Logo

Amerikan emperyalizmine çok yönlü bağımlılık ve sadakatin itirafı


Milli Güvenlik Siyaset Belgesi üzerine.../2

 

Amerikan emperyalizmine çok yönlü bağımlılık ve sadakatin itirafı

 

H. Fırat

“ABD ile ilişkiler tarihseldir
ve çok yönlüdür”!

Buna ABD ile ilişkilere yaklaşımdan başlamamız gerekir diyorum; zira daha baştan söylemiş ve biraz açmış da bulunuyorum, yeni biçimiyle Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin en önemli konularının başında ABD emperyalizmi ile ilişkiler gelmektedir. ABD’nin yeni Ortadoğu macerasının 3. yılında, başa çuval geçirildikten iki yıl sonra ve nihayet Güney Kürdistan’da işler özel ABD himayesiyle devletleşmeye doğru hızla ilerliyorken gözden geçirilmiş bulunan bir belgede bu ilişkilere nasıl bakıldığını daha yakından görmek gerçekten özel bir anlam ve önem taşımaktadır. Bu çaba fazlasıyla açıklayıcı da olmaktadır; zira işbirlikçi Türk burjuvazisi ve devletinin ABD’ye mecbur ve mahkum olmasının bundan daha iyi bir resmi kanıtı zor bulunur herhalde.

Sözkonusu ilişkilerle ilgili bölümü belgeyi hacimli bir haber olarak tanıtan gazeteci Mustafa Balbay’ın özetlemesinden okuyorum:

“Türkiye’nin dış ilişkilerinde çok yönlü politikanın kaçınılmaz olduğu vurgulanan belgede ABD ile ilişkiler ayrı bir bölüm olarak yer alıyor. Bu bölümde şu noktaların altı çiziliyor.

* ABD ile ilişkiler tarihseldir ve çok yönlüdür.

* İlişkilerin siyasi, ekonomik ve güvenlik boyutu vardır.

* Bu ilişkiler ticari ve teknolojik olarak da geliştirilmelidir.

(...)

* Türkiye’nin ABD ile ilişkileri Orta Asya, Balkanlar, Güney Kafkasya, Ortadoğu politikaları bakımından stratejiktir. Bu konularda işbirliği, dayanışma Türkiye’nin çıkarınadır.

* Türkiye’nin ABD ile ilişkileri stratejiktir ancak başka bir ilişkinin alternatifi değildir. ABD, AB sürecimizin bir alternatifi değildir.

* NATO’daki rolümüzü korumalıyız. NATO’nun farklılaşan siyasetinde yerimiz olmalı.” (İşte Siyaset Belgesi, Cumhuriyet, 14 Kasım 2005)

Burada öncelikle dikkat çeken, ABD ile stratejik işbirliğine girilecek coğrafyanın tanımıdır: “Orta Asya, Balkanlar, Güney Kafkasya ve Ortadoğu...” Yani? Yani Amerikan emperyalizminin yeni macera alanı olarak Büyük Ortadoğu! Balkanlar üzerinden fazlası bile var, fakat eksiği yok. Bugün düzen ordusu Bosna’da ve Kosova’da Amerika’nın hizmetinde iş başında bulunduğuna göre bu fazlanın şaşırtıcı bir yanı da yok.

Belgede “büyük Ortadoğu” ya da son zamanlarda kullanılan şekliyle “genişletilmiş Ortadoğu” coğrafyası üzerinden ve kuşkusuz çok bilinçli bir seçimle kullanılmış bulunan bu “stratejik” ilişkiler, buna dayalı “dayanışma” ve “çıkar birliği” tanımları sanıldığından da önemlidir. Devleti yönetenler bu tanımlamaları kendi politikaları üzerinde bile değil fakat tümüyle ABD’nin sayılan bölgeler üzerinden yürütmekte olduğu politikalarla bağlantılı olarak yapıyorlar. “Orta Asya, Balkanlar, Güney Kafkasya, Ortadoğu”da hummalı bir yeni egemenlik mücadelesine girişen ve bu doğrultuda ülkeleri hedef alan savaşlara başvurmaktan kaçınmayan ABD emperyalizmidir ve Türkiye’yi yönetenler bu alanlarda ABD ile tam uyuma “stratejik” önem atfedebilmektedirler. “Stretjik işbirliği” lafları içinde gizlenen temel önemde gerçek, ilgili bölgelerde ABD politikalarının stratejik bir dolgu malzemesi olmaktan başka bir şey değildir.

