Logo
< 15-16 Haziran, sol hareket ve işçi hareketi

İşçi Savunma Birlikleri - MK toplantısı tutanaklarından


MK Toplantısı Tutanakları’ndan...

İşçi Savunma Birlikleri

Cihan: Partinin sınıf mücadelesinin içinde bulunduğumuz dönemdeki gidişatına bir bakışı var. Bugünün dünyasında süreçlerin seyrine, bunun içinde Türkiye’de olayların seyrine bir bakışı var. Parti tarihsel bir çerçevede yeni bir devrimler dönemine girildiği düşüncesindedir. Sınıf mücadelesinin gitgide sertleşmesini beklemektedir. Bu çerçevede devrimci şiddet sorunu çok temelli bir teorik ve pratik konudur parti için.

Bu soruna ilişkin olarak partide genel çerçevede ideolojik ve ilkesel bir açıklık var. Parti programı bunun en temel esaslarını içeriyor. Ama konuyu çok değişik açılardan incelemek ve işlemek, bu arada bunu geleneksel solun çarpık şiddet anlayışı ve pratiğinin eleştirisi ile birleştirmek, hala da partiyi bekleyen bir görevdir. Parti olarak şiddete hiçbir zaman yapay bir heves göstermedik. Onu hiçbir biçimde devrimciliğin alameti farikası olarak da görmedik. Şiddeti devrimci sınıf mücadelesinin bir biçimi, bir boyutu, bir gelişme aşaması olarak ele aldık. Solda devrimcilik adına uygulanan, ama koşullara uygun düşmeyen, haklı ve dolayısıyla meşru olmayan şiddet anlayışına da prim vermedik.

Konumuza gelirsek. İşçi Savunma Birlikleri politikası bir hevesin, bir zorlamanın değil fakat her geçen gün daha açık biçimde hissedilen bir ihtiyacın ürünüdür. Sınıf içindeki çalışmanın ve işçi mücadelelerinin açığa çıkardığı bir ihtiyaç. Faaliyetin bugünkü cılız sınırlarında bile devletin kolluk kuvvetleri ile tek tek kapitalistler ona sınırlar getirmek, dahası tümden engellemek istiyorlar. Bunun yolaçtığı sorunları, yarattığı güçlükleri bizzat kendi deneyimlerimizden biliyoruz. Ya da örneğin nakliyat işçileri üzerinden gördüğünüz gibi, işçiler sendikalaşmak istiyorlar, ama patronlar işçilerin sendikalaşma çabalarını şiddetle engellemeye, terörize etmeye çalışıyorlar. İşçiler bunun karşısında bizzat kendileri gerektiğinde şiddete de başvurarak direniyorlar. Geçmişte silah kullanılan örnekler bile var, Topkapı’daki direnişte örneğin. Çelmer türü örneklerde işçiler muhtemel bir polis saldırısını gözeten bir direnişçi ruh sergilediler fabrika işgali sırasında.

Ele alınışı yönünden İşçi Savunma Birlikleri partinin yönetiminde merkezi askeri bir örgüt değildir. Sınıf hareketinin kendi bünyesinden çıkaracağı bir merkezi örgütlülük de değildir. Taban örgütlülükleri diyoruz, işçi komiteleri diyoruz; işçiler her yerde, her fabrikada kendini örgütleyebilmeli, tabanda inisiyatifi ele almalı diyoruz. Ama bunu hiç de ve hiç değilse bugün için, fabrika komiteleri arasında bir koordinasyon, onun merkezileşmesine yönelik bir söylem olarak dile getirmiyoruz. Sınıf mücadelesi akışı gelecekte bunu böyle gündeme getirebilir. Ama o zaman da zaten işçi komiteleri biçimi aşılarak yerine yeni biçimler, daha ileri ve üst biçimler geçer. Bu konuda bugünden kesin şeyler söyleyemeyiz.

İşçi Savunma Birlikleri bir politikadır herşeyden önce. İşçilere kapitalistlerin ve onlara paralel olarak kapitalist devletin gündeme getireceği şiddet karşısında aciz ve çaresiz kalmayın, kendinizi savunun, kendi savunma gücünüzü de örgütleyin diyen bir tutumdur. Bu çerçevede bir ajitasyon ve eylem çağrısıdır. Buna bağlı olarak da uygun koşulların yaratılabildiği her yerde somut bir örgütlenme girişimidir.

