Ekonomik krizin de etkisiyle sınıf eksenli kitle hareketinde son iki yıldır kendini gösteren yeni canlanma, bu yılın başında toplum ölçüsünde büyük etki ve yankılar yaratan TEKEL Direnişi’yle birlikte yeni bir safhaya ulaştı. İstanbul Taksim’deki görkemli 1 Mayıs ise bu yeni canlanmanın doruğu oldu. Böylece sol eksenli toplumsal muhalefet uzun bir aradan sonra toplum gündeminde kendine yeniden bir alan açmış gibi göründü ve sonrası için umutları güçlendirdi. Ne var ki, halen tek tek işçi direnişleri birbirini izliyor olsa da, toplumsal hareketlilik şu sıralar büyük ölçüde hız kesmiş bulunmaktadır. Sendikal bürokrasi tarafından rezilce ortada bırakılan 26 Mayıs eyleminin belirgin başarısızlığı bu açıdan bir dönüm noktası oldu.
Düzen cephesinde yaşanan ve toplumsal muhalefet için yeni tehlikeler ve tuzaklar da barından gelişmeler ise bunun üzerine geldi. Sözde Kürt açılımının iflasının tescili olarak Kürt silahlı direnişinin yeniden başlaması, devleti adım adım ele geçiren AKP’nin bu kez yüksek yargıyı denetim altına almak üzere gündeme getirdiği Anayasa paketinin kutuplaştırıcı gerilimi, düzen muhalefetine kısmen de olsa canlılık ve özgüven kazandıran CHP’deki liderlik değişimi, ve nihayet, şu sıralar küllenmiş görünse de AKP hükümetinin ABD ve İsrail ile ilişkilerde yaşadığı sorunlar, üst üste binen bu yeni gelişmelerin başlıcaları oldular.
Tüm bu olaylar yeni oldukları ölçüde, yaratacakları muhtemel etki ve sonuçlar da henüz önemli ölçüde belirsizliğini korumaktadır. Yine de, etkisi doğal olarak alınacak sonuca bağlı bulunan anayasa referandumu hariç öteki üçü, Temmuz 2007 seçimlerinden beri düzen içi çatışmada belirgin biçimde güç kazanan ve devlete iyiden iyiye yerleşen, bu arada toplumsal etki ve denetimini de yayıp güçlendiren AKP eksenli dinsel gericilik cephesini zayıflatma, buna bağlı olarak da ortaya yeni bir güçler dengesi çıkarma potansiyeline sahiptir. Erken ya da zamanında yeni bir parlamento seçimine de sahne olacak olan önümüzdeki bir yıldan az süre içinde bu gelişmelerin etkisiyle şekillenecek burjuva siyaset tablosu ve dolayısıyla yeni güçler dengesi de açıklık kazanacaktır. Bunun ilk önemli safhasını Eylül’de yapılacak Anayasa paketi referandumu oluşturmaktadır. Referandumun hemen ardından olaylar hızlanacak, fiilen de genel seçim sürecine girilmiş olacaktır.
AKP’nin önlenemez yükselişinin ve gücünün sırrı
Hükümet olmasının ilk evresinde Kemal Derviş’in hazırladığı IMF patentli sosyal yıkım programını eksiksiz uygulayan, kapsamlı özelleştirmeleri gerçekleştiren, yeni köleci iş yasasını çıkaran, AB’ye uyum adı altındaki dayatmaları demokratikleşme cilası eşliğinde hayata geçiren, tezkere kazasına rağmen Türkiye’yi Irak’taki ABD işgali için lojistik cephe gerisi haline getiren, bölge politikalarında Amerikan çıkar ve tercihlerine uşakça bir uyum gösteren, bütün bunlarla düzenin iç ve dış efendilerine kendini yeni bir düzeyde kanıtlayan AKP, tüm bunların ödülünü 27 Temmuz 2007 seçimlerinde, hizmette kusur etmediklerinin aktif desteğini kazanarak aldı.
