Logo
< Mekan paylaşımı ve zamanın verimli kullanımı üzerine…

Sermaye düzeninin zor yılı


 

Sermaye düzeninin zor yılı

 

Dünyada ve özellikle de Ortadoğu’daki yeni gelişmelerin Türkiye ve Türk burjuvazisinin izlemekte olduğu dış politika çizgisi üzerindeki etkilerini, yanısıra AB ile ilişkilerin seyrini ayrıca ele almış bulunduğumuz için (Bkz. Yeni Bir Yılın Başında Dünya, Ortadoğu ve Türkiye) burada daha çok ekonomik ve siyasal cephede düzenin bugünkü durumu üzerinde duracağız.

Bugünün Türkiye’sinin genel durumunu sermaye düzeni yönünden en özlü ama aynı ölçüde en kapsayıcı biçimde ifade eden kavram krizdir. Bu ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel yaşam alanlarını kapsayan, birarada kesen, çok yönlü ve çok boyutlu bir krizdir. Uzun yılların ürünü ve uzantısı olan bu kriz güncel görünümler içinde halen de sürmektedir ve ortada aşılabileceğine ilişkin herhangi bir belirti de görünmemektedir. Tersine, özellikle dış gelişmelerin de bunaltıcı etkisi altında, durum gitgide daha karmaşık, içinden daha zor çıkılır bir hal almaktadır.

Krizi yönetme başarısına rağmen
ekonomide büyüyen sorunlar

Ekonomideki kriz, dönemsel çöküntülerin ötesinde, yapısal bir dizi sorunun ifadesi olarak uzun yıllardan beridir ve halen de sürüyor. Emperyalizme aşırı bağımlı, tam da bu nedenle gelinen yerde yönetimini neredeyse tümden emperyalizmin finans kuruluşlarına teslim etmiş bulunan Türkiye kapitalizminin yapısal bir dizi sorunu var ve bu yapısal sorunlar üzerinden süreç yıllardan beridir bıçak sırtında gidiyor. Kronik bütçe ve dış ticaret açıkları, ödendikçe büyüyen iç ve dış borçlar, yıllardır devlet bütçesinin yarısını yutan ağır faiz yükü, adına “sıcak para girişi” denilen uluslararası borsa spekülasyonlarına bağımlılık ve bunların vurguna dayalı oyunları karşısında tam bir çaresizlik, sürekli biçimde büyüyen bir işsizlikle birlikte emekçileri açlık sınırında çalıştırma zorunluluğu vb., vb... - bütün bunlar Türkiye kapitalizmi için yapısal sorunlardır ve krizin önemli göstergeleri arasındadır. Burjuvazi kronikleşmiş bu sorunlara onyıllardan beridir herhangi bir çözüm üretemiyor. Ekonomi yapısal olarak bu sorunlarla içiçe yol alıyor ve bu sorunların yarattığı birikimlerin etkisi altında, devrevi olarak çöküntülere uğruyor. Son 10 yılda üç kez (1994, 1999 ve 2001’de) olduğu gibi.

Türkiye’de kriz atlatılmıyor, yalnızca yönetiliyor, olduğu kadarıyla başarı burada. İMF ve Dünya Bankası reçeteleri engelsizce uygulanabiliyorsa, emekçilerin sefaletini derinleştirmek pahasına faiz ve dış borç ödeme çarkı döndürülebiliyorsa, devlet kuruluşları haraç mezat satılıp borç çarkının dönüşü bir de bu yolla bir parça kolaylaştırılabiliyorsa, emekçilerin ücret artış talepleri engelsizce savuşturulabiliyor ve gerçek ücretler sistemle biçimde düşürülebiliyorsa, binlerce işçiyi sokağa atan tensikatlar kolayca gerçekleştirilebiliyorsa, sendikasızlaşma sürdürülebiliyor ve böylece emekçinin eli kolu bağlanabiliyorsa, bu durumda kriz ekonomisi de iyi kötü yönetilebiliyor demektir. Çok yönlü yapısal krize rağmen Türk burjuvazisinin en önemli şansı ve başarısı, çok farklı imkanları ve etkenleri birarada kullanarak kitleleri denetim altında tutması ve böylece krizi yönetmesini bilmesidir. Kitlelerin istemleri dizginlenebildiği, bu sayede de İMF reçeteleri ve direktifleri engelsizce uygulanabildiği ölçüde, çarklar şimdilik dönmektedir. Fakat sorunlar da sürekli yeni boyutlar kazanmakta, mevcut gidişin her an rayından çıkmasına yönelik korkular ve kaygılar da günde güne büyümektedir.

2006 yılı bu açıdan ilk belirtilerin açığa çıktığı bir yıl oldu ve yeni yıla bu açıdan daha büyük kaygı ve korkularla giriliyor. Zira yeni yıl, birikmiş ekonomik ve mali sorunların ötesinde, Türkiye’yi yönetenler için büyük siyasal gerilimlere de gebe bir yıldır. Bunun AB, Kıbrıs, Güney’de Kürt devleti, Kerkük, bölgede Amerikan emperyalizmine doğrudan tetikçilik ihtiyacı ve dayatması gibi bir dizi içinden çıkılamaz sorundan oluşan dış cephesi zaten kendi başına yeterince bunaltıcıdır. Fakat içerde de durum hiç de daha rahat değildir. Egemen sınıf bloku içinde ve devlet bünyesinde kıyasıya bir iç iktidar mücadelesi hüküm sürmektedir. Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçimler yılı olan 2007 yılı, bunlarla bağlantılı birikmiş sorunlar çerçevesinde, düzen içi dalaşmaların sertleşmesine sahne olacaktır, bu genel bir beklentidir. Bunun borsada özünü ve özetini bulan kumarhane kapitalizmine muhtemel yıkıcı etkilerini iyi bilen işbirlikçi büyük burjuvazi çatışmayı dizginlemeye ve tarafları uzlaştırmaya şimdiden başlamış olsa bile bu çabanın öyle kolay sonuç vermeyeceği de ortadadır. Ekonomi tüm bu iç ve dış sorunlara karşı, düzen temsilcilerinin zarif ifadeleriyle, fazlasıyla “duyarlı”, aynı anlama gelmek üzere aşırı “kırılgan”dır.

