Logo
< 20. Yılında Komünist Hareket... Geçmişi aştık, geleceği kazanacağız!

TKİP II. Kongresi toplandı... Parti’yi güçlendirmek ve mücadeleyi büyütmek için!


TKİP II. Kongresi toplandı...

Parti’yi güçlendirmek ve mücadeleyi
büyütmek için!

Geride bıraktığımız günler içinde toplanan TKİP II. Kongresi, kapsamlı ve çok yönlü bir gündem üzerinden süren çalışmalarını başarıyla tamamlamış bulunmaktadır. Son birkaç yıldır gündemde olan, fakat gerçekleşmesi örgütsel güvenliğe ilişkin nedenlerden dolayı geciken II. Parti Kongresi’nin nihayet güvenlik içinde toplanması ve çalışmalarını başarıyla tamamlaması, partimiz için birçok açıdan önemli bir adımın ifadesi olmuştur. Partimiz, devrimci sınıf mücadelesi görevlerine daha güçlü bir biçimde sarılmak için artık çok daha elverişli bir zemine kavuşmuş durumdadır. II. Parti Kongresi’nin kapsamlı değerlendirmeleri ve bir dizi konuya ilişkin kararları bunun güvencesidir.

TKİP II. Kongresi, iki kongre arası dönemi sınıf ve kitle hareketi, genel sol hareket ve partimiz yönünden değerlendirmek ve bundan gerekli sonuçları çıkarmak başta olmak üzere, dünya ve Ortadoğu’daki gelişmeler, yakın geçmişten geleceğe Türkiye’de olayların seyri, sınıf ve kitle hareketi, Kürt sorunu ve hareketi, partinin genel politik ve örgütsel durumu, tüm boyutlarıyla partinin örgütsel ve kadrosal sorunları, çeşitli yönleri ve boyutlarıyla partinin sınıf çalışması, gençlik çalışması, kadın çalışması, toplam yayın faaliyeti, örgütsel güvenlik sorunları vb. bir dizi konuyu içeren alabildiğine kapsamlı bir günden üzerinden çalışmış, tüm bu sorunlarda günler boyunca yer yer özel ayrıntılara inen verimli tartışmalar yapmış, partinin önünü açacak ve önümüzdeki dönem için yönünü çizecek sonuçlara varmıştır.

Partimizin II. Kongresinin dünyada ve Türkiye’de girmiş bulunduğumuz çok daha zorlu ve karmaşık bir dönemin ardından toplanmış olması onun gündeminin ağırlık alanını da etkilemiştir. 11 Eylül saldırılarıyla birlikte girilen bu yeni dönem, dünya ölçüsünde emperyalist gericiliğin ve her bir kapitalist ülkenin kendi bünyesinde burjuva gericiliğinin dizginlerinden boşaldığı bir evre oldu. Dışarda emperyalist tehdit, saldırı ve savaş, içerde ise ırkçılık, şovenizm ve polis devletine geçiş, bu dönemin siyasal çehresine damgasını vurmaktadır. Çözümsüz yapısal sorunlarla boğuşup duran ve gelinen yerde özellikle Kürt sorunu üzerinden iyiden iyiye sıkışmış bulunan Türk burjuva gericiliği de kendi yönünden bu genel atmosferden en iyi biçimde yararlanma yoluna gitmektedir. İçerde baskıyı, şovenizmi ve faşist-militarist terörü azdırmakta, dışarda ise bölge halklarına karşı emperyalist-siyonist cephede yeni roller üstlenmektedir.

Böylesine karmaşık ve zorlu bir dönemin ardından toplanan TKİP II. Kongresi, doğru bir ideolojik-politik çizginin yanısıra, ihtilalci temellere oturan sağlam bir parti örgütünü, çok yönlü olarak eğitilmiş ve donatılmış militan savaşçı kadroları, doğru bir çalışma tarzı ve etkin bir çalışma kapasitesini, devrimci bir partinin bu dönemin gelişmelerine yanıt verebilmesinin olmazsa olmaz koşulları olarak ele almaktadır; ve tüm bunların gerçekten bir anlam taşıyabilmesi ve gerçek maddi bir kuvvet haline getirilebilmesi için de, sınıf eksenli bir devrimci çalışmayı tayin edici önemde görmektedir.

Bu nedenledir ki, çok kapsamlı bir gündem üzerinden çalışan, dünyada, bölgede ve Türkiye’deki siyasal gelişmeler ve bunun ortaya çıkardığı sorunlar üzerinde gereğince duran II. Parti Kongresi, yine de çalışmasında esas ağırlığını partinin örgütsel gelişme ve kadrolaşma alanındaki sorunları ve ihtiyaçları üzerinde yoğunlaştırmış, bunu genel politik çalışmasının, özellikle de sınıf çalışmasının çok yönlü sorunlarının irdelenmesi ve deneyimlerinin özetlenmesi ile birleştirmiştir. Bu ağırlıklı çerçeve, girmiş bulunduğumuz zorlu döneme partinin hazırlanması bakımından temel önemde bir ihtiyaç olarak ele alınmıştır.

Değerlendirme ve kararları daha sonra toplu olarak açıklanacak olan TKİP II. Kongresi şimdilik aşağıdaki hususlara ilişkin görüşlerini en özet biçimiyle kamuoyunun bilgisine sunar:

I
Sistemin bunalımı ve
emperyalizmin saldırganlığı

Bugün emperyalist gericilik, bağımlı ülkelerin burjuva gericiliğini de kendi plan ve yönelimlerine uydurarak, halen dünya emekçilerine ve halklara üç koldan, üç temel alan üzerinden saldırmaktadır. Bunlardan ilki, sosyal hak ve kazanımlara yönelen ve kuralsız bir sömürü ve yağmayı kölelik koşullarında küreselleştirmeyi hedefleyen neoliberal sosyal yıkım saldırısıdır. İkincisi, “teröre karşı mücadele” adı altında demokratik hak ve özgürlüklerin sistemli biçimde budanması ve polis devleti uygulamalarının genelleştirilmesi biçiminde kendini gösteren gerici politik saldırıdır. Mazlum halklara yönelen ve halen özellikle Ortadoğu üzerinden kendini gösteren emperyalist saldırganlık, savaş ve işgal ise, saldırının bugünkü koşullarda giderek çok daha fazla öne çıkan üçüncü temel alanıdır.

İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen uzun süreli büyüme ve genişleme süreci ‘70’li yıllarda başgösteren ekonomik bunalım ile birlikte sona eren dünya kapitalizmi, o günden bugüne işçi sınıfına ve emekçilere karşı kesintisiz bir iktisadi-sosyal saldırı içindedir. ‘80’li ilk yıllarda neoliberal politikalar üzerinden kendini gösteren bu saldırı, ‘89 çöküşünün ardından yeni boyutlar kazandı ve küreselleşme politikaları biçimi içinde tüm yeryüzünü kapladı. Emperyalist merkezlerden örgütlenen ve yönetilen bu saldırının ürünü olarak dünya ölçüsünde işçi sınıfı ve emekçiler, yüzyılı aşan mücadeleler içinde biriktirdikleri kazanımlarının önemli bir bölümünü yitirmiş durumdalar. İktisadi ve sosyal hakların sistemli biçimde budanmasına ve çalışan sınıfların kapitalist sömürü mekanizmaları karşısında silahsızlandırılmasına dayalı bu sosyal yıkım saldırısı halen de sürmektedir. Emperyalist tekeller arasında gitgide daha çok şiddetlenen rekabet ile emperyalist militarizmin ve nüfuz mücadelelerinin ihtiyaçları, bunu özellikle azdırmaktadır.

