Aydemir Güler İşçiler ve Kürtler başlıklı (ve konulu) yazısında sorunun bu alanına “Eşitlerin ittifakı diye bir şey yoktur” ara başlığıyla geçiş yapmıştı. Bu başlık altında ilgili ilgisiz bir dizi karışık bulanık düşünce ve gözlem rastgele sıraladıktan sonra yeniden başa dönüyor:
“Ama biz ara başlığımıza dönelim... Leninist ittifaklar kavramında işçi sınıfı eşitlerden biri değildir. Yedek güçler kavramlaştırması ittifak tartışmasına zorunlu olarak eşlik eder. Köylülüğün mülkiyetçi ideolojisine ancak bir süre tolerans gösterilebilirdi. Zamanı gelecek ve özel mülkiyet kırda da baskılanacaktı.”
Buradaki bürokratik “dil”de saklı kafa yapısına, yanı sıra devrim öncesi ile sonrasının, bu temelden farklı iki tarihsel dönemin ve toplumsal durumun, bu denli gönlü rahat bir biçimde iç içe ele alınmasına elbette söylenebilecekler var. Ama bunu daha sonraya bırakalım.
Devam ediyor yazar:
“İkinci yedek güç kaynağı da ezilen uluslar, -veya henüz uluslaşmanın tamamlanmasından söz edilemeyeceği için- ezilen milliyetler veya halklardı. Topraksız köylülere toprak dağıtmak gibi, ulusların kendi kaderini tayin hakkı da ittifak stratejisi çerçevesinde gündeme geldi. …”
Otuz yıllık ulusal sorun uzmanının ulusal sorunu ve “leninist ittifaklar” stratejisini bu ortaya koyuş tarzı en yumuşak bir ifadeyle tam bir skandaldır. Demek ki “Rusya işçi sınıfının maddi eksiklerini kapatmak” için, Bolşevikler tarafından köylüye toprak vaat edildiği gibi, ezilen uluslara da kendi kaderlerini tayin hakkı vaat edilmiştir. Köylülüğü bir yana bırakarak ulusal sorun üzerinden sormuş olalım: Peki ya işçi sınıfının iyiden iyiye gelişmiş olduğu ve dolayısıyla pek de bir “maddi güç eksikliği” içinde bulunmadığı bir durumda, buna rağmen söz konusu devletin sınırları içinde ezilen ulus ya da uluslar, ya da denizaşırı alanlarda sömürgeleri varsa ne olacak? Öyle ya, 19. yüzyılın son çeyreğinden 20. yüzyılın son çeyreğine, neredeyse yüz yıl boyunca sömürge sahibi emperyalist ülkelerde durum aşağı yukarı buydu. Daha önceleri, 19. yüzyılın ikinci yarısında, Marx ve Engels’in çok yakından ilgilendiği İrlanda sorununda Britanya’nın durumu buydu. Bir yüzyıl sonra, Çin Hindi ve Cezayir sorunu karşısında Fransa’da da durum buydu.
Daha da yakına, günümüze ve kendi siyasal coğrafyamıza gelelim ve soruyu başka türlü soralım: Devasa bir Kürt sorunu barındıran bugünün Türkiye’sinde, işçi sınıfının bu soruna ilgisini belirleyecek olan temel etken maddi güç “eksikliği” midir? Bir an için varsayalım ki Türkiye işçi sınıfı için maddi güç eksikliğini başka türlü giderebilmek olanağı olsun, bu durumda Kürt ulusal sorunu başarılı bir toplumsal devrim mücadelesi için taşıdığı bugünkü çok özel anlamını ve tüm önemini yitirecek midir?
Aydemir Güler’in tüm yazısı boyunca sorunu ortaya koyuş tarzı öznel idealist bir bakış açısının ürünüdür. O sorunların (köylü sorunu, ulusal sorun vb.) toplumsal ilişkiler zeminindeki nesnel yerini, anlamını, etki ve sonuçlarını hiçbir biçimde anlamamıştır. Bu nedenledir ki sorunu öznel ihtiyaçlara ve buna bağlı olarak öznel, yani tercihe bağlı politikalara, bu politikaların başarısı için yapılacak vaatler düzeyine indirgeyebilmiştir. Yazısının Marx-Engels dönemine ayırdığı bölümünü bitirirken o ana kadar söylemiş bulunduklarını özetleyiş biçimi bu bakış açısını ayrıca tüm açıklığı ile ele veriyor:
“Bu tablonun arkasında işçi sınıfının kendi başına siyasi iktidarı ele geçirme gücüne sahip olamayabileceği olasılığı veya iktidar yürüyüşünü hızlandırma arayışı yatar. Lenin’in formülasyonları için de aynısı geçerlidir.”
“Olamayabileceği olasılığı…” veya “iktidar yürüyüşünü hızlandırma arayışı…”!