Dış politikada Amerikan emperyalizmine mevcut kölece bağımlılığın ve tam uyumun gerisinde aynı zamanda dolaysız olarak ekonomik durum var. Bu tür bir uyumdan herhangi ciddi bir sapma, ekonomiyi bir anda 2001 Şubatı’ndaki türden bir çöküntü ile yüzyüze bırakabilir. Bunu en iyi bilen de yine bizzat işbirlikçi büyük burjuvazinin kendisi ve onun hesabına Türkiye’yi yönetenlerdir. Bu nedenle tümü de ABD ile ilişkiler üzerinde titremektedirler. Kendi aralarında birçok konuda görüş ayrılıklarına düşebildikleri halde bu konuda tam bir mutabakat halinde hareket etmektedirler.

Bütün bunlar Türkiye ekonomisinin, emperyalist finans kuruluşlarına ve “sıcak para” girişi sağlayan borsa spekülasyonlarına aşırı ekonomik-finansal bağımlılığının ötesinde, siyasal etkenlere aşırı bağımlılığını da gösteriyor ki, bu nokta ekonominin gidişatını anlamak bakımından özellikle önemlidir. Yakın yıllara ait bir parti metninde, kapitalist ekonominin siyasal etkenlere bu aşırı bağımlılığına ilişkin olarak bugün de tüm önemini koruyan şu değerlendirme yapılmıştı:

“Bugünün Türkiye’sinde ekonominin gidişatı ekonomik olmaktan çok siyasi nitelikteki şu iki temel etkene sıkı sıkıya bağlıdır. Bunlardan ilki, sınıf mücadelesinin seyridir. İşçi sınıfına ve emekçi katmanlara boyun eğdirmeyi ve ekonomik krizin ürettiği faturayı onlara döne döne ödetmeyi başaran burjuvazi, böylece bir parça soluklanabilmekte ve bu arada ucuz işçilik üzerinden düşük maliyete dayalı bir ihracat olanağı bulmaktadır. Özelleştirme yağması, ardı arkası kesilmeyen vergiler ve geniş çaplı sosyal harcama kısıntıları üzerinden mali kaynak sağlamakta, böylece borç ve borç faizi ödeme kolaylıkları elde etmektedir.

“Öteki temel etken ise, emperyalist devletler ve kuruluşlarla, özellikle de ABD emperyalizmi ve İMF ile ilişkilerin seyridir. İşbirlikçi burjuvazi içerde ve bölgede ABD emperyalizminin çıkar, ihtiyaç ve dayatmalarına yanıt veren bir politika izlediği ölçüde, karşılığını borç ödemelerinde kolaylıklar ve yeni kredi olanakları olarak almakta, bu ise bir süreliğine bir öteki rahatlatıcı etken olmaktadır.

“Fakat bu iki etken sorunları çözmemekte, sadece durumu idare etme olanağı sağlamaktadır. Bu arada ekonomide bunalım ve yıkım üreten tüm yapı, ilişki ve dinamikler yerli yerinde kalmakta, sorunlar zaman içinde daha da ağırlaşmakta, böylece yeni ekonomik çöküntülerin koşulları olgunlaşmaktadır. Dahası var. Geçici ve aldatıcı bir rahatlama sağlayan bu iki etken bir arada, işçi ve emekçi hareketinin bugünkü zayıflığının sonucu olarak işe yaramaktadır. Devrimci sınıf mücadelesinin belirgin zayıflığı burjuvaziye yalnızca sömürü ve yağmayı pervasızca ağırlaştırma olanağı vermekle kalmamakta, kredi olanağı ve kolaylıkları karşılığında emperyalizmin istem ve çıkarları doğrultusunda hareket etmesini de kolaylaştırmaktadır. Güçlü bir sınıf ve emekçi kitle hareketi bu iki olanağın bu denli rahatça kullanılmasının sonu olacak, böyle bir gelişme karşısında ise ekonomik bunalım ağırlaşmakla kalmayacak, ağır bir siyasal krizin de zemini haline gelecektir...” (Yeni Bir Yılın Başında Türkiye: Güncel Durum ve Devrimci Görevler, Ekim, Sayı: 233, Ocak 2004, Başyazı)

Türkiye ekonomisinin gidişatını ve bu çerçevede burjuvazinin ekonomik krizi idare etme başarısını ele alırken ekonomik olmaktan çok siyasal nitelikteki bu etkenleri her zaman önemle gözönünden bulundurmak gerekir. Bu, özetle bıçak sırtında bir ekonomi demektir. Burjuvazinin kendisi ve temsilcileri bu aynı olguyu sık sık ekonominin “hassas dengeleri” ya da “kırılganlığı” sözleriyle daha incelikli bir biçimde dile getirir dururlar. İşçiyi ve emekçiyi açlık sınırında tutmak, sözü edilen “hassas denge”nin en temel gereklerinden biridir. İMF, Dünya Bankası ve ikisinin gerisindeki ABD ile ilişkileri her zaman iyi tutmak, aynı “hassas denge”nin, aynı “kırılgan yapı”nın bir başka temel önemde gereğidir. Düzen içi siyasal dalaşmaları tadında tutmak, anlaşmazlıkları mümkün mertebe yatıştırmak ve uzlaştırmak, bir başka hassas denge koşuludur vb. Bunlar başarılabildiği ölçüde, ekonomide işler bir dönem için de olsa iyi kötü idare ediliyor. Tekellerin kasaları doluyor, devasa borç ve faiz yükü çevrilebiliyor, orduya ve öteki baskı aygıtlarına önemli kaynaklar ayrılabiliyor vb. Fakat sonuçta ekonomideki hiçbir temel ve yapısal soruna herhangi bir çözüm bulunamıyor, yalnızca işler idare ediliyor.

