Logo
< Deprem yıkımı ve 1 Mayıs süreci

14 Mayıs seçimleri ve devrimci parti


1- Türkiye’nin iktisadi temele dayalı çok yönlü toplumsal krizi yılların değişmez olgusudur. Değişen yalnızca krizin şiddeti ve ağırlaşan toplumsal sonuçlarıdır. Bugün kriz tüm cephelerde ve her bakımdan daha da ağırlaşmış biçimiyle sürmektedir. Ekonomi iflas halindedir ve artık kontrol kaybedilmiştir. Halihazırda yaşanmakta olan, toplumsal faturası ağır bir sürüklenme halidir. Durum günden güne daha da kötüleşmektedir. Bunun kaçınılmaz sonucu geniş kitlelerin büyüyen hoşnutsuzluğu ve iktidarın seçmen desteğindeki sürekli erozyondur. Bu aynı olgu dinci-faşist iktidarın toplumu yönetebilme yeteneğini de belirgin biçimde zaafa uğratmaktadır. İkna etme ve dolayısıyla rıza devşirme gücünü artık yitirmiş, çıplak zor, dolayısıyla her alanda gündelik baskı ve terör, toplumu kontrol altında tutmanın asıl mekanizması haline gelmiştir. Kural ve kaide tanımaz keyfi diktatörlük günümüz Türkiye’sinin gözler önündeki en temel gerçeğidir.

Yukarıdaki özetleme, on ay öncesine ait seçim süreci konulu bir parti değerlendirmesinden alınmadır (Siyasal Durum ve Devrimci Sınıf Çizgisi, Ekim, Sayı: 325, Temmuz 2022). Halen de tablo genel çizgileriyle budur. Fazladan olarak, 6 Şubat depremleriyle ortaya çıkan çok ağır insani, iktisadi ve kültürel yıkım toplumsal krize yeni boyutlar eklemiştir. Bu aynı gelişme, dinci-faşist iktidarın toplumu yönetebilme iddiasına da ağır bir darbe olmuştur. Mevcut iktidarın uzun yıllar boyunca izlediği ranta ve talana dayalı politikalarıyla bir doğa olayının büyük bir toplumsal felakete dönüşmesinin baş sorumlusu olduğu yeterince açıktır. Fakat olayın ardından sergilediği belirgin duyarsızlık ve çaresizlik tablosu ile de, toplumu yönetebilme iddia ve yeteneğini artık yitirdiğini fiilen ortaya koymuştur. Maraş merkezli 6 Şubat depremleri, iktidarın yönetebilme değil, belirsizlik ve çaresizlik içinde sürüklenme halinin sarsıcı bir yeni göstergesi olmuştur. Bunun AKP’nin kemikleşmiş seçmen desteğini etkilememesi yanıltıcı olmamalıdır. Önemli olan bunun iktidar karşıtı geniş toplum kesimleri üzerinde yarattığı pekiştirici etkidir.

Türkiye gündemdeki seçimlere bu koşullarda gitmektedir.

2- Yirmi yılı dolduran AKP iktidarının en temel meşruiyet silahı düne kadar sahip olduğu seçmen desteği idi. Gelinen yerde bunu da önemli ölçüde yitirmiş durumdadır. Faşist partinin desteğine ve muhtemel seçim hilelerine rağmen yeni bir seçimi kazanma şansı yoktur. Ama her zaman vurgulaya geldiğimiz gibi, bu hiç de ona artık nihayet kendiliğinden yol göründüğü anlamına da gelmemektedir. AKP-MHP koalisyonu çok özel koşullar bir araya gelmedikçe ya da çok ağır bir seçim hezimeti yaşamadıkça, iktidarı barışçı biçimde terk etmeyecektir.

Her şeyden önce AKP-MHP dinci-faşist bloku, artık tam manasıyla bir parti-devlettir. Devlet tüm kurumları ve olanaklarıyla onların elinde, denetiminde ve tam hizmetindedir. Bu da salt parlamenter “nöbet değişimi”yle terkedilecek bir konum değildir. İkinci olarak devlet partisi konumu dinci-faşist bloka muazzam boyutlarda zenginlikleri ele geçirme ya da kontrol etme olanağı sağlamıştır. Üçüncü olarak bu blok, siyasal planda kurduğu mafyatik yapıyla ve iktisadi-mali planda yarattığı eşi benzeri görülmemiş talan, soygun ve yolsuzluk düzeniyle, halen çok ağır suçların dolaysız faili durumundadır.

Bu üç temel etken bir arada, dinci-faşist blokun neden iktidarı bırakmak istemediğinin ve istemeyeceğinin açıklamasını vermektedir. İktidarı kaybetmek yalnızca en keyfi bir biçimde kullanılan muazzam bir siyasal gücün değil, iktisadi-mali kaynaklar üzerindeki denetimin, yanı sıra yağma ve talanla, yolsuzluk ve hırsızlıkla ele geçirilmiş muazzam zenginliklerin de hiç değilse kısmen kaybedilmesi riski demektir. Daha bir de bu kaybedişin ardından ve başta patlak verebilecek bir halk hareketi olmak üzere beklenmedik gelişmelerin basıncı altında, uzun yıllardır işlenmiş muazzam suçlarla ilgili bir ölçüde olsun hesap verir duruma düşmek riski var.