Demek ki Bolşevikler işçi sınıfını hiç değilse kentlerde kendi ekseninde toparlayabilecekleri gücün yeterliliğinden emin olabilselerdi, dönüp kırlara/köylülüğe hiç de bakmayabilir, böylece de köylü sorununu basitçe bir yana bırakabilirlerdi! Ya da Büyük-Rus işçi sınıfının Büyük-Rus köylülüğü ile ittifakının güç durumu için pekâlâ yeterli olabileceğine kanaat getirebilselerdi, bu durumda o baş ağrıtıcı, hele de Büyük-Rus ulusu mensubu “yurttaşların ulusal önyargılarını yaralayacak” denli can sıkıcı ulusal sorundan yakalarını böylece sıyırabilir, onca çok sayıdaki ulusa hiç de ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını vaat etmeyebilir, dosdoğru ulusal sorunun “üzerinden geçebilirler”di!
Kökleri tarihin ve toplumun derinliklerindeki temel önemde sorunların öznel idealist ortaya konuluş tarzı, mantıksal olarak gidip işte bu türden saçmalıklara varabilmektedir.
Öte yandan Marx-Engels bölümünün gelip bağlandığı bu veciz sonuç, yazarın aynı bölümün başında ağırbaşlı bir tonda söyledikleriyle de kaba bir biçimde çelişmektedir. Aydemir Güler, 1848’i izleyen tarihi dönemi kastederek, burjuvazi ihanete düşerek kendi devriminin sorunlarını ortada bıraktı diye tarihin ilerleyişi duracak değildi; ortada bıraktığı sorunları çözmeyi ve dolayısıyla bunun gerektirdiği devrimci görevleri artık işçi sınıfı üstlenecekti, diyordu. Bu böyleyse eğer, o halde sorun hiç de öznel bir güç yetersizliğini gidermek arayışı, dolayısıyla bunun ürünü politik tercihler sorunu değildir. Sorun burjuvazinin geride bıraktığı nesnel toplumsal sorunların çözümüne yönelerek, onun “freni”ni boşa çıkararak böylece tarihin gidişatını hızlandırmak, dolayısıyla işçi sınıfını nihai hedeflerine daha da yakınlaştıracak tarihsel zemine ulaşmaktı.
Örneğin Almanya söz konusu olduğunda, burjuvazi geride feodal ve yarı-feodal ilişkilerde ifadesini bulan muazzam bir “köylü sorunu” bırakmıştı. Bu, mevcut iktisadi ilişkilerde ifadesini bulan nesnel bir niteliğe sahipti ve o günkü aşamada toplumsal gelişmenin temel önemde bir engeli durumundaydı. Bu nesnel engelin ne “yanından dolanmak” ne de “üzerinden atlamak” şansı hiçbir biçimde yoktu. Almanya’da tarihin ilerleyişi ötekiler yanında bu “sorun”un da sonuçta şu veya bu biçimde çözülebilmesine sıkı sıkıya bağlıydı.
Yaşanmış tarihin açıklıkla göstermiş bulunduğu gibi ortada, serflik ilişkileri kapsamındaki bir köylü sorununun çözümüne uzanan iki yol vardı. Sorun ya Marx’ın ortaya koyduğu gibi aşağıdan bir devrimle, “proleter devrimin Köylü Savaşı’nın bir ikinci baskısıyla desteklenmesi” yoluyla hızlı, köklü ve kalıcı bir biçimde bir çözüme kavuşturulacaktı. Ya da kapitalist iktisadi gelişmenin kendiliğinden evrimiyle “yukarıdan”, yani “Prusya yolu” ile, yani on yıllara yayılan son derece acılı, sancılı, köylü yığınları için bedeli son derece ağır bir dönüşüme uğratılacaktı.
Yalnızca o günün Almanya’sında değil, onun gibi ulusal birliğin sağlanması ile köylü sorununun iç içe olduğu o günün İtalya’sında da durum buydu. Kaldı ki her iki ülkede de ulusal birliğin yukarıdan mı yoksa aşağıdan mı bir devrimle sağlanacağı tarihsel alternatiflerinin kalbinde tam da köylü sorunu yatmaktaydı. Zira aşağıdan devrim Almanya’da olduğu kadar İtalya’da da ancak köylülüğe dayanarak ve dolayısıyla köylü sorununun devrimci çözümüne yönelerek sağlanabilirdi. Alman burjuvazisinin 1848 Alman Mart Devrimine ihaneti, bizzat köylülüğe ihanetinden başka bir şey değildi. Bu, köylülüğe karşı gericiliğe sığınma, Prusya soylularıyla kader birliğine yönelmek anlamına geliyordu. Son tahlilde İtalya’da da burjuvazinin tutumu farklı olmadı. (Marx’ın Mazzini’nin tutarsızlıklarına can alıcı eleştirisi bu konu üzerine odaklanıyordu). Her iki örnekte de, Almanya’da olduğu gibi İtalya’da da, ulusal birliğin “yukarıdan” girişimlerle sağlanması, köylü sorununun çözümünü “Prusya yolu”nun uzatmalı, köylüler için son derece acılı, yıkıcı ve sancılı bir ölüm süreci haline soktu. Bu “çözüm” yolu kuşkusuz köylü sorununu tümden ortadan kaldırmayacak, fakat artık kapitalist ilişkiler içinde tümüyle yeni bir zemine, buna uygun düşen yeni bir kapsama kavuşturacaktı.