Bugünün ekonomik tablosu bu açıdan yeterince açıktır. Son hükümet döneminde tüm cumhuriyet döneminin en büyük borç ödemleri yapılmıştır, fakat buna rağmen toplam dış borç yükü bugün itibariyle 210 milyar doların üstüne çıkmıştır. Bu rakam 1990’da 52 milyar ve 2000 yılında 118 milyar dolar idi. Bu, son 16 yılda dörde ve son 6 yılda neredeyse ikiye katlanan bir borç yükü demektir. Dış borç yükünün ülkenin yıllık ulusal gelirine (kabaca 360 milyar dolar) oranı üçte iki seviyesine tırmanmış durumdadır. Bu bile başlı başına bir iflas tablosudur. Bu durum, onyıllardır süregelen ödendikçe büyüyen borç kuralının/çıkmazının ekonomide halen de aynen işlediğini gösteriyor. Bu kronik durumu büyüyen bütçe ve dış ticaret açıklarında da aynı şekilde görmek mümkün. Bu açıkların dış borçların yanısıra devasa boyutlarda iç borçlarla telafi edildiğini, bunun ise devlet bütçesinin yarısını bir kalemde yutan ağır bir faiz yükü anlamına geldiğini de ekleyelim (Toplam devlet borçlarının yıllık ulusal gelire oranı, resmi rakamlara göre, %65 seviyesine ulaşmış durumdadır).

Sosyal sorunların ise sözünü bile etmiyoruz. Ortadaki tüm başarı, sosyal sorunların her alanda ve tüm boyularıyla ağırlaştırılması pahasınadır demek, durumu anlatabilmek için bir bakıma yeterlidir. Türkiye’de kriz ancak bu sayede ve bu temelde yönetilebilmektedir. Ekonominin çarkı tam da sosyal sorunlar ağırlaştırılabildiği ölçüde döndürülebilmektedir. Daha somut ifadelerle; emekçiyi kolayca işsizler ordusunun içine savurabiliyorsanız, gerçek ücretleri sürekli olarak düşürebiliyorsanız, fiyatları kolayca artırabiliyorsanız, vergi gelirlerinin %75’ni dolaylı vergilerden, yani emekçiyi düpedüz soyarak elde ediyorsanız, çarkı zar zor da olsa döndürebiliyorsunuz demektir. Ama bütün bunlar bunlar işsizliğin büyümesi, yoksulluğun ve sefaletin artması demektir; sosyal yıkım kapsamında sağlık ve eğitim hakkının gaspedilmesi, bunlara ait fonların borç ve faiz ödemelerine ya da örneğin silahlanmaya ve baskı aygıtlarına aktarılması, böylece bu vazgeçilemez temel kamusal hizmetlerin ticari kar alanlarına dönüştürülmesi demektir. Özetle sosyal sorunların her açıdan ağırlaşması ve elbette sosyal çelişkilerin her bakımdan keskinleşmesi demektir.

Türkiye’de ekonomik cephede işler halen böyle götürülüyor. Bu ise ekonominin yapısal sorunlarına bir çare olamadığı gibi sosyal sorunları ve dolayısıyla krizi de zaman içerisinde yalnızca ağırlaştırıyor.

Çarkın bu biçimiyle iyi kötü dönmesini sağlayan, işçi sınıfı ve emekçi hareketinin bugün içinde bulunduğu durumdur, bunu önemle yineliyoruz. Sınıf ve kitle hareketindeki gerçek bir sıçrama tüm bu hassas dengeleri tepe takla etmedikçe, yapısal ekonomik krizin yıllardır bu denli kolay yönetilebilmesini olanaklı kılan bu öldürücü ve çürütücü tıkanma noktası aşılmadıkça, işbirlikçi burjuvazi işleri böyle götürme başarısını sürdürmeye devam edecektir. Bu elbette yeni dönemsel çöküntüleri engelleyemeyecek, fakat fatura her zamanki biçimde emekçilere ödetilerek çarklar dönmeye devam edecektir.

Düzen içi iktidar çatışmasında zorlu yıl

Türkiye’nin kapitalist düzeni siyasal planda da uzun yıllardan beridir aşılamayan, ancak dinamikleri ve dolayısıyla mahiyeti değişmiş bulunan bir kriz yaşıyor. Bu halen çıkarları karşıt sınıflar arasındaki zorlu sosyal mücadelelerin ürünü bir siyasal kriz değil kuşkusuz, değişen dinamikler ve muhtevadan sözederken bu önemli noktayı vurgulamış oluyoruz. Alt sınıflardaki tarihsel hareketlenmenin ürünü sosyal mücadelelerin siyasal krizi yarattığı, beslediği ve derinleştirdiği dönemler oldu yakın zaman Türkiye’sinde. ‘60’lı, özellikle de ‘70’li yılların ikinci yarısında, Türkiye’de, yaygın sosyal mücadelelerin devrimci bir kitle hareketi biçimini aldığı, böylece rejimi zora soktuğu, devlet işleyişini zaafa uğrattığı, hükümetleri etkisiz kıldığı, dolayısıyla burjuvaziyi belli sınırlar içinde yönetemez duruma düşürdüğü dönemler yaşandı. O dönemler temel kriz etkeni, ilerici-devrimci akımların içinde önemli bir yer tuttuğu sosyal mücadelelerdi ve gerici burjuva düzeninin kendi içi çelişkileri de bunun bir yan ürünü olarak depreşiyor, krizi derinleştiren bir etkide bulunuyordu.

Fakat 12 Eylül faşist darbesi ile toplumsal muhalefete ve devrimci hareket vurulan ağır darbeden bu yana, Türkiye’deki siyasal kriz dinamikleri arasında bu etken, sözü edilemeyecek denli tali plana düşmüş durumda. ‘90’lı yıllar boyunca ve halen bunun tek istisnası, Kürt sorunu eksenli toplumsal-siyasal muhalefetir. Bugün devrimci çizgiden tümüyle kopmuş, düzen içi reformist bir çizgiye oturmuş bir siyasal akım tarafından temsil ediliyor olsa da, Kürt sorunu ve dolayısıyla hareketi, düzen için ciddi bir siyasal kriz etkeni olmayı sürdürmektedir.  Fakat paradoksal bir biçimde bu aynı sorun, toplumun önemli bir kesiminin şovenizmle zehirlenmesini kolaylaştırarak, burjuva gericiliğine ekonomik ve siyasal krizi yönetme imkanı da vermektedir. 12 Eylül’ün düzlediği ekonomik, sosyal ve kültürel koşullarda serpilip palazlanan dinsel gericiliğin yanısıra, Kürt sorunu üzerinden kışkırtılan şovenizm, bugün burjuvazinin elinde, kitleleri denetim altında tutmanın, onları ilerici sosyal mücadeleden ve siyasal bilinçlenmeden alıkoymanın, böylece tüm zorluklara ve açmazlara rağmen toplumu nispeten kolay yönetebilmenin iki etkili silahı durumundadır. Dolayısıyla ilerici bir kriz dinamiği olarak Kürt sorununun/hareketinin oynadığı role buradan, bu çelişik etkileri üzerinden bakmak gerekmektedir.