3- Düşünsel, siyasal ve kültürel bakımdan alabildiğine heterojen durumdaki düzen muhalefetinin en büyük umudu ve dayanağı sandıkta seçimlerin kazanılabilmesidir. Fakat ilkin bu, belirgin bir seçmen desteği farkı olarak gerçekleşmedikçe, seçim çalma sicili iyi bilinen dinci-faşist iktidar tarafından pekâlâ manipüle edilebilecek, sonuçta iktidar gaspı sürdürülebilecektir. İkinci olarak, düzen muhalefetinin sınırlı kalacak bir başarısı, dinci-faşist koalisyonu kenetleyecek ve devlet aygıtının tüm imkanları üzerinden bu başarıyı çok geçmeden boşa çıkarma çabasına yöneltecektir. Devlet aygıtı üzerindeki tam kontrol ve yeni parlamentoda her şeye rağmen güçlü sayılabilecek bir temsil, dinci faşist bloka bu doğrultuda büyük avantajlar sağlayacaktır. Heterojen düzen muhalefetinin halihazırdaki kırılgan yapısı ise karşı tarafın elinde aynı doğrultuda ayrıca önemli bir imkân olarak iş görecektir.

Bu tespitlerden çıkan sonuç şudur: Düzen muhalefeti ezici bir sandık başarısı elde edemediği sürece, seçimler sonrası dönem bizzat düzenin kendi bünyesindeki iktidar çekişme ve çatışmaları üzerinden bir kaos ve kargaşa dönemi olmaya gebedir. Yani 14 Mayıs seçimleri muhalefetin başarısıyla sonuçlansa bile, bu şimdiki rejim krizi sürecinin sonu değil yalnızca yeni bir safhası olacaktır.

Düzen muhalefetinin bunu gözeten herhangi hazırlığı, hazırlık bir yana herhangi bir ortaklaştırılmış politik yaklaşımı var mıdır bu halen bilinmiyor. Seçmen desteğini bir çaresizlik duygusu ekseninde kendisine endekslemek için “kader seçimi” söylemini kullanan düzen muhalefeti, bu söylemiyle tezat oluşturacak biçimde olağan bir seçime hazırlanmakta ve ardından olağan bir barışçı “nöbet devri” gerçekleşeceğini varsaymaktadır. Bu rahatlık, muhtemel bir seçim kaybı durumunda iç birliğini ve başta baskı aygıtları olmak üzere devlet bürokrasisi üzerindeki denetimini korumak ve yarınki çatışmada etkin biçimde kullanmak üzere dinci-faşist iktidarın elinde halen önemli bir olanaktır.

Burada tüm bu hesapları ve dengeleri kökten değiştirebilecek muhtemel bir gelişme, seçimleri çalma ya da dosdoğru bir darbeye yönelme girişimlerine karşı kitlelerin tahammül sınırlarının aşılması, böylece bunun da bir halk hareketi biçiminde patlak vermesidir. Türkiye ancak bu durumda AKP’nin son yirmi yılda yarattığı dinci-faşist düzeni bir parça olsun demokratik gelişme doğrultusunda aşmak imkânı bulabilecektir. Halen bunun en büyük bariyeri sarsıntısız bir iktidar değişimi çizgisi izleyen düzen muhalefetidir.

4- Her şey sandık üzerinden ve düzen muhalefetinin umduğu sınırlar içinde cereyan etse bile, Türkiye’yi seçim sonrası yakın dönem üzerinden bekleyen, AKP’siz bir AKP düzeninden öte bir şey değildir. Bu konuda hiçbir hayale yer yoktur. Halen yedek bir AKP’yi bizzat bünyesinde bulunduran düzen muhalefetinin kendisi, bunun tam da böyle olacağının en büyük güvencesidir. Nitekim düzen muhalefetinin yarınki kendi iktidarına ilişkin açıklamaları ve vaatleri içinde, AKP’nin yaratmış bulunduğu düzene ilişkin esaslı bir değişim iddiası yoktur. Bu açıdan ele alındığında, düzen muhalefeti genellikle iddia edildiği gibi AKP öncesine dönüş türünden bir “restorasyon” peşinde değildir. Yapacaklarının esası, çivisi çıkmış devlet düzenini mümkünse yeniden rayına oturtmak, burjuvazinin tüm kesimlerinin ortak çıkarlarının güvencesi olabilecek kurumlara dayalı bir kurallı düzeni yeniden kurmak olacaktır. Düzen muhalefetinin biricik ortak paydası olan “güçlendirilmiş parlamenter sistem” vaadinin anlamı da tam olarak budur. Bu ise tümüyle devlet düzeninin işleyişine ve burjuvazinin farklı kesim ya da kliklerinin bu işleyiş içinde kendine yer bulabilmesine ilişkin bir sorundur. İşçi sınıfının, emekçilerin ve tüm öteki ezilen katmanların temel çıkarları bir yana acil ihtiyaçlarıyla bile bunun yakından uzaktan bir ilişkisi yoktur.