Bu saldırıyı hemen her ülkede demokratik hak ve özgürlüklerin sistemli biçimde gaspı, polis devleti uygulamalarının yaygınlaştırılması tamamlamaktadır. Bu bütünlük rastlantı da değildir. Kendi emekçilerini günden güne daha çok yoksulluğa, daha geniş çaplı bir işsizliğe, sosyal haklardan yoksunluğa mahkum eden emperayalist ülkelerin burjuvazileri, bunun kaçınılmaz olarak mayalamakta olduğu sosyal hoşnutsuzluğa ve sınıf mücadelesi eğilimlerine karşı şimdiden siyasal önlemler almak ihtiyacı duymaktadırlar. Emperyalist ülkeler diyoruz, zira bağımlı ülke halkları temel demokratik hak ve özgürlüklerden genellikle zaten yoksundurlar. Onlar her zaman burjuva gericiliğinin baskı ve terörüne hedef durumda idiler. Şimdi bu politika ve uygulama, emperyalist metropollere de sinsi bir biçimde taşınmakta, “terörizme karşı mücadele” ya da yabancı duşmanlığı bunun için kirli bir bahane olarak kullanılmaktadır. Özellikle 11 Eylül’den sonra emperyalist metropollerde buna yönelik çabalar genelleşmiş ve yoğunlaşmış bulunmaktadır.

Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki yıkılışının ardından ve ‘90’lı ilk yıllardan başlayarak, emperyalizm dünya halklarına karşı bu kez siyasal-askeri alanda yeni bir saldırı cephesi açtı. ‘90 yılların başındaki Körfez Savaşını ‘90’lı yılların sonundaki Yugoslavya Savaşı izledi. Bunlar güç dengelerindeki köklü değişimin ardından emperyalist militarizmin ve saldırganlığın ilk çıkışları oldular ve “yeni dünya düzeni”nin ilk önemli ipuçlarını verdiler. İlki, birinci Körfez Savaşı, kendini artık dünyanın tek ve karşı konulamaz süper devleti olarak gören Amerikan emperyalizminin bu konumunu, bir militarist güç gösterisi eşliğinde dünyanın bu en kritik bölgesi üzerinden güçlendirmesine yönelikti. İkincisi, Yugoslavya Savaşı, yine Amerikan emperyalizminin, ama bu kez NATO’nun patronu olarak, bu emperyalist saldırı ve savaş örgütünü “dünya polisi” haline getirme niyet ve hesaplarının bir ilk uygulanması örneği oldu.

Doğu Bloku’nun yıkılışını izleyen bu ilk iki emperyalist savaş, görünen gerekçeler üzerinden bakıldığında, sistem için şu veya bu ölçüde sorun oluşturan devletlerin dize getirilmesine, ilgili bölgelerde emperyalist egemenliğin oluşturulmasına ya da pekiştirilmesine yönelikti ve bu çerçevede batılı emperyalistlerin ortak eylemine dayanmaktaydılar. Bununla birlikte, Amerikan emperyalizmi yönünden, sistem içindeki hegemonyasını pekiştirmek ve rakip olarak sivrilme potansiyeli taşıyan öteki emperyalist odakları denetim altında tutmak gibi temel önemde stratejik bir amaca da hizmet ediyorlardı. ABD için bu amaç ve hedef, ‘89 yıkılışının hemen ardından kendini göstermiş, Irak’a ilk müdahalenin hemen sonrasında ise buna yönelik yeni bir gizli strateji şekillendirilmişti. Emperyalist savaş mekanizmasının dizginlerinden boşalmasına vesile edilen 11 Eylül sonrası süreç, ABD’nin bu yeni stratejisi çerçevesinde gerçek anlamını bulmakta, yerli yerine oturmaktadır.

Gerçek ve potansiyel emperyalist rakiplere nefes aldırmamaya, onları kendine tabi ve mecbur kılmaya dayalı bu stratejide, Avrasya egemenliği özel bir yer tutmaktadır. Avrasya egemenliği ise öncelikle stratejik önemdeki petrol ve doğal gaz kaynakları ve ulaşım yolları üzerinde denetim demektir. Stratejik önemdeki petrol ve doğal gaz kaynakları ve ulaşım yolları ise geniş anlamı ile Ortadoğu anlamına gelmektedir. Afganistan’dan başlayan, Irak’la süren ve halen İran’a yönelik olarak da hazırlıkları yapılan emperyalist savaş ve işgal hareketi, işte bu yeni saldırgan stratejik çizginin ürünü oldu. Siyonist devletin konumunu rahatlatmak ve güçlendirmek özel hedefi de bu aynı strateji içinde yerini bulmaktadır. Daha somut olarak bakıldığında, AB üzerinden ayrı bir odak olarak güçlenmeye çalışan başlıca Avrupalı emperyalist güçleri kendine tabi konumda tutmayı sürdürmek, bu arada Rusya ve Çin’i kendi coğrafyalarından kuşatarak bölgesel güç sınırlarına hapsetmek, bu stratejinin öteki temel öğeleri idi. Amerikan emperyalizminin tek ve rakipsiz bir süper devlet olarak dünya imparatorluğu hesabı tüm bunlar üzerine oturmaktaydı. Bu hesapları gerçek kılmak için o, üstelik Doğu Bloku’nun ortadan kalktığı bir evrede, savaş bütçesini görülmemiş boyutlarda büyütme yoluna gitmiştir. Bugün yarım trilyon doları çoktan aşmış bu bütçe, dünyanın tüm öteki ülkelerinin savaş bütçelerinin toplamından daha büyüktür. Bu olgu, ABD şahsında emperyalist militarizmin aldığı boyutları göstermekte ve haliyle ön plandaki tüm öteki emperyalist devletlerin de bu doğrultudaki çabalarını azdırmaktadır.

Fakat bilindiği gibi ABD emperyalizminin tüm bu hesapları, daha şimdiden, baştan gereğince hesaba katılmayan bir temel etkenin, halkların direnişinin güçlü duvarına çarpmış bulunmaktadır. ABD emperyalizmi, 11 Eylül’den sonra “uzun süreli savaş”, “yüzyıllık savaşlar” serisi olarak ilan ettiği bu yeni saldırgan stratejisinin daha ikinci adımında, Irak işgali sonrasında, ummadığı bir batağa battı. Rakipsiz dünya imparatorluğu düşleri kısa zaman içinde yerini bugünkü konumunu korumak kaygısına, bunun için de bir ara kibirlice bir yana ittiği batılı emperyalist müttefikleri ile daha yakın işbirliği içinde hareket etmek çizgisine bıraktı. Irak savaşı vesilesiyle kendi aralarında ikinci emperyalist savaş sonrasının en büyük çatlağını yaşayan emperyalist batı dünyası, Irak’ın bir batağa dönüşmesinin ve bunun sistemin genel çıkarları için yarattığı kaygıların ardından yeniden birlikte hareket etmek yolunu tuttu.

II
Emekçilerin ve halkların direnişi

Doğu Avrupa’daki yıkılışın ardından dünyanın emperyalist efendileri meydanın artık kendilerine kaldığını, tek tek ülkelerde işçi ve emekçilerin, dünyanın genelinde ise mazlum halkların esasa ilişkin bir rol oynama olanaklarını ve yeteneklerini artık yitirdiklerini sanıyorlardı. O ünlü “tarihin bitişi” iddiası temelde bu anlama geliyordu. Oysa hiç de böyle olmadığını ve olamayacağını, bunu böyle düşünenler bile artık yaşayarak, dahası etinde kemiğinde duyarak görüp anlamış bulunuyorlar.

