Referandum sonrası düzen siyaseti
Batılı büyük haber ajansları Türkiye’deki referandumun sonuçlarına ilişkin haber yorumlarında, sonucun emperyalist merkezlerde büyük bir memnuniyetle karşılandığını özellikle vurguladılar. Beyaz Saray’dan yapılan açıklamaya göre, referandumun hemen ertesinde Başkan Obama başbakan Tayyip Erdoğan’ı bizzat arayarak kutladı ve sonucu Türk demokrasisinin zaferi ilan etti. Aynı doğrultuda açıklamalar, “evet” desteklerini daha referandum öncesinde açıkça ortaya koymaktan geri durmayan AB çevrelerinden de geldi. Yapılan tüm resmi açıklamalarda sonuçtan duyulan memnuniyet dile getirildi.
İçerde de durum farklı olmadı. Referandumun hemen sonrasında günlerce üst üste “tarihi rekor”lar kıran İstanbul Borsası aradan geçen haftalara rağmen hala da hızını alabilmiş değil. Kendi başına bu bile büyük sermaye çevrelerinin sonuca ilişkin tutumu hakkında yeterli bir fikir vermektedir. Nitekim sermaye medyası durumu daha ilk günlerde “Piyasalar ‘evet’i çok sevdi” başlıklarıyla özetlemişti. Referandum sonuçlarının “gelecek yılki seçimlerde tek parti hükümeti olasılığını” güçlendirdiğini, bunun da “siyasal belirsizlik riskinin ortadan kalkması” anlamına geldiğini, piyasalardaki coşkun sevincin kaynağının bu olduğunu söyleyen büyük borsa simsarları, böylece “piyasalardaki popülist politika endişelerinin törpülendi”ğini, “bu durumun ekonomi politikasına olan güveni” daha da pekiştirdiğini sözlerine eklediler.
Düzenin iç ve dış efendileri üzerinden yansıyan bu tablo, AKP eksenli dinsel gericilik cephesinin referandumda elde ettiği başarının ana kaynaklarından birini tüm açıklığı ile ortaya koymakla kalmıyor, bugünkü koşullarda AKP’nin onlar için hala esas seçenek olduğunu da bir kez daha teyid ediyor. Düzen siyasetinin bugünkü tablosuna bakıldığında ve düzen muhalefetinin içinde bulunduğu durum gözetildiğinde bu şaşırtıcı da değildir. AKP, bugünün koşullarında hala da emperyalizmin ve büyük burjuvazinin politikalarını etkili biçimde uygulayabilecek en uygun siyasal güçtür. Ekonomi ve sosyal yıkım politikalarından başta Kürt sorunu olmak üzere iç ve dış “açılımlar”a ve emperyalizmin Türkiye’ye biçtiği bölgesel rollere kadar bu böyle. Borsa simsarlarının referandum sonuçlarının heyecanıyla dile getirdiği gibi, AKP onlar için herşeyden önce “siyasal istikrar” demektir ve halihazırda bunun güvencesi onun tek başına iktidarıdır. Referandum sonuçları onun bunu bir dönem daha başarabileceğini göstermiştir onlara ve onlar da bir dönem daha AKP iktidarı ile işleri götürmek kararındadırlar. Referandum sonrasının tüm işaretleri açıkça bu yöndedir. Önümüzdeki bir yıldan az zaman içinde durumu kökten değiştirecek beklenmedik gelişmeler yaşanmadığı sürece bu tercihte bir değişiklik olması için ortada bir neden görünmemektedir.
Düzenin dış ve iç efendilerinin hala da AKP üzerinden süren bu büyük mutabakatı kuşkusuz ortada sorunlar olmadığı anlamına gelmemektedir. Tersine, içerde büyük burjuvazinin TÜSİAD eksenli kesiminde ve dışarda ise başta ABD olmak üzere emperyalist çevrelerde, AKP hakkında ciddi bazı endişeler vardır ve AKP elde ettiği güce paralel olarak pervasızlığını artırdıkça bu endişeler de büyümektedir. Bunlar uygun biçimlerde seslendirilmekte ve AKP’den güven verici davranışlar beklentisini ortaya koyan uyarılara konu edilmektedir.