Seçmen desteği ve parlamentodaki çoğunluğu ne olursa olsun, AKP’nin gücünün ve özellikle de ikinci hükümet dönemindeki pervasızlığının gerisinde asıl olarak işte bu, dışarda ABD ve AB emperyalizminin (bağlantılı olarak da siyonizmin), içerde ise hemen tüm kesimleriyle büyük burjuvazinin eksiksiz desteği vardı. Gündemdeki açılımların en önemli engeli olarak görülen ordunun burnunu sürtüp hizaya getiren, sağdan sola gerici-şoven kaygılarla ABD’ye karşı çatlak ses çıkaranları sindirip etkisizleştiren Ergenekon davalarının (ki Erdoğan’ın Bush ile ünlü 5 Kasım görüşmesinin hemen ardından asıl eksenine oturmuş ve hız kazanmıştı) sırrı da bu destekte saklıdır.
Temmuz 2007 seçimlerini izleyen AKP’nin yeni hükümet dönemi, emperyalizm ve işbirlikçi burjuvazi için içerde ve dışarda “açılımlar” dönemi oldu aynı zamanda. Bu kapsama içerde Kürt sorunu ile AB dayatmalarının “reform” olarak sunulan gerekleri, dışarda ise Kıbrıs sorunu, Güney Kürdistan sorunu, Ermenistan sorunu vb. giriyordu. Mesafe alabilmek için de tüm bu sorunlara ilişkin geleneksel “milli” kabullerin gözden geçirilmesi, “kırmızı çizgi”lerin değiştirilmesi, buna direnç gösterecek kesimlerin ise etkisizleştirilmesi gerekiyordu. Emperyalizmin ve işbirlikçi büyük burjuvazinin çıkarları, dolayısıyla da tercihleri bu konuda tam olarak çakışıyordu. Bu çakışmadan büyük güç ve Bush yönetimi ile gerçekleştirilen 5 Kasım 2007 mutabakatıyla da start alan AKP iktidarı (artık salt hükümet değil giderek güç kazanan bir iktidar gücüydü sözkonusu olan), başta ordu olmak üzere devlet ve düzen bünyesinde buna engel olabilecek güçlere karşı bilinen operasyonlar zincirini gündeme getirdi, zaman içinde dozunu artırdı ve alanını genişletti.
Üç yıla yaklaşan bu sürecin toplamına bugünden bakıldığında, asıl amacın gerici-şoven kaygılarla ABD’ye ve işbirlikçi büyük burjuvaziye yeni “açılımlar”da güçlük çıkaran kesimlerin etkisizleştirilmesi ve itibarsızlaştırılması olduğu artık bütün açıklığı ile görülebilmektedir. Operasyonların bu denli rahat ve pervasız yürüyebilmesinin, düzen politikası üzerindeki geleneksel ordu vesayetinin bu denli kolay etkisizleştirilebilmesinin bütün bir açıklaması da buradadır. Kitlelere “devletin temizlenmesi”, “demokratikleşme”, “askeri vesayetinin kaldırılması” vb. ambalajlar içinde sunulan ve reformist solun bir kesimini de bu çerçevede yedekleyen operasyonlar zincirinin anlamı ve amacı gerçekte tümüyle ve yalnızca bu idi.
Bütün bu süreç içinde AKP, kendini önceleyen hükümetler zincirinden farklı olarak, hükümet olmanın ötesinde önemli bir iktidar gücü haline geldi. Bu sayede her biçimiyle dinsel gericilik önemli bir güç ve büyük bir özgüven kazandı. AKP, tarikatlar ve cemaatler devlete daha yaygın ve etkili bir biçimde yerleştiler. Ekonomide ve toplumsal yaşamın tüm öteki alanlarında çok önemli mevziler kazandılar. Bu önlenemez yükselişin düzen bünyesinde yarattığı yeni güç dengelerinin bir sonucu olarak, tüm cumhuriyet dönemi boyunca tedavülde kalan “irtica tehditi” de artık resmi söylemden (buna ordunun tepesi ile düzen muhalefeti de dahil) düştü. Şimdilerde Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’inden de çıkarılacağı bildiriliyor. Bu, düne kadarki irtica güçlerinin rejim için potansiyel bir tehdit olmaktan çıkıp gerçek birer iktidar gücü haline geldiklerinin de resmi tescilidir doğal olarak.
Bütün bunlar hükümet icraatının dinsel gericilik cephesi için bir bakıma kendiliğinden ödülleri oldular. Asıl amaçsa emperyalizm ve büyük burjuvazi payına yeni koşulların gerektirdiği bir dizi “açılım”ın önünü açmaktı.