İşçilere, emekçilere ve ezilen halklara yaşattıkları çok yönlü acılar halen ve üstelik katlanarak sürüyor olsa bile, dünyanın emperyalist efendileri ve her yerde onların hizmetindeki burjuva gericiliği için kolay dönem gitgide geride kalmaktadır. Dünyanın emekçileri ve ezilen halkları sömürüye ve talana, baskıya ve teröre, emperyalist saldırılara ve savaşlara karşı günden güne daha geniş kesimler halinde hareket geçiyorlar. Henüz devrimci bir önderlik altında olmasa da, dolayısıyla henüz devrimci bir program ve hedefler bütününden yoksun bulunsa da, sonuçta emekçiler ve halklar direniyorlar. Ve bu direniş, bu dar, sınırlı ve kusurlu sınırlar içinde bile, dünyanın zalim ve küstah efendilerini zora sokmaya, onları hesaplarını daha dikkatli yapmak zorunda bırakmaya yetebiliyor.

İşçi sınıfının, emekçilerin ve halkların direnişi hemen her ülkede, özgün koşullara bağlı olarak en değişik biçimlerde kendini göstermektedir. Grevler, direnişler, işgaller, genel grevler, kitle gösterileri, yer yer yerel isyanlar, silahlı direnişler, gerilla mücadeleleri, bu biçimlerin yaygın olarak gerçekleşen örneklerini oluşturmaktadır.

Öte yandan bugünün dünyasında direnişin üç temel kategorisi ya da alanı özellikle öne çıkmaktadır. Kendi sınırlarından öteye belirgin bir uluslararası etkiye de sahip bulunan bu direnişler bu nedenle günümüz dünyası koşullarında ayrı bir anlam ve önem taşımaktadırlar.

Bunlardan ilki ve bugünkü koşullarda kendine özgü nedenlerle politik bakımdan en önemlisi, savaşa ve işgale hedef olan ülkelerdeki silahlı halk direnişleridir. Irak, Filistin, Lübnan ve Afganistan’daki direnişler bu kapsamdadır. Bu direnişlerin bugünkü koşullarda özel politik önemi, dünya halklarını dilediklerince köleleştirebileceklerini sanan küstah ve kibirli emperyalist-siyonist güçlerin ölçüsüz hesaplarına vurdukları darbelerden gelmektedir.

Dinci akımların önderliği bu direnişlerin kuşkusuz belirgin biçimde zayıf ve sorunlu yanını oluşturmakta, zamanında Vietnam direnişinin dünya ölçüsünde yarattığı türden bir devrimci etki ve yankının oluşmasını engellemektedir. Dahası Müslaman ülkelerin genelinde gerici akımların güçlenmesini kolaylaştırarak ayrıca olumsuz bir etkide de bulunmaktadır. Fakat yazık ki bugünün Ortadoğu’sunda halkların emperyalist köleleştirme girişimlerine karşı direnme istek ve iradesine bugün için ancak böyle bir önderlik yanıt verebilmektedir. Ve bunun böyle olması, bu direnişlerin emperyalist politika ve planlara vurduğu darbenin politik önemini ve dünya olaylarının seyri üzerindeki objektif olumlu etkisini ortadan kaldırmamaktadır.

Bu nedenle, bu direniş hareketleri bugünkü koşullarda ve yalnızca bu sınırlar içinde elbette desteklenmeli, fakat öte yandan onların temsil ettiği toplum projesinin gerici niteliği konusunda herhangi bir yanılsamaya da mahal verilmemelidir. Sınıflara dayalı sömürü ve mülkiyet ilişkilerinin dışına herhangi bir biçimde çıkmayan, bu nedenle bugünkü sisteme bir alternatif oluşturmak bir yana onun kendine özgü gerici bir versiyonu olan bu projenin halklara sunacağı herhangi bir olumlu gelecek yoktur. İran’daki molla rejimi ve Afganistan’daki Taliban rejimi, bu projenin sömürü ilişkileri temelinde ve baskı rejimi koşullarında halklar için ne türden bir ortaçağ karanlığı demek olduğunu somut olarak göstermiş bulunmaktadırlar.

Öte yandan dinci akımlar, gerici doğaları gereği, direniş içinde toplumun farklı milliyetten, dinden ve mezhepten tüm kesimlerini birleştirebilme olanaklarından da büyük ölçüde yoksundurlar. Devrimci anti-emperyalist, demokratik ve laik bir program ve stratejik çizgi, farklı köken ve kültürlerden halk kitlelerinin birleşik devrimci direnişi için olmazsa olmaz asgari temeldir. Bundan yoksunluk ise halihazırdaki işgale karşı direniş hareketlerinin ortak özelliğidir ve bu yapısal zaaf direnişleri belirgin biçimde sınırlamakta, başarı şanslarını zora sokmaktadır.

İkinci kategoriyi oluşturan direnişler, Latin Amerika halklarının neoliberal saldırılara karşı giderek kıtasal bir etki ve boyut kazanan ve dünyanın öteki kıtalarından da ilgiyle izlenen yaygın ve soluklu mücadeleleridir. Bu direniş halk hareketinin çok çeşitli türden militan ve kitlesel biçimlerini içermekle kalmamakta, yarattığı toplumsal etki dalgası sayesinde bir dizi ülkede ilerici-halkçı çizgide hükümetlerin işbaşına gelmesine de yolaçmaktadır. Venezuella, Bolivya ve Ekvador bunun öne çıkan örnekleridir. Ilımlı reformcu çizgidekinden radikal devrimcisine ve komünistine kadar çok değişik siyasal güçlerin birleşik etki ve katılımıyla gerçekleşen bu direnişlerin aşağıdan gelen bir kitle dinamizmine dayanıyor olmaları onların en önemli üstünlüğüdür.

Tabandan gelen bu büyük kitlesel kabarış, gözü dönmüş bir sömürü ve yağma hırsına yanıt veren ve emperyalist merkezlerce dolaysız olarak yönetilen neoliberal saldırı karşısında bugünün dünyasında bile halkların hiç de çaresiz olmadığını göstermek bakımından özel bir uluslararası politik anlam ve önem taşımaktadır. Öte yandan ufku kurulu düzenin temel kurum ve ilişkilerini aşmayan ilerici-burjuva çizgideki akımların denetiminde olmak ve tam da bu nedenle parlamenter hayallere güç kazandırmak, halen bu direnişlerin zayıf yönünü oluşturmakta ve geleceklerini belirsizlik içinde bırakmaktadır.

Latin Amerika ölçeğinde sola bu belirgin yöneliş, hoşnutsuzluk içindeki geniş emekçi kitlelerin bir çıkış arayışına işaret etmektedir. Bu hiçbir biçimde basitçe bir parlamenter yöneliş değildir. Tersine, aslolan kitlelerin eyleme ve örgütlenmeye yönelen zengin hareketliliğidir. Parlamenter başarılar birçok ülkede bunun üzerine gelmiştir. Kitlelerin hareketliliği bazılarında (Ekvator, Arjantin, Bolivya) zaman zaman halk ayaklanması boyutlarına ulaşmış, hükümetler ya da başkanlar devirmiştir. Kitle hareketliliğinin etkili bir örgütlenme ağıyla birleştirildiği ve tüm ötekilerden farklı bir deneyim örneği oluşturan Venezuella’da, Amerikancı darbenin 48 saate püskürtülmesi ve Hugo Chavez’in yeniden başkanlığa dönmesi, yine büyük bir kitle hareketliliği ve kararlılığı sayesinde olanaklı olabilmiştir.

