üretim ilişkileri içinde bulunmuyor musunuz? Bu ilişkiler içinde Türk ve öteki milliyetten işçilerle kardeş değil misiniz? Siz neden buradaki sınıf kardeşlerinizle birlikte kendi sınıf hedefleriniz, kendi sınıf perspektifleriniz doğrultusunda örgütlenmiyorsunuz? Neden kendi birleşik partinizi kurmuyorsunuz? diyeceğiz.
Mücadele budur yoldaşlar. Bunun yaratacağı karışıklık ve karmaşa nerede? Bu aslında belli bir dostluk çizgisinde, yani tam da ezilen ulusun mücadelesine karşı görevlerini yerine getirmek zemini üzerinde, buluştuğumuz Kürt işçi ve emekçilerini daha ileri bir çizgiye çekmek mücadelesidir. Daha ileri bir çizgiye gelmelerini engelleyen ise Kürt özgürlük mücadelesinin onlar üzerindeki politik etkisinin aldığı ideolojik biçimdir. Yani ezilen ulus milliyetçiliği, ya da dar görüşlülüğüdür. Biz bunu kırmak zorundayız. Burada bir karşı karşıya geliş yoktur. Mücadeleyi zayıflatan bir Bundcu anlayışın kırılması sorunu vardır. Kürt işçisi ve emekçisi bizim cephemizde mücadeleye katılmakla ne kendi ulusal özgürlük mücadelesini zayıflatmış oluyor, ne de Kürt ulusal hareketine, somutta PKK’ya karşı herhangi bir düşmanca önyargıya giriyor. Onun sınırlılığını görüyor, daha ileri bir platformda mevziye giriyor. Hepsi bu.
Nadir: Bence kritik bir nokta şudur. İdeolojik ve ilkesel perspektiflerimizin doğru kavranamadığı koşullarda, giderek şovenizmin kuyruğuna takılan bir konuma düşmek gibi bir risk vardır burada. Örgütü bu açıdan iyi eğitebilmek ve donatabilmek gerekiyor. Demokrasi mücadelesi konusunda da yaşandı bu. Demokrasi mücadelesinin kendi içinde amaçlaştırılmasına, stratejik bir hedef olarak ele alınmasına karşı çıktık. Sorun demokratik haklar mücadelesini siyasal sınıf iktidarı mücadelesine bağlamak sorunudur dedik. Ama bu bizim saflarımızda yer yer demokrasi mücadelesinin küçümsenmesi gibi kavranabildi. Burada da böyle bir risk vardır. (...)
Cihan: Az önce 1. Genel Konferans metninden bir bölüm okurken, asıl kritik paragrafları atlayarak okumuşum. Okuduğum bölümün başlangıç paragraflarını da okumak istiyorum:
“Bununla birlikte, komünistler ulusal sorunu kendi başına, kendine yeten tecrit edilmiş bir sorun olarak ele almazlar. Bu soruna proletaryanın devrimci sınıf çıkarları ve tarihsel amaçları açısından, devrim ve sosyalizm mücadelesinin uluslararası çıkarları açısından yaklaşırlar. Ulusal ilke ve esaslardan değil, sınıfsal ilke ve esaslardan hareket ederler; tutum, politika ve görevlerini bu ikincileri temel alarak saptarlar. Ne kadar haklı ve meşru olurlarsa olsunlar, ulusal istemleri ve özlemleri kendi başına, kendi içinde bir amaç olarak değil, proletaryanın sınıf çıkarları ve tarihsel amaçlarına bağlı ele alırlar. Tüm bu farklılıklar, milliyetçilik ile sosyalizm arasındaki ilkesel uçuruma işaret eder. Haklı bir temele ve devrimci bir içeriğe sahip olsa bile, milliyetçilik ile sosyalizm iki ayrı ilke, iki ayrı platform, iki ayrı sınıf tutumudur. Devrimci milliyetçilik ile sosyalist enternasyonalizm, iki ayrı dünya görüşüdür. Bu küçük-burjuva demokratizmi ile proleter enternasyonalizmi arasındaki farklılığa tekabül eder.
“Bu nedenledir ki ulusal eşitsizliğe ve baskıya, her türlü ulusal ayrıcalığa karşı ve ezilen ulusun meşru hakları için herşeyden önce kendi kaderini tayin hakkı için kararlılıkla mücadele eden komünistler, kendilerini hiç de yalnızca bununla sınırlamazlar. Bunu ulusal dargörüşlülüğe, ulusal sınırlılığa, uluslar arasına çitler örme eğilimlerine ve girişimlerine, genel olarak milliyetçiliğin her türlüsüne karşı mücadeleyle birleştirirler. İşçi sınıfının milliyetçi ideoloji ve ülkülerle şaşırtılmasına karşı mücadele ederler. Bu doğrultudaki çabalara karşı özel bir hassasiyet gösterirler.” (Kürt Ulusal Sorunu, Eksen Yayıncılık, s.5253)
Bugün için önemlidir dediğim görevler, gerçekte bu genel bakışın somutlaştırılması ve güncelleştirilmesinden başka bir şey değildir.
Mart 1995