Bugün sınıf mücadelesi çok geri ve zayıf olduğu için gerçekte kendini dayatmış bulunan bu ihtiyaç yeterince hissedilmiyor. Bu nedenle ilk bakışta pek gerçekçi de görünemeyebiliyor. Ama biz sınıf mücadelesini ilerletmek, direnişleri, grevleri, eylemleri yaygınlaştırmak, sınıfı sendikalaştırmak gibi bir politikaya sahibiz. Günlük ajitasyonumuz buna dayalıdır. İşçiler sendikalaştılar, patronun tensikatıyla yüzyüze kaldılar, fabrika işgal ettiler... Ne olacak? Polis saldıracak, bu durumda bizim işçilere çağrımız ve bu çerçevedeki somut önderliğimiz nedir, ne olacak, ne olmalıdır? Öyle ya, her zaman Çelmer’deki gibi araya vali girip bu işi tatlıya bağlamıyor, bu neredeyse bir istisnai örnektir, belki biraz da o dönemin referandum ortamı sayesinde olanaklı olabilen.

Çoğu durumda, bu yasadışı bir işgaldir deniliyor, işçiler direnme gücü göstermedikleri için de eylem kolaylıkla sona erdiriliyor. Sinter işgali örneğinde gördüğümüz gibi. Böylece de şiddet gündeme gelmiyor. Bizim Sinter’deki politika ve tutumumuz neydi? İşgalin kararlılıkla sürdürülmesi ve muhtemel bir saldırıya karşı da direnilmesiydi. İşgali kararlılık sürdürdüğünüz bir durumda, karşı cepheden işgali kırmak girişimi, somut olarak da saldırı gündeme gelebiliyor. Sorun aynı zamanda bu gibi durumlar için işçilerin direnme ve kendilerini savunma kapasitelerini örgütlemek sorunudur.

Devrimci şiddet hep de silah kullanmak üzerinden düşünülmek zorunda değil, böyle düşünmek önemli bir yanılgıdır. Biz ‘70’li yılların o ilk yükseliş evresinde okullarımızı ya da yurtlarımızı polisin ve faşist çetelerin saldırılarına karşı savunuyorduk ama hiç de henüz silahlı biçimde değil. Faşistlerle sayısız çatışma yaşamış, dışardan gelen organize saldırıları püskürtmüştük, ama tümüyle silahsız olarak. Sonradan silahlandık, zira bu gerekli ve zorunlu hale geldi. Ama başlangıçta, 1973-74 yıllarında silahsızdık, başka bazı araçlarla kendimizi savunuyorduk, sopa, demir çubuk vb. gibi. Polisi taşlarla, yerine göre sopalarla püskürtüyorduk. O günkü koşullarda şiddetin dozunu tırmandıran ve kapsamını genişleten biz değil karşıdevrimdi, polis ve faşist çetelerdi. Sonuçta biz de kendi savunmamızı buna göre geliştiriyorduk.

Bugünkü işçi hareketinin somut durumuna ve ihtiyaçlarına da buradan bakabiliriz. Bugün işçiler yaygın olarak karşı devrimci baskı ve şiddete maruz kalıyorlar. Bugün sopalarla kendini savunmak da bir sorundur fabrikalarda, bir ihtiyaçtır demek istiyorum. Biz, militanlarımız demek istiyorum, fabrikalarda bildiri dağıtmaya gidiyoruz, özel güvenliğin saldırıları ile yüzyüze kalıyoruz. Muhtemeldir ki bir takım sopalar da kuşanarak, aynı yerde yeniden bildiri dağıtmaya gidiyoruz. Bizim burada kendi siyasal faaliyetimizi savunmaya yönelik donanımımız ile işçilerin kendi hakkını-hukukunu savunurken karşı karşıya kaldığı saldırılara karşı direnişi belli ölçülerde kuşkusuz birbirinden ayrı şeyler. Nitekim III. Parti Kongresi Bildirisi'nde de sorun iki türlü konulmuştur. Bir yandan kapitalistlerin işçilerin direnme eğilimlerini şiddetle ezmeye çalışmalarına işaret edilmiş, öte yandan sermaye devletinin siyasal çalışmayı şiddetle dizginlemeye, zorbalıkla engellemeye yönelik çabalarına.