Venezuella’daki kitlesel kabarışın başa getirdiği ve halen de kitle dinamizminin ayakta tuttuğu Hugo Chavez yönetimi, petrol fonları avatajını da kullanarak halkçı reformlar uygulaması, kitle örgütlenmesini ve hareketliliğini önemsemesi, ABD’ye kafa tutması ve bununla toplumun ezilen katmanlarını politize ederek uyanık tutması, Küba’ya içtenlikle destek vermesi, kıta çapında sol ajitasyona yönelmesi vb. tutum ve politikalarıyla, halihazırda gerçekten özgün bir ilerici deneyimi temsil etmektedir. Fakat atılan adımlar yönünden henüz son derece sınırlı ve akibeti yönünden ise belirsiz bu deneyim konusunda abartılı hayallere kapılmak büyük bir yanılgı olacaktır. Bugünün Venezuella’sında modern burjuva toplumunu belirleyen sınıfsal yapı ve ilişkiler yerli yerinde durmaktadır. Petrol yağmasındaki payları sınırlanmış olsa da işbirlikçi büyük burjuvazi ve emperyalist tekeller, iktisadi-mali güç ve etkinliklerini esası yönünden korumaktadırlar. Daha da önemlisi, belli reformlardan geçirilmiş olsa da burjuva devlet aygıtı da temel kurumlarıyla ayaktadır. Bugünkü sınırlı reform çizgisini aşacak her ciddi devrimci gelişme, bu aygıtın gerçekte kimin elinde ve hizmetinde olduğunu da açığa çıkaracaktır.

Olayların zorlaması Hugo Chavez’i zaman zaman ileriye itse de, onun halihazırda ne sınıflar ve mülkiyet düzenine, ne de burjuva devlet aygıtına dokunması sözkonusudur. Bugünkü konumuyla o, kitlelerin yaşam koşullarını bir parça olsun iyileştirmeyi kuralsız emperyalist egemenlik ve yağmayı sınırlandırmakla birleştiren bir ilerici burjuva akımın temsilcidir. Dayandığı hareketin homojen olmadığı, düzen güçleriyle düzen karşıtlarını birarada içerdiği ve belli bir başarıyla izlediği esnek politikayla bu heterojen güçleri halen dengelediği de bilinmektedir.

Fakat bu kararsız konum ve dengenin uzun dönemli olarak böyle sürmesi mümkün değildir. Venezuella’da temel çatışma er geç gündeme gelecektir. Sonuçta ya emekçi kitle hareketinin kabaran dalgası bugünkü çizgiyi aşarak mülkiyet ve sınıflar düzenini hedef alacak, devlet aygıtını parçalamaya yönelecek ve olaylar gerçek bir toplumsal devrime evrilecektir; ya da Amerikan emperyalizminin ve kıta gericiliğinin çok yönlü desteğine sahip burjuva karşı-devrimi aralıksız bir biçimde kovaladığı başarıyı sonunda nihayet elde edecek, böylece Chavez’in sınırlı reformlarını silip süpürecektir. Bugünkü ara ve iğreti konumda uzun dönemli olarak durulamayacağını önemle gözönünde bulundurmak, Venezüella’da olup bitenleri anlamaya ve anlamlandırmaya çalışan her gerçek devrimci kişi, örgüt ve partinin görevi olmalıdır.

Bugünün dünyasında uluslararası etkisi ve yankısı ile öne çıkan direnişlerin son kategorisine geçiyoruz. Bu kategoriyi oluşturanlar, daha çok emperyalist merkezlerde kendini gösteren ve zaman zaman geniş kitlelerin katılımıyla gerçekleşen küreselleşme ve savaş karşıtı hareketlerdir. Daha çok batılı emperyalist metropollerde gelişen bu türden kitle hareketleri halihazırda sınıf mücadelesi yönünden bu en durgun toplumlarda bile kitlelerin dünya olaylarının gidişine yönelik politik duyarlılığını ortaya koymaktadır. Emperyalist küreselleşme karşıtı kitle hareketi, işçi sınıfının, emekçilerin ve gençliğin en duyarlı kesimlerinin dünyanın ve insanlığın geleceğine ilişkin olarak artık eyleme dökülen ilgi ve duyarlılığının bir ifadesi ve göstergesidir.

Bu kategorideki hareketler de halen devrimci bir önderlikten ve yönelimden yoksundurlar. Dahası ilk ikisinden farklı olarak istikrarlı bir eksenden ve örgütsel biçimlenmeden de yoksundurlar. Bu anlamda kendiliğindenlik, şekilsizlik ve stratejik bulanıklık onların baskın karakteridir. Tüm bu belirgin kusurlarına rağmen yine de başlangıçta emperyalist zirvelere karşı gerçekleşen, ardından emperyalist saldırganlığa ve savaşa karşı eylemler biçimini de alan bu büyük protesto gösterilerinin politik anlamı, önemi ve dünya ölçüsündeki sınıf mücadelelerine olumlu katkısı tartışmasızdır. Emperyalist metropollerde gerçekleşen bu türden kitle hareketleri ‘89 yıkılışını izleyen dönemde oluşan gerici atmosfere büyük bir darbe olmuş, emperyalist küreselleşmenin ve onunla bağlantılı olarak kapitalizmin dünya ölçüsünde yaygın bir biçimde sorgulanmasını kolaylaştırmış ve hızlandırmıştır. Bu eylemler sayesinde G8 zirveleri dünya ölçüsünde emperyalizme ve kapitalizme karşı güçlü ve yaygın bir teşhir ve ajitasyon vesilesi ve olanağı haline gelebilmiştir. Bu eylemlerin ve onların uluslararası çapta yarattığı etkinin basıncı altında gerici emperyalist cephe büyük bir politik ve moral darbe almıştır.

Halkların ve emekçilerin öne çıkan başlıca biçimler üzerinden özetlediğimiz bu direnişleri, geride kalan yüzyılın son çeyreğinde hız kaybetmiş gibi görünen sosyal-siyasal mücadelelerinin bu yeni dalgası, yineliyoruz, daha şimdiden sistemin efendilerini zorluyor, yer yer hesap ve planlarını bozuyor, Ortadoğu örneğinde olduğu gibi onları kara kara düşünmeye itiyor.

III
Bölge halklarına karşı emperyalizmin
 ve siyonizmin safında

Bulunduğu bölgede Türkiye’yi emperyalizmin bir tehdit, saldırı ve savaş üssü haline getirmek, ikinci emperyalist savaş sonrasından beri Türk burjuvazisinin temel bir dış politika çizgisidir. Bu çizgi halen de sürdürülmekte, dahası bölgede olaylar sıcak savaşa evrildiğinden beri bunun anlamı ve sonuçları daha açık ve somut biçimde görülebilmektedir. Bugün Amerikan emperyalizminin bölgeye yönelik savaş ve işgal hareketinde üs olarak kullandığı başlıca ülkelerden biri, belki de birincisi Türkiye’dir. Son günlerin siyasal harareti içinde bizzat işbirlikçi burjuvazinin sözcüleri tarafından açığa vurulduğu gibi, Irak’taki emperyalist işgalin lojistik ihtiyaçları %70 oranında halen Türkiye üzerinden karşılanmaktadır. Yıllarca Irak’a yönelik sistemli bombalamaların temel üssü olan İncirlik bu faaliyetin de ana üssüdür. Türkiye’nin dört bir yanına örülmüş öteki Amerikan ve NATO üslerinin temel işlevi budur.

İki kutuplu dünyanın sona ermesinden beri Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya ve iç Asya birleşik bir kriz coğrafyası oluşturmaktadır. Dünya siyasetinin en sıcak alanları o zamandan beri ve halen de bu bölgeler, özellikle de Ortadoğu’dur. ‘89 yıkılışı sonrasının dört emperyalist saldırı savaşının dördü de bu coğrafyada gerçekleşmiştir. Halihazırda bunların tümünde emperyalist işgaller sürmekte, bunlardan üçünü (Bosna, Kosova ve Afganistan) NATO kuvvetleri yürütmektedir.

Türkiye bu kritik kriz coğrafyasının tam merkezinde bir ülkedir ve kendisini kuşatan bu kriz coğrafyasında Amerikan emperyalizmine tam hizmet, tüm kanatlarıyla işbirlikçi Türk burjuvazisinin “Milli Siyaset Belgesi”ince saptanmış tartışma dışı ortak “milli politika” çizgisidir. Türk burjuvazisi bu politika çerçevesinde şaşmaz bir tutumla bölge halklarına karşı emperyalizmin ve siyonizmin saflarında yer almaktadır. NATO’nun hizmetinde Bosna ve Kosova’da işgalci güç bulundurmakta, Amerikan emperyalizmi hesabına Afganistan’da savaşmakta, ABD-İsrail hesabına Lübnan’a asker göndermektedir.