Sonuç olarak, Alman proletaryasının tarihsel bir devrimci inisiyatif geliştirerek aşağıdan bir devrimle bu sorunu çözmeye yönelmesi, hiç de güç yetersizliği dürtüsünün ürünü öznel bir ittifak arayışının değil, fakat tarihin nesnel ilerleme ihtiyacını devrimci bir biçimde karşılama tutumunun bir gereği olacaktı. Bu, kendi asli hedeflerine de yakınlaşabilmek üzere öncü devrimci bir sınıf olarak kendi tarihsel rolünü oynayıp oynayamama sorunuydu. Almanya’da başarılamayanın Rusya’da başarıldığını biliyoruz. Bolşevik Partisi önderliğindeki Rusya proletaryası bunu başardı. Yüzyıllardan beri sürüp gelen ve 19. yüzyılın ikinci yarısındaki sözde reforma ve bu arada sürmekte olan kapitalist gelişmeye rağmen Çarlık Rusya’sını boydan boya kaplayan serflik ilişkilerini, tıpkı Büyük Fransız Devrimi’nin başardığı gibi birkaç hafta içinde kökünden söküp attı. Böylece “köylü sorunu”nu aşağıdan bir devrimle, dolayısıyla sorunun kökünü kurutarak çözmüş oldu.
Rusya’da köylü sorununun bu yoldan çözümü ile ulusal sorunların devrimci bir biçimde, proletarya devriminin çıkarları temelinde demek istiyoruz, çözülebilmesi arasında kopmaz bir ilişki vardır. Bunun bir yanında, çok uluslu bir devletin sınırları içinde kendi enternasyonalist birliğini sağlamca kurmayı başaran bir işçi sınıfı gerçeği, öte yanında ise tam da bu sayede, işçi sınıfının tüm ezilen uluslardan emekçilere, her şeyden önce de onların köylü yığınlarına güven vermesi ve onları ardından sürüklemeyi başarması vardır. Ezilen ulusların emekçilerinin ve köylü yığınlarının sınıfsal ezilmişliğin yanı sıra ulusal ezilmişlikten kaynaklanan “çifte devrimci enerjisi” böylece başarılı bir çizgide değerlendirilmiş oldu. Bu başarının gerisinde aynı zamanda ulusal sorunda proletarya enternasyonalizminin ilkelerine sımsıkı bağlılık ve pratikte bunun gereklerine uygun tutum vardır.
Tarihsel gelişmenin ürünü sorunların üzerinden atlanmaz. Onlar aşağıdan ya da yukarıdan, devrimci ya da reformcu yollarla, bir biçimde çözülmek zorundadırlar. Ve onları aşağıdan bir devrimle çözmeye yönelecek her tarihsel girişim, bu çözümün devrimci olanaklarını da bizzat çözmeye yöneldiği sorunun bağrında bulabilecektir. Rusya’da marksist tarım programının çözücü toplumsal etkeni, köylülüğünün “toprak ve özgürlük” isteminde ve eyleminde somutlanan devrimci enerjiydi. Bu enerji açığa çıkarılamasaydı eğer, sorun devrimci bir yolla, yani köylülüğün yararına ve köklü bir biçimde çözülmüş olmayacaktı. Ama kapitalist gelişmenin “Prusya yolu”yla eninde sonunda çözülecek, daha doğru bir ifadeyle, kapitalist ilişkiler içinde yeni bir mahiyet kazanacak ve eğer toplumsal devrim tarihsel olarak daha da gecikirse, eninde sonunda bugünün bir dizi gelişmiş kapitalist ülkesinde olduğu gibi artık tüm önemini yitirecekti.
