Logo
< Birliğin ya da “Türkiyelileşme”nin iki yolu

PKK’nin “devrimcilikten demokratlığa” dönüşüm ihtiyacı


 

PKK’nin “devrimcilikten demokratlığa” dönüşüm ihtiyacı

H. Fırat


Öcalan savunmasında, tarihsel ve güncel boyutlarıyla, uluslararası ve ulusal çerçevesiyle bütünsel bir platform ortaya koyuyor. Çokça iddia edildiği gibi, sözkonusu olan hiç de “barış ve kardeşlik” elinin bir kez daha iyi niyetle uzatılmasından ibaret bir taktik adım değil, fakat kapsamlı bir ideolojik-politik platformdur. Bu platform, bugüne kadarki resmi çizginin olduğu gibi terkedilmesi anlamına gelmektedir. Öcalan bunu kendini yeni tarihsel döneme ve koşullara uyarlama platformu olarak nitelemektedir.

Dahası var. Öcalan’ın bu çok yönlü ve çok kapsamlı platformunun bugün için Türk burjuvazisinden bir karşılık bulup bulmaması da sorunun esası ve özünü değiştirmiyor. Nitekim gerek savunmasında, gerekse İmralı yargılamalarına paralel açıklamalarında Öcalan da bu gereçeğin altını döne döne çiziyor. Örneğin savunmasının girişinde, bu konuda şunları söylüyor:

“Savunmamın temeli... Kürt sorunu ve PKK öncülüğündeki son isyanda, tarihi bir uzlaşma ve çözüm imkanının nasıl geliştirilebileceğidir.” “Geçmişi değerlendirmek, program ve siyasi çizgi düzeyinin, yaşanılan somut gerçeklik ışığında çözüme vardırmak büyük önem taşıyordu. Benden çok yönlü beklenen de buydu. Dışarda kısmen yapmaya çalıştıklarımı burada bir çözüm platformuna dönüştürmek en pratik yoldu.” “... bu aşamada taraflar ‘çözüme gidiyorlar’ demem, aşırı iyimserlik olur -ki birçok tehlikeyi beraberinde getirebilir- ama ergeç gerçekleşecek en uygun çözüm yolu olduğuna dair, inanç ve kanım güçlüdür.”

Öcalan, bugünkü koşullarda ne ölçüde karşılık bulacağından bağımsız olarak, ortaya sorunun biricik olanaklı çözüm platformunu koyduğu iddiasındadır. Aradan on ya da yirmi yıl da geçse, dönüp dolaşıp varılacak çözüm platformu budur demektedir. Bu çerçevede, “geleceğe değeri çok yüksek bir çözüm mirası” bıraktığını söylemektedir.

Tüm bunları şunun için hatırlatıyoruz. PKK çevreleri ve Öcalan özürcüleri Öcalan’ın İmralı savunmasını, sanki sözkonusu olan tümüyle iyiniyetli, fakat ustalıklı bir taktik adım gibi ele almaktadırlar. Ve sanki devlet bu taktik adıma karşılık vermezse eğer, mücadele kaldığı yerden ve mevcut doğrultusunda devam eder demektedirler. Oysa Öcalan’ın İmralı’da ortaya koyduğu stratejik “çözüm platformu” bunu olanaksız kılmaktadır. Zira Öcalan teoriyi, tarihi, toplumu, Kürt sorununu ve bu sorunla bağlantılı tüm öteki sorunları tümüyle yeni bir değerlendirmeye tabi tutmuş ve ortaya tümüyle yeni bir ideolojik-politik platform koymuştur.

Elbetteki Türk burjuvazisi inkar ve imhada ısrar ettiği sürece mücadele de sürüdürülecektir. Sorun bu değildir. Sorun bundan böyle sürdürülecek bir mücadelenin çerçevesinin ne olacağıdır. İmralı’daki Öcalan’a bağlı kalınacaksa ve kalındığı sürece, bu mücadelenin platformu artık tümüyle farklı olmak durumundadır. Bu üzerinden kasten atlanan hayati önemde bir noktadır.