Onlar için sorun, AKP destekçisi AB şeflerinden birinin açıkça söylemekten geri durmadığı gibi, “limitlerin aşılmaması”dır. Bununla her ne kadar halen herşeye rağmen “limitler”in aşılmadığı söylenmek istense de, gerçekte AKP’nin belli konularda “limitler”i zorladığı, yer yer de aştığı, bununsa içerde ve dışarda rahatsızlıklar yarattığı bilinmektedir. Dışarda İsrail ve İran sorunları, içerde devletin ele geçirilmesindeki ölçüsüzlük ve bunun haksız rekabete, özellikle de büyük sermayenin el değiştirmesine dayanak yapılması, bu arada din referanslı gerici uygulamalar ile islami hayat tarzının rejimin ve toplumun yerleşik dengelerini zorlayacak ölçüsüzlüklerle dayatılması, bu endişenin şu sıralar öne çıkan başlıca öğeleridir. Bu nedenledir ki AKP’yi çizgiye çekmeye, “limitler içinde” tutmaya yönelik açık gizli çabalar içerde ve dışarda sürmektedir.
Emperyalist odakların ve işbirlikçi büyük burjuvazinin düzen muhalefetine yaklaşımı da bu çerçevede şekillenmektedir. Onlar için yeni lideri ve yönetimi ile birlikte ana muhalefet partisi CHP’nin şu dönemki asli misyonu, AKP’yi dengelemek ve “limitler içinde” tutmaktır. CHP’deki liderlik değişiminin hemen ardından eski İsrail dışişleri bakanlarından Sholomo Ben-Ami tarafından dile getirilen bu görüş, Kılıçdaroğlu’nun referandum sonrası AB temasları sırasında Avrupalı sosyal-demokrat şefler tarafından da açıkça yinelendi. Belli rahatsızlıklarına rağmen bugünkü durumda AKP’den vazgeçemeyen ABD’de de tüm hesapların bu doğrultuda olduğuna kuşku yok. Nitekim bu ABD Kongresi raporları üzerinden kamuoyuna yansımış da bulunmaktadır. Emperyalist ve siyonist çevrelerin yeni CHP yönetimine bu yaklaşımını içerde de büyük burjuvazinin esas çekirdiğini oluşturan TÜSİAD temsil etmektedir.
Referandumun ortaya çıkardığı tablo düzenin iç ve dış efendilerinin bu yaklaşımını ayrıca kesinleştirmiştir. Yeni bir dönem daha yola AKP ile devam edilecek, fakat yeni yönetimiyle CHP’den de daha etkili bir dengeleme aracı olarak yararlanılacaktır.
Yeni yönetimiyle birlikte CHP ise başından itibaren AKP’yi iktidar yapan ve iktidarda tutan güçlere güven vermek, böylece onlar için esas tercih konusu haline gelmek çizgisi izlemektedir. Yeni lider olarak öne sürülüşünün daha ilk adımında sermaye sınıfını “ekonominin kamu görevlileri” olarak yaldızlayan Kemal Kılıçdaroğlu, o günden bugüne bu yaklaşımını özenle korudu. Bütün bir referandum kampanyasını esası yönünden sosyal demagoji eksenine oturttuğu halde, sosyal sorunların kaynağına ve dolayısıyla çözümüne ilişkin olarak ucu sermaye sınıfına dokunacak tek kelime etmemeye özel bir dikkat gösterdi. Aynı şekilde ABD emperyalizmini ve İsrail siyonizmini rahatsız edecek hiçbir söylem kullanmadığı gibi AB bayraktarlığını AKP’den almak iddiası ile de ortaya çıktı. Bunlara başta Kürt sorunu olmak üzere gündemdeki “açılımlar” konusunda sergilenen “yapıcı” ılımlılık ile düzen siyasetinin çeşitli sorunlarının çözümünde diyaloga ve uzlaşmaya yatkınlığını sergileyen tutum ve jestler de eklenebilir.
