Logo
< Kürt sorununda son gelişmeler/3: “Düşük yoğunluklu demokrasi”

Kürt sorununda son gelişmeler/2: Devrim kampından düzen kampına...


Kürt sorununda son gelişmeler/2

 

Devrim kampından düzen kampına...

H. Fırat

Savaşı değil devrimi derinleştirme çizgisi

Ortada henüz bir tıkanıklık ya da kilitlenme yokken, tersine hareket gelişme dinemizmini tempolu bir biçimde sürdürüyorken, EKİM 1. Genel Konferansı, Kürt ulusal sorununa ilişkin programatik değerlendirmelerinde, şu tespiti açık ve net bir biçimde ortaya koymuştu: Kürt ulusal hareketi salt ulusal istemler çerçevesinde kaldığı ve sadece Kürt halkının içinden çıkan güçlere dayandığı sürece, bir noktadan sonra kaçınılmaz olarak gelişmesinin sınırlarına dayanır. Bu noktadan sonra artık hareket salt ulusal soruna ve güçlere dayanarak gelişmesini sürdüremez.

Bu sınırlarına dayanma, dolayısıyla tıkanma evresinde, hareket o güne kadar izlediği ve en dar bir biçimde salt ulusal sorun eksenine oturttuğu stratejisini değiştirebilirdi. Bu strateji değişikliği o noktadan itibaren gerilla mücadelesini geri plana da itebilirdi ve bu son derece olağan bir gelişme de olurdu. Kürt halkının uyanışını hızlandıran ve sorunun çözüm gündemine girmesinde önemli bir rol oynayan gerilla mücadelesi, strateji değişikliğine bağlı olarak, bir dönem geri plana düşebilir, yerini devrimci siyasal mücadelenin öteki biçim ve yöntemlerine bırakırdı. Türkiye işçi sınıfı ve emekçileriyle birleşik devrime yönelecek bir köklü strateji değişikliğinde bu olağan olduğu kadar kaçınılmazdı da.

Şimdilerde PKK çevrelerinde “savaş”ın yıkıcı etkileri üzerine daha çok duygulara yönelik ucuz demagojiler yapılıyor; güya birileri, yıllardır yaşanan tıkanıklığa rağmen ne pahasına olursa olsun bu savaşın sürdürülmesini istiyorlarmış. Hayır, kendi payımıza bizim istemimiz hiç de bu değil. Biz savaşın değil devrimin sürdürülmesini istedik ve istiyoruz. Bizim “yol ayrımı”nı tespit eden değerlendirmemiz, savaşın değil fakat devrimin derinleştirilmesini istiyordu. Bunlar tümüyle ayrı sorunlardır. Devrim mücadelesinin silahlı biçimleri ve aşamaları, tümüyle farklı bir konudur. Savaş basitçe politikanın başka araçlarla devamıdır. Gelişmenin önünü silahlı savaş değil, fakat devrimci politika açabilirdi. Devrimi derinleştirme çizgisi, buna uygun köklü bir strateji değişikliği açabilirdi.

Kaldı ki, PKK, bir köklü strateji değişikliğine yıllardır zaten fiilen girmiş durumdaydı. Şu temel farkla ki, bu iş devrim değil, fakat düzen doğrultusunda yapılmıştı. Ve bu değişimden itibaren de, gerilla savaşı yıllardır zaten geri plana düşmüş, düşürülmüş durumdaydı. Bu içerde yerini HADEP eksenli bir reformist demokrasi ve barış arayışı çizgisine, dışarda ise emperyalist odaklardan çözüm dilenen bir ilkesiz diplomasi çizgisine bırakmıştı. Öcalan’ın İmralı’daki savunması bu sürece yalnızca bir son noktayı koymuş oldu.

Yineliyorum, eğer devrimi derinleştirme, dolayısıyla da birleşik devrim yolu tutulmuş olsaydı, bunun gerektirdiği yeni devrimci strateji, silahlı mücadeleyi bir dönem geri plana da itebilirdi, ki öyle de olmak durumundaydı. Ama sorunun özü ve esası kesinlikle bu değildi ve değildir. Bakın biz proleter devrime dayalı bir devrimci strateji izliyoruz, toplumdaki en ileri sınıfın en tutarlı devrimciliğini kendi pratiğimizde üretmeye çalışıyoruz. Ama dikkat edin, elimizde henüz ne silah var, ne de herhangi bir silahlı savaşımız sözkonusu. Ne de devrimci sınıf mücadelesinin gelişmesi bunu bir ihtiyaç haline getirmedikçe bu tür bir pratiğe yönelmemiz sözkonusu. Modern sınıfların oluştuğu ve kent yaşamının toplumun genel yaşamını belirlediği bir toplumda, mücadelenin silahlı biçimleri ve aşamaları sorunu, kitle hareketinin gelişme seyri ve dinamizmiyle sıkı sıkıya bağlantılı, onun tarafından belirlenen tümüyle farklı bir sorundur. Tarihi deneyimlerin de gösterdiği gibi, gerilla mücadelesi daha çok kırsal yaşam ve köylülükle bağlantılı bir durumdur. Dikkat ediniz, PKK gerilla savaşında kırsal alanda sağladığı tüm başarıya, üstelik bunu çok istemesine ve denemesine rağmen, mücadelenin bu biçimini kentlere taşımada bir santim yol alamamıştır. Tersine, bu doğrultudaki girişimleri eline yüzüne bulaştırmıştır.

Devrim dönemleri dışında Rusya proletaryasının ve Bolşeviklerin elinde silah göremezsiniz. Ama devrimci siyasal gelişmenin, kitle hareketinin somut seyrinin bunu gerekli kıldığı her somut aşamada ise, silahlanmak ve mücadelenin silahlı biçimleri için olağanüstü bir enerji gösterilmiş, devrimin zaferi için silaha sarılınmış, silahlı halk ayaklanmaları gerçekleştirilmiştir. Ama öte yandan, yakın dönemde başından itibaren tepeden tırnağa silahlı olan bir kısım Latin Amerika gerilla hareketleri ise, bir noktadan sonra tutup silahlarını bırakarak düzene katılabilmişlerdir. Her zaman vurguluyoruz; silah ve silahlı mücadele kendi başına kimseyi devrimci yapmaz. Silahlı reformizm denilen kavram ve durum tam da bunu anlatır zaten. Silaha politika yön verir, kumanda eder. Politikanız devrimci değilse, silahınız ve silahlı mücadeleniz sizi bir milim devrimci yapmaz. Dahası politikanız gericiyse, silah sizi yalnızca militarist ve cani yapar.