Asıl amaç “açılımlar” idi ama buna engel olabilecek güçlerin bertaraf edilmesinde gösterilen büyük ve nispeten kolay başarıya rağmen, gelinen yerde, herhangi bir mesafe katedebilmek bir yana hemen tüm cephelerde tam bir iflas tablosu durmaktadır orta yerde. Kıbrıs açılımı çöktü. Ermenistan açılımı çöktü. Güney Kürdistan açılımı, geleneksel kırmızı çizgiler resmen bir yana bırakıldığı halde halen sancılı bir belirsizlik içinde ve bundan sonraki seyri içerdeki Kürt açılımının akibetine sıkı sıkıya bağlı.
AKP hükümeti açılımların dış cephesi için işe koyulurken, bunu “tüm komşularla sıfır sorun” gibi iddialı bir formülasyonla yaldızlamıştı. Ne var ki “tüm komşularla sıfır sorun” diyerek yola çıkanlar, aradan geçen üç yılın ardından, sorunlu komşularıyla herhangi bir sorunu çözemedikleri gibi, ikili ilişkilerde en sorunsuz komşu olan siyonist İsrail ile önemli sorunlar yaşar duruma düşmüşlerdir. BM’deki İran oylamasında ABD ile ters düşmek hemen bunun ardından gelmiş, gelişmelerin tuzu biberi olmuştur.
Bütün bu iflaslar serisinin sonuçları bakımından en önemli halkası ise kuşkusuz, iddialı söylemler ve büyük gürültüler eşliğinde gündeme getirilen içerdeki Kürt açılımıdır.
Sözde açılımın iflası ve Kürt sorununda yeni durum
“Açılımın sınırlarına ilişkin olarak oluşan açıklığın özü özeti, Kürtlerin bir ulus olarak varlığının ve bundan doğan siyasal haklarının reddi ve inkarıdır. Bu, geleneksel çizginin özünde korunması ama biçimde reforme edilmeye çalışılmasıdır. Bununla mantıksal bir uyum çerçevesinde, hükümet açılım için Kürt cephesinden resmen ve açıktan herhangi bir muhatap kabul etmemektedir. Bu elbette Kürt hareketinin hesaba katılmadığı anlamına gelmiyor. Ama hükümet, açılımı devlet yapmaktadır, Kürt hareketine düşense buna kolaylık sağlamaktır havasında ve hesabında. Kürt hareketinin bugünkü gücü ve beklentileri düşünüldüğünde bu olmayacak duaya amin demekle aynı şeydir ve halen açılımın en büyük handikapını oluşturmaktadır.” (Devletin Kürt Açılımı, Ekim, Sayı: 259, Ekim 2009, Başyazı)
Bu pasaj başlı başına yeterli bir fikir veriyor olsa da, bugün açığa çıkmış bulunan kaçınılmaz akibetine daha baştan işaret eden Ekim’in sözkonusu değerlendirmesinin giriş bölümünü ekte ayrıca sunmak, bizi burada sözde Kürt açılımının neden kısa zamanda açık bir iflasla sonuçlanmak zorunda olduğunu irdeleme yükünden kurtarmaktadır.
Faturası bugün AKP’ye çıksa da gerçekte ABD’nin telkiniyle, AB’nin desteğiyle ve tüm kesimleriyle büyük burjuvazinin destek ve özendirmesiyle bizzat devlet katında, yani bir “devlet politikası” olarak gündeme getirilen açılım politikası iflasa mahkumdu. Zira bu politikanın bir nebze olsun tutunabilmesinin olmazsa olmaz koşulu, Kürt hareketinin muhatap alınması ve açılım sürecinin etkin bir tarafı haline getirilebilmesi idi. Oysa aradan geçen bir yıla rağmen içeriği hala da belirsiz bu politikanın açık ve belirgin tek yanı amacıydı ve amaçsa, silahlı biçimiyle Kürt hareketini etkisizleştirmek, giderek de tasfiye etmekti. Bu açılımın en büyük handikapı idi ve sözde açılıma öngörülmesi zor olmayan bugünkü akibeti hazırladı.
Aradan geçen bir yıllık süre hedeflenen amaca bu şekliyle, yani Kürt hareketi hiçe sayılarak ulaşılamayacağını bütün açıklığı ile herkese göstermiş bulunmaktadır. Silahlı biçimiyle Kürt hareketini tasfiye etmenin biricik olanaklı yolu ve olmazsa olmaz koşulu, ona sistem içinde meşru bir alan açmaktır. Bu bile o muhatap alınmaksızın, dahası belli talep ve beklentileri karşılanmaksızın olanaksızdır. Olaylar bunu göstermiş bulunduğu içindir ki artık düzen cephesinde bugüne kadar yapılmamış tartışmalar yapılabilmekte, Kürt hareketinin doğrudan muhatap alınmasından Kürt kimliğinin anayasal düzeyde tanınmasına ve bölgesel özerkliğe kadar çeşitli düşünceler çok farklı çevrelerce dile getirilebilmektedir.