Yine de, yönetmekte gösterilen başarı ne olursa olsun, düzen için siyasal boyutu ile de kriz bugünün açık bir olgusudur ve Kürt sorununun oluşturduğu ağırlığın ötesinde, bunu esas nedeni düzenin kendi bünyesinden kaynaklanan sorunlardır. Siyasal kriz dinamikleri öncelikle rejimin iç işleyişinde ve burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki çıkar ve iktidar dalaşmalarında ifadesini bulmaktadır.

12 Eylül faşist darbesinin düzen siyasetine müdahalesinin önemli sonuçlarından biri, bunu kolaylaştıran ekonomik ve sosyal faktörlerin de etkisi altında, tüm düzen partilerinin aynı program ekseninde tekleşmesi ve böylece kitleler nezdinde inandırıcılıklarını yitirmesi oldu. Bu uzun yıllar boyunca, oy desteği zayıf partiler, parçalı bir parlamento bileşimi ve birbirini izleyen koalisyon hükümetleri şeklinde bir siyaset tablosu çıkardı ortaya. Düzen temsilcileri, özellikle de sermaye kuruluşları, aynı yıllar boyunca burjuva siyasetinin bir türlü aşamadığı bu krizden “siyasal istikrarsızlık” söylemiyle yakınıp durdular. Yakındıkları sorun, ihtiyaç duydukları politikaları seri ve eksiksiz biçimde uygulayacak uyumlu ve güçlü hükümetlerin mevcut parlamenter işleyiş içerisinde bir türlü çıkamamasıydı.

3 Kasım 2002 seçimlerinin ortaya çıkardığı yeni parlamento bileşimi ve tek parti hükümeti bunun nihayet ve hiç değilse bir seçim dönemi için aşılması anlamına geliyordu. Nitekim şu son 4 yıllık hükümet icraatı boyunca burjuvazi bu anlamda bir “siyasal istikrar”ın tüm sonuçlarından en iyi biçimde yararlandı da. İstenen her şey, AKP hükümeti ve parlamento tarafından tam olarak ve gecikmeksizin yerine getirildi, emekçilere yönelik çok yönlü saldırılar pervasızca uygulandı. Mevcut hükümet, bu çerçevede işbirlikçi burjuvazinin ve uluslararası sermayenin tam desteğini aldı ve işin bu yönü bakımından bu destek halen de sürüyor.

Fakat bu aynı imkanın bir de öteki yüzü vardı. Bir yönüyle burjuvazi için adeta bir nimet olan, yılların özlemini karşılayan bu aynı parlamento bileşimi ve ona dayalı hükümet, bir başka yönden ve üstelik daha baştan, bir siyasal kriz etkeni oldu. Zira parlamentoda neredeyse anayasayı tek başına değiştirebilecek üçte ikilik bir çoğunluğa dayalı parti ile ona dayalı hükümet, gerici islamcı gelenekten geliyordu ve bu konumuyla rejimin oturmuş dengelerini zorlayacak bir ağırlık ve tehdit oluşturuyordu. Geride kalan dört yıl içinde buna ilişkin bir dizi siyasal dalgalanma yaşandı. Fakat içerden işbirlikçi burjuvazinin ve dışardan Amerikan emperyalizminin dengeleyici müdahaleleri ile; bu arada AKP’nin, büyük burjuvaziye ve emperyalizme güven vermek kaygısı ve geleceğe yönelik hesapları çerçevesinde ifade uygunsa soluğunu tutması sayesinde, bunun rejimin işleyişini tıkayacak boyutlara dönüşmesi bugüne kadar engellendi.

Fakat bugüne kadar iyi kötü kontrol edilebilen bu ilişkiler, bu hassas dengeler siyaseti, gelinen yerde ve özellikle de girmiş bulunduğumuz yıl içinde, yerini bir çatışmaya ve belki de hesaplaşmaya bırakacak gibi görünmektedir. Cumhurbaşkanlığı seçimi ve yeni seçim yılı bunu belirgin bir kuvvetle zorlamaktadır. Yıllardır işbirlikçi burjuvaziye ve emperyalizme sadakatle hizmet edip güven vermeye çalışan gerici islamcı parti, gelinen yerde bunun karşılığını almak istemekte; oysa kendilerini geleneksel olarak devletin sahibi ve düzenin bekçileri olarak gören güçler -başta ordu olmak üzere- buna direnmekte, bunun önünü ne edip edip almak istemektedirler. Sorun ve çatışma buradan doğmakta, bunda ifadesini bulmaktadır.

Rejimin içten içe yaşadığı siyasal krizin bir yönü halen budur ve bu, 28 Şubat’a yolaçan özel evre dışta tutulursa rejim için nispeten yeni, AKP hükümeti dönemiyle ilgili bir sorundur.

Bir dizi noktada bunu da kesen ve dolaysız olarak içeren öteki yönü ise, egemen sınıfın farklı kesimleri arasındaki çıkar ve iktidar dalaşıdır. Evet bu, çıplak bir çıkar ve bu çıkarları kollamak, devlet katında kritik mevzileri elde tutmak ya da ele geçirmek çerçevesinde, bir iktidar dalaşıdır. Cumhurbaşkanlığı seçimi ile yeni parlamentoyu ve dolayısıyla hükümeti çıkaracak yeni genel seçimlerin kritik önemi de buradadır.