Aslolan, tayin edici olan politikadır, politik çizgidir, bu çizginin devrimci olup olmadığıdır. Önemli ve belirleyici olan siyasal program, strateji ve çizgidir. Eğer siz Türkiye işçi sınıfı ve emekçileriyle birlikte mücadeleye yönelirseniz, birleşik devrim stratejisine yönelerek meseleyi Türk halkıyla birlikte çözme yoluna giderseniz, bu zaten işçi sınıfı içerisinde, kent emekçileri içerisinde, kırsal Türk emekçileri içinde çalışmayı, yani birleşik bir işçi-emekçi hareketini geliştirmenin sorunlarını, buna uygun düşen görevleri, çalışma ve mücadele biçim ve yöntemlerini gündeme getirir. Sizi bu türden sorunlar ve bu türden görevlerle yüzyüze bırakır. Ve burada ise politika, politik çalışma ve mücadele önplana geçer. Bu durumda siz gerilla kuvvetlerini dayanabilir sınırlar alanına çekebilir, gerekirse etkinlik sahasını daha da daraltırsınız. İşin özünde bu bir kayıp ya da geri adım da olmaz. Zira o kendi rolünü bir yere kadar oynamıştır. Sorunu gündeme sokmuş, Kürt halkının bilincinde, ilerlemesinde önemli bir rol oynamıştır. Ama artık gerilla savaşını büyüterek bir yere götüremiyorsunuz, bu konuda zorlanıyorsunuz, Türk halkıyla birleşme yolunu seçiyorsunuz. Böyle bir durumda da doğal olarak gerilla hareketinin rolü geri plana düşer, düşecektir.

Kaldı ki devrim için gözetilmeyen ve gösterilmeyen bu davranış, şimdi tam ters yönde, düzen için gösteriliyor. Gerilla mücadelesi ve güçleri artık tümden tasfiye ediliyor. Ne adına? Güya “politikanın eşsiz dili” adına. Gerçekte ise devrimden vazgeçme ve düzene, onun insafına ve anlayışına sığınma adına. Yine siyasal bir yol tutuluyor, fakat bu devrimi tümden terketme ve düzenle birleşme yoludur. Artık siyasetin, siyasal çalışma biçim ve yöntemlerinin esas alınacağı söyleniyor. Fakat çok temelli bir farkla. Bu dışta emperyalist “yeni dünya düzeni”ne, çok daha somut olarak ABD emperyalizmine biata, içte Türk burjuvazisine teslimiyete dayanan bir siyaset yapma zeminidir. Zaten işi özü ve esası budur. Savaş ve barış üzerine duygusallığı ölçüsünde bayağı da olan demagojik laf yığınıyla üstü örtülen temel sorun ya da gerçek tam da budur.

Gerilla savaşı üzerine ara değinmeler

Gerilla savaşı üzerine birkaç cümle daha söylemek istiyorum. Zamanında bir takım toplumlarda gerilla savaşını halk savaşına doğru büyüterek sonuca gitmek mümkündü. Çin, Vietnam, Kore devrimleri, gerilla savaşı ile başlayan ve uzun süreli halk savaşı olarak yaşanan bu tür bir gelişme çizgisinin klasik örnekleridir. Ama bunlar genelleştirilecek durumlar değil. Hele az-çok gelişmiş ve toplumsal gelişmenin ağırlık merkezi kentlere kaymış toplumlarda hiç değil. Türkiye’nin son 40 yıllık sosyal mücadeleler tarihi bunun bizim toplumumuza hiç uyarlanamayacağını göstermiştir. PKK’nın gerilla mücadelesi bu konuda farklı düşüncelere bir parça güç kazandırdı. Fakat aynı mücadelenin toplam bilançosu, Türkiye coğrafyasında bu tür bir mücadelenin olanaklı sınırlarını da bir bakıma göstermiş oldu.

Latin Amerika ülkelerinde bütün gerilla hareketleri bir biçimde tıkandılar, yoruldular ve sistemle uzlaşma yoluna gittiler. Neden? Basınımızda bu sorunun nedenlerine ilişkin değerlendirmeler vardır. Sıralanan bir dizi nedenden biri de şudur: Bunlar büyük ölçüde kırsal gerilla hareketleriydiler. Büyük ölçüde köylülüğe, onun toprak talebine dayanmak istiyorlardı. ‘60’larda, ‘70’lerde bu niyetlerle yola çıkıyorlardı. Aradan 20-30 yıl geçiyor, bu toplumlar gelişiyor. Latin Amerika’da 1970’lerden 1990’lara işçi sınıfı dört kat büyümüş. Bu büyük bir kırsal erimeyi, büyük bir kentleşmeyi ve sanayileşmeyi anlatıyor. Devrim dediğiniz mücadele toplumsal kuvvetlerle/sınıflarla yürütülüyor. Sizin dayanmak istediğiniz kırsal sınıf çözülüyor, öte yandan kentler büyüyor. İşçi sınıfı büyüyor, kent emekçileri, kent yoksulları, kent işsizleri büyüyor. Mücadelenin bütün bir ağırlığı, ekseni ve dinamizmi kentlere kayıyor. Kentlerdeki sınıf mücadeleleri belirleyici hale geliyor.

Maocu bir hareket olan Peru Komünist Partisi/Aydınlık Yol’un deneyimi de açıklayıcıdır. Bu parti kırsal alanda sağlayacağı başarıyı kendi sınırları içinde fazlasıyla sağlamıştı. Peru’nun nüfusu 20 milyondur, başkent Lima’nın ise 10 milyon. Nüfusun neredeyse yarısından fazlası Lima’da. Lima’nın işçi ve emekçilerini kucaklayamadığı sürece, Peru’da herhangi bir devrimin şansı yoktur, olamaz. Nitekim PKP/Aydınlık Yol da belli bir noktadan sonra bunu gözeten bir çalışmayı yapmak üzere kentlere ağırlık vermeye başladı, Gonzales’in kendisi de başkente, Lima’ya geçti. Ama anlaşıldığı kadarıyla kente uyum sağlamaya yeterli zaman bulamadılar ya da bunu gereğince başaramadılar. Kent çalışması başarı sağlayamadan, peşpeşe darbeler yemeye başladı parti.

Türkiye’de kent nüfusu %65’lere dayanmış. Kentler sosyal mücadelelerde nüfusla oranlanamayacak ölçüde büyük bir kuvvettir. Kent nüfusu %65, dolayısıyla devrimci sınıf mücadelesi potansiyeli %65 anlamına gelmiyor bu. Kent nüfusu %65 ise, bu toplumda sonucu belirleyecek mücadelenin %90’ı kentlerde demektir. Devrimci bir akım buna uygun bir strateji değişikliği yapmak durumundadır. Niye, biz Kürt hareketiyiz, biz öncelikle Kürt sorununu çözmeliyiz! denebilir. Şimdi öyle yapmıyorsunuz ama, şimdi Türk devletiyle, Türk burjuvazisiyle uzlaşıyorsunuz. Gerilla mücadelesini terkediyor ve kent eksenli bir liberal-reformist siyasal yaşama geçmeye hazırlanıyorsunuz.