Bu çerçevede, düzen muhalefetinin halen izlemekte olduğu çizgi, partimizin yıllar öncesine ait aşağıdaki değerlendirmesine ayrı bir anlam ve önem kazandırmaktadır:

“Düzen sınırlarını aşmayan şu veya bu gelişmenin etkisi altında ya da sonucu olarak Tayyip Erdoğan iktidarı biçimsel varlığını yitirse bile, uzun yıllar içinde yarattığı zemin esası yönünden kalacaktır. Düzenin uzun vadeli çıkarlarını zedeleyen aşırılıklarından bir ölçüde arındırılacak, sivrilikleri belli sınırlarda törpülenecek, keyfiliğin ve kuralsızlığın bugünkü biçimi sınırlandırılacak, özellikle eğitim gibi kapitalist ekonomi ve devlet düzeni için özel bir önem taşıyan alanlardaki çöküntü düzenin asli ihtiyaçlarına göre onarılmaya çalışılacak, ama yaratılan toplumsal-kültürel ve siyasal zemin esası yönünden korunacaktır. ... Türkiye’nin kapitalist düzeni iktisadi-toplumsal ve siyasal bir güç olarak dinsel gericiliği dışlayarak işleri götürme olanağını artık yitirmiştir. Sorun dinsel gericiliği dışlamak değil fakat yalnızca dengelemek, yani belli sınırlar ve ölçüler içinde tutmaktır.” (TKİP VI. Kongresi Bildirgesi, Aralık 2018)

Bu son vurgunun anlamını daha iyi görebilmek için, içinde bulunduğumuz seçim sürecinin şu çok dikkate değer gerçeğini ekleyelim: AKP’nin yirmi yıllık tahribatının temel alanlardan biri, toplumsal ve kamusal yaşamın belirgin biçimde dinselleştirilmesi olduğu halde, yönetici sınıf olarak burjuvazinin hiçbir kesiminden bunun şu veya bu sınırlarda giderilmesine ilişkin herhangi bir söylem ya da istem dile getirilmemektedir. Bu konudaki genel suskunluk, tüm kesimleriyle büyük burjuvazinin temel mutabakat alanlarından biri olarak göze batmaktadır. Buraya, ‘60’lı yıllardan başlayarak dinin devrime karşı bir dalgakıran olarak kullanılması ve buna paralel olarak devrimci olan her şeyin ezilmesi, teslim alınması ve olanaklı olduğunca düzene entegre edilmesi süreci içinde varıldığını biliyoruz. Uzun onyıllar boyunca “irtica tehlikesi”ne karşı laiklik söylemini kullanarak toplumun ilerici katmanlarını kendine yedekleyen kurulu düzen, iktisadi, sosyal, siyasal ve kültürel açıdan dinsel gericiliği artık kendi organik ve vazgeçilemez bir bileşeni olarak görmektedir. Günümüz Türkiye’sinde “irticaya karşı” laik cumhuriyet söylemi artık yalnızca bir ilerici orta sınıf duyarlılığı ve çizgisidir.

5- Muhtemel bir seçim başarısıyla AKP düzenini esası yönünden devralacak olan Millet İttifakı, elbette bu sarsıntısız bir biçimde gerçekleşirse eğer, böylece emperyalizme ve işbirlikçi büyük burjuvaziye hizmet çizgisini de onun bıraktığı yerden sürdürecektir. Seçim sürecinin halihazırdaki gidişatı bunun tartışmasız bir kanıtıdır.

Düzen muhalefetinin halen temel siyasal özgürlükler konusunda vaat düzeyinde bile olsun herhangi bir açık söylemi yoktur. Dinci-faşist iktidarın yirmi yıllık icraatının en temel sonuçlarından biri, zaten son derece sınırlı ve güdük olan temel demokratik özgürlüklerin tümden boğulması olmuştur. Bunun karşısında düzen muhalefeti, keyfiliklerin son bulması ve “hukuk devleti”nin yeniden tesisi türünden soyut ve muğlak bir söylemin ötesine geçememektedir. Durum genel siyasal özgürlükler sorununun bir parçası olarak Kürt sorunu konusunda da farklı değildir. Toplumun önüne bu köklü soruna ilişkin sınırlı bir reform talebiyle çıkmak bir yana, sorunun kendisi bile anılmamakta, hiç değilse söylem planında halen yok sayılmaktadır.