Köylü sorunu gibi ulusal sorun da üzerinden atlanamaz bir nesnel toplumsal-siyasal sorundur. Fakat ulusal sorunun köylü sorununa benzer türden bir tarihsel çözümü yoktur. Köylü sorunu kapitalizm öncesi ilişkilerden kalmadır ve kapitalizmin gelişmesi ölçüsünde zaman içinde önemini yitirir. Oysa ulusal sorun kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, tam da onun gelişme şafağında, kendini gösteren bir sorundur. Bir yandan batıda olduğu gibi burjuva uluslaşma süreçleri içinde tarihsel bir ilk çözümünü bulur. İngiltere ve Fransa örneklerinde olduğu gibi aşağıdan devrimle ya da Almanya ve İtalya örneklerinde olduğu “yukarıdan devrim”le bu süreç zirvesine ulaşır. Öte yandan burjuvalaşan bu aynı ulusların başka ulusları, ülkeleri, bölgeleri ele geçirmeleriyle, tam da kapitalist gelişmenin mantığı ve ihtiyaçları çerçevesinde zorla kendilerine bağlamalarıyla birlikte, bu kez yeni türden bir sorun alanı olarak, ezilen, bağımlı ya da sömürge uluslar sorunu olarak kendini gösterir. Bugün hala tam çözümünü bulamamış olan İrlanda sorunu 1648 İngiliz Devrimi’nden, onun büyük lideri Cromwell’den mirastır. Bu da neredeyse dört asırdır süren bir sorunla karşı karşıya olduğumuz anlamına gelir. Aynı süre Polonya sorunu için yüzelli yıl sürmüştü. Türkiye Kürdistan'ı için yüz yılı bulmaktadır. Kapitalizmin egemenliği ile ulusal sorunun uzun süreli varlığı arasındaki kopmaz ilişkiye çarpıcı örneklerdir bunlar.
Köylü sorunundan farklı olarak ulusal sorun kapitalist gelişme ile birlikte ortadan kalkmaz, tersine daha da ağırlaşır. Dahası kapitalizm tarafından yeniden yeniden üretilir. Öte yandan bizzat bu gelişmenin kendisi, ezilen ulusların özgürlüğe ve eşitliğe yönelen ulusal istem ve özlemlerinin büyümesini de kaçınılmaz bir biçimde beraberinde getirir. Kapitalist gelişmeyle birlikte sorunun karakteri ve kapsamı değişebilir ama kendisi kalır. Ta ki devrimci bir yoldan, söz konusu olan kapitalist ilişkiler zemininde bir toplum olduğuna göre, sermayenin sınıf egemenliğini tarihe gömecek toplumsal bir devrimle köklü bir biçimde çözülene kadar. Ya da ulusal sorunlar, örneğin emperyalist güç dengelerindeki köklü bir değişmeye ya da emperyalist bir savaşın sonuçlarına bağlı olarak belli sınırlarda bir çözüme kavuşur, daha doğrusu kavuşmuş görünürler. Gerçekte ise yeni biçimler ve kapsamlar içinde kendilerini çok geçmeden yeniden gösterirler.
Bunun belli sınırlar içinde iki istisnası olabilir. Uzun bir tarihsel döneme yayılan başarılı bir asimilasyon ya da sistemli bir “etnik temizlik” politikasıyla sorunu “çözme”. Yirminci yüzyıl tarihi ve günümüzün gerçekleri, bu iki politikanın bile ancak belli sınırlarda bir sonuç verebildiğini göstermektedir. Türkiye’nin kendi cumhuriyet tarihi deneyimi bunun canlı örneğidir. Kürt sorunu bir yana, bizzat Kürt ulusunun varlığı, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren yok sayıldı ve buna sistemli ulusal baskıyla desteklenen sistematik bir asimilasyon politikası eşlik etti. Bu arada Türkiye toplumu kapitalist gelişme yolunda büyük bir ilerleme kaydetti. Ama sorun, Kürt ulusal sorunu, bugün tüm azametiyle ve her zamankinden daha yakıcı biçimde, tüm toplumun karşısında duruyor ve çözümünü dayatıyor.
Sonuç olarak ulusal sorun kökü tarihin ve toplumun derinliklerinde yatan nesnel bir sorundur. Bu niteliğinden dolayı da ne “yanından dolanmak” ne de “üzerinden atlamak” şansı vardır. “Teori”de esaslı bir yeri var mıdır, soruna yaklaşım “ilkesel” değerde ve dolayısıyla stratejik önemde midir yoksa yalnızca belli somut durumlarda “taktiğin konusu” mudur, “sorun” mudur yoksa “dinamik” midir vb., vb. üzerine hiçbir sözde bilimsel tartışma, hiçbir “teorik” fikir jimnastiği, hiçbir boş laf cambazlığı, bu katı gerçeği değiştiremez.
Devrimde ittifaklar sorununun öznel bir “güç eksikliği”ni giderme arayışı olarak tanımlanması, sözünü ettiğimiz skandal sunuluşun yalnızca bir yönüydü. Aynı yaklaşımın öte yanında, ittifak mimarisinde köylülüğün yanı sıra “ezilen uluslar”ın ikinci bir “yedek güç” olarak, “hiyerarşinin eteklerindeki” ikinci bir müttefik olarak tanımlanması duruyordu.