İkinci emperyalist savaş sonrasından beri Ortadoğu’da halkların göğsüne saplanmış bir hançer gibi duran ve yerinden yurdundan ettiği Filistin halkına o zamandan beri en derin acıları yaşatan siyonist İsrail’in bölgedeki en yakın müttefiki ve destekçisi de bizzat Türk devleti, tüm kanatlarıyla Türk burjuvazisidir.

Türk devleti halen ABD ve İsrail ile birlikte bölge halklarına karşı üçlü bir siyasal-askeri mihverin içindedir. Bu üçlü her yıl Türkiye topraklarında savaş tatbikatları yapmakta, siyonist İsrail Türkiye topraklarını ve hava sahasını kendi kirli ve saldırgan amaçları doğrultusunda kullanabilmektedir.

Bölge halklarına karşı emperyalizmin ve siyonizmin saflarında bu yer alış, Türk burjuvazisi için bölgedeki tüm amerikancı rejimlerle kurulan açık-gizli yakın ilişkilerin de temelidir. Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün, bunun Ortadoğu’daki örnekleridir.

Bu dış politikanın kaynağı, Türkiye’nin iç toplumsal-siyasal düzenidir. Emperyalizme göbekten bağlı kapitalist düzen, emperyalizmin hizmetindeki dış politika çizgisinin de temelidir. Tüm kesimleriyle Türk burjuvazisini bu çizgide bu denli kolay birleştiren maddi-iktisadi zemin budur. Burjuva gericiliğinin tüm kanatları bu aynı zemin üzerinde durmakta, ondan beslenmektedirler. Bu nedenle de onun ürünü dış politika çizgisini de birlikte savunmaktadırlar. Bu nedenle hükümet değişiklikleri üslup farkı dışında esası yönünden bu politikayı hiçbir biçimde etkilememektedir. Bugün iç iktidar mücadelesinde ve rant kavgasında yer yer birbirinin boğazına sarılan tüm kesimlerin emperyalizmin ve siyonizmin hizmetindeki dış politikayı tartışma dışı tutması, bunu bir “milli mutabakat” alanı sayması, buna ilişkin kararlarda blok halinde davranması da bundandır.

Türk burjuvazisinin emperyalizme ve siyonizme bu tarihsel ve güncel hizmeti, Türkiye işçi sınıfının, emekçilerinin ve devrimcilerinin omuzlarına dün olduğu gibi bugün de ağır bir sorumluluk yüklemektedir. Emperyalizmin ve siyonizmin hizmetindeki bu politikanın karşısına kararlılıkla dikilmek aynı zamanda bölge halklarına karşı yerine getirilmesi gereken temel önemde bir devrimci görevdir.

IV
Güney Kürdistan’a yönelik
gerici ve kirli hesaplar

Irak’a yönelik emperyalist savaş esnasında Türk burjuvazisi saflarında yaşanan ve ABD ile ilişkilerde de sorunlara yolaçan görüş ayrılıkları, ABD’ye endeksli dış politika çizgisinde bir çatlamadan değil, fakat tümüyle Kürt sorunundan doğmuştur. Güney Kürdistan liderliğinin Irak’a yönelik emperyalist müdahalede Amerikan emperyalizminin yanında saf tutması, Türkiye’nin 60 yıllık amerikancı rejimini açmaza düşürmüş ve kendi içinde bölmüştür. Bölünme hiçbir biçimde Irak’a emperyalist müdahalenin kendisi konusunda değil, fakat bunun Güney Kürtleri için yaratacağı fırsatların nasıl bertaraf edilebileceği, hangi davranışın bunu kolaylaştırabileceği üzerinden yaşanmıştır.

Bugün Güney Kürdistan’da henüz hukuksal olarak değil, fakat fiilen artık ayrı bir Kürt Devleti vardır. ABD ve İsrail’in, yani Türk burjuvazisinin bölgedeki iki kadim müttefikinin tam desteğine sahip bu fiili devlet, halen Türk burjuvazisi için en önemli sorunlardan biri durumundadır. Zira bu gelişme, bir yandan Türkiye’deki Kürt sorununu daha da azdırırken, öte yandan Türk burjuvazisinin hiç de terketmediğini şimdilerde artık gitgide yüksek sesle dile getirdiği yayılmacı emellerini boşa çıkarmaktadır.

Türk burjuvazisini ciddi biçimde zorlayan bu sorun şu günlerde onun elinde Türkiye’nin iç siyasal yaşamını zehirlemenin, kitleleri kudurgan bir şovenizmle sersemletmenin ve denetim altında tutmanın da bir olanağı haline gelmiştir.

PKK’nin Güney Kürdistan’daki varlığını bahane ederek askeri bir harekata hazırlanan Türk devletinin gerçek hedefinin Güney Kürdistan’daki devletsel oluşum olduğu yeterince açıktır. Amerikan emperyalizmi, ikisi de birbirinden bağımsız olarak bölgede kendisine sadakatle hizmette kusur etmeyen tarafları aynı cephede buluşturmaya yönelik çabalarında başarı sağlayamazsa eğer, bu türden bir müdahalenin gerçekleşme ihtimali yüksektir. Türkiye’deki Kürt sorununun çözümü konusunda hiçbir perspektifi ve yönelimi olmayan Türk burjuvazisi için halihazırdaki sözde çare, Güney’deki etki kaynağını ezerek Kuzey’deki umutları hiç değilse bir dönem daha darbelemektir.

ABD’nin yıllardır kendi çıkarları çerçevesinde telkin edip durduğu Kürt politikası etrafında bir türlü bir mutabakat sağlayamayan Türk burjuva gericiliği, onun Irak’taki açmazlarından ve İran’a yönelik saldırı çerçevesindeki ihtiyaçlarından yararlanarak, Güney’deki Kürt devletinin gelişimini bloke etmek konusunda şu son zamanlarda ortak bir çizgide buluşmuş görünmektedir. Bu, AKP hükümetini köşeye sıkıştırmak ve içerde kendine daha geniş bir politik inisiyatif alanı açmak isteyen ordu payına başarılı bir hamlenin ifadesidir. Fakat Güney’e bu tür bir müdahalenin Kürdistan’ın iki parçasını birleşik bir tek mücadele alanı haline getireceği ve Türk gericiliği için içinden çıkılması zor bir batağa dönüşeceği de hemen hemen kesindir.

Partimiz Türk burjuva gericiliğinin Güney Kürdistan’a yönelik her türden müdahalesine kesin olarak karşıdır. Bunu her açıdan gayrımeşru, haksız, gerici ve Kürt halkına karşı düşmanca bir girişim olarak değerlendirmekte ve şiddetle mahkum etmektedir. Türk işçi ve emekçilerini, bu kirli ve tümüyle haksız müdahaleye hiçbir biçimde alet olmamaya, bunun karşısına kararlılıkla dikilmeye, Kürt halkının tümüyle haklı ve meşru ulusal istemlerine saygı göstermeye çağırmaktadır. Başta Türk ve Kürt halkları olmak üzere tüm Türkiye halklarının devrimci birliği ve kardeşliği bunu gerektirmekte, buradan geçmektedir.