Buna dayalı yeni tartışmaların yeni duruma bağlı olarak öncelikle TÜSİAD bünyesinde ortaya çıkması ve böylece bunun başka çevreleri de cesaretlendirmesi, kuşkusuz son derece anlamlı ve açıklayıcıdır. Kürt sorununu içerde bir handikap olmaktan çıkarmanın büyük önemini hiç kimse, büyük burjuvazinin en büyük kesimini ve öncü kolunu temsil eden ve Türkiye’nin artık bir bölge gücü olmaktan öte küresel bir güç olarak da hareket etmesi gerektiğini dillendirmeye başlayan TÜSİAD’dan daha derin duyamaz, daha iyi bilemez ve daha açık biçimde dile getiremez. İngiliz Independent gazetesi, “Kürt gerillalar TC’nin zayıflığını tüm dünyaya gösterdi, tam da daha güçlü ve aktif göründüğü bir sırada...” derken (23 Haziran 2010), böylece büyük burjuvazinin duyduğu sıkıntının canalıcı kaynağını da en sade ve özlü bir şekilde özetlemiş oluyordu.
TÜSİAD’ın, onun şahsında tüm kesimleriyle işbirlikçi büyük burjuvazinin, sorunu ve sıkıntısı tam da budur. Kürt sorunu bölge ve dünya siyasetinde soyundukları yeni rolleri gölgeliyor, etki ve inandırıcılıklarını sınırlıyor, ABD emperyalizmiyle bölgesel düzeydeki uyumlu işbirliğini zora sokuyor (Anmış bulunduğumuz Devletin Kürt Açılımı başlıklı değerlendirme, Türk dış politikasının yeni yönelimleri ile içerde Kürt sorununu yatıştırıp denetim altına almak ihtiyacı arasındaki kopmaz ilişkiyi genişçe irdeliyor...). Çatışmaların yeniden başlamasının ardından TÜSİAD adına yapılan resmi açıklamada “artık yeter!”, “sabrımız son noktaya vardı” türünden inlemelerin, hükümete yönelik beceriksizlik, açılımın içini dolduramamak, KCK tutuklamaları vb. türden eleştirilerin gerisinde tam da bunlar var.
Burada dikkat değer olan, TÜSİAD’ın bu çıkışının İsrail krizi ve İran’a yaptırım oylaması sonrasında gerçekleşen ABD gezisinin dönüşüne denk gelmesidir. Böylece bunu ABD’nin de yaklaşımı olarak anlayabiliriz. AKP sayesinde yığdıkları görülmemiş boyutlardaki karlar ve yine AKP eliyle gündeme getirdikleri “açılımlar” hatırına epeydir sesleri kısık duranların şimdi aniden yüksek perdeden ve en temel siyasal sorunlar üzerinden konuşmalarının açıklaması da buradadır. ABD ve TÜSİAD, bazı sınırları aşan ve bu arada açılımları eline yüzüne bulaştıran AKP’yi silkeleme, terbiye etme, bundan başarısız kalınırsa eğer, gelinen yerde artık yol verme konusunda fikir ve tutum birliği içindedirler. Tıpkı düne kadar onu her alanda ve tam olarak desteklemekte tutum birliği içinde oldukları gibi.
Peki, ABD’nin özel telkini ve yönlendirmesi, AB’nin onu tamamlayan tutumu ve büyük burjuvazinin mutabakat halindeki desteğine rağmen AKP büyük iddialarla ve üstelik devlet politikası sunumuyla gündeme getirilen Kürt açılımını neden eline yüzüne bulaştırmıştır? Yanıtı basitçe şudur: Çünkü siyasal bedel ödemeyi göze alamamıştır. Başbakan sık sık ülkenin geleceği kurtulacaksa biz bedel ödemeye hazırız türünden cömert laflar etse de, Habur karşılamalarının yarattığı şovenist cereyanın seçmen desteğini hızla düşürdüğünü görür görmez hükümet açılımdan yüzgeri etmiştir. O günden sonra da açılım fiilen ölmüş, yerini kapsamlı KCK tutuklamalarında görüldüğü gibi Kürt halkının örgütlü güçlerine çok yönlü saldırılara bırakmıştır. Böylece de açılımın iflası kesinleşmiş, Kürt hareketine ise kendini muhatap kabul ettirmek üzere yeniden silahlı direnişe geçmek seçeneği kalmıştır.