Aynı uzlaşmayı (ki bu bir uzlaşma değil, devrimci bir birleşme ve bütünleşme olurdu) Türkiye işçi sınıfı ve emekçileriyle yapabilirdiniz. Yapmadınız, teslimiyeti seçtiniz. Devrim ilerlemiyor, ilerletilemiyor bu dönemde diyebilirsiniz. Siz bu fikre inanıyorsanız devrimi zaten terkedersiniz. Nitekim ‘90’lı yıllar dünyada ve Türkiye’de bir dizi eski devrimci akımın devrimi terketme dönemi oldu. Devrim dediğiniz üç günde gelmiyor, ne zaman geleceği belli de olmuyor. Hele bir büyük tarihsel yenilginin sonrasında, öyle hızlı geleceği de yok, bütün bunlar yeterince açık. Hiç kimse bu geçici tarihsel olguları devrimi terketmeye, devrim dönekliğine dayanak yapamaz. Yaparsa, adı üzerinde devrim döneği olur, bu utanç verici sıfatla anılmaya hak kazanır.

Ben elbette PKK devrimci bir strateji değişikliği yapsaydı şimdi çoktan devrime yürüyorduk gibi bir iddia taşımıyorum, mesele bu değil. Ama Türkiye’de sınıf mücadelesinin ve genel devrimci hareketin bugünkünden çok ileri bir noktada olacağı kesindi. Türk devleti son 5-6 yıldır şovenizm sayesinde sınıf mücadelesini geri plana itmede çok büyük başarılar elde ediyor, farklı bir çizgi izlenseydi bu başarıları elde edemeyecekti. Çünkü salt Kürt kimliğine indirgenmiş, böylece de şovenizmi kışkırtmaya müsait bir mücadele zemini olmayacaktı ortada. İşçilerin-emekçilerin çıkarları temeli üzerinde mücadele yürüten, Kürt ulusal haklarını bu çerçeveyle birleştiren bir politik platform olacaktı. O zaman bu düşmanlık bu kadar kolay yapılamayacaktı.

Sınıf mücadelesi terkedilince
dizginsiz şovenizme zemin oluştu

PKK’nin devrimde ısrar ediyor göründüğü dönem, Türkiye’de şovenizmin gücünün en az olduğu dönemdir. ‘89, ‘90, ‘91, ‘92’de Türkiye’de şovenizmin böyle bir gücü var mıydı? PKK’nin “siyasal çözüm” çizgisine kaydığı, dolayısıyla kendini en dar anlamda salt bir ulusal-siyasal kimliğe indirgediği , dolayısıyla dar bir milliyetçiliğe kaymış olduğu dönem, Türkiye’de şovenizmin de en kolay kışkırtılabildiği bir dönem oldu.

Dikkat ediniz, PKK’nin teslimiyete en çok eğilim duyduğu bir dönem, son bir-iki yıl, şovenizmin de en dizginsiz hale geldiği, toplumda gerçekten karşılık da bulduğu bir evre oldu. Bu şaşırtıcı mı? Kesinlikle değil. Çünkü siz teslimiyeti seçtiğinizde, böylece kendi mücadelenizin politik haklılığını ve meşruiyetini de tartışmalı hale getiriyorsunuz. O zaman kalkıp size toplum önünde derler ki; o halde 30 bin insanımıza niye kıydınız? 5-6 sene önce bu denilemiyordu. Tam tersine, Türk devleti ideolojik ve moral açıdan savunmadaydı. Tarihsel inkar ve imha politikalarının ağırlığını taşıyor, suçluluğunu yaşıyorlardı. Koca bir ulus nasıl 70 yıl inkar edilebilir, tartışılan esas konu buydu. Türk basını, egemen düzenin bir takım akıllı adamları; kart-kurt dedik, Kürtleri inkar ettik, varacağı yer buydu, diyorlardı. O zaman şovenizm yakın dönemki güçte yapılamıyordu. Zira siz haklı bir mücadeleyi haklı bir temelde yürütüyordunuz. Ne zaman ki kendi mücadelenizin kapsamını daralttınız, kendi meşruiyetinizi kendiniz tartışmalı hale getirdiniz, o zaman kalkıp sizi “30 bin kişinin katili” ilan edebildiler. İş bu kadar utanmazlığa vardırılabildi, şovenizm bu kadar güçlü bir hale gelebildi.

Eskiden de İstanbul’da mağaza yakıldı, ticaret odasına bomba konuldu, çarşı iznine çıkan sivil giyimli askeri okul öğrencileri havaya uçuruldu, vb. Ama buna rağmen bu güçte bir şovenizm yaratılamadı. Niye? Çünkü toplum ezikti. 15-20 milyonluk bir ulus 70 yıldır reddedilmiş, dili bile yasaklanmış. Toplum bunun karşısında bir eziklik duygusu duyuyordu. Gerilla hareketi gelişmenin ve başarının doruğundayken, Demirel’in gidip Diyarbakır’da, “biz Kürt realitesini kabul ediyoruz” demek zorunda kalması, bu ezikliğin bir parça giderilmesi, bir soluk alma çabasıydı.

Şimdi demiyorlar ama. Neden? Çünkü kurtuldular bu eziklikten. Siz hedeflerinizi daralttıkça ve hak dilendikçe, onlar şovenizmin gücünü çoğalttılar. Siz sorunu salt Kürt kimliğine indirgedikçe, sınıfsal ayrımları ve kaygılari tümden bir yana itip “tüm Kürtleri birleştirme” kolaycılığına eğilim duydukça, böylece karşınızdakilere de sorunu Türk-Kürt meselesine çevirme ve şovenizmi dizginsiz hale getirme olanağı sağlamış oldunuz. Şovenizmin panzehiri, deneyimin somut olarak da gösterdiği gibi, devrimci sınıf mücadelesiydi. Siz ise bu mücadeleyle her türlü bağı adım adım kesmeyi marifet saydınız. “Tüm Kürtleri” birleştireyim derken, Türk halkını faşist-şovenist odakların kucağına ittiniz.