İşçi sınıfı ve emekçilerin acil iktisadi ve sosyal sorunları alanında da durum farklı değildir. İşçi sınıfı üzerindeki katmerli sömürü ve çekilmez hale gelmiş ağır çalışma koşulları konusunda düzen muhalefetine genel bir suskunluk egemendir. Yerli ve uluslararası sermaye çevrelerine güven vermeye ve desteklerini almaya çok özel bir özen gösteren bir muhalefetin bu tutumu şaşırtıcı değildir. Bizzat Kılıçdaroğlu’nun söylemlerine göre, kaynaklar ve yeni borçlar Londra tefecilerinden sağlanacaktır. Bu ise izlenecek iktisadi-mali politikanın IMF-TÜSİAD çizgisinde olacağının, dolayısıyla da aşırı sömürüye ve sosyal yıkıma dayalı politikaların devam ettirileceğinin itirafından başka bir şey değildir. Halen Türkiye ağır bir iktisadi-sosyal krizin pençesinde kıvranmaktadır. İç ve dış borçlar boğucu düzeydedir ve devlet maliyesi iflas halindedir. Belli ki ekonomiyi bu bataktan çıkarmak için yeni bir “acı reçete” gündeme getirilecektir ve her zaman olduğu gibi bunun ağır iktisadi-sosyal faturası işçi sınıfı başta olmak üzere emekçilere ödetilecektir.

Temel siyasal özgürlükler konusunda göze batar suskunluk bu çerçevede ayrıca bir anlam kazanmaktadır. Dolayısıyla, seçmenlerden oy devşirebilmek için olmadık konularda olmadık vaatlerde bulunan düzen muhalefetinin, yirmi yıldır fiilen gasp edilmiş durumdaki sendika ve grev hakkı konusunda, AKP’nin işçiler karşısındaki bu en zayıf noktası üzerinden tek kelime etmemeye özen göstermesi, hiçbir biçimde rastlantı değildir. Türkiye’nin açgözlü asalak kapitalistlerini yıllar öncesinden “sanayinin kamu çalışanları” olarak onurlandıranlar (bizzat Kılıçdaroğlu’nun kendisi!), tüm zenginliklerin yaratıcısı olan ama halen açlık sınırında bir ücret düzeyiyle kölece çalıştırılan işçi sınıfı hakkında tek kelime etmemeye özen göstermektedirler. Tekelci sermayeye “dünyayla rekabet” vaadinde bulunanlar, Türkiye gibi teknolojik bakımdan geri bir ülkede bunun zorunlu koşulunun ücret maliyetlerinin minimum düzeyde tutulması olduğunu çok iyi bilmektedirler. İşçi sınıfının ana gövdesinin açlık sınırının altında bir asgari ücrete mahkûm edilmiş olması karşısındaki suskunluk da bunun bir yansımasıdır.

Dış politika cephesinde de durum farklı değildir. Elbette ki AKP’nin özellikle Suriye örneği türünden hesapsız ve faturası ağır maceraları yeni dönemde bir yana bırakılacaktır. Ama şu son döneminde emperyalist güç dengelerindeki değişimden kendince yararlanmaya çalışan AKP’den farklı olarak, ABD-NATO çizgisinde daha bir sadakatle hareket edilecektir. Kılıçdaroğlu’nun dış politika başdanışmanının şu günlerde Amerikan basınına yaptığı açıklamalar, bu konuda herhangi bir tartışma ya da belirsizlik bırakmamaktadır. İlgili danışman, “Kılıçdaroğlu öncülüğündeki yeni hükümetin Erdoğan iktidarında Türk dış politikasına, özellikle Türk-ABD ilişkilerine verilen zararı onarmaya çalışacağı” sözü vermekte, “yeni dış politika vizyonuyla beraber Türkiye-ABD ilişkilerinin de daha fazla alana ve ufka sahip” olacaklarını müjdelemekte ve NATO’yla daha uyumlu bir çalışmanın yeni hükümet olarak öncelikleri arasında bulunduğunun altını çizmektedir.

14 Mayıs seçimlerinin iktidar adayı böyle bir muhalefet ile herhangi bir noktada en ufak bir yakınlaşma ya da paralellik, devrimcilik iddiası taşıyanlar için tam bir ideolojik, siyasal ve moral iflas anlamına gelecektir. Bu daha baştan kitlelerin aldatılması, yanıltılması, düzen muhalefetine ilişkin olarak temelsiz beklentiler içine sokulmasına hizmet edecektir. Yapılması gereken, dinci-faşist iktidarın yerinden edilebilmesi için devrimci bir bakış açısıyla yapılabileceklerin azamisini yapmak, ama ondan nöbeti sarsıntısız biçimde devralmaya hazırlanan düzen muhalefetinin gerçek konumunu ve misyonunu da şimdiden emekçi kitleler önünde tüm açıklığı ile ortaya koymaktır. Ve muhtemel bir iktidar değişimi durumunda, bu temel önemde gerçekleri bugünden gözeten yeni bir mücadele dönemine hazırlanmaktır.