Bütün bu söylem, tutum ve davranışlar üzerinden verilmek istenen mesajın içerde ve dışarda ilgililer tarafından algılandığından, olumlu karşılandığından ve geleceğe yönelik hesaplar çerçevesinde değerlendirmelere konu edildiğinden kuşku duymamak gerekir. Bunun böyle olduğu çeşitli biçimlerde dışa da yansımaktadır; TÜSİAD çizgisindeki medyanın tutumundan AB şeflerinin söylemlerine ve ABD Kongresi raporlarına kadar... Fakat düzenin iç ve dış efendileri için asli tercih nedeni haline gelebilmek için bu kadarı yeterli değildir. Yeni çizginin parti tabanı ve partinin çekirdek seçmeni tarafından ne denli benimsendiğinin henüz yeterince açık olmaması bir yana, bütün bunları hükümet olmaya yetecek bir seçmen desteği de tamamlayabilmek durumundadır. Oysa CHP’nin bu alanda halihazırdaki sınırları bellidir ve anayasa referandumu da bunun bir kez daha görülmesine vesile olmuştur.
CHP’nin bu alandaki hadikapına bir çözüm olarak gelecek seçimlerin ardından MHP ile muhtemel bir koalisyon hükümeti, AKP hükümetlerinin sekiz yıllık ağırlığından bıkıp yılmış ulusal-laik kesimler için bir umut, bir çıkış yoludur kuşkusuz. Ne var ki halihazırda bunun gerçekleşme şansı son derece zayıftır. Ayrıca dışarda emperyalist odaklar ve içerde tüm kesimleriyle büyük burjuvazi, böyle bir çözüme kesin olarak karşıdır. Bunun öncelikli nedeni ise hiç de bir siyasal istikrarsızlık etkeni olarak görülen koalisyon hükümetlerine karşıtlık değildir. Bundan da önemli olanı, düzenin efendilerinin bugünkü öncelikli gündemleridir ve bunların çözümünde MHP’nin olanaktan çok engel olarak görülmesidir. İçerde Kürt açılımı ve dışarda Kıbrıs, Güney Kürdistan ve Ermenistan açılımları kudurgan şovenizmin geri plana itilmesini, milliyetçi tutum ve söylemlerin yumuşatılmasını, buna ilişkin kırmızı çizgilerin değiştirilmesini gerektirmektedir. Oysa bunlar MHP’nin asli varlık zemini ve siyasal beslenme kaynaklarıdır. MHP “açılımlar”a uyum sağlarsa varlık nedeniyle çelişir ve siyaseten kendini tüketir. Karşı çıktığında ise, ki halihazırdaki politikası budur, bu durumda kendisine bugünün koşullarında muhtemel hükümet oluşumlarının bir parçası olmak şansı tanınmaz. Nitekim tanınmıyor da. Referandum sonuçları üzerinden özellikle hırpalanmasının gerisinde de bu var. Bu MHP’nin gözden çıkarıldığı değil fakat bugünün öncelikli sorun ve ihtiyaçları karşısında geri plana itildiği anlamına gelir. Kuşkusuz koşulların değişmesi ve yeni ihtiyaçların (örneğin tehdit edici bir sosyal hareketliliğin) ortaya çıkması durumunda yeniden önplana çıkarılmak üzere.