PKK Başkanlık Konseyi diyor ki; ya Türk devletiyle düzen tabanı üzerinde anlaşırız, ya da iki halk onlarca yıl boğazlaşacak. Yani, ya Türk burjuvazisiyle barış, ya Türk halkıyla onlarca yıl sürecek boğazlaşma! Böyle bir ikilem olabilir mi? Kendine devrimci diyen bir parti ya da insanlar böyle ikilemler formüle edebilirler mi? Ediyorlar ama! Böylesine utanç verici bir konuma düşebiliyorlar. Bu tam da “yeni dünya düzeni”nin ulusal sorunu ortaya koyuş tarzıdır. Ya ABD çözümüne boyun eğdiriliyor, ya da halklar etnik kimliğe göre kutuplaştırılarak birbirine kırdırılıyor. Hiçbir zaman devrimciler ulusal sorunu böyle ortaya koymamışlardır. Devrimcilerin ulusal sorunu çözüm mücadelesi hep halkların, hep farklı milliyetlerden emekçilerin yakınlaşması, birleşmesi ve kaynaşması, egemen sınıfların ve emperyalizmin tecrit edilmesiyle sonuçlanmıştır. Devrimci mücadele her zaman halkları birleştirmiştir. Burada bakıyoruz, adamlar diyorlar ki, ya Türk devleti bu platformla uzlaşır, dolayısıyla güçlenir, dolayısıyla Ortadoğu’da, Balkanlar’da, İç Asya’da gelişip güçlenir; ya Türklerle Kürtler arasında onyıllarca sürecek büyük bir boğazlaşma! Böyle bir ikilem olabilir mi? Bu “yeni dünya düzeni” ikilemi ve bugün gelinen yer bu.

Bu sürece ‘92’de girildi ve adım adım hep geriye gidildi. Önce Kürt burjuvazisiyle flörtler genişledi, bu politikada önplana çıktı. Emperyalizm bu işe hakem tutuldu, PKK kendini emperyalizme beğendirmeye çalıştı. Türk devletiyle uzlaşma arandı, TÜSİAD, TOBB gibi Türk sömürgeciliğinin ana dayanağı olan sınıfın kaymak tabakası hakkında umutlar beslendi. Emperyalist dünyaya şirin görünmek için bayraktan orak-çekiç atıldı. Clintonlar’a ve emperyalist kuruluşlara mektuplar yazıldı, ortaya koyacağınız çözümleri kabul etmeye hazırız denildi. “İnsanlık sosyalizmi” adı altında 200 yıl öncesinin köhne burjuva sosyalizmi yeniden keşfedildi. Türkiye devrimci hareketine karşı düşmanlıklar adım adım pompalandı. Türk halkı aşağılandı. Ve bu süreç böyle biriktirdi, biriktirdi, sonuçta işi buraya kadar getirdi.

ABD emperyalizmine bağlanan umutlar

Şimdiki platform ne? İmralı savunması üzerinden özetle şu: Kürt sorunu bir siyasal sorun değil, fakat yalnızca bir dil ve kültürel kimlik sorunudur. Türkiye’de demokrasi vardır, eksik olan yalnızca Kürtlerin bir takım haklarıdır, onlar da verilirse demokrasi tam olur, adı da bundan böyle “demokratik cumhuriyet” olur. Türkiye bu işi çözerse 16. yüzyıldaki gibi kendini çevreleyen bölgenin lideri olur. Bugünkü platform işte bu! Bu gericilik barış adına, devrimci barış programı adına sunuluyor, bu gericiliğe “demokratik cumhuriyet” kılıfı giydiriliyor, ki benim asıl üzerinde durmak isteğim konular bunlar.

Yapılan şey gericilikten, teslimiyetten başka bir şey değil. Bütün umutlar ABD’ye bağlanmış. Çözüm kapısı olarak emperyalist dünyanın bu haydut jandarması görülüyor. PKK Başkanlık Konseyi açık açık ABD’ye büyük görevler düşüyor, diyebiliyor. Öcalan’ı Kenya’da paketleyip getirip Türk devletinin eline teslim eden ABD’ye ilişkin bu umut ve beklentiler utanç vericidir. Çağımızda ve günümüzde emperyalizme karşı tavır alınmadan en ufak bir ilerici kimlik, konum ve tutum ortaya konulamaz. Emperyalizm gericiliğin asıl kaynağıdır ve dünya ölçüsündeki her türlü gericiliğin baş dayanağıdır. Her türlü gericilik dünyada emperyalizm sayesinde ayakta durur. Bu ister Şili faşizmi olsun, ister İsrail siyonizmi olsun, isterse Suudilerin ve Körfez emirliklerinin ortaçağ gericiliği olsun, çağdaş dünyada her türlü gericiliğin temel dayanağı emperyalizmdir. Emperyalizmin çözümleri her zaman gerici çözümlerdir, sisteme ve düzene tabi kölece çözümlerdir. Ezilen bir ulus ABD emperyalizminden ne bekleyebilir ki? Amerikancı ve NATO’cu olacaksınız, ABD’nin “yeni dünya düzeni”ni kabul edeceksiniz, ABD’nin serbest piyasaya dayalı sözde demokrasisini kabul edeceksiniz, o zaman ABD de size bir takım ulusal hak kırıntıları verecek. Siz bu teslimiyet ve nedamet çizgisine gelirseniz, ABD emperyalizmi de lütfedip Kürtlerin bazı kültürel hak kırıntılarının tanınmasını Türkiye’deki işbirlikçi rejimden isteyebilir. Bu çerçeveye zaten Türk burjuvazisinin de bir itirazı olmaz. Yıllardır ABD’nin politikası bu.

Şimdi Öcalan İmralı savunmasıyla tam da bu noktaya geldi. Türk devleti üniter devlette hassastır, üniter devlet kabul ediliyor. Kürt sorununun siyasal niteliğini kabul etmiyordu, Öcalan da artık Kürt sorunu siyasal bir sorun değildir diyor. Türkiye’nin resmi tarih görüşü esası yönünden benimseniyor, Kürt isyanlarının o haklı demokratik yönünü reddedebilecek kadar. Atatürk’e saygıda kusur yok, bayrağa saygıda kusur yok. Türk kimliği ve kültürünün üstünlüğü tanınıyor, Kürtler bir alt kimlik kabul ediliyor; ki bu, Demirel’in “Kürt realitesi” lafını ortaya attığı andan itibaren, Türk devletinin zirvesine akıl hocalığı eden bir takım profesörlerin, düşünürlerin formülasyonudur. Türk kimliği üst ve egemen kimlik olmaya devam edecek, Kürtler ise “anayasal vatandaşlık” temelinde bir alt kimlik ve kültür sayılacaklar. Türk burjuvazisi 6-7 yıldır bunu tartışıyor zaten, bu onun kendi çözüm çerçevesi.