6- Dinci partiye iktidar yolu açan 3 Kasım 2002 seçimleri, Türkiye solunun da tasfiyeci süreçlerde yeni bir aşamaya geçişini belirlemişti. 1990’ların ortasından başlayarak devrimcilikte ısrar eden akımların sistematik biçimde ezilmesini, bunun tamamlayıcısı olarak hücre saldırısı üzerinden yaşanan kırılmayı ve nihayet yıkıcı bir moral etki yaratan İmralı teslimiyetini izleyen bu yeni safhayı belirleyen temel özellik, geleneksel solun esas gövdesinin parlamentarizm çizgisine ve pratiğine geçişi olmuştu. Düzen siyasetinin meşruiyet alanına geçiş doğrultusunda atılmış bu önemli adım, solun tarihinde çok önemli bir kırılma noktasını işaretlemektedir. Bu yeni tasfiyeci kırılmanın, o güne kadar devrimcilikte iyi kötü ısrar eden çok sayıda parti, grup ya da çevreyi de kapsadığını biliyoruz.

Halihazırdaki seçimler üzerinden ise, solun bu aynı kesimlerinin kurulu düzenin politika zemininde kendilerine düzence kabul edilebilir yer bulmaları, aracı halkalar üzerinden giderek düzen siyasetine eklemlenmeleri sürecine tanık oluyoruz. Bunun kapsamlı bir muhasebesini daha sonraya bırakıyoruz. Şimdilik sözünü ettiğimiz aracı halkaların, cumhurbaşkanlığı seçimleri üzerinden Kemal Kılıçdaroğlu ve milletvekili seçimleri üzerinden legal Kürt hareketi olduğunu belirtmekle yetinelim.

Devrimci ilkeler konusundaki hassasiyetini her şeye rağmen korumaya çalışan birkaç özel istisna dışında, solun neredeyse tamamı, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Millet İttifakı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nu desteklemektedir. Bunun gerekçesi belli bir çeşitlilik göstermekle birlikte temelde ortak payda, Tayyip Erdoğan’da simgelenen “tek adam yönetimi”nin son bulmasıdır. Basitçe, bir ehven-i şer mantığıdır. Yani, son yüz elli yıl boyunca, işçi sınıfının devrimci temsilcisi konumundaki akımların zamanla devrimci konum ve kimliklerini geri dönüşsüz bir biçimde yitirmelerinin temel etkenlerinden biri olagelmiş o çok iyi bilinen ölümcül oportünist mantıktır.

Kemal Kılıçdaroğlu bir ittifakı, onun ürünü bir programı ve politikalar demetini temsil etmektedir. Gücü buradan gelmekte, misyonunu bu belirlemektedir. Seçimler üzerinden doğrudan talip olduğu makam, kurulu düzenin yürütme organının tamamıdır. Daha açık bir ifadeyle sözkonusu olan, emperyalizm ve büyük burjuvazi adına Türkiye’nin kurulu düzenini tam yetkili bir icra organı olarak yönetme ve yürütme program, politika ve misyonudur. Hangi gerekçe ileri sürülürse sürülsün, seçimlerde kitlelere Kemal Kılıçdaroğlu’na destek çağrısı yapmak, gerçekte bu program, politika ve misyona destek olmak anlamına gelmektedir. Politik tutum ve davranışın doğası gereği başka türlü de olamaz.

Kürt hareketinin ekseninde durduğu Emek ve Özgürlük İttifakı’nın bu konudaki tutumunu anlamak zor değildir. Her şeyden önce bu ittifak içinde tüm kritik konularda Kürt hareketinin tercihleri belirleyicidir. Kürt hareketi ise anlaşılabilir nedenlerle cumhurbaşkanlığı seçimlerinde düzen muhalefetinden yana bir tercih yapmaktadır. Öte yandan aynı ittifakın ön plandaki iki ana bileşeni, TİP ve EMEP, kendi konum ve tercihleri üzerinden Kürt hareketine paralel bir tutum ortaya koymuşlardır. Bu üç önemli bileşenin ortak iradesi ise sonucu belirlemeye fazlası ile yeterli olabilmektedir. Buna karşı bazı bileşenlerden gelen itirazların samimiyeti tartışılmayabilir ama ciddiyeti tümüyle tartışmalıdır. Zira yapılan tercih, ittifakın konumuna ve tüm doğasına uygundur. Tutarsızlık içinde olanlar, çatlak sesler çıkarıp da ittifakın içinde kalmayı sürdürenlerdir. Tutarlılık ve inandırıcılık, kendini bir an önce bu platformdan ayırmayı, ideolojik ve örgütsel bağımsızlığın titizlikle korunduğu bir konuma geçmeyi gerektirir. Devrimci konum ve iddiayı geriye dönüşsüz bir biçimde yitirmek akıbetinden kurtulmanın bundan başka bir yolu yoktur.