Halen AKP eksenli gericilik cephesinin referandumda elde ettiği açık başarının meyvelerini siyasal ve sosyal planda devşirmek üzere kolları sıvadığı bir dönemden geçiyoruz. Yeni bir anayasa düzenlemesi ihtiyacı, daha büyük ve sinsi hesaplara dayandığı için, şimdilik genel seçimler sonrasına bırakılmıştır. Üstelik ana muhalefetin ve Kürt hareketinin bu konudaki ısrarlı istemlerine rağmen. Ana muhalefetin bu konuda yapabileceği fazlaca bir şey yoktur. Oysa Kürt hareketi bugünkü konjonktürde özellikle AKP karşısında önemli kozlara sahiptir ve bunları onu açmaza almak üzere pekala kullanabilir. Ama bu alanda ne yapacağı, nasıl davranacağı henüz açıklık kazanmış değildir.
Referandumu önceleyen süreçte gizli görüşmeler ve vaatler üzerinden Kürt hareketine “eylemsizlik süreci”ni kabul ettirmesi, AKP için gerçek bir nimet oldu ve referandumda elde ettiği başarıda önemli bir rol oynadı. Şimdi AKP aynı avantajı genel seçimler öncesinde elde etmek istiyor ve bunu da seçim sonrasında gündeme gelecek ve Kürt sorununun çözümünü de içerecek yeni bir anayasa vaadiyle yapıyor. Bunun bir aldatmaca olduğuna zerre kadar kuşku yok ve tüm açıklamaları gösteriyor ki Kürt hareketinin temsilcileri de bunun bilincindedirler. Henüz belirsiz olansa, seçim öncesi sürecin avantajını kullanarak AKP’yi açmaza alıp almayacakları, bu kez onun bu apaçık oyununu bozup bozmayacaklarıdır. Bu kez diyoruz, zira son sekiz yılda gerçekleşen dört seçim öncesinde her seferinde “seçim sonrası” denilerek aldatıldıklarını bizzat Abdullah Öcalan kamuoyuna açıklamış bulunmaktadır.
Yeni bir anayasa AKP’ye, demokrasinin sınırlarını genişletmek ya da Kürt sorununu çözmek için değil, fakat son sekiz yılda elde ettiği siyasal ve toplumsal kazançlara hukuki bir biçim vermek için gereklidir. Rejim içi çatışmanın son sekiz yıllık bilançosu bugün ortaya egemenler arası yeni bir güçler dengesi çıkarmıştır ve gündemde bu yeni güç dengesine anayasal bir ifade vermek vardır. Nitekim buna önce devletin “gizli anayasası”ndan başlanmış, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi yeni güç dengesini yansıtacak biçimde yeniden düzenlenmiş, güncellenmiştir. Şimdi sırada benzer bir revizyonun resmi anayasa üzerinden de gerçekleştirilmesi var. AKP hizmetindeki amerikancı liberallerin sistemli biçimde pompaladığı ve reformist solun da kendi cephesinden katıldığı (katılmakla kalmayıp daha bir de bilimsel kavramları iğdiş ederek bunu “kurucu meclis” talebine vardırdığı) yeni anayasa talebinin gerçek mahiyeti işte budur.
AKP, referandumdan aldığı yeni güçle daha pervasız davranmakta, işleri kendi gündemlerine ve önceliklerine göre götürmeye bakmaktadır. Referandumla gerçekleştirilen değişikliklerin merkezinde yüksek yargı üzerinde denetim kurmak vardı ve halen gündemdeki adımlardan ilki ve en önemlisidir bu. Yeni CHP yönetiminin desteği ile türbanın üniversitelerde serbest hale getirilmesi ve bu kez kamu yaşamının öteki alanlarında da serbestleştirilmesinin tartışmaya açılması, siyasal ve moral açıdan önemi büyük bir ikinci adımdır. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin güncelleştirilmesi ve tüm Cumhuriyet dönemi boyunca “iç tehdit”ler içinde görülmüş “irtica”nın artık bir tehdit olmaktan çıkarılması, yine siyasal ve moral anlamı son derece önemli bir üçüncü adımdır. Muazzam boyutlarda bir örgütsel ağa, yüzbinlerce kişiyi bulan bir din görevlileri ordusuna ve dev bir bütçeye sahip Diyanet üzerinden gündelik toplumsal hayata çok yönlü müdahalenin bizzat Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından gündeme getirilmesi ve meşrulaştırılmaya çalışılması, dikkatle izlenmesi gereken bir dördüncü adımdır.