Burada kuşkusuz yeni bir şey yok, bu politika MGK ve hükümet adına bugüne kadar sayısız kez yinelendi. Her bakımdan ABD’ye kul köle olan hükümetin bu konudaki tutumu zaten bilinmektedir. Ordunun tutumu yeni İncirlik anlaşmasına önayak olmasıyla, yani temel önemde somut icraatlarla ortadadır. Konu ayrıca tüm açıklığı ile MGK Genel Sekreteri ve Genelkurmay Başkanı tarafından da kamuoyu önünde dile getirilmiştir. Dikkate değer bir olgudur; birçok konuda aralarında uyumsuzluk bulunan ordu ile hükümetin tam bir uyum içinde hareket ettiklerin konulardan biri, belki de birincisi budur. Yeni İncirlik antlaşmasının pürüzsüzce halledilmesi ve İsrail’le ilişkilerin yeniden rayına oturtulması bundan dolayıdır. Bu şaşırtıcı da değildir. ABD emperyalizmine kölece bağımlılık ve “stratejik” kader birliği, tüm kesimleriyle Türk burjuvazisinin ve tüm kurumlarıyla devletin ortak paydasıdır. Ekim’in geçtiğimiz aylarda konuya ilişkin olarak yayınladığı değerlendirmede (sayı: 242, Haziran 2005, başyazı), bu temel önemde tarihsel gerçek son bir kaçyılın olayları ışığında çeşitli yönleriyle irdeleniyor, ona bu vesileyle yeniden bakmamızda yarar var. Yeni biçimiyle Siyaset Belgesi’nin bariz tanımları, konuya ilişkin devrimci değerlendirmeleri olduğu gibi teyit ediyor.

Belge’nin “ABD ile ilişkiler tarihseldir ve çok yönlüdür” ifadesi, ABD uyduluğunun tarihsel temellerine ve stratejik çerçevesine yapılan çok özel bir vurgu olarak algılanmalıdır. Belge hızını alamayarak devam ediyor: “İlişkilerin siyasi, ekonomik ve güvenlik boyutu vardır. Bu ilişkiler ticari ve teknolojik olarak da geliştirilmelidir.” Buna biz, artı mali, diplomatik, askeri ve kültürel boyutlar, diye eklemeliyiz. Türkiye’yi yönetenlerin yuları ABD’nin elindedir derken, biz işte çok yönlü bağımlılık demek olan bu katı tarihsel gerçeği dile getirmiş oluyoruz. Devrimcilerin yılların propaganda-ajitasyonu içinde çok yönlü kölece bağımlılık olarak tanımladığı ilişkileri, tüm boyutları ile Siyaset Belgesi tek tek bizzat sayma yoluna gitmiştir.

Ve “Türkiye’nin ABD ile ilişkileri Orta Asya, Balkanlar, Güney Kafkasya, Ortadoğu politikaları bakımından stratejiktir. Bu konularda işbirliği, dayanışma Türkiye’nin çıkarınadır.” ifadesi tüm bunların ardından gelmekte, yerine oturmaktadır. Bu ifadeyi, “tezkere kazası”ndan ve buna aşağılayıcı bir karşı yanıt olarak başa geçirilen “çuval”dan çıkarılmış temel önemde bir tarih ve dış politika dersi olarak da anlamamız gerekmektedir. “Bu konularda işbirliği, dayanışma Türkiye’nin çıkarına” olduğuna göre (ki bunu Türk burjuvazisinin çıkarına diye okumamız gerekir), demek ki bundan böyle Türkiye’yi yönetenlerin ABD’nin büyük Ortadoğu macerasına katılmaları partiler üstü bir “milli politika” sorunudur. Siyaset Belgesi üzerinden bağlayıcı biçimde kayda geçirilen bu olgudur.