Ağustos ayında kağıt üzerinde ilan edildiğinden bu yana herhangi bir güç birliği tutum ve pratiği sergileyemeyen Sosyalist Güç Birliği cephesinde de durum özünde farklı değildir. Sol Parti’nin CHP ile ittifak ve işbirliği planında zaten esaslı herhangi bir sorunu yoktur. Utangaçlık SİP hiziplerinden, daha somut olarak da, SİP-TKP’den gelmektedir. Kemal Kılıçdaroğlu’nun temsil ettiği politikalara güvensizlik dile getirilmekte, ama buna rağmen desteklenmektedir. Gerekçe, duruma göre değişmekle birlikte, temelde sol eğilimli kitlelerde bu yöndeki çok güçlü tercih ve iradenin karşısına çıkmamak biçimindedir. Tek adam rejiminin yarattığı bunaltıcı koşullardan ötürü sol eğilimli kitleleri bu türden bir tercih ve iradeden alıkoymak umutsuz ve sonuçsuz bir çaba olarak kalabilir. Ama bu devrimci olmak iddiasındaki bir partinin kendi tercih ve iradesini hiçbir biçimde belirleyemez. Tam da bu gibi durumlarda kendini kitlelerin bu türden eğiliminden ayırmak, ilkesel konum ve tutumlarda ısrar etmek, devrimci parti olmanın olmazsa olmaz koşuludur.

Sonuç olarak, Türkiye solu ezici bir bölümüyle, cumhurbaşkanlığı seçimleri üzerinden düzen muhalefetinin adayını desteklemekte ortaklaşmaktadır. Bu, Kılıçdaroğlu halkası üzerinden düzenin siyaset yelpazesine sol uçtan eklemlenmek anlamına da gelmektedir. Solun devrimden kopma sürecinin denebilir ki böylece son noktasına ulaşılmış olmaktadır. Bundan sonrası düzenin siyasal dengeleri içinde kendine yer aramak ve uygun koşulları oluşursa eğer, bizzat muhtemel yeni hükümetlere de katılmak olacaktır. Bundan daha ötesi de zaten yoktur.

Parlamenter alanın yeni sol yıldızı TİP için düzen muhalefetinin adayına açık bir desteğin ölçüsü daha başından itibaren “Ekmeleddin gibi bir olmasın da...” sınırlarındaydı. Sonradan buna bir de “bu ülkede sosyalistlerin de olduğunu kabul eden bir cumhurbaşkanı” kriteri eklenmiş oldu. İşte Kılıçdaroğlu halkası üzerinden şimdi tam da bu beklenti gerçekleşiyor. Kılıçdaroğlu sağ uçtan sol uca bir düzen siyaseti yelpazesinin kurulmasına denilebilir ki tarihsel önemde bir vesile olmuştur. Düzenin egemenlerince meşru kabul edilen siyaset zemininde, bundan böyle “artık sosyalistler de var”!

Türkiye solunun halihazırdaki ana gövdesini düzen siyasetine eklemleyen ikinci aracı halka ise legal Kürt hareketidir. Kürt hareketi, yılları bulan konum ve yönelimleri açısından alındığında, gündemdeki seçimlerde izlediği politikalar ve yaptığı tercihler konusunda, kendi yönünden tutarlı bir davranış içerisindedir. Kürtler için seçme ve seçilme hakkını bile fiilen boşa çıkarabilen tutum ve uygulamalarıyla bugünkü inkârcı dinci-faşist iktidardan bekleyebileceği herhangi bir şey yoktur. Oysa Millet İttifakı ile sorunun belli tavizlerle yatıştırılmasına yönelik bazı adımlar atabilmek için hiç değilse potansiyel bir şans halen vardır. Kürt hareketinin halihazırdaki tercihlerinde bu beklenti önemli bir yer tutmaktadır.

Kürt hareketi politika ve tercihlerinde kendi yönünden tutarlıdır dedik. Siyasal uzlaşmaların sağlayacağı imkânlarla kurulu düzeni kendi temelleri üzerinde bir ölçüde demokratikleştirmek ve böylece Kürt sorununda da bu sınırlarda yatıştırıcı bir çözüme ulaşabilmek, İmralı’dan beri Kürt hareketinin stratejik yönelimidir. Tutarsızlık, devrimcilik iddiası taşıyıp da Kürt hareketinin bu yeni stratejik yönelimine gönlü rahat biçimde eklemlenenlerdedir.

Böyleleri geçmişte tasavvur bile edilemeyecek türden ilkesel tutarsızlıklara her yeni gün yenilerini eklemektedirler. Gündemdeki seçimlerde Cumhurbaşkanlığı konusundaki tutum bunun yeni bir örneği oldu. Ardından son anda listelere eklenen iki tescilli Amerikancı milletvekili adayının sineye çekilmesi geldi. Belli ki bu iki aday çok özel bir misyon kapsamında listelere alınmışlardır. Bunun perde gerisini şu an bilmiyoruz. Ama söz konusu olanın AB-ABD-NATO’nun da ağırlık koyacağı bir yeni çözüm süreci olabileceği pekala varsayılabilir. Kürt hareketinin Emek ve Özgürlük İttifakı’nın temel metinlerinde tek bir anti-emperyalist sözcük ya da isteme yer vermemesindeki kararlılık da böylece daha bir anlam kazanır.