Öcalan’nın kendisi hiç de genel olarak mücadeleyi reddetmemekte, fakat mücadelenin bugüne kadar resmen geçerli görünen (fiiliyatta ise yıllardır zaten terkedilmiş bulunan) çerçevesini ve hedeflerini reddetmektedir. Öcalan genel olarak mücadeleyi değil, fakat bu mücadelenin devrimci temellerini ve kapsamını reddetmektedir. Bunu, ‘70’li yılların “ağır ideolojik yaklaşımlı” kargaşa ortamında, toyluk ve deneyimsizliğin de ürünü olan bir etkilenme saymakta, fakat bugün ulaşılmış bulunan güç ve olgunluk düzeyinde artık terkedilmesi gerektiğini savunmaktadır.

Kürt sorununu bir dil ve kültürel kimlik sorununa indirgeyen Öcalan, bu çerçevede bugüne kadarki mücadelesinin ahlaki ve siyasi açıdan haklı bir temele sahip olduğunu savunmakta, bu çerçeveye dayalı bir savunu onun tüm savunmasının temel unsurlarından birini oluşturmaktadır. Örneğin giriş bölümünde bu konuda şunları söylemektedir: “Bana göre mevcut anayasının bile özde uygulanmadığı, ayrıcı kimlik inkarında inat edildiği bir aşamada daha çok yapılması gereken, direnmenin ahlaki ve siyasi gereğini savunmaktı.”

Karşınızdaki güç eğer bu en dar reformcu istemler platformu karşısında bile inkar ve imhayı dayatmakta ısrar ediyorsa, elbetteki mücadele, üstelik duruma göre en şiddetli biçimler bile kazanarak, bundan sonra da sürecektir. Fakat bu tür bir savaşa yön veren çizgi artık tümüyle farklı olacaktır. Örneğin bu tür bir mücadele artık Kürt sorununu bir ulusal siyasal sorun olarak değil, en dar anlamıyla bir kültürel kimlik sorunu olarak ele almak durumundadır. Zira Öcalan savunmasında sorunu buna uygun bir teorik ve tarihsel çözümlemeye tabi tutmuş; bu yeni yorumu bir özeleştirel platform olarak nitelemiş; dahası, vurgulu sözlerle, sorunu bugüne kadar böyle görememeyi, onu bir kördüğüme çeviren ve çözümsüzlük içinde bırakan en temel neden olarak tanımlamıştır. Öcalan bu tür bir çözümlemeyi ve yorumu, karşı tarafa verilmiş bir taviz olarak değil, nesnel olgunun nesnel bilimsel tanımı saymakta, böyle sunmaktadır.

Bunu yalnızca bir örnek olarak vermiş olduk. Öcalan’ın bütün bir savunmasının kapsamı bu niteliktedir. O tümüyle yeni bir bakışaçısıyla, kendi sözleriyle “demokratik bakışaçısı”yla, tarihe, topluma ve siyasal sorunlara tümüyle yeni bir yorum getirmektedir. Elbetteki bu yorumun nesnel ve bilimsel ölçülerle ve bu arada devrimci konumla yakından uzaktan en ufak bir alakası yoktur. Fakat onu tarihin, toplumun ve siyasetin “ütopik” olmayan nesnel bilimsel çözümlenmesi olarak sunan, bizzat Öcalan’ın kendisidir.

Ve yineliyoruz, İmralı’daki Öcalan çizgisine bağlı kalınacaksa, inkar ve imhanın sürdürülmesinde ısrar edildiği koşullarda bile, uğruna mücadele edilecek yeni platform artık bu platform olmak durumundadır. Demek oluyor ki, dünyada “demokratik sistem” adı altında “yeni dünya düzeni”ni benimsenmek, Türkiye’de burjuvazinin sınıf egemenliğine dayalı bir toplumsal zeminde “demokratik cumhuriyet” hedefi gütmek, Kürt sorununun ulusal siyasal kapsamı ve niteliği reddedilerek dil ve kültürel kimliğe özgürlük talep etmek ve bunun elde edildiği koşullarda ise Türk burjuvazisinin bölgesel yayılmacı çabasının bir parçası ve dayanağı olmayı kabul etmek gerekmektedir.

