Logo
< TKİP II. Kongresi toplandı... Parti’yi güçlendirmek ve mücadeleyi büyütmek için!

Zorlu döneme devrimci hazırlığın güncel anlamı


 

Zorlu döneme devrimci hazırlığın
güncel anlamı

Siyasal süreçler dünya ölçüsünde giderek artan bir hızla sertleşiyor. Burjuvazinin çeşitli alanlardaki temsilcileri bunu bugünün hakim düzenine ve sınıflarına değil de düzenin bugünkü yöneticilerine bağlama çabasındalar. Uzun yıllar boyunca insanlığın yaşadığı yıkım ve acılardan egemen sınıf adına yönetenlerin birinci derecede sorumlu oldukları şüphe götürmez bir gerçek. Genelde emekçiler de bunun iyi-kötü farkındalar. Fakat sözkonusu gerçeğe de kaynaklık ettiği halde, emekçiler yönünden bilincinde olunmayan ve burjuvazi tarafından da özenle gizlenmeye çalışılan olgu ise, tüm olup bitenlerin temel kaynağının emperyalist-kapitalist sistem ve dolayısıyla esas sorumlusunun da sistemin egemen sınıfları olduğudur.

İşçi sınıfı ve emekçi halklar neden
hesapta yok sayılıyor?

Bu gerçeğin özellikle işçi ve emekçi sınıfların bilincinden uzak tutulması sistemin geleceği açısından hayati bir önem taşıyor. Bu uğurda harcanan çabaya, epey bir zamandan beridir egemenlerin dünyayı dilediklerince şekillendirdikleri propagandası eşlik ediyor. Daha doğrusu sürekli olarak toplumların zihnine, dünyadaki süreçlerin günümüz egemenlerinin kontrolü ve iradesi altında şekillendiği/belirlendiği anlayışı empoze ediliyor. Aynı şekilde dünyanın yalnızca emperyalist haramilerin dilediklerince at koşturdukları bir oyun sahası olduğu kanıksatılmaya çalışılıyor. Bu bazen açık bir dille doğrudan, çoğu zaman da dolaylı yollarla yapılıyor.

Oysa, bugün burjuvazinin ve onun siyasal temsilcilerinin siyasal pratiğinin savaş ve saldırganlıkla karakterize olması ve siyasal süreçlerin dünya ölçüsünde sertleşmesi, salt bilinçli bir tercih ya da politikanın ürünü değildir. Egemen sınıfın şu veya bu kanadının, onun dönemsel ve özgül çıkarlarının ifadesi şu veya bu siyasal gücün işbaşında olması, savaş ve saldırganlık politikasında esasa ilişkin bir değişiklik yaratmayacaktır. Zira izlenen temel politikaları son tahlilde belirleyen, “herşeye kadir” burjuvazi ya da onun şu veya bu kliğinin özgül iradesi değil, kapitalizmin temel işleyiş yasalarıdır. Gitgide derinleşen bir bunalım içine yuvarlanan kapitalist düzenin saldırganlık ve savaş politikasından başka bir seçeneği yoktur. Burjuvazi savaşı istemek zorundadır, buna mahkumdur!

İşte, ezilen ve sömürülen sınıfların bilincinden uzak tutulmaya çalışılan olgu tam da budur. Tüm kötülüklerin kapitalizmin doğasından kaynaklandığı gerçeğinin bilinci çıkartılması engellenmeye, kötülüklerin yöneticilerden/kötü yönetimden kaynaklandığı ynılsaması bilinçlere yerleştirilmeye çalışılmaktadır.

Yaşanan gelişmelerin sistemin yapısal sorunlarının ürünü olduğu ve temel sorumluluğunu egemen sömürücü sınıfın taşıdığı unutturulabildiği ölçüde, günümüz egemenlerinin her şeye kadir olduğu inancı, işçi ve emekçilerin bilincinde iyice pekiştirilebilecektir. İnsanlığın mücadele tarihine ilişkin belleğin de silinmiş olduğu düşünülürse, bunun sanıldığından da önemi olduğu görülür. Zira toplumsal gelişmenin sınıf çatışmaları temelinde şekillendiği, bu çatışmanın esas kuvvetinin ise kendileri olduğu bilincine ulaşmadıkları sürece, işçi ve emekçi kitleler güncel planda emperyalist saldırganlığa, nihai olarak da emperyalist-kapitalist sisteme karşı güçlü bir karşı saldırıyı örgütleyemezler.