Açık iflasa ve çatışmalarla belirlenen yeni döneme rağmen hükümetin açılım sürüyor deyip durması, başbakanın “açılım konusunda ok yaydan çıktı, bunun geri dönüşü yok” mealinde konuşması, yalnızca muhalefet tarafından kendilerine fatura edilmeye çalışılan başarısızlığı kabullenmemekten gelmemektedir. Bunun daha esaslı nedeni, zamanında kendilerini bu açılıma özendirenlerin bugün de onun sürmesi gerektiğini daha açık ve kararlı bir dille ifade etmeleridir. AKP, dışarda ABD ve AB’nin, içerde büyük burjuvazinin (ve başta MİT olmak üzere devletin bir kesiminin) açılımın sürmesini istediklerini biliyor ve onların desteğini korumak üzere bu isteme uygun hareket ediyor. Yeni bir genel seçime kadar bu konuda yapabileceği hiçbir şey olmasa da.
Kaldı ki yeni dönemde işlerini kolaylaştıracak ve siyasal bedel riskini belirgin biçimde azaltacak bazı yeni gelişmeler de var. TÜSİAD yönetimi ABD gezisinden, siyasal bedel ödemek sözkonusu olduğu sürece hiçbir partinin kendi başına yeni bir açılım macerasına girişemeyeceğini gözeten bir yeni formülle döndü ve bunu “iktidar partisiyle, muhalefet partileriyle, kurumlarıyla tek bir söylemden oluşan, partilerüstü bir anlayış ile geri dönüşü olmayan bir yol haritasının süratle saptanarak kamuoyuna duyurulması” olarak ifade etti. Bu formül, sözkonusu “milli mutabakat” sağlanırsa eğer, açılımın iç politik malzeme olması handikapını ortadan kaldırır kuşkusuz ama başarı sağlar mı bu fazlasıyla kuşkulu. Bir parça başarı için, iflas eden “açılım”ın amacını gözden geçirmek ve bu arada örgütlü Kürt hareketini muhatap almak olmazsa olmaz koşullardır. Muhtemel bir “milli mutabakat”ın ürünü olabilecek “yeni yol haritası” bunları gözetirse belki yeni bir durum doğabilir, aksi takdirde ise bugünkü açmazlar olduğu gibi sürer ve geçici de olsa bir sonuca ulaşmak şansı kalmaz. (Halihazırda tartışmalar “terörün nasıl ezileceği” ekseninde sürdüğüne göre, böyle bir şans da görünür bir gelecek için ortada görünmüyor demektir).
CHP’nin henüz yerine alışmaya çalışan yeni lideri Kılıçdaroğlu, Ecevit’in tarihsel inkarcılığa dayalı ilkel yaklaşımını yineleyip dursa da, böylece daha sorunu bile açıkça dillendirmekten uzak kalsa da, ABD ve büyük burjuvazinin istek ve eğilimlerine fazlasıyla duyarlı olduğunu tüm temel konularda olduğu gibi Kürt sorunu üzerinden göstermekte gecikmedi. Açılımın iflası konusunda AKP’ye yüklenmeyi sürdürse de sorunu iç politik malzeme yapmaması, bu konuda hükümetle işbirliğine hazır olduğuna ilişkin söylemleri bunun ifadesidir ve büyük sermaye çevrelerinin haklı takdirini kazanmaktadır.
Fakat ABD ve büyük sermaye çevrelerine güven vermeye çalışan CHP’nin Kürt sorununun üstesinde gelmeye yönelik bir “milli mutabakat”a kendi yönünden destek vermesi sorunu çözmemektedir. Zira başta MHP olmak üzere muhalefetin bir bölümü ile Ergenekon sürecinden zarar gören hemen tüm kesimler bunun karşısındadırlar ve onlar için açılımın iflası ile çatışmanın yeniden başlamış olması, AKP’yi iktidardan düşürmenin bulunmaz bir olanağıdır. Bu doğrultuda onlar toplumun önemli bir kesimine egemen şovenist zehirden en iyi şekilde yararlanmaya çalışacak, bu yolla bundan kendisi de beslenen CHP’yi de açmaza alacak ve bu sorun üzerinden AKP’yi yıpratmaya çalışacaklardır. Nitekim olayların halihazırdaki seyri de bu doğrultudadır.