Sözkonusu olan artık Türk burjuvazisiyle barışa da Türk emekçileriyle devrime de varız alternatifleri değildir, bu yaklaşım çoktan geride kalmıştır. Öcalan’ın yeni teorik ve tarihsel çözümlemeleri temelinde bundan böyle sözkonusu olacak olan, dil ve kültürel kimlik için; bugünden barışa ve mevcut toplumsal düzenle bütünleşmeye, değilse gerekirse on yıl ya da yirmi yıl bu aynı haklar için savaşmaya da varız, alternatifleridir. Burada artık devrim ve devrimcilik sözkonusu değildir. Burada sözkonusu olan, en dar bir reformcu platform uğruna barış, bunun bugün için gerçekleşmediği koşullarda ise aynı platform uğruna savaştır.

Buradaki köklü konum değişikliğini anlayabilmek için örneğin Talabani’ye bakmak çok açıklayıcıdır. Yıllar öncesinden Öcalan’a “devrimler dönemi bitmiştir” diyen bu aynı Talabani, bizzat bu sözleri söylediği sırada, silahlı bir gücün sahibiydi ve silahlı bir savaşın içindeydi. Mevcut emperyalist sistem içinde ve kurulu düzen tabanı üzerinde, Kürt kimliği ve siyasal otonomi uğruna savaş vermekteydi. Demek ki devrim, Barzani ve Talabaniler’in de çok iyi bildiği gibi, bambaşka bir şeydir. Devrim, anayasal ve yasal alanda bir takım hakları güvenceye almak değil, kurulu düzenin sosyal ve siyasal ilişkilerinde köklü değişimleri mevcut düzenin ezilen sınıflarının temel çıkarları doğrultusunda hedeflemektir. Bu çağımızın her gerçek ulusal demokratik devrimi için de geçerlidir ve 20. yüzyıl tarihi bunun tanığıdır.

İmralı’daki Öcalan’ın reddettiği tam da budur. İmralı’daki Öcalan’a göre de; “artık devrimler dönemi bitmiştir”, “yeni dünya düzeni siyasi görüşmeler yoluyla, ABD’nin himayesinde, serbest piyasaya dayalı, burjuva demokrasiler sistemi hakim tek nizamdır” (Talabani). Öcalan’ın savunmasını okuyup da baştan sona kadar bu fikrin işlendiğini görmemek için ya anlama yeteneğinden yoksun, ya da çok kasıtlı bir tutum içerisinde olmak gerekir. Öcalan’ın” 20. yüzyılın sonunda” zaferini kutsayıp yücelttiği, yeryüzünün yaşama gücü ve yeteneği olan biricik nizamı ilan ettiği “demokratik sistem”, Talabani’nin sözünü ettiği “serbest piyasaya dayalı, burjuva demokrasiler sistemi”nden başka nedir ki?

PKK’nin dönüşüm ihtiyacı
asıl gerekçelendiriliyor?

Öcalan ne yaptığını çok iyi bilmektedir, ortaya koyduğu platformun tüm temel unsurları arasında bütünsel bir tutarlılık vardır. Bu nedenledir ki, emperyalist sistem ve kapitalist düzeni tanıyıp onaylamakla kalmamakta, PKK’nin önüne bu yeni platforma uygun köklü bir dönüşüm görevi de koymaktadır. Doğal olarak bu köklü dönüşüm sorunu ideolojik ve felsefi açıdan estetize edilmeye çalışılmakta, “yeni aşama”ya geçişin gerektirdiği bir “kendini aşma” zorunluluğu olarak sunulmaktadır. Öcalan’a göre bu dönüşüm fazlasıyla gecikmiş bir ihtiyaçtır: Aslında PKK’nin “kendini dönüştürmesi gereken yıllar” ‘90’lı yıllardır. PKK “dünya çapındaki gelişmeleri görerek” kendini zamanında dönüştürebilmeliydi. Bunu “bir devrimci örgütten demokrat örgüte dönüşerek” yapmalıydı. Kürt sorununun çözümünde oynadığı tarihi rolü de ancak bu tür bir dönüşüm sayesinde tamamlayabilirdi.