Şimdi siz bunu, düşmanınızın çözümünü alıp bir yeni platforma çevirmişsiniz, böylece güya barış için büyük açılımlar yapmışsınız. Bu trajik bir durumdur. Bu durumda, savaşan güçlerden birinin ötekinin platformuna tam olarak teslim olduğu bir durumda, niye barış olsun ki!? Burada artık bir uzlaşma ya da barış pazarlığından sözedilemez ki. Zira siz, işin aslında ve özünde, düne kadar savaştığınız gücün platformunu olduğu gibi kabul ediyorsunuz. Bunu kendi yenilginizin örtülü bir itirafı ve ilanıyla da birleştiriyorsunuz. Bu durumda kiminle neyin barışı?

İşin hazin tarafı şu ki, kendi yenilginizi ilan etmeniz için ortada gerçek bir neden de yok. Kürt halkının desteği arkanızda, belirli bir gerilla gücünüz var, önemli örgütlenmeleriniz var, uluslararası alanda mevzileriniz var, vb., vb. Ama hareketin lideri, Öcalan, kendisi yakalandı diye tutup yenilgiyi kabul ve ilan etti. Tutup savaştığı gücün platformuna uygun bir dizi tarihsel ve politik açılım yaptı. Tüm bunların, emperyalistleri de tatmin ve memnun edecek şekilde, teorisini de yaptı. “Demokrasi”, “demokratik sistem”, “demokratik değerler”, vb. üzerine emperyalist dünya düzenine sınırsız övgüler yaptı ve bunu açıkça sosyalizmin karalaması ile birleştirdi. Kavramlarını özenle burjuva ideolojisinden, daha da kötüsü, soğuk savaş döneminin anti-komünist terminolojisinden aldı.

Özgürlük her zaman egemen sisteme
karşı mücadeleler içinde kazanılmıştır

Dünyanın bütün devrimci ve ilerici insanları, ‘89 çöküşü sonrasını, dünyada büyük bir gericilik dalgası olarak tanımlarlar. Devrimci akımların boğulduğu, ezildiği, tecrit edildiği ya da birçok yerde teslim alındığı kritik bir tarihi dönemeç olarak tanımlarlar. Ve bu çöküşle birlikte dünyanın, ABD emperyalizminin haydutça müdahalesine açık hale geldiğini söylerler. Önündeki her türlü sınırlayıcı engel kalktığı için tutup Körfez savaşı çıkarır, Irak’ı yerle bir eder. Somali’ye ve Bosna’ya müdahale eder. Nikaragua’yı teslim alır. Balkanlar’ı ateşe verir, Yugoslavya’yı yakıp yıkar, Arnavutluk ve Makedonya’yı fiilen işgal eder, Kosova’nın yönetimini resmen devralır, vb., vb. Özetle, tam bir gericilik, bir saldırı, savaş ve yıkım dönemidir ‘89 sonrası.

Ama İmralı’daki Öcalan kalkıyor, savunmasında böyle bir dönemi Fransız Devrimi’nin 200 yıl önce dünya çapında yarattığı büyük demokratik dalga ile kıyaslıyor. Fransız Devrimi’nin önünü açtığı büyük demokrasi akımının bir benzeri böyle bir dönemde yaşandı, diyebiliyor. Yani ABD emperyalizmi önderliğinde ve hakimiyetinde yaşanan “yeni dünya düzeni” vahşetinin, dünyaya emperyalist haydutluğun egemen olduğu bir dönemi, tutup Fransız Devrimi dönemiyle kıyaslayabiliyor. İdeolojik teslimiyet ve gericilikte ölçü ancak bu kadar kaçırılır! Anlattığı masala göre, güya dünya ‘89 çöküşüyle birlikte demokrasi şansı yakaladığı için, Türkiye’de de bu şans yakalanmış, ama yazık ki zamanında kullanılamamışmış. Bu arada boşu boşuna 5-6 yıl kaybedilmişmiş...

İnsanlık tarihinde gerçekten büyük demokrasi dalgalarının yaşandığı dönemler vardır. Büyük Fransız Devrimi o dönemin egemen sistemine, feodal monarşilere karşı büyük bir başkaldırıdır. Kral monarşinin temsilcisidir, feodalitenin simgesidir ve kralını kellesi kesilmiştir. Fransızlardan önce aynı şeyi İngilizler yapmışlardır. İngilizler Cromwel Devrimi’nde, 1640’larda kralın kellesini kestiler. Bu o yüzyılın en büyük bir demokrasi dalgasıydı.

Ardından 1789’da aynı işi bu kez Fransızlar yaptılar, bu da yeni bir demokrasi dalgasıydı. Dikkat edin, kendi tarihi döneminin egemen sistemine karşıdır. Toplumların kendi içindeki ve dünya çapındaki egemen sistemlere karşı başkaldırılarıdır bunlar. Daha sonra 1848’de yeni bir büyük devrimler dizisi ve bunların yarattığı demokrasi dalgası var. Farkı şurada; kapitalizmin gelişmesinin de sağladığı bir imkan olarak artık sahnenin önplanında işçiler de var. Nesnel tarihi nedenlerin bir sonucu olarak burjuva devrimi için savaşıyorlar, ama işçiler olarak savaşıyorlar. Ki Fransız Devrimi’nde de böyle bir şey var. Jakobenler toplumun işçi-emekçi-zanaatçı katmanlarına, yoksul köylü kitlelerine dayandılar, kralın kellesini de tam da bu sayede uçurdular. Ne zaman ki Paris emekçilerinin, Paris’in baldırı çıplaklarının devrimci dalgası düştü, Jakobenlerin devrimci diktatörlüğü dönemi de bitti. Demokrasinin önünü açan en büyük tarihi adımdır Jakoben Devrimi. Fransız Devrimi bütün bir anlamını ve kalıcı sonuçlarını burada bulur.

Şimdi Yargıtay Başkanı gibi bir neo-liberal gerici kalkıyor, demokrasi adına konuşuyor. Jakobenizm olduğu için Fransa’ya demokrasi gereğince gelmemiştir diyor ve Anglo-Sakson demokrasisini, yani Amerikan-İngiliz demokrasisini övüyor. Soylularla uzlaşmaya dayalı bir demokrasiyi övüyor. İngiliz Devrimi 40 sene sonra, 1680’lerde, burjuvazinin soylularla uzlaşarak krallığı yeniden tesis etmesiyle sonuçlandı, tutuyor onu övüyor. Dünyada burjuva devrimleri döneminde demokrasi adına yapılan en büyük tarihi hamle tam da Fransız Devrimi’dir, tam da Jakoben diktatörlüğüdür. Burjuva devrimlerinin yükselişi döneminde demokrasinin en büyük temsilcisi, sözcüsü ve gerçekleştiricisi Robespierre’dir. Sonra 1848 devrimleri var, bu devrimlerde demokrasi istemleriyle toplumsal cumhuriyet istemleri işçilerin şahsında içiçe geçmiştir. Bu da başka bir büyük demokrasi dalgasıdır.