Esas olanı akılda tutmanın önemi

Bugün bizzat işgal altındaki topraklarda yaşananlar, ezilen ve sömürülen sınıfların tarihin şekillendirilmesinde iki karşıt kutuptan birini teşkil ettiğini döne döne gösterdiği halde, burjuvazinin ideologları kitlelerin bilincini dumura uğratan propagandayı etkili bir biçimde yapmayı sürdürüyorlar. Hem bu yüzden, hem de siyasal süreçlerdeki sertleşmeyi doğru kavrayabilmek açısından, emperyalizme dair halihazırda yıkıcı bir biçimde kendisini dışavuran evrensel yasallıkları her vesileyle hatırlamak ve hatırlatmak sanıldığından da büyük bir önem taşıyor.

Programımızda “Emperyalizm ve dünya devrim süreci” başlıklı bölümde “kapitalizmin temel eğilimlerinin ve gelişme yasalarının doğrudan bir ürünü olan emperyalizm”in, kapitalizmin bütün çelişme ve çatışmalarını daha açık hale getirdiği, şiddetlendirdiği, dünya ölçüsünde genelleştirdiği ve onlara temel önemde yenilerini eklediği belirtildikten sonra, söz konusu gerçek şöyle ifade ediliyor:

“17) Emperyalist tekeller arasında dünya ölçüsünde süren kıyasıya rekabet, büyük emperyalist devletler arasında pazarlar, hammadde kaynakları, kârlı yatırım alanları ve genel olarak nüfuz alanları uğruna şiddetli mücadele biçimini aldı. Eşitsiz gelişmenin şiddetlendirdiği bu mücadele, görülmemiş boyutlara varan militarizmin ve dünya egemenliği uğruna verilen emperyalist savaşların kaynağı haline geldi.” (Program Tüzük, s.21)

Devamında emperyalist-kapitalizmle ilgili temel yasallıklar olabildiğince özlü ve çarpıcı bir şekilde sıralanıyor. Fakat bu kadarı bile, dünyanın halihazırdaki durumunu ve gidişatını anlamaya çalışırken, mutlaka göz önünde tutmamız gereken gerçeklere işaret etmek için yeterlidir.

Temel çizgileri unutmadan baktığımızda, emperyalizmin dünya çapında artan saldırganlığının ve siyasal süreçlerdeki sertleşmenin uzun bir dönemdir süregelen bir durum olduğunu görüyoruz. Nitekim Partimiz bu dönemi oldukça erken bir evrede, “yeni bir bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemi” olarak tanımlamıştır. Nasıl ki yakından bakmayı bilmeyen bir göz güncel gelişmeleri genel çizgiler içinde doğru bir yere oturtamazsa, yalnızca güncel gelişmelerin ayrıntıları içinde boğulan bir bakışla da genele dair bu tanımlama yeterince iyi anlaşılamaz. Dönemle ilgili tanımlamanın genel olarak “devrimci bir iyimserlik” ürünü olmadığının görülebilmesi için, birincisi güncel gelişmeleri genel esaslar temelinde çözümleme perspektifi, ikincisi de burjuva propaganda aygıtlarının tahrip edici etkisine karşı olayların akışıyla ilgili asgari bir siyasal hafıza gereklidir.

Zor dönemi şiddetlendiren gelişmeler

Şüphesiz 11 Eylül olayı, emperyalist saldırganlığın kendini çok daha pervasız bir şekilde dışa vurmasında, dünya çapında burjuva devletlerin daha çıplak bir biçimde baskı ve terör aygıtları olarak tahkim edilmesinde katalizör rolü oynadı. Ancak bunun böyle olması, emperyalist-kapitalist sistemin yapısal olarak baskı ve terör, savaş ve saldırganlık politikalarına ihtiyaç duyduğu, 11 Eylül öncesinde bir dizi alanda bu yönde adımların atıldığı gerçeğini değiştirmiyor. Emperyalist devletler, programımızda da ifade edilen yasallıkların basıncı altında, dünyanın değişik bölgelerinde dolaylı ya da doğrudan içinde yer aldıkları savaşlarla yeniden pazar ve nüfuz alanı taksimatı yapıyorlardı. Amerika’nın hegemonyası altında yekvücut göründükleri saldırılarda bile bir pazar paylaşımı kavgası yaşanıyordu. Yalnızca, 11 Eylül sonrasından farklı olarak, uluslararası hukuk kılıfına uyulmaya çalışılıyor, dünya kamuoyunu ikna edici sebeplere ve sahte meşruiyetlere ihtiyaç duyuluyordu.