“PKK, tüm ütopik ve aşırı siyasi perspektiflerine rağmen, yine de hiç olmazsa, sorunun mevcudiyetini ve yaklaşım gereğini en çarpıcı ortaya koymak ve çözümü zorlamakla” tarihi bir rol oynamıştır, diyen Öcalan, gerekli dönüşümü sağlamış bir PKK’nin oynayabileceği yeni rol konusunda ise şunları söylemektedir: “Kürt sorunu Cumhuriyetle birlikte ele alınıp çözüme kavuşturulmak istendiğinde, PKK olayının en olgun çözüm aracı olduğu görülecektir.”

Öcalan’ın PKK’deki köklü dönüşüm zorunluluğunu ‘89 çöküşü ve “demokratik sistemin zaferi” ile ilişkilendirmesi dikkate değerdir. “PKK’de dönüşüm sorunları” başlıklı bölüm şu cümle ile başlamaktadır: “20. yüzyılın sonlarına doğru sosyal ve siyasal sistemlerin büyük değişim ve dönüşüm yaşadıkları, buna direnenlerin fazla başarı gösteremedikleri çarpıcı bir gerçekliktir.” Bunun ne anlama geldiğini geçen bölümde ele almıştık; “demokratik sistem” olarak kodlanan emperyalist dünya sisteminin “20 yüzyılın sonundaki kesin zaferi”dir sözkonusu olan. Öcalan bunu demokrasinin büyük zaferi saymakta ve bu gelişmenin Türkiye’de de demokratik gelişmenin önünü açtığını iddia etmektedir. Özgürlük mücadelesinin yaşadığı büyük devrimci gelişme karşısında ve Kürt halk yığınlarının devrimci ulusal uyanışını dizginlemek amacıyla Demirel’in “Kürt realitesini tanıyoruz” açıklamasını ve Özal’ın ABD’nin Kürt planı çerçevesindeki manevralarını, Türkiye’nin demokratikleşme doğrultusunda büyük adımlarına gösterge sayıyor Öcalan. Burada, Kürt ulusal hareketinin devrimci çizgideki gelişiminin sonucu olarak ortaya çıkan, fakat aldatıcı manevralar olmaktan öteye gidemeyen bazı manevraların devrimci çizgiyi terketmek zorunluluğunun gerekçesi olarak sunulması dikkat çekicidir.

Öcalan, devletin ve ordunun Kürt sorununda “sınırlı bir çözüme razı olma”sının bir ifadesi saydığı bu aldatıcı manevralar karşısında, PKK’nin zamanında devrimci bir örgüttün demokrat bir örgüte dönüşememesine ilişkin sözde tarihi hatayı şöyle ortaya koymaktadır:

“Devlet aslında bu yıllarda genelde olduğu gibi ciddi kabuk değiştiriyor. Özellikle Sovyetler’in çözülüşü, Körfez Savaşı sonrası Türkiye’yi yakından ilgilendiren gelişmeler, Kürt meselesine çözümü hayati kılıyor ve bunun yolu da, gerçekten gecikmiş temel ihtiyaç olan kapsamlı, bir demokratikleşmeden geçiyor. PKK burada direndi. Kendini geliştirmeden ziyade aşırı tekrarlayarak direndi. Tek çareyi bunda görüyordu. Halbuki reel-sosyalizmin çözülüşünden demokratik çözüm tarzını çıkarabilmeliydi... Dünya çapında reel sosyalizm çözülüyor, sovyet sistemi dağılıyor, çözüm kör-topal bir demokraside görülürken bundan şüphesiz önemli sonuçlar çıkarılmalıydı.”

Bu pasajdaki son vurgular özellikle dikkate değerdir. Öcalan yalnızca ilk savunmasında değil, esas hakkındaki son savunmasında da belirgin bir tutumla Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki yıkılışları demokrasiyi dönüş olarak nitelemektedir. Dahası bunun dünya ölçüsünde de demokratik gelişmeleri hızlandırdığını ve Türkiye’nin de bundan nasibini aldığını savunmaktadır. Türkiye’nin bundan sözde nasiplendiği ‘90’lı ilk yılların Türkiye tarihinde askeri rejim dönemlerini aratmayan bir kanlı ve kirli uygulamalar dönemi olduğunu hatırlamak, Öcalan’ın gerçeklerden ne denli koptuğunu ya da gerçekleri kendi bugünkü teslimiyetçi platformunu haklı göstermek için ne denli kaba bir tahrifata tabi tuttuğunu görebilmek için yeterlidir.