Sonra emperyalizm çağı var. Emperyalizm çağında, metropollerde işçi sınıfının kurulu kapitalist düzene karşı mücadelesi, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde ise o güne kadar tarihin dışında kalan ezilen ulusların uyanışıyla gündeme gelen halkların büyük demokratik kurtuluş hareketleri var. Rusya’da 1905 Devrimi’yle birlikte, bu kez artık yeni sistem olan emperyalizm dünyasının ezilenleri, demokrasi mücadelesinin bayraktarlığını ve taşıyıcılığını yapıyorlar. Karşılarında ise gericiliğin baş kaynağı ve dünya ölçüsündeki dayanağı emperyalizmin kendisi var.

Ve nihayet, emperyalist dünya sistemini Rusya’dan yararak gerçekleşen büyük sosyalist Ekim Devrimi ve onun önünü açtığı, büyük güç ve ilham kaynağı oluşturduğu ulusal kurtuluş devrimleri dalgası var. Ezilen ulusların Ekim Devrimi’yle birlikte güç ve hız kazanan o büyük ulusal demokratik uyanışı var.

Sonra Sovyetler Birliği sayesinde Hitler faşizminin tarihe gömülmesi temeli üzerinde, ama savaş ittifakı içerisinde Hitler karşıtı emperyalistler de yer aldığı için biraz dejenere olmuş ve bulanıklaşmış bir demokrasi dalgası yaşanıyor. Ama nihayetinde emperyalizmin en gerici ve  saldırgan güçlerinin yenilgiye uğratılmasıyla bu yaşanıyor. Ardından yeniden büyük ulusal kurtuluş mücadeleleri var, ikinci emperyalist savaş sonrasında. Bunlar hep egemen sisteme karşı mücadelenin ürünü büyük tarihi demokrasi  dalgaları.

1989: Büyük gericilik dalgası

Peki 1989 sonrasında ne var? O güne kadarki ulusal, demokratik ve sosyalist kazanımların kaybedilmesi süreci var. Halkların mücadelesine o güne kadar soluk veren, destek veren bir takım mevzilerin, güçlerin ve bu arada ideolojilerin güç kaybetmesi var. Emperyalist dünya gericiliğinin karşı saldırısı var. Bu öylesine kapsamlı bir gericilik saldırısıdır ki, sistemin gelişmiş ülkelerindeki işçi ve emekçiler de, üstelik yalnızca iktisadi ve sosyal sonuçlarından değil, siyasal sonuçlarından da hissedilir biçimde etkilenmektedirler. Bugün Avrupa’da sonu gelmeyen iktisadi ve sosyal hak gasplarına, onyıllardır dokunulamayan demokratik hakların gaspı ve polis devletinin pekiştirilmesi eşlik etmektedir. Ve bu tam da 1898’u izleyen gelişmeler sayesinde olanaklı olmuştur. Öcalan’ın zaferini kutsadığı gelişme, dünya çapında bir gericilik dalgasından başka bir şey değildir. Böyle bir gericilik dönemi alınıp, dünya tarihinde büyük bir devrimci-demokrat ilerlemeyi ifade eden bir Fransız Devrimi’yle kıyaslanabiliniyor. Çarpıtmanın ve aldatmanın en büyüğüdür bu.

Gerçekte sözkonusu olan ne? Sözkonusu olan Talabani’nin yıllar önce söylediğidir: ABD’nin başını çektiği “yeni dünya düzeni”ni kabul etmekten, onun piyasa ekonomisine dayalı sistemini benimsemekten başka bir yol yok artık; devrimler dönemi bitmiştir, diyordu Talabani, tam da Öcalan’a hitaben. Öcalan o günlerde bu çağrıyı ihanet olarak nitelemişti. Şimdi aynı çağrının gereklerini yapıyor.

Dikkat edin, Talabani, silahlı mücadele dönemi bitmiştir demiyor, devrimler dönemi bitmiştir, diyor. Talabani’nin kendisi o dönem silahlı güçlere komuta eden bir adam. Onlar her zaman askeri-feodal şefler, onların ellerinde her zaman askeri güç var, şimdi de var. Oysa devrim bambaşka bir şeydir. Devrim kurulu düzene, egemen sisteme temelden bir karşı çıkıştır. Devrimi terketmiş bir PKK bugün Kürdistan’da gerilla güçlerini korusa ne olur ki? Devrimci programını terketmiş bir gerillayı Kürdistan’da tutsa ne olur ki? Bu iş basit bir demagojinin konusu yapılıyor; savaşın bitmesini istemiyorlar, kırım sürsün istiyorlar, deniliyor. Yineliyorum; hayır, hiç de öyle bir şey istemiyoruz. Biz savaşın değil devrimin sürmesini istiyoruz. Savaş orada devrimin bir parçası ve uzantısı olarak bir anlam taşır ancak. Belli bir dönem için geri plana da düşebilir. Ne diyorlar, savaş rolünü oynadı, politika önplandadır diyorlar. İyi de, devrimci politika mı, yoksa gerici burjuva politikası mı, düzene teslimiyet politikası mı? Problem bu zaten, ayrım noktası burada. Siz devrimci programınızı terkediyorsunuz, devrimci taleplerinizi terkediyorsunuz ve bunu terkettiğiniz için de silahlarınızı terkediyorsunuz.

Özetle, artık teslimiyet diz boyu. “Yeni dünya düzeni” kabul ediliyor, ABD emperyalizminin hükümranlığı kabul ediliyor. Günlük Kürt basınında birileri ne diyor? Açıkça, tabi ABD çözecektir, dünyanın hakimi olmak kolay mı? Kim dünyanın egemeni ise o çözer, bu onun görevidir, diyor. Siz ona teslim olduktan sonra o elbette çözer, onun için hiç problem değil. O böyle sıkıntıların ortadan kalkmasını istiyor ve teslim aldıktan sonra da mesele kalmıyor. Yıllarca Filistin mücadelesini boğmak için siyonist İsrail’e her türlü desteği verdiler, tepeden tırnağa donattılar, FKÖ’yü teslimiyete mecbur ettikten sonra da oturup kendilerince meseleyi çözdüler. Clinton gitti, Filistin parlamentosunda konuştu. Yeter ki siz devrimci programınızı terkediniz, yeter ki sisteme karşıt konumunuzu terkediniz, mesele kalmıyor onlar için.