Düzen cephesindeki bu irade ve politika bölünmesi Kürt hareketine belli kolaylıklar sağlıyor görünse bile, silahlı direnişin ezilmesi ve Kürt halk hareketinin dizginlenmesi konusunda fiili mutabakatın bundan böyle de süreceğinden kuşku duyulmamalıdır. Düzen cephesinde tartışmalı olan bu değil fakat yeni bir açılım oyununun kendisidir.
Gerek Abdullah Öcalan’ın kitaplaştırılmış savunmaları (Bir Halkı Savunmak, 2004, s.334) ve gerekse PKK’nin Yeniden İnşa Kongre Belgeleri (2005, s.129), silahlı mücadelenin asıl işlevinin, ölçülü bir yüklenme ile, devleti PKK’yi muhatap almaya ve pazarlık masasına oturmaya zorlamak olduğunu ortaya koymaktadır. Sorunun ele alınışını ve çözümünü düzen sınırları içinde ele alan, düzenin egemenleriyle makul bir uzlaşmaya endeksleyen bu reformist yaklaşım, Kürt sorununun ve özgürlük mücadelesinin kısır bir döngüye hapsedilmesini de beraberinde getirmektedir. Birbirini izleyen ateşkes ve savaş döngüleri bunun ifadesidir.
Abdullah Öcalan’ın son açıklamalarında peşpeşe yinelediği “devlet uzlaşmaya, PKK devrime yanaşmıyor” mealindeki sözleri gerçekte bu kısır döngünün itirafıdır. Ama bunun teorik-ideolojik mimarı da bizzat Abdullah Öcalan’ın kendisidir. Devlet uzlaşmaya yanaşmadıkça bu PKK’yi devrime değil fakat devleti uzlaşmaya zorlamak üzere yeniden savaşa yöneltmekte, böylece sözkonusu kısır döngü oluşmaktadır. Bundan çıkış yolu kuşkusuz devrime yönelmekten geçmektedir. Devrim ise kurulu düzene karşı emekçi sınıfların ve ezilen kitlelerin işi ve harcıdır. Onların sosyal çıkarlarına dayalı bir çizgiye geçilmedikçe, ulusal sorun bu eksen üzerinden yeniden anlamlandırılmadıkça ve nihayet bu çizgi ekseninde Türk emekçileriyle birleşik mücadele yolu tutulmadıkça, devrim üzerine söylenenler anlamsız boş laflar olarak kalırlar.
AKP’nin zor dönemeci
Emperyalizme ve tüm kesimleriyle tekelci burjuvaziye büyük hizmetler sunan AKP iktidarı gelinen yerde bir sallantı sürecine girmiş görünmektedir. Birbirine eklenerek bu durumu yaratan bir dizi gelişme içinde ikisi özellikle ön planda ve belirleyici önemdedir. İlki İsrail ve ABD ile ilişkilerde birbirini izleyerek ve dolayısıyla etkisi katlanarak yaşanan sorunlar, ikincisi ise sözde Kürt açılımının gelinen yerde tam bir iflasla sonuçlanması ve Kürt silahlı direnişinin yeniden başlamış olmasıdır. İlki dış ikincisi iç politikayla ilgili bu iki etken birarada Türkiye’de herhangi bir hükümeti, dolayısıyla da mevcut AKP hükümetini götürmeye kendi başına yeterlidir. Bunlara gündemdeki anayasa referandumunu kaybetmek ihtimali ile CHP’deki liderlik değişiminin düzen muhalefetine kazandırdığı yeni soluk da eklenebilir.
Bütün bunlar karşısında AKP’nin halen iki önemli avantajı var. Bunlardan ilki, herşeye rağmen hala korumayı başarabildiği önemli seçmen desteğidir. Bundan da önemli olan ikincisi ise, bugünkü düzen siyaseti tablosu içinde, ABD emperyalizmi ve işbirlikçi büyük burjuvazi için belirli bakımlardan hala da öncelikle tercih edilen parti olmasıdır.