Fakat konumuz PKK’nın dönüşümü sorunu olduğuna göre, burada asıl bir başka noktanın altını çizmemiz gerekmektedir. Öcalan’ın sözünü ettiği uluslararası gelişmeler, dünya ölçüsünde yaygın olarak sol örgütlerin devrim, devrimcilik türünden iddiaları bir yana bırakarak demokratlığı seçtikleri ve düzenle bütünleşme yolunu tuttukları bir dönemin önünü açmıştı. Bu dünya ölçüsünde büyük bir tasfiyeci dalga idi. Sosyalist kimlikler inkar ediliyor, devrimden yüz çevriliyor, çözümü demokraside arama adı altında düzenle bütünleşmeler yaşanıyordu. Öcalan işte tam da bu dönemde PKK’nın da bu gerçekleri hesaba katarak devrimden köklü bir biçimde kopma yolunu tutmamış olmasını büyük bir hata olarak değerlendiriyor. Daha düne kadar Doğu Avrupa’daki yıkılış karşısında Ortadoğu’da devrim bayrağını ayakta tutmakla övünen bir hareketin lideri, adeta nedamet getirerek “reel sosyalizmin çözülüşünden, (PKK de) demokratik çözüm tarzını çıkarabilmeli”, “‘70’lerin programını bırakıp yeni programa ulaşmalı”, özetle “devrimci bir örgütten, demokrat (bir) örgüte dönüşmeli”ydi diyebiliyor.

Öcalan bunu esas hakkındaki son savunmasında, bir kez daha “PKK’de dönüşüm” zorunluluğuna ayırdığı bölümde, yine açık ve vurgulu sözlerle yineliyor. Bu sözkonusu bölüm şu cümlelerle başlıyor: “Sovyet sisteminin 1990’lara doğru çözülüşü, en az 200 yıl önceki Fransız ihtilali kadar demokratik dönüşüm üzerinde etkide bulunma potensiyeli taşır. Gerçekten başta Doğu Avrupa olmak üzere, dünyanın pek çok ülkesinde demokratikleşme yönünde gelişmelere yol açmıştır.”

Bu etkinin Türkiye üzerinde de sonuç verdiğini, “demokratikleşmeyi zorlaştıran statükodan uzaklaşma yönünde” derin bir etkide bulunarak olumlu gelişmelere yol açtığını vurgulayan Öcalan, sözü şuraya bağlıyor:

“İşte PKK’nin dönüşüm gerçeğinden bahsederken herşeyden önce dünya ve ülke çapında bu gelişmelere objektif olarak dayandırıyoruz. PKK’nin kuruluş yılları; soğuk savaşın katı ideolojik kamplara ayrılmış, Kürt objektivitesinin ağır bir inkar ve iradesizliği yaşadığı statükocu yıllardır. Ayrıca anarşik yanı ağır basan, demokratikleşmeyi pek tanımayan gençliğin; sağ-sol kamplara alabildiğine parçalandığı bir sürecin damgasını taşır. Hem program hem eyleminde bu yıllardaki dogmatik, ideolojik yaklaşımla, gençliğin radikal çıkışının derin izleri vardır. 1990’larda dünya genelinde birçok örgüt yapısında olduğu gibi, Türkiye’deki partiler, örgütler yapısında da kaçınılmaz olarak, dönüşüm yaşanacaktır. Yaşandı, daha da yaşanacaktır. PKK’de de yaşanılan ağır çatışma ortamı nedeniyle bu yönlü gelişmeler ortaya çıkacaktı. Benim bu yıllarda PKK program ve eski propaganda sloganlarını terketmem ve yeni arayışlara girmem bu nedenlerle bir çıkmaz değil, bir kaçınılmazlığı ifade eder. Eleştirilmesi gereken yan, geç olması ve net formüle edilememesi ve PKK kongre ve programına yeterince yansıtalamaması noktalarında olmalıdır.”