Daha önce başvurduğumuz parti değerlendirmesi bu konuya ilişkin olarak da halen tüm geçerliliğini koruyan özlü bir çerçeve sunmaktadır:

“Sorunların bir de öteki cephesi var. Bu ikinci cephedeki sorunlar AKP’den değil burjuvazinin kendi iç bölünmesinden doğuyor. Burjuvazinin en güçlü ve dışa en bağımlı kesimleri ile dışa bağımlılığa ilke olarak itirazı olmayan, ama emperyalist küreselleşme politikalarının ölçüsüz gerekleri karşısında sıkıntıya giren, iç pazardaki ayrıcalıklarını yitiren kesimleri arasındaki bir bölünmedir bu. Bu kesimler AB sürecine uyumun sorunları, Kıbrıs ve kısmen de Güney Kürdistan sorunu üzerinden bugün kendi aralarında giderek daha çok dalaşmaktadırlar.

“Burjuvazinin en güçlü ve dışa en bağımlı kesimleri, kendi konumlarından gelen olanakların yanısıra, çatışma konusu sorunlarda emperyalist odaklarla birlikte hareket etmenin avantajlarına da sahiptirler. Burjuvazinin iç pazara daha çok bağımlı ve küreselleşmenin gerekleri adına gündeme getirilen uygulamalara daha az dayanıklı kesimleri ise, başta ordu olmak üzere devletten, yanısıra ‘milli davalar’ ve ‘ulusal çıkarlar’ söylemiyle toplumun şovenizmle yoğrulmuş duyarlılıklarından güç almaktadırlar. Geleneksel düzen partileri ile ‘düzen bekçileri’nin aynı konulardaki duyarlılıkları, bu kesimi ayrıca güçlendirmektedir.

“Kıbrıs ve Kürt sorunu üzerinden yaşanan görüş ayrılıklarının temelinde bu var. Emperyalist burjuvaziyle daha ileri düzeyde bütünleşmeyi çıkarlarına uygun görenler, gelinen yerde Kıbrıs’ı bir yük saymakta ve bu yükten kurtulmak istemektedirler. Kürt sorununda ise içerde ‘uyum yasaları’ çerçevesinde belli düzenlemelerin yapılmasını istemektedirler. Bu tutumun Güney Kürtleri’yle ilişkilere yansıması, çatışma yerine hamilik yolunun tercih edilmesi olmaktadır.

“Milli politikalar’da ısrarı savunan öteki kesim ise, bugüne kadar izlenegelen geleneksel gerici-şoven politikaların sürdürülmesini istemektedir. Kürdistan ve Kıbrıs, onlar için kolayca feda edilemeyecek kazanılmış egemenlik ve sömürü alanlarıdır. Karşılığında bir şey alamayacakları gelişmeler karşısında bu egemenlik alanlarını yitirmeyi (Kıbrıs) ya da buna yolaçacak gelişmelerin önünü açmayı (Kürt sorunu ve Güney Kürdistan’daki gelişmeler karşısında esneklik) kabul etmemekte, buna direnmektedirler. Öte yandan bu konular üzerinden direnmeyi politik alanda güç ve etkinlik kazanmanın bir basamağı olarak değerlendirmektedirler.

“Gelinen yerde AKP hükümeti ile ordu arasında yaşanacak sorunlara temelde buradan bakmak gerekir. AKP, emperyalist odakların, özellikle de ABD’nin desteği ile başa geldi ve bu desteği koruduğu sürece başta kalabileceğini düşünüyor. Bunu içte, büyük burjuvazinin TÜSİAD’da temsil edilen en güçlü kesimlerinin halihazırdaki desteğini korumak kaygısı tamamlıyor. Böylece, normalde geleneksel konumu ve temsil ettiği burjuva kesimlerin çıkarları bunu gerektirmediği halde, AB’ye uyum dayatmaları, Kıbrıs, kısmen Kürt sorunu vb. konularda emperyalist odakların ve TÜSİAD’ın tercihlerine uygun bir icraat izlemeye çalışıyor. Bununla konumunu korumayı, güçlendirmeyi ve orduyu dengelemeyi, giderek iktidarda daha güçlü bir yer tutmayı umuyor...” (Yeni Bir Yılın Başında Türkiye: Güncel Durum ve Devrimci Görevler, Ekim, Sayı: 233, Ocak 2004, Başyazı)

Görünüşe bakılırsa, daha önce sözünü ettiğimiz kriz etkeninden farklı olarak iç dalaşmaya dayalı bu ikinci sorunlar alanında belli bakımlardan farklı bir gelişme seyri yaşanıyor. AB politikasındaki iflas, buna bağlı olarak AB ile Kıbrıs konusundaki “milli” restleşme, Kürt sorunu ve Güney Kürdistan sorununda halen yaygara yapan birleşik gerici koro, bütün bu konular üzerine sürmekte olan çatışmayı hafifletmiş görünmektedir. Gerçekte ise bu ancak kısmen doğrudur, esası yönünden ise yanıltıcıdır. AB ve buna bağlı olarak halen Kıbrıs sorunu eksenindeki gelişmeler, burjuvazinin AB’yi hararetle savunan kanadının tercihleri aşmıştır. Bu konudaki katı dayatmalar AB’nin kendisinden gelmektedir ve burjuvazinin sözkonusu kanadı için fazlaca bir esneklik alanı bırakmamaktadır. Bu, seçim yılı ve dolayısıyla gerici-milliyetçi söylemlerle oy desteği kaygısı ile de birleşince, ilgili konularda görünürde benzeşen bugünkü tablo oluşmaktadır.