Türkiye 11 Eylül rüzgârından olabildiğince yararlanmak istese de, henüz “kırmızı çizgiler”inin silinmediği, çuval olayının yaşanmadığı, Kürt hareketine karşı ‘99’dan beri çok önemli bir politik başarı sağladığı ve F tipi saldırısıyla devrimci harekete karşı mevzi kazandığı bir dönemde, pratik planda kontrollü sertlik politikasını sürdürmeyi tercih etti. Zira o dönem AB’ye üyelik hevesiyle emekçi sınıfların düzenle bağı güçlendirilmiş görünüyor, üstelik “AB’ye uyum” adı altında terör devleti yasal ve teknik alanda sınırsızca tahkim ediliyordu. Gerçi bu kadarı bile kimi devrimci çevrelerde “Avrupa emperyalizmiyle daha organik birliğe ihtiyaç duyan ve büyümüş olan yerli tekelci sermayenin Avrupa demokrasisine ihtiyaç duyduğu” yönlü anlayışlara, dolayısıyla mücadeleyi “Avrupaileştirme” hevesine yol açmaya yetebildi.

Ancak, Irak’ın işgali, ardından ABD ile yaşanan gerilimler, Güney Kürdistan ile ilgili süreç ve esasta da bölgedeki belirsizlik, Türkiye’deki sermaye iktidarının kontrollü sertlik politikasının yerini dizginlerinden boşalmaya başlayan bir gericiliğin almasına yolaçtı. Dahası bu durum, tam da işçi ve emekçilerin dinci bir parti sayesinde uzun bir dönemden beridir hiç olmadığı kadar uysallaştırıldıkları, düzen içi kamplaşma aracılığıyla burjuvaziye yedeklendikleri, tarihsel nitelikteki iktisadi-sosyal saldırılara bile tepki gösteremedikleri bir zaman diliminde yaşandı. Özellikle 2005 Newroz olaylarının ardından estirilen şovenizm ve linç dalgasıyla birlikte, terör devleti uygulamaları da boyutlandı.

Özellikle AB hayallerinin etkisini yitirmesinden ve “Terörle Mücadele ve Polis Vazife ve Salahiyetleri Yasaları”ndaki değişikliklerden itibaren, devlet terörü ve faşist baskı, dizginlerinden boşanmışçasına hayatın her alanında hüküm sürüyor. İşkence olayları giderek artıyor, gözaltında ölümler yaşanıyor, sokak eylemlerine acımasızca saldırılıyor, hapishaneler işkencehane olarak işletiliyor. Kürt hareketine karşı ise geçmişten daha vahşi ve pervasız bir şekilde kirli savaş yöntemleri kullanılıyor, vb…
Kesin olan şu ki, siyasal süreçlerdeki sertleşme, Ortadoğu’daki gelişmelerin yolaçtığı belirsizliklerden etkilense de, daha genel bir eğilimin ifadesidir. Türkiye’de sermaye iktidarının en temel meselelerdeki açmazları ve korkuları, bu eğilimi yalnızca daha fazla kamçılamaktadır.