Bu onların formülü zaten. O ünlü “ez ve çöz” formülüdür bu. Kissenger; sisteme karşıt kuvvetleri ezmek yeterli değildir, teslim alıp sisteminize entegre edeceksiniz, diyor. Zira yenilgi her zaman teslimiyet üretmez. Mesela yenilirsiniz, ama bu direnilerek alınmış bir yenilgidir, bu direniş yarına bir mirastır ve yarınki kuşaklar mücadeleyi daha ileri bir noktadan yeniden başlatacaklardır. Bu nedenle, ezeceksiniz, ama bununla yetinmeyeceksiniz, teslim alacaksınız ve sisteme entegre edeceksiniz, sisteme entegre etmediğiniz sürece meseleyi çözmüş olmazsınız diyorlar, emperyalizmin en has akıl hocaları.

Türk devleti mücadeleci kimliği tümden bitirene kadar, yaratılan değerlerin içini boşaltana kadar, çok uzlaşmaz davranacak. Aslında Öcalan’ın savunmasında istediği şeyleri dünden vermeye hazır. İstenilen şey nedir ki zaten? Onları bu saatten sonra Kürt halkına vermemek mümkün mü? Kürt dili için zaten serbestti diyorlar, televizyon vb. de zaten verilecek. Genelkurmay Başkanı bunu dile getirdi de. Şimdi konuşmasını tekzip etse de, gerçekte bunun bir ciddiyeti yok, bunları söylemiş bulunuyor. Sadece Kürtlerle pazarlık yapılıyor havasında sunulunca, böyle bir görünümü ortadan kaldırmak için tekzip ediyor. Yoksa söyledikler bütün basında yer aldı. Bir grup gazeteciyle konuşmuş, hepsi aynı yalanı birlikte üstelik Genelkurmay Başkanı adına uyduramazlar ki.

Genelkurmay Başkanı’nın dediği ne? Kürtçe serbest olsun istiyorlar, bazı kültürel haklar istiyorlar; bunların çoğu şimdiden verilmiş; birkaç eksik unsur varsa, Türkiye’de demokratikleşme açılımı içerisinde onlar da verilir, diyor. Bunlar söylenmiş laflar ve Kürt halkına bu yetiyorsa, bu aynen böyle olacak. Ama koşul ne? Koşul, kayıtsız-şartsız tam teslimiyet! Adam şimdi niye reddediyor diyeceksiniz. En ufak bir pazarlık görüntüsü vermemek için reddediyor. Ezdik ve bazı hak kırıntılarını kendi alicenaplığımız nedeniyle verdik; dolayısıyla en ufak bir kıpırdanmada yeniden alırız, dilinizi bile yasaklarız diyebilme konumunu, bunun politik ve moral üstünlüğünü elde tutmak için reddediyor.

Ben çeşitli konuşmalarda, bu arada parti kuruluş kongresinde de örnek verdim. Doğan Beyazıt ultra gerici bir generaldir, Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri’ydi zamanında. İşte bu adam; biz bunları vereceğiz, ama önce ezeceğiz; ezmeden verirsek, yarın bunların çocukları kalkar der ki, babalarımız savaştı bu kadarını kazandılar, biz savaşırsak daha fazlasını kazanırız; hayır babalarının ezildiğini ve bunun devlet tarafından ihsan edildiğini görmeliler, diyor. Veren güç her an geri alma hakkına da sahip olan güç demektir. Bu görüntünün bozulmasını herhangi bir biçimde istemiyorlar, bütün problem bu.

Zaten Öcalan da 1 Ağustos’ta, PKK Başkanlık Konseyi’ne yazdığı mektupta; bir pazarlık yok, devletten böyle bir pazarlık beklememek lazım, gerçekçi olmak lazım; devlet bizi muhatap almaz, almasını da beklememeliyiz, diyor. Devlet sizinle diyalog kuruyor mu diye soruyorlar; hayır, böyle bir şey yok, diyor. Gerçekten de yok. Muhtemelen orada bir takım kont-gerilla subayları ona bir takım telkinlerde bulunuyorlar, ama burada devleti bağlayan hiçbir şey yok. Muhtemelen Öcalan’a telkinlerde bulunuyorlar; sen devletin razı olabileceği bir çerçeve ortaya koy, kamoyunu yumuşat, diyorlar. Zaten Öcalan da meseleyi ortaya böyle koyuyor; şiddet ortamının yarattığı önyargıları parçalamak, hoşgörü ortamını geliştirmek için adımlar atmamız lazım diyor durmadan. Ve ata ata bu adımlar bitmiyor.

Öcalan artık devrimi terketmiş, ideolojik olarak kurulu düzeni seçmiş durumda. Yüzyılın sonunda demokratik sistem üstünlüğünü ve zaferini ilan etmiştir, diyor. Bu lafın gerisindeki gerçek varlık, emperyalizm ve onun kendi siyasal düzeni. Emperyalist dünya düzeni yüzyılın sonunda üstünlüğünü ve egemenliği ilan etmiştir dese dürüst bir laf etmiş olacak. Ama hayır, emekçi kitlelerin, bu arada Kürt halkının kandırılabilmesi için, atılan adımlara bir takım kılıflar giydirmesi lazım. Bunun “barış” ve “demokrasi” adına sunulması lazım, “demokratik cuhmuriyet” adına sunulması lazım.

Günümüzde her türlü gericilik artık demokrasi adına yapılıyor, biliyorsunuz. Yargıtay Başkanı konuşmuş, tahkim hakkında tek laf yok. Kürt kimliği 70 yıldır inkar ediliyor, 15 yıldır eziliyor, tek kelime yok. Emekçilerin en ufak hakları ellerinden alınıyor, tek kelime yok. Bir af çıkartılıyor, Susuruluk çeteleri vb. affediliyor, rejim muhalifleri affedilmiyor, tek kelime yok. Soyut demokrasi gevezelikleri ediliyor, tarikatçıların işine yarayan bir takım laflar ediliyor. Bunlar alınıp demokrasi diye sunuluyor. Açık ve kesin bir dille söylüyorum, ultra gerici bir adam; Amerikan demokrasisi savunuyor, Amerika’nın “yeni dünya düzeni”ni savunuyor. Türkiye’de neo-liberaller de yıllardır bunu savunuyorlar: Bu devlet laik değildir; çünkü devlet din işlerine karışıyor, tarikatlara karışıyor, din işlerini devlet tarikatlara bıraksın, diyorlar. Tarikatlarda kaynak çok, para çok, örgüt var, tarikatlarda herşey var. Bu nihayetinde 2. Cumhuriyetçilerin istediği şeyin kendisi ve bu demokrasi adına yüceltiliyor. Bu gerici en ufak bir demokratik açılımı savunmuyor; emekçiler için, işçi sınıfı için, rejim muhalifleri için, devrimciler için, komünistler için... Bu konularda tek kelime yok.