Buna geçmeden önce girişte aktardığımız düşünceyi daha kısa biçimiyle yeniden hatırlayalım: “Leninist ittifaklar kavramı” diyordu, Aydemir Güler, “eşitlerin ittifakı” değildir. “Yedek güçler kavramlaştırması ittifak tartışmalarına zorunlu olarak eşlik eder.” Yedeklerden ilki köylülük, ikincisi ezilen uluslardır. “Topraksız köylülere toprak dağıtmak gibi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı da ittifak stratejisi çerçevesinde gündeme geldi.”
Bütün bunlarla ittifak ilişkilerinde işçi sınıfı eşitlerden biri değil fakat öncü güçtür, dolayısıyla “hiyerarşi”nin tepesindeki benzersiz sınıftır denilmiş oluyor. Onca söz yığınıyla varılan bu pek derin düşünceyi bir yana koyalım. (Benzer durumlar karşısında Stalin “Volga Hazar’a akar, atlar da yulaf yer” demeyi severdi). Bizi burada ilgilendiren, “leninist ittifaklar” stratejisinin sözü edilen “yedek güçler” bahsidir. Dolayısıyla “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı[nın] da ittifak stratejisi çerçevesinde gündeme gel”miş olduğu iddiasıdır.
Konu, Lenin üzerinden Bolşeviklerin izlediği stratejik çizgi olduğuna göre, biz de bir kez daha dosdoğru Lenin’e başvuralım:
“Proletarya, kuvvet yoluyla otokrasiyi ezmek ve burjuvazinin tutarsızlığını etkisiz hale getirmek için köylü yığınlarıyla ittifak kurarak demokratik devrimi sonuna kadar götürmelidir. Proletarya, kuvvet yoluyla burjuvazinin direncini kırabilmek için, köylülüğün ve küçük-burjuvazinin kararsızlığını etkisiz hale getirmek için, halkın yarı-proleter unsurlarıyla ittifak kurarak sosyalist devrimi başarmalıdır.” (Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği, Sol Yayınları, 5. Baskı, s.119-20, pasajın tümüne vurgu Lenin’in...)
Burada kesintisiz devrimin birbirini izleyecek aşamaları için sunulan ve bütünü içinde tarih tarafından doğrulanan ikili bir stratejik plan var. Lenin, 1905’te ortaya koyduğu bu ikili stratejik plana devrimin zaferine varan tüm tarihsel süreç boyunca sadık kalmış, onu yazılarında sayısız kez yinelemiştir. Devrimin zaferinin ardından ise, Kautsky ile girdiği o ünlü polemikte, aynı ikili stratejik planın tarihsel olaylar tarafından bütünü içinde doğrulandığını özellikle vurgulamıştır:
“Her şey tastamam dediğimiz gibi olup bitti. Devrimin gelişmesi düşüncemizin doğruluğunu gösterdi. İlkin, krallığa [monarşiye] karşı, büyük toprak sahiplerine karşı, feodaliteye karşı, ‘tüm’ köylülük ile birlikte (ve devrim o evrede burjuva, burjuva demokratik kalır). Sonra, yoksul köylülük ile, yarı-proletarya ile, bütün sömürülenler ile, zengin köylüler, kulaklar, vurguncular da içinde, kapitalizme karşı; ve devrim bu evrede de sosyalist duruma gelir.” (Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 5. Basım, s.87, vurgular Lenin’in)
Lenin burada, devrimin her iki aşaması için 1905’te ortaya koydukları stratejik şemanın bütünü içinde doğrulandığını vurgularken, İki Taktik başlıklı eserine (dolayısıyla anılan eserden yukarıya aldığımız pasaja) özellikle dikkat çeker. Bu ele alışı o tarihten (1905) itibaren “yüzlerce binlerce kez” yinelediklerini vurgular.
Aydemir Güler’in iddiasını ele almak için bu kadarı yeterlidir. Şimdi en sade şekliyle soralım: Tarih tarafından doğrulanmış da olan bu stratejik şemada ikinci “yedek güç” olarak seçildikleri söylenen o “ezilen uluslar” nerede? Basitçe yanıtlayalım: Hiçbir yerde! Lenin’in sınıflar mevzilenmesi şemasında böyle bir “yedek güç” yok. Neden peki? Çünkü çok uluslu bir devlet olan Çarlık Rusya’sında, Bolşevikler bir kural olarak sınıfsal ilişkileri, dolayısıyla da devrimde sınıfların mevzilenmesini, milliyet ayrımı yapmaksızın ele alıyorlardı. Tutarlı marksistler olarak başka türlü de davranamazlardı. Yukarıya aktarılan stratejik plandaki tüm sınıflar, ezen-ezilen ayrımı gözetmeksizin, “halklar hapishanesi” bünyesindeki tüm milliyetlerden sınıflardır. Proletarya tüm milliyetlerden proletarya, köylülük tüm milliyetlerden köylülük ve elbette burjuvazi tüm milliyetlerden burjuvazidir.