Daha da çoğaltılabilecek tüm bu girişimler bir arada dinsel gericiliğin Türkiye toplumunun üzerine yeni düzeyde bir ağırlık olarak çöktüğünün ilk işaretleridir. Devletin ele geçirilmesi ile toplum hayatına dinsel esasların dayatılması bir arada gitmektedir. Daha önce de ifade ettik; büyük burjuvazinin bir kesimi bu adımların hiç değilse bir kısmından kuşkusuz rahatsızdır ve olanaklı olduğunca bunu dengelemeye çalışmaktadır. Fakat bunu halen esasa ilişkin bir sorun olarak görmediği, AKP’nin hizmetleri yanında bunları önemsiz bulduğu, katlanabilir sınırlar içinde saydığı da bir gerçektir. Bunu son zamanlarda gündemdeki sorunlar üzerine sık sık görüş açıklayan ve bu doğrultuda kamuoyu oluşturmaya çalışan TÜSİAD’ın tavırları üzerinden de açıkça görmek mümkündür.
TÜSİAD çizgisindeki bir gazetecinin referandum sonrasında Türkiye’nin önümüzdeki “10-15 yıllık falı”na bakarken gördükleri bu konuda ayrıca açıklayıcıdır. Bu daha ne ki diye sözlerine başlayan ve “İlerde, çok daha dindar, daha doğrusu dindarlığın yaşamın günlük ritmini çok daha fazla etkilediği bir Türkiye ile karşı karşıya geleceğiz... muhafazakar yaşam toplumun büyük bölümünü etkisi altına alacak” diyen yazar ardından ekliyor: “Ancak laik-demokratik sistemden hiçbir zaman vazgeçilemeyecek...” Bunu görmenin toplumun laik kesimlerinde de bir rahatlama yaratacağını, böylece toplum yaşamının bu yeni denge üzerinden yeni bir istikrar kazanacağını bildiren ‘fal’ın asıl anlamlı mesajı ise sonuç bölümünde: “Bugünkü gidiş sürdürülebilirse, Türkiye gelecekte bu bölgenin en zengin ülkesi olacak. Hele Kürt sorununu şu veya bu şekilde yatıştırmış bir Türkiye’nin önü açıktır. Yeter ki, iç koşullar ve uluslararası konjonktür değişmesin. Türk toplumunun zenginleşme dürtüsü, dışa açılma olanaklarının artması ve iç istikrar kolay kolay bulunamayacak avantajlardır…”(Mehmet Ali Birand, 15 yıl sonra Batı'ya mesafeli dindar bir Türkiye, 23 Eylül 2010).
Bunları bir yazarın geleceğe dönük bir beyin jimnastiğinden çok büyük burjuvazinin AKP’den kısmen rahatsız kesiminin olayların muhtemel gidişatına bakışı ve gelecek perspektifi olarak okumak gerekir. Demek ki önemli olan ekonominin (buna sömürü ve soygunun da diyebiliriz) bu çizgide götürülmesi, halen AKP ile sağlanan iç siyasal istikrarın korunması ve bu arada Kürt sorununun denetim altına alınmasıdır (Kürt sorununu şu veya bu şekilde yatıştırılması, diyor yazar). Bu Türkiye’yi bölgenin lider ülkesi (elbette büyük burjuvazi hesabına!) yapacaktır. Bunun bedeli toplumun daha muhafazakar hale gelmesi olsa bile sonuçta iş bir rejim değişikliği düzeyine varmayacaktır (“Ancak laik-demokratik sistemden hiçbir zaman vazgeçilemeyecek...”).