“ABD’de Türkiye aleyhine pek çok lobi faaliyeti vardır. Lehimize olanlar da bulunmaktadır. Bu ülkenin koşulları gereği lobi faaliyeti ayrı bir önem taşımaktadır.” Bu sözler birçok açıdan yorumlanabilir, fakat bence önemli olan ve altı çizilmesi gereken, bunların ABD’nin yeri geldiğinde Türk burjuvazisinin çıkarlarını ve Türk devletinin resmi hassasiyetlerini hiçe sayan tutum ve politikalarına bir tür mazeret oluşturmalarıdır. ABD’nin bölgeye, yanısıra Kürt, Ermeni, Kıbrıs vb. sorunlara ilişkin politikaları Türkiye toplumunda ilerici ya da gerici nitelikte yaygın tepkilere konu olmakta, toplumun geniş katmanlarını kapsayan bir Amerikan karşıtlığını beslemektedir. Bu ise, “tezkere kazası” örneğinde de gördüğümüz gibi, işbirlikçi burjuvazi adına Türkiye’yi yönetenleri istemedikleri durumlarla ve sonuçlarla yüzyüze bırakabilmektedir. Bu sıkıntının bilincinde olanlar, ABD’nin gerektiğinde sadık bir uydusunun çıkar ve hassasiyetlerini bile hiçe sayabilen politikalarına “Amerikan demokrasisi”ne övgü eşliğinde güya bir açıklama getirmiş oluyorlar. Demek istiyorlar ki, ABD açık ve demokratik bir toplumdur, bu ülkede değişik lobiler var, bu lobiler ağırlık koyunca zaman zaman Türkiye’nin aleyhine bir takım tutumlar da alınabiliyor, toplum da bundan dolayı ABD’ye karşı geriliyor, oysa bu ülkenin kendine özgü koşullarından gelen bu durumu anlamalı ve duygusal tepkilerle ABD karştılığı yapmak yerine karşı lobi çalışmaları ile durumu dengelemeye bakmalıyız... Böylece çuvala rağmen neden sorunsuzca büyük emperyalist efendiye bu kadar kolay yeniden biat etme yolunu tutabildiklerine de bir mazeret bulmuş oluyorlar.

AB üzerine koparılan fırtınaların gölgelediği gerçek:
ABD’ye çok yönlü kölece bağımlılık

Bu belgedeki en önemli konu başlıklarından biri bu, yani ABD ile ilişkilerin tarihsel, stratejik ve dolayısıyla dönemsel çerçevesi. Kuşkusuz zaten önden de iyi bilinmesi gereken, dolayısıyla en rahat anlaşılabilecek olan konu da bu. Ama AB sorunu üzerinden şamata yapmayı milliyetçi öze dayalı bir sözde anti-emperyalizmin ekseni haline getiren bazı reformist sol çevrelerin gözden kaçırdığı, daha doğrusu AB üzerinden işin kolayına kaçarak fiilen geri plana ittiği de bu. Elbette AB de gelinen yerde etkili bir emperyalist mihrak, büyüyen bir gücü var, özellikle ekonomik ve mali alanda bu belirgin biçimde böyle. Buna karşılık siyaset alanında henüz ABD’nin etkisi dışına fazlaca çıkamıyor; Irak olayı ilk önemli çatlak sayılırdı, fakat kısa zamanda ve elbette belli çıkarlar karşılığında yeniden ABD politikası ile uyuma geçildiğini biliyoruz. Askeri bakımdan ise açık-gizli niyetlere ve bu doğrultudaki tüm pratik çabalara rağmen (AGSK, Avrupa Ordusu vb.) NATO üzerinden AB’nin yuları hala belirgin biçimde ABD’nin elinde.

AB elbette yükselen bir emperyalist mihrak, buna kuşku yok; ama “Avrupa Birleşik Devletleri”, Amerika Birleşik Devletleri ile aynı şey demek değil. Amerika Birleşik Devletleri federal yapıya dayalı bir tek merkezi devlet. Ama Avrupa Birleşik Devletleri böyle bir “birleşik” merkezi devlet değil, yalnızca bir devletler koalisyonu ve bu devletler de halihazırda yarı yarıya Amerikan çizgisindekilerden oluşuyor. Bu nedenle, özellikle Fransız ve Alman burjuvazisi AB şahsında “birleşik” bir emperyalist bir mihrak yaratmaya çalışıyor olsa da, gerçekte ortada halihazırda birleşik güç falan yok, kolay kolay olacağa da benzemiyor. Kendi içinde fazlasıyla sorunlu, çelişkili ve çatışmalı bir oluşum. Bu anlamda AB’nin gücü kağıt üzerindeki rakamlardan yansıyan güçle hiçbir biçimde aynı değil, tam tersine, bu çelişkili ve çatışmalı bir güçler koalisyonu gerçekte. Daha önce ayrıntılara girerek açıkladım; bizzat ABD’nin kendisi gerçekte AB bünyesinde dolaysız olarak bir taraf. Emperyalistler arası gerçek saflaşmada İngiltere net bir biçimde ABD’nin yanında, fakat aynı zamanda en önemli AB ülkelerinden de biri! Bu kaba olgu gerçek durumu yeterli açıklıkta anlatıyor olmalıdır.