Fakat bu tabloya aldanmamak gerekir. İlkin, çıkarları AB ile bütünleşmeye sıkı sıkıya bağlı bulunan, ayrıca topluma başka bir gelecek ufku sunmak olanağından da yoksun olan işbirlikçi büyük burjuvazi, şu an için bu konuda geri çekilmiş görünse de, kendi yönünden AB hedefini öyle kolayca bir yana bırakmayacaktır. İkinci ve daha da önemli olanı ise şudur: AB konusundaki umutların zayıflaması ABD’ye daha sıkı bir bağlanmayı beraberinde getirmekte ve bu ise burjuvaziyi kendi içinde tam da Kürt sorunu üzerinden bölmeye devam etmektedir. Çünkü Amerikan emperyalizminin halihazırdaki Ortadoğu politikası, Türk burjuvazisi ile Kürt güçlerini aynı cephede buluşturmayı gerektirmekte ve ABD bu çerçevede, Türkiye’ye Kürt sorununda ılımlı ve uzlaşmaya dayalı bir çözüm empoze etmektedir. Bu, bir yandan Güney Kürdistan hükümeti ile olumlu ilişkilere girilmesini ve öteki yandan içerdeki Kürt sorununun sınırlı bazı tavizlerle yatıştırılmasını gerektirmektedir. Çelişki ve potansiyel çatışma, bu politikaya zımnen yatanlar ile ona açıktan direnenler arasındadır. Taraflar için bu aynı zamanda önemli bir iç iktidar mücadelesi alanıdır. Her iki tarafın aynı ölçüde Amerikancı olması ve onun desteğini iç dalaşmada konumunu güçlendirmek için vazgeçilmez görmesi, bu çatışmayı daha da karmaşık hale getirmektedir. Aralarındaki fark, taraflardan birinin ABD desteğini her konuda ve dolayısıyla da gerektiğinde Kürt sorununda da onunla uyumlu davrananarak elde etmeye çalışması, oysa öteki tarafın gösterilecek uyum karşılığında ABD’den Kürtlerin feda edilmesini beklemesidir.

Sorunu siyasal planda daha da karmaşık hale getiren ise şudur: AKP’nin mevcut icraatlarından en iyi biçimde yararlanan işbirlikçi büyük burjuvazi, büyük bir bölümüyle onun örtülü şeriatçı özlem ve hedeflerinden rahatsızdır. Bu konuda generallerle ve CHP-MHP-DYP gibi düzen partileri ile rejimin yapısı ve oturmuş dengeleri konusunda aynı hassasiyetleri paylaşmaktadır. Fakat öte yandan bir bölümüyle, esas olarak da TÜSİAD’da temsil edilen en güçlü bölümüyle, ABD’nin Kürt politikası konusunda AKP’ye paralel bir tutum içindedir. Daha doğrusu bu doğrultuda AKP’yi bizzat teşvik etmekte ve cesaretlendirmektedir. Aynı şekilde siyasal cepheden buna son çıkışlarıyla DYP meyletmekte, bu konuda (ama yalnızca bu konuda!) düzenin kudurgan bir şovenizmi bayrak edinen gerici-faşist partiler blokundan bir ölçüde farklı davranmaktadır.

Bütün bunlar çelişki ve çatışmaların, buna dayalı saflaşmaların grift yapısını göstermektedir. Bu grift ilişki ve saflaşmayı devletin zirvesini oluşturan kurumlar üzerinden de görmek mümkün. Örneğin, irticai eğilim ve hevesler karşısında devletin ve düzenin oturmuş modern burjuva yapısının korunması konusunda ordu ile aynı cephede olduğu tartışmasız olan MİT, ABD’nin Kürt politikası konusunda AKP’ye benzer bir esneklik içindedir ve son çıkışıyla ona açıkça destek vermiş olmaktadır.

MİT’in kendi çıkışı üzerinden ortaya koyduğu yaklaşım, sorunun temel önemde bir başka boyutuna da bir kez daha ışık tutmaktadır. Bu, Kürt sorunu üzerinden yaşanan bölünmenin basitçe bir iç iktidar savaşı olmanın ötesindeki anlamıdır. Burada burjuvazinin Türkiye’deki Kürt sorununun üstesinden nasıl gelinebileceği konusundaki görüş ayrılığı çıkmaktadır karşımıza. Bir kesim bu konuda, Irak işgalinin ardından oluşan durumun artık kabul edilmesi ve sindirilmesini, bu çerçevede ABD’nin bölgesel politikalarıyla da uyumlu davranılarak Güney Kürdistan’a hamilik yapılmasını savunmakta; gelinen yerde tam da bu politikanın hem Türkiye Kürtleri üzerindeki kontrolü kolaylaştıracağını ve hem de bunu Güney Kürtlerine yayma olanağı sağlayacağını düşünmektedir. TÜSİAD’ın başını çektiği bu eğilime devlet katından MİT destek vermekte, düzen partileri cephesinden ise AKP ve DYP meyletmektedir.

Öteki bir kesim ise, Güney Kürdistan üzerinden Kürtlerin devletleşmesini meşrulaştırmanın Türkiye’deki Kürt sorununu daha da azdıracağını ve uzun vadede Türkiye Kürtlerinin kaybını getireceğini düşünmekte; bu nedenle içerde olduğu kadar dışarıda da Kürtlerin her türlü kazanımına karşı savaşılması gerektiğini, Ortadoğu politikasındaki açmazlarından da yararlanarak ABD ile uşakça işbirliğini Kürtlerin satılması ve ezilmesi koşuluna bağlamak gerektiğini savunmaktadır. Bu politikayı burjuvazi cephesinden AB konusunda temkinli ya da ona açıkça karşıt kesimler, devlet katında ordu ve cumhurbaşkanı, düzen partileri cephesinden ise CHP-MHP temsil etmektedir. (Bu konu hakkında bkz. Ortadoğu’da gelişmeler ve sermaye düzeninin büyüyen açmazları, Ekim, Sayı: 243, Aralık 2005).

Özetle, bu alanda da AB eksenli sorunlara benzer bir görüş ayrılığı ve çatışma ekseni ile yüzyüzeyiz. Ve yine bu tür bir görüş ayrılığı ve saflaşma göstermektedir ki, düzen cephesindeki iç dalaşmalar, kudurgan bir şovenizmin de bayraktarlığını yapan resmi laik cephenin genellikle sunmaya çalıştığının aksine, hiç de basitçe bir laiklik-irtica çatışmasından ibaret değildir.