Anayasa Mahkemesi Başkanı hiç değilse bir dili yasaklayamazsınız dedi, hiç değilse ucu Kürt halkına dokunan bir şeyler söyledi. Öcalan zaten onun söylediklerini aldı ikinci savunmasında; ne eksik ne fazla, Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın yaptığı konuşmadakileri savunuyorum, dedi. Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın yaptığı konuşmadaki içerik kesinlikle Öcalan’nın savunmasından daha geniş; Kürt halkı açısından dar, ama demokrasi açısından daha geniş bir çerçeve. Öcalan diyor ki, ben niye Türkiye’de demokrasi isteyim ki, olan şey istenir mi? Kürt halkı için bir takım şeyler eksik, bunlar da verilirse adı “demokratik cumhuriyet” olur. Ve Kürt basınında köşe yazarı diye sunulan bir takım devrimci eskileri ile Türkiye’nin reformistleri alıyorlar bunu; ciddi ciddi, yıllardır Türkiye solu “demokratik cumhuriyet” için savaşmıyor muydu, tartışılan ne diye sorabiliyorlar.

Devrimci-demokrasi ile liberal demokrasi aynı şey mi?

Türkiye sol hareketinin 30 yıldır savunduğu “demokratik cumhuriyet” ile bunun ne alakası var ki? Türkiye sol hareketi bunu sistemin egemen sınıfı, arkasındaki emperyalist varlık, onun yıkılmasıyla; işçi sınıfı ve köylülüğün iktidarı ele geçirmesiyle ilişkilendirmiş. Öcalan’ın “demokratik cumhuriyet”i ile bunun ne alakası olabilir ki? Sisteme teslim olmak ve sisteme Kürt halkının dil ve kültürel haklarını kabul ettirmek ile Türkiye solunun 30 yıldır savunduğu “demokratik cumhuriyet”in ne alakası var? Türkiye solunun “demokratik cumhuriyet” dediği , o zamanki sloganlarla, “devrimci-demokratik halk iktidarı”, “devrimci işçi-köylü iktidarı”.

Öcalan hiç değilse bu düzenin “demokratik cumhuriyet”ini savunuyor, bu açıdan biraz daha samimi. Ama Öcalan’ın söylediklerine güya teorik bir anlam kazandırmaya çalışanlarınki, ya beyinsizlik ya da sahtekarlık. Ne diyorlar? Zaten son 30 yıldır Türkiye devrimci hareketinin de savunduğu “demokratik cumhuriyet” programı değil miydi? Öcalan’ın savunduğu da bu “demokratik cumhuriyet” değil mi? Yani bir isim benzerliği, bir kodlamadan hareketle, böyle bayağılık örneği savunmalar yapabiliyorlar.

ABD emperyalizminin ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin hükümranlığında, ordunun vesayetinde, en ağır bir miltarizmle, bürokratizmle, çetelerle, gizli sevislerle malul bir düzen, Kürt halkının dilini, onun kültürel kimliğini kabul ettiği zaman “demokratik cumhuriyet” mi olacak? Hani “demokratik cumhuriyet” mevcut militarist ve bürokratik aygıt dağıtılarak kurulacaktı? Burjuva anlamda bile “demokratik cumhuriyet” sürekli ordunun dağıtılması demektir, yerine halkın genel silahlandırılmasının geçirilmesi demektir. Yineliyorum, burjuva anlamda, sosyalist anlamda demiyorum.

Bolşevikler “demokratik cumhuriyet”i savundular ama, çarlık aygıtınının yıkılmasına ve yerine bunu başaracak olan işçi sınıfının ve köylülüğün devrimci-demokratik diktatörlüğünün kurulmasına dayalı bir demokratik cumhuriyet bu. Orada başka bir egemenlik aygıtı yok, orada varolan bir devlet var, o da çarlık; bu aygıt yıkılacak yerine devrimci işçi-köylü diktatörlüğü kurulacak. Orada demokratik cumhuriyet hedefi ve programı bu. Çarlık yıkılacak, arkasındaki soyluların egemenliğine son verilecek, onların toprakları köylülere dağıtılacak vb., vb... Özetle o günkü mevcut egemen sistemin yıkılması temeli üzerinde yeni bir siyasal rejim, ki buna burjuva demokratik cumhuriyet diyorlar. Bunu alıp şimdi söylenenlerle karıştırmak tam bir utanmazlık ve düzenbazlıktır. Rusya’da devrimci marksistlerin sözünü ettiği demokratik cumhuriyet, yalnızca işçilerin-köylülerin devrimci atılımına, bu atılıma dayalı muzaffer devrime değil, yanısıra bu muzaffer sınıfların devrimci diktatörlüğüne de dayanacak bir siyasal rejim olarak düşünülüyor. Orda tanımlanan “demokratik cumhuriyet” bu, devrimcilerin yüz sene önceki “demokratik cumhuriyet” perspektifi işte bu.

Peki Öcalan’ın İmralı’da teslimiyet bayrağını çekerek, Türk devletinden Kürt halkı için üç-beş kırıntı hak dilenmesinin “demokratik cumhuriyet”le ne alakası olabilir ki? Bu devlet işsizliğin bilmem kaç milyonu bulduğu bir ülkede, kendi işçisine 60 yaşından önce emeklilik hakkı vermeyi bile reddediyor, ona 7 bin işgünü prim zorunluluğu koyuyor. Durmadan boğazından kesiyor, ücretinden kesiyor, durmadan yoksullaştırıyor. Bu devlet neyin özgürlüğünü verecekmiş ki! Elbette emekçiler bu devlete rağmen özgürlüğü kopartıp alabilir, düzen yıkılmadan da siyasal özgürlüğü fiilen şu ya da bu ölçüde yaşayabilir, bunlar tümüyle ayrı, farklı bir durumun ifadesi. İyi ama bu düzen, İmralı’da Öcalan’ın yakardığı bu devlet, emekçiye niye özgürlük verecekmiş ki! Kime özgürlük vereceği son af tasarısından belli değil mi? Rejimin muhalifleri dışındaki herkese! Bu şu demektir; işçi ve emekçiler dışındaki herkese! Çünkü bu rejimin muhalifleri işçi sınıfının ve emekçilerin gerçek temsilcileri, çıkarlarının savunucularıdır.

Demokrasi mücadelesi ve “demokratik cumhuriyet” başlı başına ele alacağım konulardan biri, bunlar zamansız değinmeler sayılmalıdır.


Üste