Buradan bakıldığında, dünyada ve Türkiye’de uzunca bir dönemdir yaşanan “zor dönem”in sertleşerek süreceğini söylemek, yalnızca basit bir gerçeğin vurgulanması olacaktır. Zira dünya çapında burjuvazi tüm esneme olanaklarını yitirmiş durumda. Sistemin iflası kendini çok daha etkili sarsıntılarla dışa vuruyor. Düne kadar “sosyal refah”ın kalesi olan Avrupa’da, kızışan emperyalist rekabetin ve bölgesel çaptaki emperyalist savaşların ihtiyaçları çerçevesinde, işçi ve emekçi sınıflara yönelik saldırı boyutlanıyor. Bu yalnızca siyasi alanda yaşanan bir gelişme de değil. Ekonomik, sosyal, kültürel, moral tüm değerler emperyalist saldırganlığın hedefi haline getiriliyor. Ezilen ve sömürülen sınıfların tarihsel mücadeleleri sonucu evrenselleşmiş birçok ilke, “özgürlük ve demokrasi ihracı” söylemi altında tam bir pervasızlıkla çiğneniyor. Artık burjuvazi tüm dünyada işçi sınıfı ve emekçilere karşı savaşımını daha açık bir biçimde ve şiddet araçlarıyla yürütüyor. Militarizm ve silahlanma ihtiyacı her geçen gün daha fazla kendini dayatıyor, bunun için büyük bütçeler ayrılıyor.

Örgütsel yaşama çeki düzen vermek

İnsanlığın bütün bir mücadele tarihinin döne döne doğruladığı tarihsel materyalist bakışaçısıyla bakıldığında, başta işçi sınıfı olmak üzere sistem karşıtı tüm dinamiklerin eninde sonunda siyasal mücadele sahnesine çıkacakları, dünya ölçüsünde hiç olmadığı kadar derinleşen çelişkiler gözöne alındığında, bunun çok daha güçlü bir biçimde yaşanacağı yalın gerçeğini bir an bile unutmamak, tüm hazırlıklarımızı buna göre yapmak durumundayız. Bu bakışaçısıyla hareket edildiğinde, bugünden bu doğrultuda gelişecek hareketliliklere doğru bir şekilde önderlik edebilmek ve toplumsal hareketlilik geliştiği ölçüde onu kucaklamayı başarabilecek bir devrimci önderlik kapasitesine ulaşabilmek için ise, devrimci perspektife sıkı sıkıya bağlı bir örgütlenme hayati bir öncelik taşımaktadır.

Elbette genel devrimci stratejinin bir parçası olarak, sertleşen siyasal sürece göğüs gerecek bir örgütsel niteliği yeniden ve yeniden üretebilmek bunun en asli öğelerinden biridir. Bu, tanımlanan zorlu süreci asgari düzeyde göğüsleyebilmenin, bir başka deyimle devrimci bir kimlikle ayakta kalabilmenin temel bir gereğidir.

Bunun parti örgütümüz açısından güncel anlamı, faaliyetimizi ve örgütlenmemizi yılmaksızın illegal temellerde yapılandırmaktır. Partimizin en zor dönemlerinde ağırlığı açık alana doğru kayan politik faaliyetimizin kapasitesini zayıflatmadan, bu kapasiteyi sertleşen dönemin gereklerine uygun bir örgütsel temelde üretebilmek, örgüt ve mücadele anlayışımızın temel ilkelerine vurgu yapmayı özellikle gerektiriyor. Hele de devrimci hareketin saflarında illegal mücadele ve örgüt iradesinin kırılmış olduğu bugünkü koşullarda bu, ülkemizdeki devrimci mücadele açısından çok daha belirleyici bir önem kazanmış bulunuyor.

Bu çerçevedeki görevlerimizin başında, illegal örgütsel yapılanmanın gereklerine, kural ve ilkelerine uygun bir örgütsel yaşamı vakit geçirmeksizin oturmak gelmektedir. Bir başka deyimle, birinci sorunumuz örgütsel yaşama çeki düzen vermektir. Bu yalnızca illegal örgütsel yapıyı sağlamlaştırmak demek değildir. Örgütsel yaşama çeki düzen verilmesinden kastedilen, çekirdeklerinden en dış çeperine kadar tüm parti örgütlerinin, organ ve kolektiflerinin, üye, militan ve çevre ilişkilerinin sertleşen sürece bilinç ve örgütlülük düzeyinde sürekli olarak hazırlanmasıdır.

Politik faaliyetin ağırlığının yenilen darbelerin ardından bir dönem açık siyasal çalışmaya doğru kaymış olması, yukarıda işaret edilen sorunun önemini artırmakta, bu alanda kendini gösteren zayıflıkların üzerine ciddi bir biçimde gitmeyi gerektirmektedir. Bu çerçevede birkaç noktayı hatırlatmak istiyoruz.