Sonuçta girmiş bulunduğumuz yıl içinde bu çatışmanın önce alevlenmesi ve sonra da bir süreliğine yeni bir dengeye oturması muhtemel olduğu gibi, beklenmedik gelişmelerle kontrolden çıkması ve rejim içi hesaplaşmalara dönüşmesi de pekala olanak dahilindedir. Daha zayıf olan bu ikinci ihtimalin önünü almak için büyük burjuvazinin en kodaman kesimleri şimdiden duruma müdahale etmekte, taraflara telkinlerde bulunmakta, özellikle AKP’yi dizginleyerek cumhurbaşkanlığı sorununu yumuşak bir biçimde çözmeye çalışmaktadırlar. Bunda başarılı olurlarsa eğer bu krizi bitirmez, fakat işlerin kontrolden çıkmasına yolaçabilecek bir çatışmayı engeller veya şimdilik erteler.

Öte yandan çatışmanın nasıl bir biçim alacağı ve hangi sonuçları doğuracağı yalnızca siyasal etkenlere bağlı olmadığı gibi yalnızca iç dinamiklere de bağlı değildir. Örneğin ekonomide beklenmedik bir ağır çöküntü, bugünün etkin taraflardan biri olan AKP’nin sonunu getirebilir ve siyasal cephede işler kendiliğinden farklı bir seyre oturabilir. Aynı şey farklı bir çerçevede, Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’daki macerasının alacağı yeni biçimin iç dengelere etkisi bakımından da geçerlidir. Amerikan emperyalizminin örneğin Baker-Hamilton raporu eksenindeki muhtemel bir köklü politika değişimi, beraberinde Kürtlerin feda edilmesini getirebilir ve bu da egemen sınıf bünyesinde bu konuda halen yaşanmakta olan görüş ayrılıklarını kendiliğinden ortadan kaldırabilir. Ya da ABD’nin safında İran’a karşı bir savaşa katılmak orduya geniş bir inisiyatif ve etkili bir Amerikan desteği sağlayabilir. Bunun ise iç dengeler üzerinde önemli sonuçları olabilir.
Bütün bu konularda dayanaksız spekülasyonlara düşmeksizin şimdiden kesin şeyler söylemek kolay değildir, bunu zorlamanın anlamı da yoktur. Önemli olan sorunları, çatışma konularını, çatışan tarafların konum ve eğilimlerini bilmek ve bunların ışığında gelişmeleri dikkatlice izlemektir.

***

Bütün bu çatışma konuları burjuva gericiliğinin gerici bir temeldeki iç bölünmesini anlatmaktadır. Dolayısıyla ilerici-devrimci güçlerin bu çatışmanın şu veya bu boyutunda taraf olmaları, taraflardan birine yakınlık göstermeleri, hele hele destek vermeleri hiçbir biçimde düşünülemez. Düzenin bu gerici iç çatışmalarından ancak devrimci amaçlarla yararlanılabilinir. Bunun içinse bağımsız devrimci bir konumda bulunmak, bunun gerektirdiği bağımsız devrimci bir inisiyatifle hareket etmek, işçilere ve emekçilere yönelerek devrimci alternatifi kitleler içinde ete kemiğe büründürmek gerekir.  Ve elbette, Kürt hareketi de içinde olmak üzere burjuva gericiliğinin iç çelişki ve çekişmeleri üzerinden politika yapan, bunu yaparken de taraflardan birinin yedeğine düşmekten kurtulamayan liberal ya da milliyetçi  kanatlarıyla reformist akımlara karşı sürekli bir mücadele vermek gerekir. Daha önce yararlandığımız parti değerlendirmesine bu açıdan da başvurmak istiyoruz: “... düzen cephesinde büyüyen iç çatlakların iki yönlü bir sonucu olabilir. Bunlardan ilki, burjuvazinin iç bütünlüğünün zayıflaması ve böylece toplumsal muhalefetin gelişmesinin nispeten kolaylaşmasıdır. İkincisi ise, örneğin 28 Şubat sürecinde olduğu gibi, toplumsal muhalefetin bu iç çatışmada taraflarca yedeklenmesidir. AB hayranı liberal sol ile ordu yalakası devletçi sol, her biri kendi cephesinden olmak üzere, bu konuda şimdiden çatışan tarafların hizmetindedirler.” Bu değerlendirme bugün de aynen geçerlidir. Buna belki şunu da eklemek gerekir. ABD ve AB karşıtlığını Kürt sorununda zaman zaman tüm kabalığı ile kendini dışarı vuran incelikli bir şovenizmle birleştirenler de var artık reformist solda. Bunlar da işin aslında, milliyetçi duyarlılıklar maskesini takınarak kudurgan bir şovenizmden kendi gerici burjuva çıkararı için yararlanmaya çalışan burjuva kesiminin yedeğinde hareket etmekte, onun soldaki yankıları olmaktadırlar. AB ve ABD karşıtlığının bu milliyetçi, sosyal-şoven yozlaştırılışına karşı mücadele de günün önemli görevleri arasındadır. ABD’nin mazlum Kürt halkı üzerindeki kirli oyunlarının teşhirini, Kürt halkının tüm meşru ulusal haklarının ve bu çerçevedeki kazanımlarının açık ve kararlı bir savunusu ile birleştirmeyen her çaba, ikiyüzlü ve sinsi bir sosyal-şoven girişim olarak şiddetle mahkum edilmelidir.

Kürt sorununun/hareketinin çelişik etkisi

Düzenin yaşadığı siyasal krizin düzen dışı bir dinamiği olarak Kürt sorunu üzerinde de kısaca durmak istiyoruz.

Kürt sorunu 40 yıldır, zaman içinde artan bir güçle, kendini toplumun gündemine sokmuştur ve son 20 yıldır da çözümünü dayatmaktadır. Bu sorunun devrimci çözümünün yolu açılamadı ne yazık ki. Dünyanın ve Türkiye’nin genel atmosferi nispeten kısa bir dönem içinde devrimci bir çözüme olanak tanımadı. Bu, kendi başına bunda ısrar edecek konumdan ve güçten zaten yapısal olarak yoksun olan Kürt hareketinin devrimle her türlü bağını kesmesine, soruna düzenle uzlaşarak bir çözüm aramasına yolaçtı. Bu sonuç bilindiği gibi İmralı teslimiyetinde ifadesini buldu.