Bütün bunlarla Türkiye üzerindeki gerçek emperyalist boyunduruğun ABD kaynaklı olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Bunu önemsiyorum; zira reformist solun bir kesiminden (özellikle de SİP-TKP’den) gelen ve kaynağı bir kez daha egemen sınıfın/devletin bir kesiminin dümen suyunda politika yapmak olan (bir başka örneğini 28 Şubat sürecinde “şeriat karşıtılığı”nda görmüştük) AB karşıtı kolay şamata bu olguyu gölgeliyor. Türkiye AB’nin değil fakat net bir biçimde ABD’nin uydusu. AB’ye girmek istiyor, bundan bir dizi çıkarı var, artı ABD Türkiye’yi bu alana yeni bir savaşçı olarak sürüyor, İngiltere’nin ve ötekilerin yanına. Stratejik akıl hocalarından Brezinski kitaplarında AB’nin içten nasıl denetim altında tutulması gerektiğini bütün açıklığıyla anlatıyor: Almanya ve Fransa’ya elbette Avrupa Birliği üzerinden bölgesel bir etkinlik alanı tanıyalım, ama bu bir alt etkinlik alanı olmalıdır ve üstten ilk ve tek gerçek küresel güç olan ABD’ye tabi olmalıdır; bunun için de hem güçlerinin sınırları bunlara, Almanya’ya ve Fransa’ya bütün açıklığı ile gösterilebilmeli ve hem de bunlar bizzat AB içinden denetime alınmalı, diyor. AB bünyesindeki Amerikancı kanat bu denetimi ve dengeyi sağlıyor. Artı buna NATO üzerinden kurulan denetimi, AB’nin genişleme sınırlarına NATO’nun genişlemesinin eşlik etmesini ekleyiniz. Ben bu açıdan anti-emperyalizm adına, Türkiye’nin bağımsızlığı adına AB eksenine oturan kampanyaları asıl hedeften kayma olarak görüyorum. Bizi bu konuda AB’nin olmayan ulusal bağımsızlık ve egemenliğimizden ne götürdüğünden çok burjuvazinin kitleleri AB ile demokrasi ve refah gelecek yalanları ilgilendiriyor. Biz diyoruz ki, bu bir yalan, buradan ne refah gelecek ne de demokrasi. Ve ardından ekliyoruz; burjuvazinin topluma sunabileceği başka da bir proje yok, burjuvazi emekçilere herhangi bir gelecek sunamıyor, bu boşluğu dayanaktan yoksun AB hayalleriyle doldurma yoluna gidiyor. AB sorunu bizi daha çok bu açıdan ilgilendiriyor. AB halihazırda, deyim uygunsa, afyonu toplumumuzun. Bağımlılık sorununu mu önemsiyorsunuz, Türkiye’nin bağımsızlığını mı savunuyorsunuz? Dosdoğru ABD ile ilişkilere bakmalısınız. AB karşıtı “yurtsever cephe”ler egemen sınıflar içindeki çatlaklarda politika yapmaktan, bu alandaki bölünmenin toplumda daha çok da şoven gericilikle karışık olarak yarattığı etkiden pay kapmaya yeltenmekten öte bir şey değildir. Anti-emperyalizm yapmak istiyorsanız, dosdoğru Amerikan emperyalizmine işaret etmelisiniz. Sizin aman girmesin diye gayret gösterdiğiniz AB’ye Türkiye’yi zaten bizzat Avrupalı emperyalist patronlar kendisi sokmuyor, onu ABD’nin uydusu sayıyor, dosdoğru Truva Atı olarak görüyor ve niteliyor. Bizi AB sorunu çerçevesinde, ABD’ye 60 yıllık uyduluk sayesinde artık esamisi okunmayan bağımsızlık ve ulusal egemenlik değil, fakat emekçilerin afyonu olarak kullanılan demokrasi ve refah projesi yalanı ilgilendiriyor. Ve bilindiği gibi biz değerlendirmelerimizde olduğu kadar teşhir ve ajitasyonumuzda da genellikle sorunun bu yönü üzerinde duruyoruz.

Nitekim devletin Siyaset Belgesi de bu konuda bizi doğruluyor. Herşeyimiz ABD ile diyor, tüm boyutlarıyla ona bağlıyız, bunun tarihsel bir temeli vardır, çıkar ve kader birliğimiz stratejik değerdir, diyor. Amerika’nın büyük Ortadoğu ve Balkanlar kapsamındaki politikalarında ABD’nin yanında yer almak zorundayız, diyor. Devlet bunu Siyaset Belgesi ile kayda geçirmiş bulunuyor. Bunu hiç unutmamak, gündelik siyasette hep akılda bulundurmak lazım.