Ülke gündeminde Kürt sorununun daha çok önplana çıkması ve çatışmanın şiddetlenmesi durumunda bunun şovenizmi azdırması ilkini, seçmen desteğini, parlamento dengelerini bozacak denli zayıflatabilir. Bunun AKP payına anlamı parlamento çoğunluğunu ve dolayısıyla tek başına hükümet olmak olanağını yitirmek, muhtemel bir koalisyon karşısında muhalefet düşmektir. İkincisinin, emperyalizmi ve işbirlikçi büyük burjuvazi için öncelikli tercih olarak kalabilmenin zorunlu koşulu ise, AKP’nin İsrail karşıtı söylem ve tutumundan yüzgeri etmesi ve ABD’ye yeniden güven vermesidir (İsrail ile kriz ile İran’a yaptırım oylamasının ardından bu kendisinden adeta resmen talep de edilmiştir). AKP bunları yaparsa, İsrail’e karşı tüm esip gürlemlerini yer yutar ve İran politikasında ABD ile tam uyum çizgisine dönerse, ABD (ve elbet TÜSİAD) için öncelikli tercih olmayı sürdürür, fakat bu kez de dışarıda burnu sürtülmüş konumuyla içerde zor durumda kalır, seçmen desteğini bugünkü düzeyde koruyamaz. İkisi bir arada bunlar halen AKP için önemli açmazlardır.
Anayasal hayaller değil devrimci sınıf mücadelesi!
Son gelişmelerin özel önemi, rejim içi çatışmada dengelerin ciddi biçimde sarsılması ve değişmesi ihtimalinden gelmektedir. Gündemdeki anayasa referandumunun kendi sınırları ötesinde bir önem ve anlam kazanması da bundan dolayıdır. Halen rejim içi çatışmanın basit bir aracına dönüşmüş bulunan anayasa referandumu, kazanacak tarafa belirgin bir politik ve moral üstünlük kazandıracaktır. Hemen sonrasının fiilen bir yeni genel seçim süreci olduğu düşünüldüğünde, bunun önemi çok daha iyi anlaşılır.
Böylesi bir düzen içi çatışmanın tarafı ve aleti olmamak, bugünün Türkiye’sinde devrimci olmanın ve öyle kalmanın asgari koşulu idi. Nitekim tüm yapısal zaaflarına rağmen devrimci çizgide tutunmaya çalışan çevre ve akımların hemen tümü bunun bilincinde olduklarını aldıkları boykot tutumuyla ortaya koydular. Çatışan tarafların inkarcı ve Kürt halkının ulusal istem ve beklentilerini hiçe sayan ortak tutumları, Kürt hareketinin de benzer bir tutumda hareket etmesini kolaylaştırdı. Pek az istisnayla reformist akımlar ise AKP eksenli dinsel gericiliğin kazanmış bulunduğu güç ve etkinin ezici ağırlığı altında düzen gericiliğinin öteki kanadının yedeğine düştüler.
Komünistler için referandumda boykot taktiğinin anlamı ve işlevi, yalnızca rejim içi çatışmanın tarafı ve dolgu malzemesi olmayı kesin bir biçimde reddetmek değil, aynı zamanda her türden anayasal hayallere karşı işçilerin ve emekçilerin bilincini ve eylemini devrimci bir çizgide geliştirmek demektir. İşçi sınıfının ve emekçilerin birleşik örgütlü gücü ve mücadelesiyle elde edilip korunmadığı sürece, yasal ya da anayasal hiçbir sözde hakkın gerçek yaşamda gerçek karşılığı olamaz. Bilimin genel gerçeklerinin ötesinde bunu bize siyasal yaşamın gündelik olayları döne döne göstermektedir, tam da şu sıralar izlemekte olduğumuz gibi. Anayasa referandumu üzerinden hak, hukuk ve demokratikleşme üzerine bunca lafın edildiği bu aynı günlerde, salt halen anayasada mevcut bir hakkı kullanarak sendikalaştıkları için, metal ve nakliyat işçilerinin karşı karşıya kaldıkları saldırılar bunun son derece açıklayıcı örnekleri olarak durmaktadır önümüzde.
Bu aynı saldırılar karşısında işçilerin ortaya koydukları direnme kararlılığı ise, çıkış yolu kadar çıkışa dayanak olacak temel sınıfsal güce de işaret etmektedir. Çıkış yolu örgütlü sınıf mücadelesi, temel dayanağı ise işçi sınıfı hareketidir.
EKİM