Bu durumda devrimin stratejik planında, dolayısıyla devrimci sınıfların öncü sınıf ve yedek güçlerden oluşan mevzilenmesinde, “ezilen uluslar” gibi bir kategoriye yer olamazdı. Olsaydı eğer, bu basitçe bir sınıf işbirliği çizgisini yansıtırdı ve bu durumda devrim stratejisi tanımı tümüyle boşlukta kalırdı. Kapitalizmin az çok gelişmiş bulunduğu çok uluslu bir ülkede, ulusal ezilmişlik ulusun tümünü kesen bir olgu olsa da, ezilen bir ulus çıkarları taban tabana zıt sınıflardan oluşur. Ve devrim süreçleri söz konusu olduğunda, sınıfsal kutuplaşmanın her iki kutbundaki sınıflar için belirleyici olan, sınıfsal konum ve çıkarlardır. Ulusal ezilmişlikten kaynaklanan duyarlılık da buna göre şekillenir. Ezilen ulusların büyük toprak sahipleri ve burjuvazisi kendi sınıf çıkarları için ezen ulusun büyük toprak sahipleri ve burjuvazisi ile birlikte hareket ederlerken, tersinden ezilen ulusların işçileri ve emekçileri de ezen ulusun işçileri ve emekçileriyle birleşmeye eğilim duyarlar ve mücadele geliştikçe açık biçimde buna yönelirler (Bunu Türkiye’nin kendi devrimci deneyiminden bile anlamak mümkündür).
Duruma göre daha sonra örnekleyeceğimiz gibi, Rusya’da devrim tarihi bu temel önemde gerçeği bütünü içinde doğrulamıştır. Şubat Devrimi’nin ardından ezilen ulus burjuvazilerinin kendi ulusal devletlerini kurmaya yönelmeleri, büyüyen devrim karşısında ulusal kılıf içinde yeni bir sınıfsal yönelimden, dolayısıyla kendi sınıfsal egemenliklerini bu kez “bağımsız ulusal devlet” formu içinde sürdürme istek ve iradelerinin yansımasından öte bir şey değildir. Finlandiya’dan Kafkas ülkelerine, Polonya’dan ve Ukrayna’dan Türkistan Hanlıklarına kadar tümünde de durum buydu. Sonucu Ekim Devrimi’ni izleyen dönemde iç savaş biçimini alan dört yıllık sert sınıflar mücadelesi belirledi. Ezilen ulus burjuvazisi ve büyük toprak sahiplerinin üstün geldiği yerlerde (Finlandiya, Polonya, Baltık ülkeleri…) emperyalizm ile sıkı işbirliği içinde yeni burjuva ulusal devletler ortaya çıkarken, işçilerin ve köylülerin üstün geldiği yerlerde ise yeni Sovyet cumhuriyetleri kuruldu ve bunların birleşmesiyle bir Sovyet cumhuriyetleri federasyonu, giderek Sovyetler Birliği şekillendi.
Rusya’da devrim tartışmaları, dolayısıyla devrimde sınıfların mevzilenmesi, dolayısıyla “ittifaklar sorunu”, 1905 Devrimi’ni öncelemektedir. Fakat bu ilk devrimin patlak vermesiyle birlikte, konuya ilişkin inceleme ve tartışmalarda, denilebilir ki gerçek bir patlama yaşandı ve bu yenilgiyi izleyen yıllarda da sürüp gitti. Dışardan Kautsky gibileri bu tartışmalara ayrıca katıldılar. Lenin bu dönemde sınıf ilişkilerine ve ittifaklara, dolayısıyla devrimdeki güç mevzilenmesine ilişkin olarak çok sayıda kitap, broşür ve yazı kaleme aldı. Ama bunların hiçbirinde “yedek güçler kavramı” içinde bir “ezilen uluslar” kategorisinin anıldığını göremezsiniz. Yedek güç olarak “ezilen uluslar” kategorisi bir yana, ulusal sorun üzerine doğru dürüst bir değinme bile yoktur bu yıllardaki inceleme ve tartışmalarda. (Parti programının ulusal soruna ilişkin 9. Maddesi ya da Bund üzerine tartışmalar, devrim öncesinden devralınmış parti içi tartışmaların bir uzantısıdır.)
Rusya’da ulusal hareketlenmelerin, dolayısıyla ezen ve ezilen ulus milliyetçiliğinin boy göstermeye başladığı tarih, yeni bir devrimci yükselişin de yaşanmakta olduğu 1913 yılıdır. Ve hatırlatmış bulunduğumuz gibi, bu aynı zamanda, 1905 fırtınası içinde köylü sorunu üzerinden tüm yaratıcılığını ortaya koymuş bulunan Lenin’in, bu kez ulusal sorun üzerinden aynı türden bir yaratıcılık ve verimlilikle ortaya çıkmaya yöneldiği tarihtir. Devrimin şu veya bu temel önemde sorununun yakıcı biçimde kendini hissettirmeye başladığı her durumda, düşünsel yaratıcılığı ve üretkenliği ile ön plana geçmek, böylece etkisi kuşaklar boyu sürecek kalıcı ürünler vermek, Lenin’in benzersiz bir özelliğidir.