“NATO’daki rolümüzü korumalıyız”
“NATO’nun farklılaşan siyasetinde
yerimiz olmalı”

ABD ile ilişkilere iki nokta daha ekleyeceğim. İlki NATO’ya ilişkindir ve bu yine ABD bölümünde yer alıyor. Orijinalinde mi böyle yoksa haberin yazarı mı bu bölümde yansıtmayı tercih etmiş, bunu bilmiyoruz, ama NATO’ya ABD bölümünde yer verilmesi sonuç olarak anlamlı ve mantıksaldır. Ne de olsa NATO demek halihazırda hala ABD demektir. İlgili ifadeler şöyle:

“NATO’daki rolümüzü korumalıyız. NATO’nun farklılaşan siyasetinde yerimiz olmalı.”

NATO’nun farklılaşan siyaseti ne? Dünya jandarmalığı! Dün NATO kendisini Atlantik bölgesinde Sovyet tehditine karşı batı dünyasının savunma örgütü olarak tanımlanıyordu, hiç değilse resmi olarak bu böyleydi. Türk devleti de, Sovyetler Birliği’nin komşusu olarak, komünizm tehlikesine ve güya muhtemel bir Sovyet saldırısına karşı NATO’daydı. Bugün ne deniliyor: “NATO’nun farklılaşan siyasetinde yerimiz olmalı.”“NATO’nun farklılaşan siyaseti” dünya polisi ve jandarmalığıdır ve Türk burjuvazisinin zirvedeki temsilcileri bunun içinde yerimiz olmalı diyorlar. Bu daha somut olarak ne anlama mı geliyor? Bosna’ya, Kosova’ya ve Afganistan’a bakarsanız bunun ne anlama geldiğini görürsünüz. Türk ordusu buralarda NATO adına işgalci görevler yerine getiriyor. Amerikan emperyalizmi İstanbul zirvesinde, NATO’nun Irak’a sürülmesini istedi ve bu konuda hiç değilse prensipte destek de aldı. Bu durumda günü geldiğinde ya da ihtiyaç doğduğundu NATO kuvveti olarak ve gerçekte ABD emperyalizminin hizmetinde Irak’a gidip görev icra edecektir. Ekleyeceğim ilk nokta buydu.

Siyonizmle suç ortaklığını
gizleme “milli siyaset”i

İkincisi, birçok bakımdan daha da önemli ve anlamlı olan İsrail ile ilişkiler sorunudur: “Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerinin bölgedeki hiçbir ülkeyi tehdit etmeye yönelik olmadığı ısrarla anlatılmalı.” Yani bölge ülkeleri ve halklarına karşı ABD himayesinde siyonizmle kurduğumuz suç ortaklığı mümkün mertebe gizlenmelidir, demek oluyor bu. Bu konuda politika ve uygulama yıllardır yeterli açıklıkta zaten orta yerde durduğu için yeni bir politika saptamasından çok halihazırdaki politikanın anlamını ve işlevini örtmeye yönelik bir propaganda görevi saptanıyor burada. Suç belli, siyonist İsrail ile ilişkilerin ne işe yaradığı, neye hizmet ettiği, kimlere yöneldiği belli! ABD-Türkiye- İsrail üçlü mihveri Akdeniz’de ortak tatbikatı ne için yapar ki? Bununla kimi, kimleri hedef alıyor olabilir ki? Her yıl Konya Ovası üzerinden gerçekleştirilne ABD-İsrail-Türkiye ortak hava tatbikatları ile kime ve neye karşı yapılıyor bu hazırlıklar? Bunun açıktan dile getirdiği tehdit kime ve kimlere yöneliyor? Belli ki Amerikan emperyalizmi ve İsrail siyonizmi ile kurulan bu üçlü saldırgan mihver bölge ülkelerini ve halklarını hedef alıyor. Ama bunu fiilen yapalım, resmen mümkün mertebe gizlemeye çalışalım diyorlar. Tıpkı NATO sorununda olduğu gibi İsrail ile bu ilişkilere Siyaset Belgesi’nde bu biçimde yer vermek de, ABD ile tanımlanan stratejik ilişkilerin bir parçası, doğal ve mantıksal bir uzantısı olarak ele alınmalıdır.

ABD ile ilişkilerin daha bir de “komşu ülkeler” boyutu, en başta da İran ve Suriye ile ilişkiler boyutu, artı Irak, Güney Kürdistan ve elbette Kıbrıs da içinde Yunanistan’la ilişkiler boyutu var ve bunu başlı başına bir konu olarak ayrıca ele almak durumundayız.

Opens external link in new window(Devamı...)


Üste