Kürt halkının Güney Kürdistan’daki siyasal kazanımları gerçekte onun yüzyıllı bulan, büyük acılara ve bedellere malolan ulusal özgürlük ve eşitlik mücadelesinin ürünüdür. Bunlara dokunmaya, bunları ortadan kaldırmaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Bölgedeki ezen uluslara mensup halklar, mazlum Kürt halkının en doğal haklarına ve meşru kazanımlarına saygı duyabildikleri ölçüde, kendi gerici burjuvazilerinin bunları boğmaya yönelik kirli planlarının karşısına dikilebildikleri ölçüde, Kürt halkıyla özgürlüğe ve eşitliğe dayalı bir gönüllü birliğin koşullarını hazırlamış olurlar. Aksi durumda, kendi gerici burjuvazilerinin iradesiz aletleri olmakla kalmazlar, Kürt emekçilerinin Barzaniler ve Talabaniler türünden işbirlikçi liderlerin peşinden gitmelerini de kolaylaştırmış olurlar.

Güney Kürdistan’nın bugünkü liderliği, Kürt egemen sınıflarının has temsilcileri olan Barzaniler ve Talabaniler, bölgenin tüm öteki işbirlikçi iktidarları gibi Amerikan emperyalizminin safındadırlar. Onların Irak’a emperyalist müdahale dönemindeki tutumları bölge halklarının genel çıkarlarına açık bir ihanet örneği olmuştur. Ve bu çizgi bölge halkları ile mazlum Kürt halkının ilişkilerine tamiri kolay olmayan zararlar vermiştir.

Fakat bütün bunlar yine de, bu aynı bölgede 60 yılı aşkın bir süredir halklara karşı emperyalizmin ve siyonizmin safında yer almış bir rejimin tarihsel ve güncel suçları yanında son derece önemsiz ve masum kalmaktadır. Barzaniler ve Talabaniler’in sırtlarını Amerikan emperyalizmine dayamış olmasından yakınanlar, kendilerinin 60 yıldır aynı Amerikan emperyalizminin kucağında ve hizmetinde olduklarını utanmazca görmezlikten geliyorlar.

Partimiz Türk burjuvazisinin Güney Kürdistan’a yönelik kirli ve karanlık hesapları ve girişimleri karşısında alınacak tutumu, tüm kesimleriyle Türkiye solu için temel önemde bir sınav olarak görmektedir. Sola halen Güney Kürdistan’a yönelik bir müdahaleye karşı bir tutum egemendir ve bu sevindiricidir. Fakat bunu ABD’nin oyununa gelmemek ya da Türkiye’yi bölünmeye götürecek maceralardan kaçınmak türünden gerekçeler üzerine oturtmak açık ya da örtülü oportünist bir tutumun yansımasıdır. Böyle bir tavrın gerisinde dizginlerinden boşalmış bulunan şovenizm karşısında belirgin bir zayıflık vardır.

Güney Kürdistan’a yönelik müdahaleye karşı çıkmak ve şovenizmin karşısına dikilmek, açık, net ve tok bir tutumla Kürt halkının meşru ulusal haklarını savunmakla birleştirilmek zorundadır. Bunun gerisindeki her tutum, şovenist kudurganlık karşısında gerilemek, ya da daha da kötüsü Amerikan karşıtlığı ile maskelenmiş sosyal-şoven bir çizgide davranmak demektir.

Devrimci tutum, sorunu Kürt sorunu ekseninde ortaya koymak ve kendi tutumunu da buradan tanımlamak zorundadır. Zira tüm olup bitenlerin temelinde Kürt sorunu vardır, bütün kıyamet buradan kopmaktadır. Türk burjuvazisinin bugünkü kudurganlığa ve kendisine hiçbir şey kazandırmayacağı daha baştan belli savaş macerasına yönelten, Kürt halkının özgürlük ve eşitlik istem ve özlemlerini kan ve ateşin içinde boğmak niyet ve hesabıdır. Bu yeterince açık olduğuna göre, bunun karşısında devrimci tutum da yeterince açık ve net olmalıdır.

V
Kriz içindeki düzenin
yönetebilme başarısı

Türkiye’nin kapitalist düzeni yapısal bir kriz içindedir. Bu ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel yaşam alanlarını kapsayan çok yönlü ve çok boyutlu bir krizdir. Uzun yılların ürünü ve uzantısı olan bu kriz güncel görünümler içinde halen de sürmektedir ve ortada aşılabileceğine ilişkin herhangi bir belirti de görünmemektedir. Tersine, özellikle dış gelişmelerin de bunaltıcı etkisi altında, durum gitgide daha karmaşık, içinden daha zor çıkılır bir hal almaktadır.

Fakat burjuvazi bu krizle birlikte yaşama ve onu yönetme başarısına da halen sahiptir. Bu başarının en önemli yönü, gerçekte kriz kaynağı olan her siyasal sorunun bir biçimde burjuvazinin elinde kitleleri denetim altında tutmanın bir olanağına dönüşebilmesidir. Kürt sorunu bunun en dikkate değer örneğidir. Bu sorun son 20 yılı aşkın bir süreden beridir burjuvaziyi özellikle zorlamakta, düzenin krizini çok yönlü olarak şiddetlendirmektedir. Fakat bu aynı Kürt sorunu aynı zamanda kudurgan bir şovenizmle toplumu sersemletmenin, emekçi kitleleri bölmenin ve denetim altında tutmanın, özgürlükleri kolayca gaspedebilmenin, devlet aygıtını tahkim etmenin, sol potansiyelin bir kesimini yedeklemenin ve kendi hizmetine koşmanın, ve elbette bu arada İMF reçetelerini ve sosyal yıkım saldırılarını şaşırtıcı bir kolaylıkla hayata geçirebilmenin de önemli bir olanağıdır, bu aynı burjuvazinin elinde.

Aynı şekilde, dinsel gericiliğin cumhuriyet rejiminin yerleşik yapısını ve iç dengelerini zorlayabilecek denli güçlenmiş olması, burjuvazi için bir sorun kaynağı ve halen burjuvazi içinde bir bölünme nedenidir. Fakat tam da bu aynı olgu, işçilerin ve emekçilerin geniş kesimlerinin kolayca denetim altına alınabilmesinin ve dinci gericiliğin binbir aldatmacasıyla düzen bağlanabilmesinin de halen bulunmaz bir olanağıdır. Tersinden de, toplumun herşeye rağmen ilerici ve aydınlanmış kesimlerini “cumhuriyete bağlılık” adı altında düzene ve devlete bağlamanın, Amerikancı generallerden yana safa sokmanın bir olanağıdır.

Buna burjuvaziyi içinden bölen bir kriz etkeni olarak AB süreci, ya da “çuval olayı” sonrası ABD ile ilişkiler ya da Güney Kürdistan’daki devletleşme de birer örnek olarak pekala verilebilir. (Bu son örneğin, bir kriz etkeni haline gelen Güney Kürdistan’daki devletleşme olgusunun, burjuvazinin elinde nasıl bir olanak olarak kullanılabildiğini son günlerin olayları tüm sıcaklığı ile göstermektedir.)

Yapısal ekonomik sorunlar sürdüğü ve sosyal sorunlar yakın geçmişle kıyaslanamaz ölçüde ağırlaştığı halde, burjuvazinin halen toplumu rahatça yönetebilmesinin gerisinde bu ve benzeri araç ve olanakları kirli biçimde fakat belli bir ustalıkla kullanabilme gerçeği var. Şovenizm, dinsel gericilik ve burjuva kozmopolitizmi, her biri bir koldan toplumu, özellikle de emekçi kitleleri kuşatmakta, bilinçlerini kötürümleştirmekte, sosyal mücadeleye ve ilerici düşünceye yönelmelerine karşı güçlü birer barikat oluşturmaktadır. Eksik kalanı ise baskı, terör ve yasak düzeni, yine nispeten kolay bir biçimde kendi yönünden tamamlamaktadır.