Bu böyleyse eğer, bu durumda toplumun dinsel gericilik kullanılarak “daha muhafazakar” bir çizgiye çekilmesi, büyük burjuvazi için bir sorun olmaktan çok bugün için bir olanaktır da. “Ilımlı islam” çizgisinin içerdeki misyonu olarak da anlayabiliriz bunu. Bu gerçek, emperyalizmin ve büyük burjuvazinin Türkiye’de olayların gidişine, bu çerçevede AKP eksenli dinsel gericiliğe bakışını değerlendirirken özellikle gözönünde tutulmalıdır.
Tüm bunlardan kendiliğinden çıkan sonuç ise şudur: Dinsel gericilik sermayenin elinde devrime karşı etkili bir dalga kırandır, dün olduğu gibi bugün de, yeter ki rejimin dengelerini temelden sarsmayacak sınırlar içinde tutulabilsin. Dolayısıyla dinsel gericiliğin bugün toplum yaşamının üstüne bir ağırlık olarak çökmesi, hiç de düzenin değil ama aşılmak üzere tümüyle devrimin bir sorunudur. Devrimin dinsel gericiliğe karşı etkili olabilecek biricik gerçek silahı ise, devrimci sınıf mücadelesidir; işçilerin ve emekçilerin eylemli mücadele süreçlerine çekilmesidir, pratik mücadele süreçleri içinde birleştirilip eğitilmesi ve örgütlenmesidir, siyasal mücadele sahnesinde bağımsız devrimci bir güç haline getirilmesidir.
Reformist sol kaynaklı sözümona toplumda büyüyen demokratik anayasa talebine sahip çıkmak, ağırlık koymak ve bunu da “kurucu meclis” talebiyle birleştirmek üzerine liberal gevezeliklerin kararttığı temel önemde sorun da budur. Bu, AKP eksenli dinsel gericiliğin kendi anayasa planı üzerinden manüple ederek gündemleştirdiği bir adıma dolgu malzemesi olmaktan başka bir şey değildir. Halihazırdaki anayasada işçilerin sendikal örgütlenmesi anayasal bir hak olduğu halde bugünün Türkiye’sinde işçilerin onda dokuzu sendikalaşma olanağından yoksundur ve halen her sendikalaşma girişiminin onda dokuzu toplu tensikatlarla sonuçlanmaktadır. Bu gerçeğe anayasa referandumu öncesinde değinmiş ve bunu burada herhangi bir yinelemeyi gereksiz kılacak şu düşüncelerle dile getirmiştik:
“Komünistler için referandumda boykot taktiğinin anlamı ve işlevi, yalnızca rejim içi çatışmanın tarafı ve dolgu malzemesi olmayı kesin bir biçimde reddetmek değil, aynı zamanda her türden anayasal hayallere karşı işçilerin ve emekçilerin bilincini ve eylemini devrimci bir çizgide geliştirmek demektir. İşçi sınıfının ve emekçilerin birleşik örgütlü gücü ve mücadelesiyle elde edilip korunmadığı sürece, yasal ya da anayasal hiçbir sözde hakkın gerçek yaşamda gerçek karşılığı olamaz. Bilimin genel gerçeklerinin ötesinde bunu bize siyasal yaşamın gündelik olayları döne döne göstermektedir, tam da şu sıralar izlemekte olduğumuz gibi. Anayasa referandumu üzerinden hak, hukuk ve demokratikleşme üzerine bunca lafın edildiği bu aynı günlerde, salt halen anayasada mevcut bir hakkı kullanarak sendikalaştıkları için, metal ve nakliyat işçilerinin karşı karşıya kaldıkları saldırılar bunun son derece açıklayıcı örnekleri olarak durmaktadır önümüzde.
“Bu aynı saldırılar karşısında işçilerin ortaya koydukları direnme kararlılığı ise, çıkış yolu kadar çıkışa dayanak olacak temel sınıfsal güce de işaret etmektedir. Çıkış yolu örgütlü sınıf mücadelesi, temel dayanağı ise işçi sınıfı hareketidir.”
EKİM