Ama yineliyoruz; yapısal tutarsızlık hala da devrimcilik iddiası taşıyarak bu politik ilişkilerin bir parçası olmayı sürdürenlerdedir. Yıllardır devrimcilik adına Rojava’da ABD-NATO güçleriyle iç içe olanlar, şimdi de tescilli Amerikancılarla aynı listelerde bir arada durabilmektedirler. Böylece Kürt hareketi de, Kemal Kılıçdaroğlu’nun daha geniş ölçekte yaptığını, kendi ittifakının sınırları içinde yapmakta, solun kendiyle birlikte hareket eden kesimlerini bir başka koldan düzen siyasetinin meşruiyet alanına taşımaktadır.

7- Türkiye’nin girmekte olduğu kritik seçim sürecini değerlendiren Temmuz 2022 tarihli temel parti değerlendirmesi, birbirini tamamlayan şu önemli tespitleri içermekteydi:

“2023 yılının Türkiye için kritik bir yıl olacağı tartışmasızdır. Zira devleti ele geçirmiş ve topluma halen çok şey dayatmayı başarmış olsa da dinci-faşist koalisyon hala da kendi düzenini oturtabilmiş değildir. Seçim yoluyla ya da seçimleri boşa çıkarmanın bir yolunu bularak iktidarı elde tutmayı başarırsa eğer, kısa vadede toplumun üzerine yeni düzeyde bir karabasan gibi çökeceği de yeterince açıktır. Elbette bunun ağır ve ezici sonuçlarını herkesten çok işçi sınıfı ve emekçiler ile toplumsal muhalefet ve ilerici-devrimci hareket yaşayacaktır. Bütün bunlar dinci-faşist iktidarın hesaplarını boşa çıkarmanın devrimci açıdan çok özel önemini açıklıkla ortaya koymaktadır.

“Fakat bütün sorun, bunun devrimci konum üzerinden nasıl yapılacağı, ya da daha somut olarak, devrimci hareketin kendi bu alandaki misyonunu nasıl yerine getireceğidir...”

“Devrimciler kendi rollerini kendi konumları üzerinden, kendi sınıfsal alanlarında, kendi yol ve yöntemleriyle, dolayısıyla kitlelerin bilincini, mücadelesini ve örgütlenmesini geliştirmeyi hedef alan bir çizgide oynamakla yükümlüdürler. İşçileri ve emekçileri kendi acil istemleri üzerinden fiili-meşru bir çizgide mücadeleye çekmek, bu mücadeleyi büyütmek ve elbette dinci-faşist iktidara karşı bir halk hareketi boyutlarına ulaştırmaya çalışmaktır onların görevi. Güçlerinden ve olanaklarından bağımsız olarak bu böyle olmalıdır. Sorun hiçbir biçimde neyin ne denli başarılabileceği değildir. Sorun devrimci konum üzerinden bağımsız devrimci bir çizgide hareket edebilmektir. İlkelere dayalı devrimci bir çizgi üzerinden mücadeleyi büyütebilmek, mücadele mevzilerini çoğaltabilmektir.” (Siyasal Durum ve Devrimci Sınıf Çizgisi).

On ay öncesine ait bu değerlendirme partimizin gündemdeki seçimlere ilişkin tutumunun tüm köşe taşlarını bütün açıklığı ile içermektedir:

Asıl ve öncelikli hedef ebetteki dinci faşist rejimin kökleşip kalıcılaşma sürecinin boşa çıkarılmasıdır. Ama devrimci bir parti bunu hiçbir biçimde seçim süreçlerine ve sandığına endeksleyemez. Devrimci parti bu alandaki rolünü kendi devrimci konumu, kimliği ve hedefleri üzerinden, kendi yönelim alanlarına yoğunlaşarak, kendi yol ve yöntemleriyle yapmak durumundadır. Böyle davrandığı ölçüde düzen içi tuzakların dışında kalacak, parlamenter oyun ve hesaplar kapsamında düzen muhalefetinin dolgu malzemesi olmaktan kaçınacak, tüm çabası ve enerjisi ile devrimci sürecin ilerletilmesine yoğunlaşmış olacaktır.

Öte yandan, devrimci parti, seçim atmosferinin yoğunlaştığı bir evrede bile, kitlelerin dikkatini seçim sandığına ve parlamentoya değil, devrimci sınıf mücadelesinin gerçek alanlarına, yöntemlerine ve istemlerine çeker. Seçimin yarattığı politizasyonun kendisinden tam da bu amaç doğrultusunda yararlanamaya çalışır. Dar anlamda seçim çalışmasının odağına da, seçimlerin ve burjuva temsili kurumların gerçek anlamını, işlevini ve dolayısıyla iç yüzünü sergilemeyi, tam da bu tema üzerinden işçi ve emekçi kitlelerin devrimci bilinci geliştirmeyi koyar. Devrimci hareketimizin devrimci döneminin temel önemde bir ideolojik-politik kazanımı olarak “Çözüm ne seçimde ne mecliste! Çözüm devrimde kurtuluş sosyalizmde!” şiarı, her devrimci seçim çalışmasının vazgeçilmez vurgusu olmalıdır.