Fakat kendine özgü bu başarının, biriktirdiği bir dizi yan fatura ile birlikte, gelecekte bir biçimde burjuvazinin ayağına dolanacağı da açıktır. Unutmamak gerekir ki halihazırdaki yönetme başarısı sorunları çözmemekte, tam tersine, üstelik görülmemiş bir kolaylık ve rehavet içinde, sürekli olarak büyümesine ya da ağırlaşmasına yolaçmaktadır. Buna, Kürt sorunu türünden siyasal sorunlar, ağır iç ve dış borç yükü gibi ekonomik-mali sorunlar, ya da büyüyen işsizlik ve artan yoksulluk türünden sosyal sorunlar, örnek olarak verilebilir. Bunların tümü de bir biçimde ve elbette her biri kendine özgü bir biçimde, günü gelecek burjuva düzeninin ayağına dolanacaktır. Krizi bir dönem için başarıyla yönetmek elbette mümkündür, bunu son yılların Türkiye’si üzerinden somut olarak görebiliyoruz. Fakat krizin kaynağı çözümsüz sorunların üzerinden atlamak ve onların ergeç yaratacağı yıkıcı sonuçlardan kurtulmak olanağı yoktur.

VI
Toplumsal muhalefet ve sol hareket

Türkiye’nin toplumsal muhalefeti ve sol hareketi özellikle son on yıldan beridir sürekli bir gerileme içindedir ve halen en zayıf dönemlerinden birini yaşamaktadır. 28 Şubat müdahalesi burada bir dönüm noktasıdır. Ordunun 28 Şubat çıkışı reformist solun bir kesimi de içinde olmak üzere toplumsal muhalefetin bir bölümünü sendikalar ve kitle örgütleri üzerinden yedeklemeyi başardı.

Bu aynı dönemde devlet devrimci parti ve örgütlere yönelik sistemli saldırılarla devrimci harekete önemli darbeler vurdu ve böylece reformist sola daha geniş bir etki alanı açılmış oldu. Önce İmralı teslimiyeti ve ardından hücre saldırısının toplam seyri, benzer bir sonuç yarattı. Umutsuzluğu besleyerek ve tasfiyeciliği güçlendirerek devrimci hareketi daha da zayıflattı.

Bunları 3 Kasım 2002 seçimleriyle birlikte solun reformist kesimlerinin ham hayaller eşliğinde parlamentarizme geçişi ve devrimci hareketin bir kesimini de ardından sürüklemesi izledi.

Solun bu tablosu, fabrikalarda, işletmelerde ve işçi-emekçi semtlerinde etkili bir devrimci kitle çalışması yürütmenin ve tabandan bir kitle hareketi geliştirmenin olanaklarını iyice zayıflattı.

Kolay başarı peşinde koşmak ve bunu da ilkesel esasları ve stratejik bakışı bir yana bırakarak yapmak, halen devrimci ve reformist kanatlarıyla geleneksel solun ortak davranış çizgisidir. Özellikle reformist sol açısından parlamentarizme hızlı geçişin ve halen de bu alandan yapılacak çıkışlarla mucizeler gerçekleştirme beklentisinin gerisinde de bu vardır. Fakat yazık ki Türkiye’nin bugünkü siyasal gericilik ve toplumsal durgunluk ortamının güçlüklerinden bu türden sihirli formüllerle kurtulabilmenin bir olanağı yoktur.

Devrimci bir çizgide sabırlı ve soluklu bir kitle çalışması, olayların gidişatını etkilemenin ve giderek değiştirebilmenin biricik gerçek yolu ve olanağıdır. Bunu fazlasıyla zahmetli ve hayli zaman gerektiren bir iş olarak görüp etkili genel çıkışlarla sözümona hızlı ve sıçramalı mesafe almak yolunu seçenler, bunu da büyük ölçüde parlamentarizme endeksleyenler, yazık ki ellerindekini de yitirmek akibeti ile yüzyüze kalmaktadırlar. Reformist solun genel tablosu, hele de şu günlerde dışa vuran bunalımı ve bölünmesi, bunun teyidinden başka bir şey değildir.

İlerici-devrimci güçler elbette olanaklı olduğunca birleşik bir kuvvet halinde olayların gidişine genelden müdahale edebilmenin yol ve yöntemlerine gerekli önemi vermek durumundadırlar. Fakat bunun başarı sağlayabilmesi, işçiler ve emekçiler arasında sürdürülen yoğun ve kesintisiz bir gündelik siyasal çalışma ve örgütlenme çabasının üzerinde yükseliyor olmasına sıkı sıkıya bağlıdır. Bunu ihmal ederek, bunun zorluklarından kaçarak, genelden müdahale kolaycılığına sığınmak, yalnızca kolayından kendini aldatmaktır.

Devrimci parti ve örgütler sabırlı ve soluklu bir kitle çalışmasının kahrını çekme niyet ve yeteneğini çoktan yitirmiş durumdaki reformist soldan körüklenen bu türden bir kolaycığa prim vermemelidirler. Bugünkü çok yönlü gerici kuşatma ortamında kitleleri kolayından kazanmanın ve hareketi geçirebilmenin bu türden sihirli formülleri yazık ki yoktur. Yapılması gereken büyük bir sabırla ve inatla emekçiler arasında, özellikle işçiler arasında, özellikle de fabrika eksenli olarak, sistemli bir faaliyet yürütmek, güçleri ve olanakları olanaklı olduğunca buna yöneltmektir.

Yineliyoruz; tabandan devrimci bir kitle hareketini adım adım geliştirmek, gerici kuşatmayı kırmanın biricik olanaklı yoludur ve bunun da yoğun ve sistemli bir taban çalışması dışında bir yolu yoktur.

VII
Parti: Yetersizliklere yüklenme ihtiyacı

Partimizin kuruluşunu gerçekleştiren 1. Kongre çalışmalarını Kasım 1998’de tamamladı. Bu toplumsal muhalefette ve solda genel gerilemenin başladığı tarihin hemen sonrasıdır. Partimizin kuruluşunun hemen sonrasında ise İmralı teslimiyeti ve Ulucanlar katliamı ile startı verilen hücre saldırısı var. Bütün bunlar birarada partimizin çok yönlü zorluklarla dolu bir döneme çıkış yaptığı anlamına gelmektedir. Kuruluşunun hemen sonrasında polisin etkili saldırıları ile yüzyüze kaldığı, önemli örgütsel kayıplara uğradığı ise bilinmektedir. Oysa bu zorlu dönemin bugünkü aşamasında TKİP, kendi henüz nispeten kısa sayılabilecek tarihinin en iyi dönemindedir. Partinin daha önceki değerlendirmelerinde de yer alan bu saptama TKİP II. Kongresi tarafından da paylaşılmaktadır.

Parti bunu elbette herşeyden önce doğru çizgisine borçludur. Bu çizgide kararlı, ama sabırlı, ısrarlı ve inatçı bir çalışma yürütmesine borçludur. İşin kolayına kaçmamasına, kolayından güç olma heveslerine kapılmamasına borçludur. İlkelere sıkı sıkıya sarılmasına, stratejik önceliklere dayalı bir politika anlayışına ve çalışma tarzına borçludur. Bu onun, TKİP’nin kendi öz deneyimidir ve bu deneyim ona bundan sonraki siyasal çalışma ve mücadele yaşamında da yol gösterecektir.

Bu çerçevede üstünlüklerini bir yana bırakarak yetersizlikleri üzerinden baktığımızda halihazırda TKİP’nin önündeki en acil görevler şunlardır:

1- Partinin tümünde ideolojik düzeyi yükseltmek temel önemde ve giderek yakıcı biçimde kendini duyuran bir ihtiyaçtır. Bunun bir yönü, partide bir dönemdir fazlasıyla ihmal edilen teorik çalışmaya ve ideolojik mücadeleye gerekli dikkati vermektir. Fakat bundan da önemli ve öncelikli olan, mevcut ideolojik birikimini partinin tümüne maletmek için gerekli çabanın harcanmasıdır. Bu, ilk görevin de belli bir başarıyla yerine getirilebilmesinin zorunlu koşullarından biridir.