Dolayısıyla, “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı[nın] da ittifak stratejisi çerçevesinde gündeme gelmiş” olduğu iddiası, basitçe Aydemir Güler’in bir uydurmasından ibarettir. Buraya kadar söylenenler bunu yeterli açıklıkta görebilmek için pekâlâ yeterli sayılabilir. Ama hiç de masum saiklere dayanmayan (ki konumuz açısından önemi de buradan gelmektedir) bu uydurmayı incelemeye devam etmek durumundayız.
Aydemir Güler’in “Leninist ittifaklar mimarisi”nde köylülükle birlikte “yedek güç” payesi verdiği “ezilen uluslar” sorununa, bir de her iki soruna ilişkin Bolşevik programlar üzerinden bakabiliriz.
Lenin, 1902 ilkbaharı gibi erken bir tarihte, kendi özel açıklamasına göre o sıralar patlak verecek olan köylü ayaklanmalarından da önce, daha sonra Zarya’da yayınlamak üzere “tarım programı” üzerine nispeten uzun bir polemik metni kaleme aldı. Burada, 1905 Devrimi deneyimi ışığında tarım ve köylü sorununda daha bir açıklık kazanacak hemen tüm temel fikirlerin ortaya konulduğu bu metinde, devrim stratejisi içinde kırsal sınıfların mevzilenmesine ilişkin özel bir şema sunmaz ama bunun tüm unsurlarını genişçe gerekçelendirir. Tam da 1905 Devrimi’nin patlak verdiği günlerde (eski takvimle 11 Ocak’ta) yayınlanan “Narodizmden Marksizme” başlıklı makalesinde ise, devrimin her iki aşamasını da gözeterek tarım proletaryası eksenli sınıf mevzilenmesini formüle eder:
“Serfliğin kalıntılarına karşı, otokrasiye, papazlara ve büyük toprak sahiplerine karşı burjuva köylülükle birlikte; genel olarak burjuvaziye karşı ve özel olarak burjuva köylüye karşı, kent proletaryası ile birlikte; kır proletaryası için tek doğru slogan budur; bugün Rus sosyal-demokrasisi için tek doğru tarım programı budur. İkinci Kongremizin kabul ettiği program budur. Burjuva köylüyle demokrasi için, kent proletaryası ile sosyalizm için…” (İşçi Sınıfı ve Köylülük, Sol Yayınları, 1. Baskı, s.164-65)
Burada sorun, kırsal alanda temel sınıflar ilişkisi ve karşıtlığı üzerinden, dolayısıyla tarım proletaryası eksenli konulduğu için, devrimin ikinci aşamasındaki “yedek güç” olan yoksul köylülük ve öteki yarı-proleter katmanlar ayrıca anılmaz. Bunun bir önemi de yok. Burada önemli olan, Lenin’in tarım programını devrimde bir sınıflar ilişkisi ve mevzilenmesi planına bağlamış olmasıdır. Sınıf ilişkileri şemasında anılan tüm sınıflar, bir kez daha, ezen-ezilen ayrımı gözetilmeksizin tüm milliyetlerden sınıflardır.
Oysa devrimde sınıf mevzilenmesine dayalı bu türden bir sunuluşu, “ulusal sorun programı” üzerinden hiç de göremiyoruz. Sorunun doğası gereği de göremeyiz. Kemal Okuyan ve Aydemir Güler’in aksi yöndeki tüm iddialarına rağmen, Leninizmin ulusal sorun programı temelde bir dizi ilkenin ya da ilkesel yaklaşımın formülasyonuna dayanır. Ulusal sorunun doğası gereği, stratejik çerçevede sınıf ilişkilerine yer vermez. Yalnızca soruna ilişkin temel “ilkesel” esasları ortaya koymakla yetinir. 1913’teki parti konferansında kabul edilen özgül ulusal sorun programında olduğu gibi, 1917 Nisan Konferansı’nda ortaya konulan “Ulusal Sorun Hakkında Karar”da da gördüğümüz tam olarak budur.