Her çalışma alanının kendi doğasından kaynaklanan zayıflık ve üstünlük alanları vardır. Açık siyasal faaliyet etkin bir politik faaliyet kapasitesi sergilemenin olanaklarına fazlasıyla sahip iken, öte yandan, rehavetin ve gevşekliğin kendini üretebildiği bir çalışma zeminidir. Deyim uygunsa, yeraltının meşakkatlerini yaşamamış, “örgüt terbiyesi”nden geçmemiş, örgüt kültürü ve bilinci alanında nispeten zayıf, bu açıdan eğitimi eksikli güçlerin biriktiği bir alandır. Birimlere ve kollektiflere dayalı bir çalışmanın örgütleniyor olması sorunun çözümü için yeterli değildir, ihtilalci örgüt pratiğini yaşamadıkları sürece bu alandaki güçler şu ya da bu düzeyde “eksikli” kalacaklardır. Herşeyden önce bu konuda açık olmak gerekiyor. Fakat, tam da bu açıklığın kendisi, bu alanda çok daha hassas olmayı, zayıflıkların üzerine daha ciddi bir biçimde gitmeyi gerektiriyor.

“Düzen içi bir yaşam” kurma eğilimi zayıflık alanlarından biridir. Bu zaafiyet kendisini açık ve kaba bir biçimde dışa vurmasa da, yer yer “özel yaşam” alanları üzerinden bir zemin yaratabiliyor. Örneğin, yoldaşlarımız, devrimci mücadeleyle bağını koparmış bir eşle apolitik bir yaşamı paylaşarak ihtilalci bir örgütün kadrosu olunamayacağı, “aileye karşı sorumluluklar” üzerinden devrimci bir yaşam kurulamayacağı konusunda yeterli bir açıklığa sahip olabilmek durumundadır.

Bir diğer sorun, açık siyasal faaliyette iç illegalite alanında yaşanan zayıflıklar. Yine açık siyasal faaliyetin, “açıkta olma”nın zemin hazırladığı bir zayıflık alanı bu. “Yatay ilişki”lerin dedikodu ve liberal laçkalıktan başka bir şey üretemeyeceği, sorunların birim ve kollektiflerde tartışılması gerektiği, bunun tersinin kaba bir iç illegalite ihlali olduğu konusunda yeterli açıklığı yaratmak, bu sorunun üzerine de ciddi bir biçimde gitmek durumundayız. Açık siyasal çalışma açısından iç illegalite biçimsel ya da tali bir sorun değil, özellikle “zor dönem devrimciliği”nin temel bir gereğidir. Küçük burjuvaziye özgü çevrecilik, ahbapçavuşluk vb. türden ilişkiler iç illegaliteyi zaafa uğratan, devrimci örgütü zayıflatan, dedikoduya zemin hazırlayan bir rol oynamakta, ciddi bir tahribata yol açabilmektedir. Bu alanda da ilkeli ve kurallı bir bakış ve yaşam büyük bir önem taşımaktadır.

Önemle işaret etmek istediğimiz bir diğer nokta ise, açık siyasal faaliyetin kendini daha kolay üretmesi nedeniyle, illegal örgütsel yapıyı güçlendirme ihtiyacının öneminin yeterince kavranamamasıdır. Burada, çok kaba bir biçimde olmasa da, belli belirsiz bir pragmatizm kendisini göstermekte, eğer gelişmeyi bu alan üzerinden sağlıyorsak, bunu değerlendirmeliyiz bakışı öne çıkabilmektedir. Oysa, açık çalışma üzerinden katedilen mesafenin güvenceye alınması illegal örgütsel temelin güçlendirilebilmesine bağlıdır. Açık çalışmanın sunduğu olanaklar üzerinden sağlanabilen bir gelişme ilk bakışta etkileyici görünse de, önemli olan geleceğe ne bıraktığıdır. “Zor dönem” değerlendirmesi tam da bu noktada önem taşımaktadır. Bizim geçici başarılara değil, kalıcı mevzilere ihtiyacımız var. Büyük bir sabırla ve adım adım bunu inşa etme perspektifiyle hareket edebilmek durumundayız. Açık çalışmanın sunduğu tüm olanakları en iyi bir biçimde değerlendirmeli, fakat bunu illegal örgütsel temeli güçlendirme perspektifi ve pratik yönelimi ile yapabilmeliyiz.