Bu pasaj ibret ve utanç vericidir. Buradaki nedamet sözleri Türkiye’nin bugünkü kontra düzeninin egemen odaklarına, onun gerisindeki emperyalist odaklara hitaben edilmektedir. Öcalan PKK’nin geçmişteki devrimci ve sosyalist olmak iddiasını ve devrimci demokrat programını, adeta ‘70’lerin kargaşa ve bilinçsiz kutuplaşma ortamının bir ürünü saymaktadır. Adeta biz de soğuk savaş kutuplaşmasının kurbanı olduk demeye getirmektedir. ‘90’larda dünyada ve Türkiye’de devrimi terketme yolunu tutan birçok örgüt gibi bizim de aklımız başımıza geldi, bu yolun yol olmadığını gördük, nitekim eski program ve sloganları terk ederek yeni arayışlara girdik demektedir. Bunu yeterince açık bir biçimde yapılamamış olmasını ve bunda bir parça geç kalınmış olmasını ise kendi kusurları saymakta, ve eleştirilecekse bu kadarı eleştirilmeli demektedir.

‘70’li yıllar dünyada ve onun bir parçası olarak Türkiye’de devrim ve sosyalizm umudunun güçlü olduğu, dünyanın birçok bölgesinde büyük devrimci hareketliliklerin yaşandığı bir tarihsel dönemdi. Bu dönem Vietnam’ın simgelediği Çin-Hindi halkları şahsında emperyalizme karşı ulusal kurtuluş mücadelelerinin de doruğa ulaştığı bir tarihsel evreydi. PKK tam da bu devrimci tarihsel dönemin ürünü bir devrimci ulusal kurtuluş hareketi olarak sahneye çıktı. Doğumunda dünya devrimci hareketi kadar Türkiye devrimci hareketinin özel bir rolü ve etkisi vardır. PKK Kürt sorunu çerçevesinde oynadığı büyük tarihi rolü tam da ‘70’lerin ürünü olan bu devrimci kimliğine borçludur.

Bugün PKK’nin oynadığı tarihi rolü hala da sahiplenen İmralı’daki Öcalan, fakat öte yandan onu olanaklı kılan tüm devrimci etkenleri kaba bir biçimde reddediyor. ‘70’leri bu kabalıkta reddeden bu aynı Öcalan, buna karşılık ‘90’lı yılların büyük gericilik dalgasını “dünya ölçüsünde demokratik gelişme” olarak sahipleniyor. ‘70’ler dünyasında halkların ve Türkiye’de emekçi kitlelerin emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadele içerisinde özgürleşme çabaları “demokratikleşme”den uzaklık olarak mahkum edilirken, ‘90’lar dünyasında “yeni dünya düzeni”nin köleci egemenliği altında her türlü devrimci, ilerici ve aykırı çıkışın boğulmaya çalışıldığı bir dönem demokrasinin büyük tarihi hamlesi olarak sunulabiliyor. Üstelik bunda ölçü öyle kaçırılıyor ki, “en az 200 yıl önceki Fransız ihtilali kadar” demokratik dönüşüm etkisinden sözedilebiliyor. Bu tam da, “yeni dünya” teorisyenlerinin, tarihin sonunu ilan eden ultra gericilerinin düşünüş tarzıdır, tüm bunlar onların dünyaya pompaladığı gerici argümanlardır. Ve işin ilginç yanı, ‘90’lı yılların başındaki bu gericilik dalgasının etkisi daha ‘90’lı yıllar bitmeden kırılmış bulunmaktadır. Artık insanlığa ebedi bir barış, demokrasi, refah ve evrensel uyum dönemi olarak sunulan “yeni dünya düzeni” döneminin ne demek olduğunu sıradan insanlar bile etinde-kemiğinde hissederek anlayabilecek duruma gelmişlerdir. Ve işte böyle bir dönemde ve kontr-gerillanın tam denetimindeki bir mahkeme kürsüsünde, Kürt halkının büyük umutlar bağladığı ve büyük bir bağlılık sergilediği bir eski devrimci lider kalkıp “demokratik sistem”in büyük tarihi zaferi üzerine bu utanç verici lafları edebilmektedir.

Bu düşünce tarzı ve onun ürünü olan tutum gerçekten ibret vericidir. Düşününüz ki, bu sözleri eden aynı Öcalan, tam da yere-göğe sığdıramadığı bu aynı “demokratik sistem” tarafından uluslararası bir komploya ve en aşağılayıcı bir muameleye tabi tutulmuştur.


Üste