Örneğin, Nisan Konferansı’nın ulusal soruna ilişkin kararlarının en başına, ki bu Lenin’de değişmez bir tutumdur, ulusların kaderlerini tayin hakkı konulmuş ve bunun kapsamı ve anlamı şu şekilde tanımlanmıştır:
“Rusya’yı oluşturan bütün ulusların özgür iradeleriyle ayrılmaları ve bağımsız devlet kurma hakları tanınmalıdır. Onlara bu hakkı tanımayı yadsımak ya da bu hakkı pratikte gerçekleştirici önlemleri almamak, elkoyma ya da ilhak siyasetini desteklemekle birdir. Çeşitli ulusların işçileri arasında tam bir dayanışma sağlanmasını ve ulusların gerçekten demokratik bir çizgide birbirine yaklaştırılmasını, ancak ve ancak proletaryanın, ulusların ayrılma hakkını tanıması güven altına alabilir.” (Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol Yayınları, 2. Baskı, s.271)
Ulusal sorun söz konusu olduğunda Lenin’de ilke aramayın bulamazsınız diyen Genel Sekreteri hatırladınız mı? Ulusal sorunun ele alınışına ilişkin esasların daha bu ilkinde en az üç ilkesel yaklaşım bir çırpıda sıralanabilir. 1- Proletarya her türden ulusal köleliğe, baskıya ve eşitsizliğe kesin olarak karşı çıkmak zorundadır. 2- Çeşitli milliyetlerden proletaryanın kendi arasında tam ve sağlam bir enternasyonalist birlik ve dayanışma kurabilmesi, ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tutarlı biçimde ve içtenlikle (pratikte!) savunabilmesine sıkı sıkıya bağlıdır. 3- İlk iki maddede tanımlanan konularda açıklık ve tutarlılık, bu konularda izlenen pratik üzerinden yansıyacak olan içtenlik, “ulusların gerçekten demokratik bir çizgide birbirine” yakınlaşabilmelerinin, dolayısıyla ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını birlik doğrultusunda bir irade ve tercih olarak kullanabilmelerinin, biricik gerçek olanağı ve güvencesidir. Ne diyordu Lenin, Plehanov’un 1902’deki sözlerinin özünü 1914’te özetlerken: “Proleterlerin birliği için, onların sınıf dayanışması uğruna, ulusların ayrılma hakkını tanımalıyız.”
Aydemir Güler bize, “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı[nın] da ittifak stratejisi çerçevesinde gündeme” geldiğini, amacın ezilen ulusların devrim stratejisine “yedek güç” olarak kazanılması olduğunu söylemişti. Oysa leninist ulusal sorun programının ilkesel esaslarında gördüğümüz başka bir şeydir. Örneğin yukarıya aldığımız ilk madde üzerinden bu, farklı milliyetlerden proletaryanın sağlam birliğini enternasyonalist bir zemin üzerinde kurabilmektir. Böylece bununla halkların demokratik yakınlaşmasını, kardeşliğini ve giderek devrimci birliğini güvence altına alabilmektir.
Daha 1902’de, henüz bir sosyal-şoven değil de samimi bir marksist olduğu bir dönemde, ne diyordu Plehanov? Ulusların kaderlerini tayin hakkını programımıza açık ve net bir biçimde koymazsak eğer, uluslararası sosyalizmin “birlik çığlığı olan ‘Bütün ülkelerin proleterleri birleşiniz!’ sloganı, bizim ağzımızda utanmazca bir yalan haline gelir.”
Bolşeviklerin Nisan Konferansı’nın ulusal soruna ilişkin ilk hükmünü alınız, Plehanov’un bu ilkesel vurgusuyla birleştiriniz ve SİP liderlerinin ortada bir ilke sorunu yok, duruma göre değerlendirilebilecek sıradan bir “taktik sorun” var söylemiyle, dolayısıyla da parti programlarında kendi kaderlerini tayin hakkına yer vermemeleriyle karşılaştırınız.
Düşünce ve ruh ikizleri, ulusal sorun bahsinde “ilke”leri anmaktan özellikle kaçınsalar da, gerçekte örneğin, bir devletin sınırları içinde milliyet ayrımı gözetmeksizin tüm işçilerin her düzeyde sınıfsal/örgütsel birliğinin ilkesel önemini vurgulamayı ihmal etmezler. Zira bu, işin görünürde işlerine gelen yanıdır. Ama Lenin’in döne döne, programın ulusal soruna ilişkin bölümünün en başına, en açık ve en net bir biçimde yazılmalıdır, dediği ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına gelince, bunun istiyorlarsa ayrılmak ve ayrı bir devlet kurmak hakkı olduğu ilkesel yaklaşımına gelince, yan çiziyorlar ve bunu olayların seyrine bağlı olarak ele alınabilecek “taktik” bir ayrıntı olarak sunmak yoluna gidiyorlar. Çünkü ulusal sorunda sosyal-şoven bir konumdadırlar ve buna uygun düşen bir çizgi izlemektedirler. İşçi sınıfının enternasyonalist devrimci sınıf birliğinin ancak ezilen ulusların ayrılma hakkının açık ve kesin bir biçimde savunulmasıyla, dahası bu alandaki içtenliğin her günkü pratik çalışma içinde ayrıca kanıtlanmasıyla olanaklı olabileceğini, üstelik üzerine “sadakat” yemini eder göründükleri “Leninizm”in tüm açık uyarılarına rağmen, görmezlikten bilmezlikten gelmektedirler.
(Devam edecek…)