Örgütsel yaşamı devrimcileştirmenin gerekleri

Örgütsel yaşama çeki düzen verilmesinin ilk halkası parti tüzüğüne uygun bir örgütsel işleyişin oturtulmasıdır. Bunun anlamı her düzeyde kurumsal işleyişin oturtulması, örgüt komitelerine, birim ve kolektiflere dayalı işleyişin egemen kılınmasıdır.

Bunun da bir parçası olan ikinci bir unsur, oturmuş bir organ yaşantısıdır. Düzenli olarak toplanan, genel ve dönemsel hedefleri konusunda net, canlı ve verimli tartışabilen, tartışmalara dayalı planlara ve işbölümüne sahip bir organ, işlevini yerine getirebilen bir organdır.

Bu zeminde işletilebilecek üçüncü bir halka, düzenli rapor mekanizmasıdır. Raporların yalnızca bilgilendirme amacıyla kaleme alınmadığını, bunun ötesinde bir işlevi olduğunu, olması gerektiğini biliyoruz. Tabii ki partinin her düzeyde bilgiyle donatılması kolektif bilinç ve doğru bir devrimci merkezi önderlik için olmazsa olmazdır. Bu anlamda rapor, kolektif bir örgütsel işleyişin başlıca anahtarlarından biridir. Fakat rapor demek, kişilerin ve organların kendileriyle, partileriyle iletişimi, karşılıklı denetimi, faaliyet ve örgütlenmenin sistematize edilmesi ve devamlılığının sağlanması demektir. Öte yandan, dedikodu ve laçkalaşma ortamlarının kurutulmasının olduğu kadar “at izini it izinden ayırt etme”nin de önemli mekanizmalarından biridir.

Kolektif bir örgütsel işleyişi oturtmanın temel araçlarından bir diğeri, devrimci eleştiri ve özeleştiridir. Devrimcilerin bu en etkili silahının doğru kullanımı, hangi düzeyde olursa olsun partiyle, örgütleriyle ya da yoldaşlarla tartışmaların meşru zeminler ve kanallar aracılığıyla, devrimci aleniyet temelinde yapılması ile olanaklıdır. Bunun olmadığı yerde devrimci bir iç yaşam da, gelişkin yoldaşlık ilişkileri de olamaz. Bunların yerini örgütsel oportünizm, liberalizm ve laçkalık, dedikodu ve yozlaşma alır.

Bütün bu öğeleri de içeren, fakat yaşamın her alanının politikleştirilmesi, devrimci yoldaşlık ilişkileri, gündelik yaşam ve özel ilişkiler alanının devrimci bir temelde örgütlenmesi gibi bir dizi hayati konuyu da kapsayan bir alan olarak örgütsel iç yaşamı devrimcileştirme sorununun taşıdığı öneme ise, burada yalnızca kolektif örgütsel işleyişin bir başka temel gereği olarak işaret etmekle yetinelim.

Son olarak, sertleşen sürece gereğince hazırlanmanın olduğu kadar, örgütsel yaşama çeki düzen vermenin en önemli koşullarından birinin de kolektif temelde, sistemli ve çok yönlü bir eğitim olduğunu yeniden vurgulayalım. Bu konuda saflarımızda güçlü bir fikir birliği ve pratikte bunu hayata geçirme çabası olsa da, bunun yeterli olmadığını söylemeliyiz. Bu konuda daha fazla bir yoğunlaşmaya ihtiyacımız var. Partimizin 20. yıl vesilesiyle iç kampanya halinde örgütlediği eğitim çalışmalarını süreklileştirmenin yanısıra, tüm yoldaşlarımızın bireysel olarak da okumaya, araştırmaya, tartışmaya ve yazmaya gereği kadar zaman ve emek ayırması gerektiğini bir kez daha hatırlatalım.

“Güne yüklenme” devrimci iradesini güçlendirmenin yolu faaliyetin her adımında ihtilalci örgütlenmeyi sağlamlaştırmaktan geçiyor. Bunun parti çalışmasının tüm alanlarında, en ileri kadrosundan çeperindeki güçlerine kadar kuvvetli bir bilince dönüşebilmesi gerekiyor.