2-  Partinin yeraltı örgütünü güçlendirmek ve geliştirmek partinin önündeki bir başka öncelikli görevdir. Parti, sürekliliğini sağlayacak örgütsel omurgası yönünden yeraltında sağlam bir biçimde konumlanmalı, bu çerçevede illegalite alanındaki zaaf ve yetersizliklerini hızla gidermeli, bu arada teknik altyapısını profesyonel bir biçimde geliştirmeli ve yaymalı, işte bu sağlam ve güvenli zemin üzerinde, ama yalnızca bu zemin üzerinde olmak üzere, legaliteyi en etkin ve yaratıcı bir biçimde kullanmaya devam etmelidir.

3- Örgüt sorununun da bir parçası olarak parti kadrolaşma sorununa daha özel bir dikkat göstermek zorundadır. Parti halen kadro yönünden zayıftır, bu zayıflık hem nicelik ve hem de nitelik yönünden geçerlidir. Parti kadrosal gücünü sistemli çabalarla çoğaltmalı ve kadrolarının çok yönlü gelişimi için gerekli tüm önlemleri almalıdır.

4- Parti sınıf çalışmasında yeni bir düzeye geçişi zorlamalıdır. İki kongre arası dönemde partinin ilerleme sağladığı en önemli alanlardan biri, etkin bir politik faaliyet kapasitesine ulaşmak ve bunu da önemli ölçüde sınıf çalışması eksenine oturtmak olmuştur. Bugün partiyi politik bir güç haline getirmekten öteye, onun sınıf eksenli çalışan bir parti olarak algılanmasını da sağlayan bu gelişme kuşkusuz büyük önem taşımaktadır. Partinin dünya görüşü ve ideolojik çizgisi ile sınıfsal yönelimi arasında böylece sağlam bir birlik kurulmuş, ilkesel önemi büyük bir tutarlılığa ulaşılmıştır.

Fakat bu temel önemde başarıya rağmen partinin sınıf çalışması halen yeterli verimden, dolayısıyla kalıcı mevziler elde etme başarısından önemli ölçüde yoksundur. Bu nedenle ısrarlı çalışmasını sonuç alıcı bir çalışma başarısı düzeyine yükseltmek, halen partinin sınıf çalışması alanındaki en önemli ihtiyacı ve dolayısıyla en acil görevidir. Sınıf çalışmasında kalıcı mevziler yaratmaya kilitlenmek, mevcut kadrosal birikimini sınıf çalışması ekseninde dönüştürmek, bununla da kalmayıp bundan böyle ağırlıklı olarak sınıf içinden kadrolaşmak ve böylece parti örgütünü gerek bileşim ve gerekse örgütsel temel olarak proleter sınıf zeminine oturtmak, partinin önündeki bu acil görevin öteki boyutlarıdır.

VII
Partili komünistlere çağrı

Partimizin kuruluşunu Türkiye devrimi tarihinde bir kilometre taşı ilan etmiştik. Aradan geçen zaman, sol hareketin genel tablosu içinde bugün partimizin tuttuğu yer, bunun anlamını gitgide daha anlaşılır hale getirmektedir. Umuyor ve inanıyoruz ki, Partimizin II. Kongresi de partimizin yaşamında önemli bir kilometre taşı olacaktır. Parti, Kuruluş Kongresini izleyen dönemin ağır darbelerine ve iki kongre arası dönemin sarsıcı ve savurucu olaylarına rağmen çizgisinde sağlam durmuş, dahası kendi tarihinin en önemli gelişme düzeyine ulaşmayı başarmıştır.

Oysa şimdi her açıdan daha da iyi bir başlangıç noktasındayız. İki kongre arası dönemin halen de aşılamamış bulunan sıkıntılarını, yetersizliklerini ve zaaflarını ele alan bir parti kongresinin hemen sonrasındayız. Bu, sıçramalı bir gelişme çizgisine geçmek, “partiyi her alanda ve her açıdan güçlendirme” şiarını somutlamak, ona hayatın içinde gerçek bir anlam kazandırmak için en uygun bir zaman ve fırsat demektir. Bunu devrimci sınıfın öncü partisi olmak sorumluluğu ile en iyi biçimde değerlendirebilmek hepimizi omuzlarında ağır ama aynı ölçüde onurlandırıcı bir sorumluluk olarak durmaktadır.

Şu günlerde, komünist hareketimizin kendi sınırları içinde hemen hiçbir şey ifade etmeyen bir avuç insanla siyaset sahnesine çıkışının 20. Yıl’ındayız. Bir kısmı daha işin başında yollarda kalan bir avuç insan kendi başına bir şey ifade etmiyordu ama onların halkçılıkla hesaplaşma iradelerinin sonucu olarak ulaştıkları düşünsel sonuçlar, bunların somutlandığı çizgi, bugünkü TKİP’nin gelişip serpilebilmesinin ve bugünlere gelebilmesinin temeli oldu. Ve bu, geçmişin anlı şanlı koca koca örgütlerinin eriyip gittikleri, tasfiye olup düzenin icazetine sığındıkları ya da herşeye rağmen devrimci çizgide kalsalar bile kronik bir bunalım ve tıkanıklık içinde kısırlaşıp sıradanlaştıkları, son derece elverişsiz bir tarihi kesit içinde gerçekleşti.

Hareketimizin bu özgün ve dikkate değer deneyimi, siyasal mücadelede doğru devrimci çizginin tayin edici öneminin yeni bir kanıtlanmasından başka bir şey değildir gerçekte. Ve biz de 20. Yıl’ı vesile ederek üzerine yeniden ve derinlemesine düşünmemiz gereken bu deneyime burada, tam da doğru devrimci çizginin, bu çizgide ısrar ve kararlılığın tayin edici önemine bir kez daha dikkat çekerek işaret ediyoruz. Ve yine deneyimlerden olduğu kadar büyük devrimcilerin söylemlerinden de biliyoruz ki, doğru devrimci çizgi bir kez saptandı mı, devrimci hedefler ve buna ilişkin görevler isabetle saptanıp somutlandı mı, bu durumda sonuca ulaşılmasında tayin edici olan kadrolardır, onların örgütlü birliği, yani bir bütün olarak parti örgütüdür.

Tüm parti örgütümüzün ve yoldaşlarımızın II. Parti Kongresi’nin değerlendirme ve kararlarına bu gözle, bu paha biçilmez deneyimlerin ışığında yaklaşması gerekir. II. Parti Kongresi partimizin birikmiş ve çözüm bekleyen sorunlarını tartışmış, ortaya bir irade koymuş, bunun değerlendirme ve kararlarında somutlamıştır. Fakat bunların gerçek politik ve örgütsel yaşamda ete kemiğe bürünmeleri, partimizin gelişip güçlenmesine yeni bir ivme kazandırmaları, tayin edici ölçüde, tüm parti örgütümüzün, kadro ve militanlarımızın onları özümsemesine ve kararlılıkla uygulamasına sıkı sıkıya bağlıdır.

Parti örgütlerimizi, tüm üye ve aday üyelerimizi, partinin çeperindeki tüm militanları, II. Parti Kongresi’nin sonuçlarını haklı bir merakla bekledikleri çalışmasına, bunun ifadesi olacak olan değerlendirme ve kararlarına bu gözle bakmaya, bunun gerektirdiği bir bilinç ve sorumlulukla hareket etmeye, dolayısıyla önümüzdeki döneme daha büyük bir inanç, enerji ve kararlılıkla yüklenmeye çağırıyoruz.

Partiyi her açıdan ve her alanda güçlendirmek için ileri!

TKİP II. Kongresi
1 Kasım 2007


(Ekim, Sayı: 248, Kasım 2007)