Buna Alaattin yoldaşa ilişkin Parti açıklamalarında da açıklıkla değinildi. Şiddete tapmıyoruz, şiddet meraklısı değiliz, ama gerekli her durumda siyasi faaliyetimizi savunuruz ve bunun için gerekirse silah da kullanırız denildi. Bu tüm kamuoyu önünde yapılmış bir açıklamadır. Siyasal faaliyetimizi savunmak ve engelleme girişimini boşa çıkarmak, bizim için en meşru haktır; bu çerçevede de katledilen yoldaşımızın üzerinde elbette silah vardı, olmalıydı da. Zira bu tür faaliyetler terörle, zorbalıkla engellenmek istenmektedir. Bunun karşısında kendimizi savunma meşru hakkımız vardır. Tüm bunlar sözkonusu parti açıklamasında açık, net ve tok bir biçimde ifade edilmiştir.

III. Parti Kongresi Bildirisi'nde bu ikili yan bir arada ortaya konulmaktadır. Bunun bir yanı İşçi Savunma Birlikleri’dir, işçi hareketinin kendini savunma ihtiyacıdır. Öteki yanı, devrimci sınıf partisinin çalışma hak ve olanaklarını savunma ihtiyacıdır. Devletin bunu zorbalıkla engellemeye yönelik girişimleri karşısında aciz ve çaresiz kalmamaktır. Bunun için parti militanlarının eğitimi ve donanımıdır.

Şiddet bugün karşımıza bu ikili boyutla çıkmaktadır. İlkin sınıf hareketinin kendi öz ihtiyaçları yönünden, ikinci olarak da devrimci sınıf partisinin kendi faaliyetleri yönünden. Sınıf hareketinin ihtiyacı İşçi Savunma Birlikleri’dir. Partinin ihtiyacı ise bu alandaki çok yönlü eğitim ve donanımdır.

Sınıfın direnişi kendiliğinden sınırlar içerisinde kalırsa ya da sendikaların denetiminde olursa, orada elbette bir direnme olmaz. Direnmeyi, direnme ruhunu ve bilincini biz aşılayacağız işçi sınıfına. Direnme pratiğine biz yönelteceğiz onları, olanaklı olduğunca.

Partinin kendi güçleriyle sınırlı kalan İşçi Savunma Birlikleri olmaz, bu işi oyuna çevirmek olur. Halkçı solun sonu iflas ve hüsran olan geçmiş çocukluk hastalıklarını yinelemek olur. Kongredeki tartışmalarımızda benim özellikle belirttiğim nokta şuydu: Haramidere’de ya da bir takım yerlerde işçilere şiddet uygulayan patronlar var. İşçilere, bunlara boyun eğmeyin, bunların şiddetini göğüsleyin deriz de şiddeti uygulayan patronu biz cezalandırırız işçiler adına ve hiç değilse bu aşamada. Bu bizim değil, oradaki sınıf hareketinin ihtiyacı aslında. Biz başlangıçta buna öncelik verebiliriz, ama giderek bunu işçilerin kendi öz davranış, pratiği haline getirmek için çalışırız... Hatta geleneksel solun eleştirisi üzerinden şununla da birleştirmiştim; semtlerde de, devrimciler gelsin hesap sorsun, devrimciler gelsin cezalandırsın denebiliyor. Biz kitlelerin fedaisi değiliz. Ama biz kitlelerin öncüsü olabilmeliyiz, öncülük yapabilmeliyiz, ilk adımı biz atabilmeliyiz ve böylece işçilerin kendisini buna sürükleyebilmeliyiz. Bizim için sorun temelde işçi sınıfının direnme kapasitesine açığa çıkarmak ve örgütlemektir. İşçi Savunma Birlikleri buna yönelik bir politika ve pratik girişimdir.


Üste