Fakat tüm gelişmeler gösteriyor ki, özellikle de Türkiye’de Kürt sorunu, Kürt hareketi onu düzen sınırları içinde çözmeye yönelse de, bu düzenin içine bir türlü sığmıyor, sığamıyor ve dolayısıyla sınırlı bir çözüm için bile koşullar bir türlü oluşmuyor. Sorunun dört parçalı olması ve çözüm bakımından bölgesel boyutlar kazanması ise, Türkiye için sınırlı da olsa bir çözümü kolaylaştırmak bir yana daha da zorlaştırıyor.  Zira “büyük Kürdistan” korkusu Türk burjuvazisinin korku ve kaygılarını büyütüyor, bu ise tarihsel inkar ve imha çizgisinden kopuşu zorlaştırıyor, reformlara dayalı kısmi bir çözüme ilişkin cesareti kırıyor. Bölgesel düzeyde işin içine Amerikan emperyalizminin girmesi de, hiç değilse halihazırda sonuçta aynı etkiyi yaratıyor. Zira bu, sırtını ABD’ye (ve İsrail’e) dayamış ve Kerkük petrolleri üzerine oturmuş bir Güney Kürt devletinin “büyük Kürdistan”ın ilk basamağı olarak anlaşılmasına yolaçıyor. (Halen güya Türkmenlerin kaderi adına Kerkük üzerinden koparılan şoven ve saldırgan yaygaranın gerisinde de gerçekte tümüyle bu, buna ilişkin korku ve kaygılar var).

Bugün çözümsüzlük günden güne derinleşerek devam ediyor. Bu çözümsüzlük bir yandan bugün için burjuva gericiliğinin en büyük açmazını oluşturuyor. İç ve dış politik yaşamda neredeyse her şey bir biçimde buna endeksleniyor ve bu düzeni çok yönlü olarak zayıflatan bir etkide bulunuyor. Türkiye’nin Kürt sorunundan hemen her uluslararası güç bir biçimde yararlanıyor ve aynı şekilde, Kürt sorununun yarattığı ağırlığı bir parça olsun hafifletmek için Türk burjuvazisi ve devleti hemen her uluslararası güce bir biçimde tavizler veriyor.

Öte yandan, cumhuriyet tarihi boyunca değil haklarını tanımak varlığı bile inkar edilen ve sistematik bir asimilasyon politikası ile yok edilmek istenen bir mazlum halkın en haklı ve meşru taleplerini boğabilemek için burjuvazi, toplumu kudurgan bir şovenizmle zehirliyor ve tüm özgürlükleri boğuyor. Zamanında Engels’in İrlanda sorununun İngiliz gericiliğinin ana beslenme kaynağı olduğu üzerine söyledikleri, bugünün Türkiye’sinde Kürt sorunu ile burjuva gericiliği üzerinden bir kez daha doğrulanıyor. Yıllardır Kürt sorunu, burjuva gericiliğinin elinde, toplumu her bakımdan zehirlemenin, tüm demokratik ve insani değerleri çiğnemenin, kuralsız bir kirli savaşı meşrulaştırmanın, devleti bir kirli savaş aygıtı olarak tahkim etmenin ve her türden özgürlüğü boğmanın bir aracına dönüşmüş durumda. Gerici burjuva düzeni bir yandan bu sorunun bunaltıcı etkisini yaşarken, öten yandan onun sağladığı imkanlarla toplumu, işçi sınıfını ve emekçileri yönetiyor (Böylece başka bir ulusu ezen bir ulusun özgür olamayacağına ilişkin veciz marksist düşünce de bugünün Türkiyesi üzerinden doğrulanmış oluyor.) Ekonomik krizin bu denli kolay yönetilebilmesinin gerisinde, Kürt sorunu üzerinden sistemli biçimde kışkırtılan ve emekçilerin bilincine zerkedilen şovenizmin bulunduğunu daha önce vurgulamış bulunuyoruz. Bu sorun, kelimenin en tam anlamıyla, sınıfsal ilişkileri ve çelişkileri örtmenin, emekçileri kendi içinde bölmenin, sosyal duyarlılıkları törpülemenin ve dolayısıyla emekçileri sınıfsal mücedelelerden uzaklaştırmanın, böylece kitlelerin ilerici-devrimci bilinçlenmesini engellemenin, toplumda, özellikle de emekçiler arasında demokratik bilinç, ilişki ve değerlerin gelişmesini engellemenin bir bulunmaz olanağına dönüşmüş durumda burjuvazinin elinde.

Özetle, daha farklı koşullarda devrimci sınıf mücadelesinin önemli bir dinamiği ve dayanağı olabilecek bir siyasal-sosyal sorun, bugün Türkiye toplumunu çürütmenin bir manivelasına dönüşmüş durumda. Sorunu çözemeyen ve bu çözümsüzlüğün ağırlığı altında bunalan burjuvazi, çareyi sorundan bu biçimde yararlanmada buluyor. Ekonomik ve sosyal yönden ciddi sorunlarla yüzyüze bulunduğu için de bir bakıma buna önemli bir olanak olarak da bakıyor.

Fakat bu politikanın bir sonu olmadığı açıktır. Burjuvazi bu yolla toplumu sersemletip çürütebilir, emekçileri bir dönem daha nispeten kolay bir biçimde denetim altında tutabilir, ekonomik-sosyal yıkım programlarını bu sayede nispeten kolay bir biçimde uygulayabilir, fakat Kürt sorununun ağırlığından kendini hiçbir biçimde kurtaramaz. Bu bir çıkmaz yoldur. Burjuvazinin bir kesiminin, çıkarları konusunda en bilinçli ve hassas kesiminin, bu çıkmazdan bir biçimde kurtulabilmek için Amerikancı Kürt politikasına eğilim göstermesi de bundandır. Fakat bu da halen düzenin önünü açmaktan çok burjuvazinin iç dalaşmalarını şiddetlendirerek yalnızca yeni bir siyasal kriz etkeni olmaktadır.

Bu çürütücü açmaz ancak dıştan, düzenin dışından, düzene karşı devrim mücadelesi üzerinden, işçi sınıfı ve emekçilerin devrimci mecrada gerçekleşecek ve gelişecek bir kitlesel çıkışıyla parçalanıp aşılabilir.

***

Sınıf ve kitle hareketi, devrimci ve reformist kanatlarıyla sol hareket ve Kürt hareketi üzerinde ayrıca duracağız.