Bu nokta özellikle önemlidir. Zira burjuva temsili kurumlar ve seçimler konusunda kitlelerin bilincinde var olan önyargıları darbelemek, devrimci bir seçim çalışmasının temel amacı, vazgeçilemez kaygısı ve belirleyici ekseni olmak zorundadır. Bunsuz devrimcilik iddiası boş bir söz olarak kalır ve bu durumda seçimlere katılmak, parlamenter hayallerin depreştirilmesine soldan verilmiş bir destek biçimini alır. Yazık ki esas gövdesiyle sosyalist olmak iddiasındaki solun halen yapmakta olduğu da budur. Kullanılan söylemler, seçim sonuçları üzerine yapılan hesaplar, girilen ittifaklar, yaratılan beklentiler ve körüklenen hayaller vb., tümü de bu sonuca çıkmaktadır. Böylece bu konum ve tutum içindeki sol çevreler, düzen siyasetinin toplumsal hoşnutsuzluğu seçim sandığına hapsetmek çabasına da soldan omuz vermiş olmaktadırlar.

Ve nihayet, devrimci parti, seçimler döneminde kitlelerin karşısına güdük seçim bildirgeleriyle değil fakat temel sorunların çözümüne ilişkin kendi devrimci programının döneme uyarlanmış popüler bir açıklamasıyla çıkar. Düzene karşı devrim ve kapitalizme karşı sosyalizm, bu programın ana eksenini oluşturur... Seçimlerde iki ana ittifak halinde kitlelerin karşısına çıkan reformist sol akımların yapmaktan özenle kaçındıkları da tam olarak budur.

Sonuca gelmiş oluyoruz. Dinci-faşist iktidar ile düzen muhalefetinin yürütme organı üzerinden karşı karşıya geldikleri Cumhurbaşkanlığı seçimlerini bir yana bırakıyoruz. Buradaki seçim kurulu düzenin kendi iç politik yaşamına ilişkin bir işlemdir. Devrimci bir partinin burjuva bir hükümetle ya da onun şu veya bakanlığının belirlenmesi ile bir işi ya da ilişkisi kategorik olarak olamaz. Buna yönelik her adım, katılım, destek ya da onay, devrimci ilkelerin terkedilmesi, devrimci konumun yitirilmesi demektir. Devrimci parti bu konuda kendini kitlelerin halihazırdaki beklentileri, umutları, saplantıları ve önyargılarından kategorik olarak ayırmalı, tüm güçlüğüne rağmen onlara katı gerçeği bütün açıklığı ile anlatmaya bakmalıdır.

Devrimci bir partinin devrimci amaçlarla yararlanabileceği esas alan olan parlamento seçimlerine gelince. Partimiz kendine özgü nedenlerin ürünü bir tercihle, bu seçimlere kendi adaylarıyla katılmamaktadır. Ama yukarıda sunulan ilke ve amaçlara uygun bir konumda bulunan, seçim çalışmalarını bu eksende yürüten devrimci adayların olduğu her durumda, onları kendi adayları gibi desteklemek yoluna gidecektir.

Son bir nokta. Partimizin 24 Haziran 2018 seçimlerine ilişkin açıklamasının aşağıdaki bitiş sözleri, bu seçimlerdeki tutumumuzun da mantığını ve ana çerçevesini vermektedir:

“Seçimlerde kitlelere sonuçta sandıkta ne yapmaları gerektiğine ilişkin somut çağrı, genellikle seçim politikasının en önemli ve öncelikli yönü kabul edilir. Gerçekte bu parlamentarist bakış açısının ürünü ve ifadesi bir önyargıdır. Esas olan her zaman temel gerçekleri ve devrimci çıkış yolunu emekçi kitlelere anlatmak, onları örgütlü mücadele alanına çekmeye çalışmak, seçimlerden de tam da bu amaçla yararlanabilmektir. Ötesi güncel açıdan esasa ilişkin bir sorun değildir. Zira devrimcilere yakınlık duyan kitleler bile çoğu kere kısa dönemli kaygılar ve beklentilerin etkisi altında oylarını kullanma yoluna giderler. Dolayısıyla asıl önemli olan, seçim atmosferinden de en iyi biçimde yararlanarak, onlara anlamı ve önemini yarın çok daha iyi anlayabilecekleri gerçekleri en iyi biçimde anlatabilmektir. Sınıf devrimcileri seçim çabalarında sorunun bu yönüne yoğunlaşmalıdırlar. Kendi adaylarından yoksun oldukları bir durumda, “Düzen partilerine oy yok!” çağrısı ve “Düzene karşı DEVRİM!” kapsayıcı şiarı, bir arada yeterli açıklıkta bir tutumun ifadesidir.” (24 Haziran seçimleri üzerine: Düzene karşı devrim başlıklı TKİP açıklamasından, 8 Mayıs 2018)

EKİM


Üste